1984

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Kas teil pole raamatute lugemiseks aega?
Lõigu kuulamine
1984
1984
− 20%
Ostke elektroonilisi raamatuid ja audioraamatuid 20% allahindlusega
Ostke komplekt hinnaga 6,41 5,13
1984
Tekst
1984
E-raamat
2,24
Lisateave
1984
E-raamat
5,28
Lisateave
1984
Audio
1984
Audioraamat
Loeb Руслан Драпалюк
1,59
Lisateave
Audio
1984
Audioraamat
Loeb Владимир Левашев
2,86
Lisateave
Audio
1984
Audioraamat
Loeb Илья Дементьев
3,18
Lisateave
Audio
1984
Audioraamat
Loeb Давид Ломов
3,18
Lisateave
Audio
1984
Audioraamat
Loeb Jegor Beroev
3,61
Lisateave
Audio
1984
Audioraamat
Loeb Сергей Чонишвили
3,66
Lisateave
Audio
1984
Audioraamat
Loeb Иван Литвинов
3,71
Lisateave
Audio
1984
Audioraamat
Loeb Юрий Музыченко
3,71
Lisateave
Audio
1984
Audioraamat
Loeb Александр Клюквин
5,52
Lisateave
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

Winston, Withers’ın itibarsızlaştırılma sebebini bilmiyordu. Bunun sebebi yolsuzluk ya da yetersizlik olabilirdi. Belki de Büyük Birader, fazla popüler bir astından kurtulmak istemişti sadece. Withers ya da ona yakın bir ismin yerleşik inanca aykırı eğilimleri olduğu tespit edilmiş de olabilirdi. Ya da belki -en muhtemel olanı da buydu-Withers, temizlikler ve buharlaştırmalar, Devlet’in işleyişinin gerekli parçaları olduğu için itibarsızlaştırılmıştı. Ona dair tek ipucu “yok-kişilerden bahs” ifadesindeydi. Bu da Withers’ın çoktan öldüğünü gösteriyordu. Tutuklanan herkes için bu varsayım doğru değildi. Bazen idamlarından birkaç yıl öncesine kadar salıverilip özgür kaldıkları da oluyordu. Uzun zamandır ölü olduğuna inanılan birinin, hayalet misali tekrar ortaya çıkıp sonsuza dek ortadan kaybolmadan önce herkesin önünde gerçekleşen bir mahkemede yaptığı tanıklıkla yüzlerce kişiyi itham ettiği de sık sık oluyordu. Withers ise çoktan YOKKİŞİ olmuştu. Var olmuyordu. Hiç var olmamıştı. Winston, Büyük Birader’in konuşmasındaki eğilimi değiştirmenin yeterli olduğuna hükmetti. Asıl konuyla tamamen alakasız bir şey olması daha iyiydi.

Konuşmayı, hainlerin ve düşünce suçlularının olağan kınanmasına çevirebilirdi. Ancak bu biraz fazla belli etmek olurdu. Cephede kazanılan bir galibiyet ya da zafer, Dokuzuncu Üç Yıllık planda gerçekleşen fazla üretim ise, kayıtları bir hayli karıştırmakla sonuçlanabilirdi. İhtiyaç duyulan katıksız bir fantezi üretmekti. Aniden, sanki hazır olda bekliyormuşçasına Yoldaş Ogilvy isimli birinin görüntüsü belirdi aklında. Kendisi yakın zamanda, kahramanca can vermişti savaşta. Büyük Birader’in Günlük Emir’de, yaşamı ve ölümü izinden gidilmeye değer bir örnek teşkil eden düşük dereceli mütevazı bir Parti üyesini andığı da olurdu zaman zaman. O gün, Yoldaş Ogilvy’i yâd edecekti. Yoldaş Ogilvy isimli bir kimsenin olmadığı doğruydu ancak birkaç satır yazı ve bir çift sahte fotoğraf, kısa sürede onu hayata getirecekti.

Winston bir müddet düşündükten sonra Konuşyaz’ı kendine çekip Büyük Birader’in alışıldık tarzında dikte etmeye başladı: Askerî ve çokbilmiş bir konuşma tarzıydı bu. Önce bir soru sorup sonra bu soruyu derhâl cevaplama hilesini kullandığı için (Bu gerçekten ne öğreniyoruz yoldaşlar? Öğrendiğimiz ders, ki bu İngsos’un temel ilkelerinden biridir aynı zamanda… vs. vs.) taklit etmesi kolaydı.

Yoldaş Ogilvy, üç yaşındayken davul, yarı otomatik tabanca ve helikopter dışında hiçbir oyuncakla oynamak istememişti. Altı yaşındayken, olması gerekenden bir yıl önce, kuralların özel durumdan dolayı esnetilmesi sebebiyle, Casuslara katılmıştı. Dokuz yaşına geldiğinde birlik lideriydi. On birinde kulak misafiri olduğu bir konuşma sonrasında, suç eğilimi olduğunu düşündüğü amcasını Düşünce Polisi’ne ihbar etmişti. On yedi yaşında Seks Karşıtı Birliği’nin bölge idarecisi olmuştu. On dokuzunda Barış Bakanlığı’nın kullandığı bir el bombası tasarlamıştı ve bu bomba daha ilk denemesinde otuz bir Avrasya askerini bir çırpıda öldürmüştü. Yirmi üç yaşına geldiğinde ise askerî harekât sırasında vefat etmişti. Hint Okyanusu üzerinde taşıdığı önemli belgelerle birlikte uçarken düşman uçakları tarafından kovalanmıştı ve makineli tabancasını ağırlık olarak yanına aldıktan sonra taşıdığı belgelerle birlikte helikopterden derin sulara atlamıştı. Büyük Birader, bu sonu kıskanmamanın mümkün olmadığını söylüyordu. Büyük Birader, Yoldaş Ogilvy’nin yaşamının saflığına ve kararlılığına dair birkaç güzel şey söylemişti. İçkiden sakınan ve sigaradan uzak duran biriydi. Her gün jimnastik salonunda geçirdiği bir saat dışında hiçbir eğlencesi yoktu. Bekârlık yemini etmişti. Çünkü evliliğin ve aile sorumluluğunun kendisini görevine yirmi dört saat adamasına engel olacağını düşünüyordu. İngsos’un ilkeleri dışında konuşacak hiçbir şeyi yoktu. Hayattaki tek gayesi düşman Avrasya’yı yenmek, casusları, sabotajcıları, düşünce suçlularını kısacası hainleri yakalamaktı.

Winston, Yoldaş Ogilvy’i, Yararlılık Nişanı ile ödüllendirmek konusunda bir müddet düşündü. Ancak söz konusu olabilecek referans gösterme işleminden dolayı bunu yapmama kararı aldı.

Karşı bölmedeki rakibine bir kez daha baktı. İçinden bir ses Tillotson’ın da kendisiyle aynı işi yaptığını söylüyordu. En nihayetinde kimin çalışmasının kabul edildiğini bilmenin bir yolu olmasa da kendisinin kabul edileceğine derinden emindi. Bir saat öncesinde bir düşünce bile olmayan Yoldaş Ogilvy, artık bir gerçekti. Ölü adamları yaratmanın mümkün olması ancak yaşayanlar için aynı durumun söz konusu olmaması ona tuhaf geldi. O gün var olmayan Yoldaş Ogilvy, artık geçmişte yaşıyordu ve sahtecilik eylemi unutulur unutulmaz Charlemagne veya Julius Caesar gerçekliğinde, aynı delillere dayanılarak yaşamış olacaktı.

5

Yer altındaki basık tavanlı yemekhanede, öğle yemeği almak için girdikleri sırada yavaş yavaş ilerliyorlardı. İçerisi çoktan hıncahınç dolmuştu ve kulakları sağır eden bir gürültü hâkimdi. Tezgâhın üzerindeki ocaktan yayılan yahni buharı, ekşi ve metalik kokusuyla Zafer Cini’nin keskinliğini pek bastıramıyordu. Salonun uzak bir köşesinde ufak bir bar vardı. Duvara açılmış bir delikten ibaretti daha doğrusu ve buradan on sent karşılığında küçük bir kadeh cin satın alınabiliyordu.

“Ben de seni arıyordum.” dedi Winston’ın arkasından gelen bir ses.

Winston arkasını döndü. Ses, Araştırma Bölümü’nde çalışan arkadaşı Syme’a aitti. Belki “arkadaş” kelimesi tam olarak doğru bir kelime değildi aralarındaki ilişkiyi tanımlamak için. O günlerde arkadaşınız olmazdı. Yoldaşlarınız olurdu. Ancak bazı yoldaşlarla kurulan münasebet, diğerlerinkinden daha keyifliydi. Syme, bir filologdu. Yenikonuş’ta uzmanlaşmıştı. Yenikonuş sözlüğünün on birinci baskısı üzerinde çalışan, çok sayıda uzmandan sadece biriydi. Ufak tefek bir adamcağızdı. Fiziksel olarak Winston’dan daha küçüktü. Siyah saçları ve iri, pörtlek gözleri vardı. Hüzünlü ve alaycı bakışlarıyla konuştuğu insanın yüzüne yakından bakardı.

“Sende tıraş bıçağı var mı diye soracaktım.” dedi.

“Hiç yok!” dedi Winston bir miktar suçluluk duygusu barındıran bir acelecilikle. “Her yeri arayıp taradım. Artık hiçbir yerde yok.”

İnsanlar sürekli tıraş bıçağı olup olmadığını soruyorlardı. Aslında elinde iki tane kullanılmamış sakladığı tıraş bıçağı vardı. Geçtiğimiz aylarda tıraş bıçağı kıtlığı yaşanmıştı. Parti dükkânlarının bazı temel ürünleri tedarik edememesi, hemen hemen her zaman yaşanan bir durumdu. Bazen düğme, bazen örgü ipliği bazen ayakkabı bağcığı… O sıralarda tıraş bıçağı bulmak imkânsızdı. Aranılan şeyleri “serbest pazarda” gizli gizli yapılan alışverişlerle belki bulabilirdiniz.

“Altı haftadır aynı usturayı kullanıyorum.” şeklinde doğru olmayan bir ifadeyi sözlerine ekledi.

Sıra bir kez daha bir adım ilerledi. Durdukları sırada, arkasını dönüp Syme’a baktı. Tezgâhın ucundaki yığında bulunan, metalden yapılma yağlı tepsilerden birer tane aldılar.

“Dünkü esir infazını görmeye gittin mi?” diye sordu Syme.

“Çalışıyordum.” dedi Winston kayıtsızca. “Sinemada görürüm herhâlde.”

“Gerçeği gibi olmaz ya…” dedi Syme.

Alaycı gözleri, Winston’ın yüzünde gezindi. Gözleri, “Seni tanıyorum!” der gibiydi. “Senin ciğerini bilirim ben. Esir infazını izlemeye neden gitmediğini çok iyi biliyorum.” Syme’ın zehirli bir gelenekçiliği vardı. Düşman köylerine yapılan helikopter saldırılarını, düşünce suçlularının mahkemedeki itiraflarını ya da Sevgi Bakanlığı’nın mahzenlerindeki infazlardan rahatsız edici kötücül bir memnuniyetle bahsederdi. Onunla konuşmak demek, bu tür konulardan kaçınmak ve onu meşgul etmek için mümkünse yetkin olduğu ve hakkında ilginç bilgilere sahip olduğu Yenikonuş’un teknik detaylarından bahsetmeye yönlendirmek demekti. İri ve kara gözlerinin hesap sorarcasına incelemesinden kaçınmak için Winston kafasını hafifçe yana döndü.

“Ne infazdı ama!” dedi Syme yâd edercesine. “Bence ayaklarını bağlamaları, keyfini biraz kaçırıyor. Ben asılırken havaya tekmeler savurmalarını görmeyi seviyorum. Hepsinden de önemlisi, en sonunda dillerinin dışarı çıkması. Mavi, parlak mavi oluyor dilleri. Beni en çok cezbeden detay bu.”

“Sıradaki lütfen!” diye bağırdı elinde kepçe tutan beyaz önlüklü proleter.

Winston ve Syme, tepsilerini ocağın altına ittiler. İkisi de standart öğle yemeği aldı. Metal bir maşrapada servis edilen pembe gri yahni, iri bir dilim ekmek, bir dilim peynir ve bir bardak sütsüz Zafer Kahvesi ile bir tablet tatlandırıcı.

“Tele-ekranın altında boş bir masa var.” dedi Syme. “Hadi giderken birer tane cin alalım.”

Cin, kulpsuz porselen bardaklarda verildi. Kalabalık arasında, ite kaka ilerlediler ve masanın metal yüzeyine tepsilerini bıraktılar. Masanın bir köşesine bırakılmış yahni kalıntılarının iğrenç sıvısı, kusmuğu andırıyordu. Winston cin bardağını aldı, kendini toplamak için bir an durdu. Sonra yağ tadı veren sıvıyı mideye indirdi. Gözlerinde biriken yaşları göz kırparak tahliye ettiği sırada birden, çok aç olduğunu fark etti. Yahniyi kaşık kaşık yemeye başladı. Yahnideki cıvık ve pembe küp küp şeyleri mideye indirdi. İkisi de metal maşrapadaki yahnilerini bitirinceye dek, tek kelime etmediler.

Winston’ın sol tarafında, biraz arkasındaki masada oturan bir kişi, dur durak bilmeden konuşuyordu. Bir ördeğin vaklamasını andıran bu ses, salondaki hengâmeyi delip geçiyordu.

“Sözlük nasıl gidiyor?” diye sordu Winston. Gürültüyü bastırmak için sesini yükseltmişti.

“Ağır gidiyor.” dedi Syme. “Sıfatlardayım. Muazzam.”

Yenikonuş’tan konu açılması, aniden neşelendirmişti Syme’ı. Metal kabı köşeye itti. Narin ellerinden birine ekmeği, diğerine peyniri aldı. Bağırmadan konuşmayı başarmak için masaya doğru eğildi.

“On birinci baskı, nihai baskı.” dedi. “Dili en son hâline getiriyoruz. Kimse başka bir dil konuşmadığında alacağı hâl yani. Tamamladığımızda senin gibi insanlar, baştan sona yeniden öğrenmek zorunda kalacaklar. Asıl işimizin yeni kelimeler icat etmek olduğunu düşünüyorsundur muhtemelen. Hiç alakası yok! Biz her gün; kelimelerin onlarcasını, yüzlercesini yok ediyoruz. Dili kemiğine kadar kesiyoruz. On birinci baskı, 2050 yılından önce geçerliliğini yitiren hiçbir kelimeyi içermeyecek.”

 

Ekmeğini iştahla ısırıp birkaç yudum içki içtikten sonra ukalaca bir tutkuyla konuşmaya devam etti. Zayıf ve esmer yüzü canlanmış, gözlerindeki alaycı ifade kaybolarak yerini neredeyse hülyalı denilebilecek bakışlara bırakmıştı.

“Kelimeleri yıkmak güzel şey. Tabii en büyük israf, fiillerde ve sıfatlarda. Ama başımızdan atmamız gereken yüzlerce isim de var. Sadece eş anlamlılar değil, bir de zıt anlamlılar var. Bir kelimenin tam olarak zıddı olan, başka bir kelimenin izahı nedir? Bir kelime kendisinin de zıddını zaten içeriyor. Örneğin ‘iyi’ kelimesini ele alalım. Eğer ‘iyi’ şeklinde bir kelime varsa ‘kötü’ kelimesine ne gerek var? ‘İyisiz’ de aynı şekilde iş görür. Çünkü ‘iyi’ kelimesinin tam karşıtı fakat ‘kötü’ için bu durum söz konusu değil. Ya da diyelim ki ‘iyi’ kelimesinin daha kuvvetli bir hâlini istiyoruz… ‘Mükemmel’ ve ‘muhteşem’ gibi çok sayıda belirsiz ve faydasız kelimeye sahip olmanın mantığı nedir? ‘Artıiyi’ bu anlamı karşılıyor ya da daha kuvvetli bir şey istiyorsak ‘çifteartıiyi’ diyebiliriz. Tabii bu hâllerini çoktan kullanıyoruz. Ancak Yenikonuş’un en son hâlinde, başka bir şey olmayacak. İyilik ve kötülük kavramlarının hepsini, sadece altı kelimede karşılayacağız. İşin aslı, tek kelime olacak. Buradaki güzelliği görebiliyor musun Winston? Tabii bu aslında B. B.’nin fikri.” diye ekledi en sonunda.

Büyük Birader’in adının zikredilmesiyle Winston’ın yüzünden coşkulu bir ifade hızlıca belirdikten sonra kayboldu. Ancak Syme, yine de şevk eksikliği fark etti.

“Yenikonuş’u yeterince takdir etmiyorsun Winston.” dedi neredeyse üzülerek. “Yenikonuş’ta yazarken bile hâlâ Eskikonuş’ta düşünüyorsun. Times’a yazdığın o yazıları arada okuyorum. Yeterince iyi yazıların. Ama yine de çeviri oldukları çok belli. Tüm belirsizliğine ve faydasız nüanslarına rağmen içten içe Eskikonuş’a bağlı kalmayı tercih ediyorsun. Kelimeleri yok etmedeki güzelliği kavrayamıyorsun. Dünyada kelime hazinesi her yıl daralan tek dilin, Yenikonuş olduğunu biliyor muydun?”

Winston bunu elbette biliyordu. Sadece gülümsemekle yetindi ve gülümsemesinin içten olmasını ümit etti. Ne de olsa konuşmaya cesaret edememişti. Syme, koyu renkli ekmekten bir dilim daha ısırdı, hemencecik çiğnedikten sonra sözlerine devam etti.

“Yenikonuş’un tüm amacının düşünce alanını kısıtlamak olduğunun farkında değil misin? En nihayetinde Düşüncesuçunu tamamen imkânsız hâle getireceğiz çünkü bunu ifade edebilecek kelime olmayacak. İhtiyaç duyulabilecek tüm kavramlar, tek bir kelime ile ifade edilebilecek. Bu kelimelerin anlamı, keskin bir şekilde tanımlandığı için de ikincil anlamları yok olup unutulacak. On birinci basımda bile bu seviyeden çok da uzakta değiliz. Ancak bu süreç, sen ve ben öldükten sonra da yıllarca devam edecek. Her yıl kelime sayısı azaldıkça azalıyor ve bilincin alanı daha bir kısıtlanıyor. Bu; sadece bir öz disiplin, gerçek denetimi meselesi. Ancak en nihayetinde bu kadarına bile gerek kalmayacak. Dil mükemmelleştiğinde, devrim tamamlanmış olacak. Yenikonuş İngsos, İngsos Yenikonuş’tur.” dedi ve sözlerine devam ederken tavırlarında gizemli bir memnuniyet hâli vardı. “2050 yılına gelindiğinde şu an yaptığımız konuşmayı anlayabilecek tek bir insan evladının dahi yaşamayacak olmasını hiç düşündün mü Winston?”

“Ama…” diyerek şüpheyle konuşmaya başlayan Winston, sözlerine devam etmedi.

“Proletarya hariç.” kelimeleri dilinin ucuna kadar gelse de kendini toparladı. Bu yorumun, bir şekilde geleneğe aykırı gelip gelmeyeceğinden emin değildi. Ancak söylemek istediğini Syme sezinlemişti.

“Proletarya, insan değil.” dedi umursamazca. “2050 yılına gelindiğinde hatta daha erken de olabilir, Eskikonuş’a dair bilinen her şey, yok olmuş olacak. Geçmişe ait tüm edebiyat, imha edilecek. Chaucer, Shakespeare, Milton, Byron… Sadece Yenikonuş’taki versiyonlarıyla var olacaklar. Sadece farklı bir şeye dönüştürülmeyecek, eskiden olduklarının zıddına dönüştürülecekler. Parti edebiyatı bile değişecek. Sloganlar bile değişecek. ‘Özgürlük köleliktir’ sloganı, özgürlük kavramı yok edildiğinde nasıl mümkün olabilir? Tüm düşünce iklimi farklı olacak. Aslına bakarsan şimdiki anlamıyla düşünce, var olmayacak. Gelenekselliğin anlamı düşünmemek, düşünmeye ihtiyaç duymamak. Geleneksellik bilinçsizliktir.”

Winston’ın zihninde, Syme’ın bir gün buharlaştırılacağına dair, keskin bir kanaat belirdi aniden. Çok akıllıydı. Her şeyi çok net görebiliyordu ve çok net ifade edebiliyordu. Parti böyle insanlardan hoşlanmazdı. Bir gün ortadan kaybolacaktı. Âdeta alnında yazıyordu bu.

Winston ekmeğini ve peynirini bitirdi. Kahvesini içmek için sandalyesinde biraz yana döndü. Sol tarafındaki masada oturan tiz sesli adam, hâlâ dur durak bilmeden konuşmaya devam ediyordu. Muhtemelen adamın sekreteri olan ve sırtı Winston’a dönük oturan genç kadın, adamı dinliyor ve söylediği her şeye hevesle katılıyor gibi görünüyordu. Winston, kadının genç ancak oldukça şapşal kadınsı sesiyle “Çok haklısınız. Size o kadar çok katılıyorum ki…” dediğini yakalıyordu arada bir. Ancak diğer ses, konuşmasına bir saniye dahi ara vermiyordu. Kız konuşmayı bıraktığında dahi. Winston adamı simaen tanıyordu. Adama dair tek bildiği, Kurgu Departmanı’nda önemli bir göreve sahip olduğuydu. Otuz yaşlarında, boynu kaslı bir adamdı. Geniş ağzı pek hareketliydi. Oturma açısından dolayı kafasını hafifçe geriye atmıştı. Işık gözlüğüne çarptığı için Winston, bir çift göz yerine iki boş disk görüyordu. Adamın sular seller misali ağzından dökülen sözcüklerden tek bir tanesini ayırt etmenin neredeyse imkânsız oluşu, bir miktar korkutucuydu. Winston, sadece bir kez, “Goldsteinizm’in tamamen ve nihai yıkımı”

şeklindeki bir ifadeyi yakalayabilmişti. Bu kelimeler ağzından hızlıca ve tek bir kalıp hâlinde bir anda püskürüvermişti. Geri kalanı ise sadece gürültüden, vakvaklamalardan ibaretti. Yine de adamın söyledikleri tam olarak duyulmasa bile genel içeriği konusunda şüpheye düşmek, pek mümkün değildi. Muhtemelen Goldstein’ı kınıyor, düşünce suçluları ve sabotajcılara karşı daha sıkı tedbirler alınması gerektiğini söylüyordu. Avrasya ordusunun gaddarlığına karşı ateş püskürüyor, Büyük Birader’i öve öve bitiremiyor ya da Malabar Cephesi’ndeki yiğitlerin kahramanlıklarıyla iftihar ediyor olabilirdi, hiç önemi yoktu söylediklerinin. Ağzından çıkan her kelimenin, katıksız geleneksellik ve İngsos barındırdığı kesindi. Winston, gözsüz yüzdeki çenenin ani hareketlerini seyre dalmışken bu kişinin gerçek bir insan değil, bir çeşit kukla olduğu fikrine kapıldı. Konuşma adamın beyninden değil, gırtlağından geliyordu. Ağzından dökülenler, her ne kadar kelimelerden oluşsa da gerçek anlamda bir konuşma söz konusu değildi. Bilinçsizce çıkarılan seslerdi. Tıpkı bir ördeğin vakvaklaması gibi…

Syme bir an için sessizliğe gömülmüştü. Kaşığının sapını, masanın kenarına dökülmüş yahninin üzerinde gezdiriyordu. Diğer masadaki ses, hızlı hızlı vakvaklamaya devam etti. Etrafı çevreleyen velveleye rağmen kolayca duyulabiliyordu.

“Yenikonuş’ta bir kelime var, bilmiyorum duydun mu?” dedi Syme. “ÖRDEKKONUŞ, anlamı ördek gibi vaklamak. İki zıt anlamı birden barındıran, o ilginç kelimelerden biri. Karşıt bir kimse için kullanıldığında, taciz anlamına geliyor. Hemfikir olunan biri için kullanıldığında övgü anlamı taşıyor.”

Winston, Syme’ın buharlaştırılacağına bir kez daha ikna oldu. Her ne kadar Syme’ın kendisini küçümsediğinden, az biraz hoşlanmadığından ve lüzum görmesi hâlinde kendisini düşünce suçlusu olarak ihbar edebileceğinden emin olsa da bu düşünce üzülür gibi olmasına sebep oldu. Syme’da yanlış olan bir ayrıntı vardı. Bir eksiği vardı: Ketumluk, mesafe, kurtarıcısı olabilecek bir çeşit aptallık… Gelenekçi olmadığı söylenemezdi. İngsos’un ilkelerine inanıyor, Büyük Birader’e tapıyor, zaferler karşısında coşku duyuyor, yoldan çıkmışlardan nefret ediyordu. Üstelik bu duyguları sadece içtenlikle yaşamıyor, amansız bir tutkuyla hissediyor, olan bitenleri günü gününe takip ediyordu ki bu durum, Parti’nin sıradan bir üyesinin kenarından bile geçemeyeceği bir düzeydi. Yine de onda belli belirsiz bir itibarsızlık havası vardı hep. Söylenmemesi daha iyi olacak şeyleri söylüyor, çok kitap okuyordu. Ressamların ve müzisyenlerin musallat olduğu, Kestane Ağacı Kafe’ye uğruyordu sık sık. Kestane Ağacı Kafe aleyhine herhangi bir kanun, yazısız bir kanun dahi yoktu. Ancak bir sebepten bu kafe uğursuzdu. Parti’nin eski ve itibarını kaybetmiş liderleri, en nihayetinde temizlenmeden önce sık sık orada toplanırlardı. Goldstein’ın dahi yıllar önce zaman zaman orada görüldüğü rivayet edilirdi. Syme’ın kaderinin ne olacağını öngörmek çok zor değildi. Yine de Syme, kendine ait o kavrayışıyla Winston’ın gizli fikirlerini sadece üç saniyeliğine dahi fark edecek olursa onu derhâl Düşünce Polisi’ne ihbar edecek olması, çok iyi bildiği bir şeydi. Diğer kişiler de muhtemelen aynısını yapardı. Ancak Syme bunu herkesten daha çok yapardı. Tutku bile yeterli değildi. Geleneksellik bilinçsizlikti.

Syme kafasını kaldırdı: “Parsons da geliyor.” dedi.

Ses tonundaki bir detay, “Lanet olası aptal.” şeklinde bir ekleme yapar gibiydi. Winston’ın Zafer Köşklerindeki yan komşusu Parsons, onlara doğru yaklaşıyordu. Toplu, orta boylu ve sarı saçlıydı. Kurbağayı andıran bir suratı vardı. Henüz otuz beş yaşında olduğu hâlde, boynu ve göbeği çoktan yağ bağlamıştı. Ancak hareketleri çevik ve çocuksuydu. İri bir çocuk görüntüsüne sahipti âdeta. Her ne kadar iş tulumu giyiyor olsa da onu, Casuslar örgütünün kıyafeti olan mavi şort, gri gömlek ve kırmızı boyunluk ile düşünmemek imkânsız gibiydi. Onu gözünde canlandıran bir kimse, toparlak dizler ve tombul kollarından dirseklerine kadar çevrilmiş gömlek kolu imgesini de beraberinde görürdü. Parsons’ın toplu doğa gezisi ya da fiziksel aktiviteleri bahane edip de şortuna geri döndüğü de bilinen bir şeydi. Winston ve Syme’ı neşeli bir şekilde selamladıktan sonra masadaki yerini aldı. Kesif bir ter kokusu yaymaya başladı. Boncuk boncuk terlerle doluydu pembe yüzü. Kan ter içinde kalmıştı. Halk Merkezi’nde masa tenisi oynayıp oynamadığını, raketin ıslaklığından kolayca anlamak mümkündü. Syme, kelimelerle dolu kâğıt parçasını cebinden çıkardı ve parmaklarına yerleştirdiği mürekkepli kalemle çalışmaya başladı.

“Şuna bak hele yemek saatinde bile çalışıyor.” dedi Parsons, Winston’ı dürterek. “Bakıyorum da pek bir gayretliyiz. Ne yapıyorsun öyle evladım? Fazla zekâ gerektiren bir şeydir herhâlde. Beni aşar. Smith, evladım seni neden aradığımı biliyor musun? Bana vermeyi unuttuğun aylık vardı ya…”

“Hangi aylıktı o?” dedi Winston mekanik bir hareketle para yoklamaya başlarken. Herkesin maaşının çeyreği, gönüllü üyelikler için bir kenara ayrılmalıydı. Ancak bu üyeliklerin sayısı o kadar fazlaydı ki takip etmesi zordu.

“Nefret Haftası için. Her evden toplanıyor ya. Ben bizim binanın veznedarıyım. Muazzam bir gösteri hazırlamak için var gücümüzle çalışıyoruz. Eğer Zafer Köşkleri, caddedeki en çok bayrağa sahip olmazsa kabahat bende değil. İki dolar vereceğini söylemiştin.”

Winston’ın verdiği buruş buruş, pis iki banknotu alan Parsons küçük bir not defterine, eğitimsiz insanlara özgü düzenli el yazısıyla kayıt düştü.

“Bu arada duyduğuma göre…” dedi Parsons. “Benim haylaz, dün sana sapanla bir şey atmış. Onu güzelce payladım. Bir daha yaparsa sapanını elinden alacağımı da söyledim.”

“Sanırım infaza gidemediği için biraz canı sıkkındı.” dedi Winston.

“Yani çocuğun doğru yolda olduğunu gösterir bu değil mi? İkisi de birbirinden yaramaz kerataların. Ama gayretlerine diyecek söz yok. Tek düşündükleri Casuslar ve bir de savaş tabii ki. Benim küçük kızın geçen cumartesi ne yaptığını biliyor musun? Birliği, Berkhamsted yoluna doğru doğa gezisine çıkmıştı. İki kız arkadaşıyla birlikte yoldan ayrılıp tüm gün boyunca tuhaf bir adamın izini sürmüşler. İki saat boyunca ayrılmamışlar adamın dibinden. Ormanın tam içinden geçmişler ve Amersham’a vardıklarında da adamı devriyelere teslim etmişler.”

“Peki neden yapmışlar böyle bir şeyi?” dedi Winston şaşırmış hâlde.

“Benim kız paraşütle falan düşürülmüş olabilecek bir düşman casusu olduğundan eminmiş. Ama mesele şu delikanlı. Kızımı onun peşine düşüren şey neydi? Tuhaf görünümlü ayakkabılar giydiğini fark etmiş. Daha önce kimsenin öyle ayakkabı giydiğini görmemiş. Yani yabancı olma ihtimali çok kuvvetli. Yedi yaşındaki bir afacana göre çok zeki değil mi?”

“Peki adama ne oldu?”

“E orasını ben bilemem tabii. Ama eğer…” Parsons tüfekle nişan alır gibi bir hareket yapıp diliyle “tık” sesi çıkardı.

“İyiymiş.” dedi Syme ilgisizce. Kafasını kâğıt parçasından kaldırmamıştı.

“Tabii riske girmeyi göze alamayız.” dedi Winston görev bilinciyle.

 

“Demek istediğim savaş hâlindeyiz.” dedi Parsons.

Sanki bu sözleri teyit edercesine borazan sesi gelmeye başladı üzerlerindeki tele-ekrandan. Ancak bu kez askerî bir zafer ilanı değildi söz konusu olan. Sadece Bolluk Bakanlığı’nın bir açıklamasıydı.

Genç ve coşkulu bir ses:

“Yoldaşlar!” diye haykırdı. “Dikkat dikkat yoldaşlar. Size muhteşem haberlerimiz var. Üretim savaşını kazanmış bulunmaktayız! Her türden tüketim mamulü üretimi rakamları açıklandı. Buna göre yaşam standardı geçtiğimiz yıl için en az yüzde yirmi arttı. Bu sabah, Okyanusya’nın dört bir tarafında zapt edilemeyen, kendiliğinden gelişen gösteriler gerçekleşti. İşçiler fabrikalarından ve ofislerinden dışarı çıkarak ellerinde bayraklarla Büyük Birader’in bilge liderliği ile bize bahşettiği yeni ve mutlu yaşamdan ötürü minnetlerini sundular. Açıklanan rakamlar şu şekilde: Gıda ürünleri…”

“Yeni ve mutlu yaşamımız” ifadesi birkaç kez tekrar edildi. Bolluk Bakanlığı, bu ifadeyi son zamanlarda pek bir sever olmuştu. Borazan tarafından dikkati çekilen Parsons, aval aval bakan bir ciddiyetle belli etmemeye çalıştığı sıkılganlıkla dinliyordu. Açıklanan verileri takip edemiyordu. Ancak memnuniyet verici olduklarının farkındaydı. Yarısı yanmış tütünle dolu kocaman pis bir pipo çıkardı. Kişi başına düşen tütün payı haftada yüz grama düşürüldüğünden, bir pipoyu ağzına kadar doldurmak, nadiren mümkün oluyordu. Winston, dikkatle yatay vaziyette tuttuğu Zafer Sigarası’ndan içiyordu. Yeni pay dağıtımı, yarın sabah başlayacaktı ve sadece dört sigarası kalmıştı. O an için kulağını uzak seslere kapamış, tele-ekrandan dökülenlere dikkat kesilmişti. Haftalık çikolata payını yirmi grama yükselten Büyük Birader’e teşekkür etmek için insanların sokağa döküldüğü anlaşılıyordu. Daha dün, haftalık çikolata payı, yirmi grama DÜŞÜRÜLDÜ diye düşündü. Aradan sadece yirmi dört saat geçmişken bunu yutmaları mümkün olabilir miydi acaba? Evet, bunu yuttular. Parsons bir hayvanın aptallığıyla kolayca yuttu mesela. Diğer masadaki gözlüksüz adam, fanatik bir tutkuyla yuttu. Çikolata payının daha geçen hafta otuz gram olduğunu söylemeye cüret eden herhangi bir kimsenin izini sürmek, o kişiyi ihbar etmek ve buharlaştırmak için duyduğu hararetli arzuyla yuttu. Syme bile, çiftdüşünü de içeren karmaşık bir şekilde yuttu. “Peki o zaman hafızaya sahip TEK KİŞİ ben miyim?” diye düşündü Winston.

Muhteşem istatistiki bilgiler, bir bir dökülüverdi tele-ekrandan. Geçen yıla kıyasla daha çok gıda, daha çok giysi, daha çok ev, daha çok mobilya, daha çok tencere, daha çok yakıt, daha çok gemi, daha çok helikopter, daha çok kitap, daha çok bebek… Hastalık, suç ve delilik dışında, her şeyden daha çok vardı kısaca. Her geçen yıl, her geçen dakika, her şey ve herkes hızla yükseklere tırmanıyordu. Syme’ın bir müddet önce yaptığına benzer bir şekilde, masaya dökülmüş soluk renkli yahni suyuyla şekiller çizmeye başladı Winston. Yaşamın fiziksel dokusu üzerine düşünüyordu üzülerek. Hep böyle miydi her şey? Yemeğin tadı hep böyle miydi? Yemekhaneye göz gezdirdi. Basık tavanlı, kalabalık bir yerdi burası. Sayısız insan temasından dolayı duvarları lekeliydi. Metal masalar ve sandalyeler yıpranmıştı. İnsanlar, o kadar tıkış tıkış oturuyorlardı ki dirsekleri birbirlerine değiyordu. Kaşıklar bükülmüş, tepsiler yamulmuştu. Kaplar kaba sabaydı. Tüm yüzeyler yapış yapıştı. Her köşede pislik vardı. Kalitesiz cin, kalitesiz kahve, tatsız yahni ve kirli kıyafetlerin karışımından oluşan ekşi, kötü bir koku sinmişti her yere. Midenizde ya da teninizde, hak ettiğiniz bir şeyin sizden gasbedildiğini hissettiren bir çeşit itiraz vardı. Herhangi bir şeyin büyük oranda farklı olduğuna dair, herhangi bir hatırası olmadığı doğruydu. Hayal meyal değil de net bir şekilde hatırlayabildiği hiçbir dönemde, yeterince yiyecek yoktu. Delik deşik olmayan çorabı ya da iç çamaşırı olmayan kimse yoktu. Mobilyalar çürük çarık, eski püsküydü. İç mekânlar yeterince ısıtılmıyordu. Metro trenleri hep tıklım tıklımdı. Evler, yıkık döküktü, ekmek ise kahverengi. Çay nadir bulunan bir şeydi, kahvenin ise tadı berbattı. Sigaralar yetersizdi. Yapay cin dışında, hiçbir şeyi ucuza ve bolca almak mümkün değildi. Bir de kişi yaşlandıkça her şey daha kötüye gidiyordu hâliyle. Eğer bir insan, rahatsızlıktan, pislikten, kıtlıktan, bitmek bilmez kışlardan, çoraplarının yapış yapışlığından, hiç çalışmayan asansörlerden, soğuk sudan, pürüzlü sabundan, ele alındığı anda parçalanan sigaralardan, kötü ve tuhaf tatlı yiyeceklerden rahatsız oluyorsa bu, bir şeylerin doğal akışında seyretmediğinin delili değil miydi? Eğer bir şekilde atalarından miras kalan bir hatıra yoksa insanın bu durumları dayanılmaz bulmasının açıklaması neydi?

Bir kez daha kantine şöyle bir göz gezdirdi. Neredeyse herkes çirkindi ve mavi tulumdan oluşan üniformalarını giymeseler dahi çirkin olacaklardı. Odanın en uç tarafında böceği andıran ufak tefek bir adam, tek başına oturmuş kahvesini içerken etrafına kuşku dolu bakışlar fırlatıyordu. Eğer insanlar etraftakilere bakmasalar Parti’nin ideal fiziksel vücut olarak belirlediği tipe, uzun boylu kaslı gençlere, iri göğüslü kızlara, sarışın, capcanlı, bronz tenli, dertsiz tasasız kişilerin varlığına değil sayıca çok olduklarına inanmaları ne kadar da kolay olurdu diye düşündü Winston. İşin aslı Havaalanı Bir’deki insanların çoğu, Winston’ın gördüğü kadarıyla ufak tefek, esmer ve çirkindi. Böceğimsi tiplerin Bakanlık’ta nasıl bu kadar çok olabildiği merak konusuydu. Gencecik yaşlarında şişmanlayan ufak tefek, bodur bacaklı, çevik hareketli, ifadesiz tombul yüzlerinde küçücük gözleri olan adamlar, Parti’nin egemenliğinde en çok yeşeren tipler gibi görünüyorlardı.

Bolluk Bakanlığı’nın açıklamaları, ikinci bir borazan sesini takiben sona erdi ve yerini gıcırtılı bir müziğe bıraktı. İstatistik bombardımanı sonrasında belli belirsiz bir şevkle hareketlenen Parsons piposunu ağzından çıkardı.

“Bolluk Bakanlığı bu sene iyi iş çıkarmış doğrusu.” dedi kafasını anlarmış gibi sallayarak. “Bu arada Smith delikanlı, bana ödünç verebileceğin tıraş bıçağın var mıdır acaba?”

“Bir tane bile yok.” dedi Winston. “Ben de altı haftadır aynı usturayı kullanıyorum.”

“Ben yine de sana sorayım dedim delikanlı.”

“Üzgünüm.” dedi Winston.

Yan masadan gelen vakvaklama sesi, Bakanlık açıklaması sırasında geçici olarak kesilmişti. Ancak tekrar başladı. Hiç olmadığı kadar gürültülüydü. Winston, bir tutam saçı ve kırışıklıklarının arasındaki toz kalıntılarıyla Bayan Parsons’ı düşünürken buldu kendini. O çocuklar, iki yıl içinde kadını Düşünce Polisi’ne ihbar edeceklerdi. Bayan Parsons buharlaştırılacaktı. Syme buharlaştırılacaktı. Winston buharlaştırılacaktı. O’Brien buharlaştırılacaktı. Öte yandan Parsons, asla buharlaştırılmayacaktı. Ördek sesli gözsüz yaratık, asla buharlaştırılmayacaktı. Bakanlık’ın labirent misali koridorlarında hızlı ve çevik hareketlerle yürüyen, böceğimsi, ufak tefek adam da asla buharlaştırılmayacaktı. Ve Kurgu Bölümü’nde çalışan siyah saçlı kız… O da asla buharlaştırılmayacaktı. Kimin hayatta kalıp kimin helak olacağını içgüdüsel bir şekilde biliyor gibiydi. Her ne kadar hayatta kalmayı sağlayan şeyin ne olduğunu bilmek kolay olmasa da.

O sırada daldığı derin düşüncelerinden şiddetli bir sarsılmayla çıkıverdi. Yan masadaki kız, hafifçe dönmüş kendisine bakıyordu. Siyah saçlı kızdı bu. Kendisine yandan, tuhaf bir şekilde bakıyordu. Winston’la göz göze geldikleri anda başını çevirdi kız.

Winston’ın sırtından terler dökülmeye başladı. Ürkütücü bir dehşetin sancısı geçiverdi içinden. Bu his, geldiği çabuklukla gitse de arkasında iç gıcıklayıcı bir huzursuzluk bırakmıştı. Kız ona neden bakıyordu? Neden onu takip ediyordu? Ne yazık ki masasına oturduğunda, kızın orada olup olmadığını ya da sonradan gelip gelmediğini hatırlayamıyordu. Ancak ne olursa olsun dün, İki Dakikalık Nefret sırasında hemen arkasına oturmuştu ve bunu yapması için belli bir sebep yoktu. Muhtemelen asıl amacı, kendisini dinlemek ve yeterince hızlı bağırıp bağırmadığını görmekti.

Olete lõpetanud tasuta lõigu lugemise. Kas soovite edasi lugeda?