Bir Delikanlının Hikâyesi

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

II

Charles Deslauriers’nin babası bir yüzbaşı olup 1818’de askerlikten istifa etmiş, evlenmek için Nogent’a gelmişti. Karısının drahomasıyla mübaşirlik görevi satın almış, bunun geliriyle kıt kanaat geçiniyordu. Türlü haksızlıklara uğrayınca eski yaraları depreştiğinden, hep imparatorluğun hasretini çektiğinden, kendisini boğan öfkelerin acısını evdekilerden çıkarıyordu. Pek az çocuk onun çocuğunun yediği dayağı yemişti. O kadar dayak yediği hâlde yumurcak, dikkafalılığından vazgeçmiyordu. Annesi araya girecek olsa o da çocuğa edilen sert muamele ile karşılaşıyordu. Sonunda yüzbaşı, oğlunu bürosuna yerleştirdi, sabahtan akşama kadar masa başında oturup sözleşmeleri kopya ettirdi, onun için oğlanın sağ omzu öteki omzundan göze batacak kadar kuvvetlidir.

1833’te, M. le President’in daveti üzerine yüzbaşı etüdünü sattı. Karısı kanserden öldü. İş tutmak için Dijon’a gitti. Sonra Troyes’da kura neferi müteahhidi olarak yerleşti. Charles için yarım burs bulunca onu Sens Kolejine yazdırdı. Frédéric onu burada tanıdı. Ama biri on iki, öteki on beş yaşındaydı. Zaten ikisi arasında mizaç ve aileden gelme pek çok farklılıklar vardı.

Frédéric’in dolabında her türlü yiyecek, hiç kimsede görülmeyen şeyler, mesela tuvalet takımı bulunurdu. Sabah uykusunu, kırlangıçlara bakmasını, tiyatro piyesleri okumasını severdi; kolej hayatını sıkıcı bulduğundan evdeki tatlı dillerin hasretini çekerdi.

Mübaşirin oğluna kolej hayatı iyi gibi gelmişti. O kadar iyi çalışıyordu ki ikinci yılın sonlarında üçüncü sınıfa geçti. Böyle olmakla beraber, fakirliği veya kavgacı tabiatı yüzünden etrafındakiler kendisine garez olmuştu. Ama bir defasında, hademenin biri bütün sınıfın içinde ona fakir çocuğu diyecek oldu, hemen adamın gırtlağına sarıldı, üç öğretmen yardımcısı ayırmasaydı hademeyi öldürecekti. Buna hayran olan Frédéric, Charles’ın boynuna sarıldı. O günden sonra sıkı fıkı dost oldular. Büyüğün sevgisi şüphe yok ki küçüğün gururunu okşadı, öteki ise karşısına çıkan bu sadakati bir mutluluk sayarak kabullendi.

Yaz tatillerinde babası onu okulda bırakırdı. Tesadüf, gözüne ilişen bir Eflatun çevirisi onu heyecana getirdi. O zaman, metafizik üstüne yazılmış kitapları okumaya daldı, kısa zamanda çok ilerledi. Çünkü bu kitaplara taze kuvvetlerle ve her türlü baskıdan kurtulmuş bir zekânın gururu ile sarılıyordu; Jouffroy, Cousin, Laromiguiere, Malebranche, İskoçyalı filozoflar, kitaplıkta ne varsa hepsi elinden geçti. Okuyacak kitap bulmak için, kitaplığın anahtarını çalmayı bile göze almıştı.

Frédéric kendini daha az ciddi şeylere vermişti. Trois-Rois Sokağı’nda İsa’nın bir direğe kazınan şeceresinin, sonra da katedralin cümle kapısının resmini yaptı. Orta Çağ dramlarından sonra hatıralara; Froissart’a, Commines’e, Pierre de l’Estoile’e, Brantome’a merak sardırdı.

Bu okuduklarından zihninde uyanan hayaller o kadar kendisini sarmıştı ki bunları canlandırmak, yaşatmak ihtiyacını duymuştu. Bir gün Fransa’nın Walter Scott’ı olmak sevdasına düşmüştü. Deslauriers ise en ırak şeylere bile uygulanabilecek engin bir felsefe sistemi kurmayı düşünüyordu.

Teneffüslerde, avluda, duvar saatinin altındaki “Ahlak Öğüdü” yazılı levhanın karşısında durup bütün bunları konuşurlar; okulun küçük kilisesinde bunları fısıldaşırlar; mezarlığa bakan yatakhanede bunların hayalini kurarlardı. Gezme günlerinde birbirinin arkasındaki sıraya geçerler, hiç durmadan hep laflarlardı.

Okuldan çıktıkları zaman, ileride yapacakları şeyleri konuşurlardı. Önce, reşit olunca Frédéric’in kendi servetinden ayıracağı para ile büyük bir yolculuğa çıkacaklardı. Sonra Paris’e dönecekler, hep bir arada çalışacaklar, hiç ayrılmayacaklardı; çalışmadan yorulunca dinlenmek için saten kaplı oturma odalarında prenseslerle sevişecekler veya ünlü fahişelerle tadı insanın damağında kalan sefahat âlemlerine dalacaklardı. Umudun yarattığı taşkınlıkların ardından kuşkular gelirdi. Konuşkan neşenin doğurduğu buhranlardan sonra derin sessizliklere gömülürlerdi.

Yaz akşamları, buğdaylar güneşte dalgalanırken, havada tatlı kokular uçuştuğu sırada, bağların kıyısındaki taşlı yollarda veya kırların ortasındaki büyük yolda uzun uzun yürüdükleri zaman boğulacak gibi olurlar; yorgun argın, kendilerinden geçmiş bir hâlde arkaüstü yerlere uzanırlardı. Öteki gömlekli çocuklarsa sırıkla oynar veya uçurtma uçururlardı. Mubassır2 bunları çağırırdı; önce içlerinde dereler akan bahçelerden, sonra eskiden yapılmış duvarlarla gölgelenen bulvarlardan geçerek dönülürdü; tenha sokaklar adımlarıyla çın çın öterdi; parmaklıklı kapı açılır, merdivenlerden çıkılırdı. Büyük bir sefahatten dönmüş gibi hüzünlü olurlardı.

Ders nazırı bunların birbirlerini azdırdıkları iddiasındaydı. Oysa Frédéric yüksek sınıflarda dostunun teşviki ile çalıştı, 1837 yaz tatilinde de Charles’ı annesinin yanına götürdü.

Delikanlı, Madam Moreau’nun hoşuna gitmedi.

Charles çok iştahlı yemek yedi, pazarları kiliseye gitmek istemedi, cumhuriyetçilik söylevleri verdi; sonunda Madam Moreau’nun bu çocuğun oğlunu kötü yerlere götürdüğüne inanası geldi. Münasebetlerine göz kulak olundu. Bu onların birbirlerini daha çok sevmelerine yol açtı, ertesi yıl Deslauriers Paris’te hukuk öğrenimini yapmak için kolejden ayrılırken helalleşmeleri pek acıklı oldu.

Frédéric dostuna kavuşacağı için pek sevinçliydi. İki yıldır birbirlerini görmemişlerdi; öpüşüp kucaklaştıktan sonra daha rahat konuşmak için köprülere doğru gittiler.

Şimdi Villenauxe’ta bir bilardo salonu işleten yüzbaşı, oğlu kendisinden vasilik hesaplarını sorunca öfkesinden yüzü kıpkırmızı olmuş, hatta oğlunun elinde avucunda ne varsa almaya kalkışmıştı. Ama Deslauriers ileride hukuk fakültesinde profesörlük kürsüsü elde etmeyi aklına koyduğundan, parası da olmadığından, Troyes’da bir dava vekilinin yanında kâtiplik etmeye razı olmuştu. Dişini sıkarak dört bin frank biriktirecekti; annesinin mirasından eline bir şey geçmeyecek olsa bile, bir mevki sahibi oluncaya kadar, bu üç yıl içinde her zaman serbestçe çalışabileceği işi bulunacaktı. Onun için, başkentte bir arada yaşamak sevdasından, hiç değilse şimdilik, vazgeçmek gerekiyordu.

Frédéric başını önüne eğdi. Hülyalarının ilki yıkılmış oluyordu.

“Üzülme.” dedi yüzbaşının oğlu. “Önümüzde uzun bir ömür var, daha genciz. Merak etme, senin yanına geleceğim.”

Arkadaşını iki eliyle tutup sarsmıştı, avutmak için yolculuğunun nasıl geçtiğini sordu.

Frédéric’in anlatacak fazla bir şeyi yoktu. Ama Madam Arnoux’yu hatırlayınca susası geçti. Utanıp bu kadının lafını etmedi. Buna karşılık, Arnoux’yu, sözlerini, tavırlarını, münasebetlerini uzun uzun anlattı. Deslauriers de bu tanışmayı ileri götürmesi için kendisini hararetle teşvik etti.

İlk zamanlar, Frédéric hiçbir şey yazmamıştı; edebî kanaatleri durmadan değişiyordu; ihtirası her şeyden üstün tutardı; Werther, Rene, Franck, Lara, Lelia ve daha zayıf başka eserler de ona hemen hemen aynı heyecanı verirdi. Kâh içinin heyecanlarını ancak müzik ifade edebilir gibi gelir, bazı senfoniler bestelemeyi hayal ederdi kâh nesnelerin dış yüzüne kapılır, resim yapmak isterdi. Bununla beraber, birtakım şiirler yazmış, Deslauriers de bunları pek beğenmişti ama daha başka neler yazdığını sormamıştı.

Deslauriers’ye gelince; metafizik onu pek sarmamıştı, en çok saran sosyal iktisatla Fransız İnkılabı’ydı. Şimdi o, zayıf, kocaman ağızlı, kararlı bir insan edası olan 22 yaşında haşarı bir delikanlıydı. O akşam arkasında lasting’den kötü bir palto vardı, pabuçları tozdan bembeyaz olmuştu, sırf Frédéric’i görmek için Villenauxe yolunu yaya tepmişti çünkü.

Isidore yanlarına sokuldu. Hanımefendi bayın dönmesini rica ediyormuş. Üşür diye korktuğundan paltosunu yollamış.

“Dur daha canım!” dedi Deslauriers.

Kanalla nehir arasındaki dar adanın üstüne kurulmuş olan iki köprüde bir baştan bir başa gidip geldiler.

Nogent tarafına doğru yürüdükleri zaman karşılarında biraz meyilli bir ev kümesini, sağda kiliseyi, arkasındaki vanaları kapalı ahşap değirmenleri, solda, pek iyi seçilmeyen bahçelerin bittiği yerde, kıyı boyunca uzanan bodur ağaçlardan çitleri görüyorlardı. Ama Paris tarafında büyük yol dik bir çizgi hâlinde iniyordu; otlaklar uzaklarda, gecenin buğuları içinde kaybolmuştu. Sessiz gecenin beyazımsı bir parlaklığı vardı. Islak yapraklardan yükselen kokular burunlarına kadar geliyordu, yüz adım ilerideki çağlayanın suları karanlıklar içindeki dalgaların tatlı kükremesiyle çağıldıyordu.

Deslauriers durup dedi ki:

“Bu iyi insanların böyle rahat uyumaları ne tuhaf! Sabretsinler: Yeni bir 89 hazırlanıyor! Anayasalardan, kanunlardan, dalaverelerden, yalanlardan herkes bıktı artık. Ah! Bir gazetem veya kürsüm olsa sizin öyle bir gözünüzü açardım ki! Ama hangi işe girişeyim desen insana para lazım! Meyhanecinin oğlu olmak, ekmek parası peşinde koşarak gençliğine yazık etmek ne Allah’ın belası şeymiş!”

Başını önüne eğdi, dudaklarını ısırdı, ince elbiselerinin içinde tiril tiril titriyordu.

“Ben orada sensiz nasıl yaşarım?” diyordu Frédéric (Dostunun acı sözleri derdini tazelemişti.). “Beni sevecek bir kadınla bir şeyler yapardım. Neye gülüyorsun? Aşk, dehanın otlağı, çevresi gibi bir şeydir. Yüce eserleri olağanüstü heyecanlar doğurur. İstediğim kadını arayıp bulmaktan vazgeçiyorum! Zaten bulsam bile beni istemeyecek. Ben talihsiz insanın biriyim, içimdeki sırçadan mı, yoksa elmastan mı, neden olduğunu bilmediğim hazine ile birlikte sönüp gideceğim.”

Kaldırımlara bir gölge uzandı, o anda da iki dost “Baylar, kulunuzum!” sözlerini duydu. Bu sözleri söyleyen, kasketinin siperi altından sivri burnu görünen, kahverengi bol bir redingot giymiş, ufak tefek bir adamdı.

 

“Bay Roque, siz misiniz?” dedi Frédéric.

“Ta kendisi!” diye ses karşılık verdi.

Nogent’lı adam gelişini haklı göstermek için, kendi bahçesindeki suyun kıyısına kurulmuş bir kurt kapanına bakmaya çıktım diye bir masal uydurmuştu.

“Demek memleketimize döndünüz? Çok güzel! Geldiğinizi küçük kızımdan duydum. Sıhhatiniz iyidir inşallah. Hemen gitmiyorsunuz, daha kalacaksınız, değil mi?”

Frédéric’in kendisini karşılayış tarzından hoşlanmamış olacak ki çekip gitti.

Gerçekten, Madam Moreau bu adamla görüşmezmiş; Roque Baba hizmetçisini metres gibi kullanıyormuş, seçim çevresinde para ile oy topladığı ve Bay Dambreuse’ün kâhyası olduğu hâlde kasabalıların yanında pek itibarı yokmuş.

“Bay Dambreuse dediğin Anjou Sokağı’nda oturan şu banker değil mi?” diye sordu Deslauriers. “Aslanım, sen ne yapacaksın, bilir misin?”

Isidore yine gelip konuşmalarını yarıda kesti. Frédéric’i alıp götürmek için kesin olarak emir almış. Hanımefendi gecikti diye merak ediyormuş.

“Peki, peki! Geliyor.” dedi Deslauriers. “Sokaklarda sabahlayacak değil ya!”

Uşak gidince ekledi:

“Bu ihtiyara rica et, seni Dambreuse’lere götürsün. Zengin evlerine sık sık girip çıkmanın insana çok faydası olur. Siyah elbiselerin, beyaz eldivenlerin bir işe yarasın bari! Bu âlemin içine girmelisin. İleride beni de götürürsün. Düşünsene bir kere, milyonları olan bir adam! Ne yap yap gözüne gir, kendini karısına beğendir! Âşığı ol!”

Frédéric feryadı basmıştı.

“Ne o, yeni bir şey söylemiyorum ki! Hep bilinen şeyler. Come-die Humaine’deki Rastignac’ı hatırlasana. Ben başarı kazanacağına eminim!”

Frédéric’in Deslauriers’ye o kadar güveni vardı ki kendini sarsılmış hisseti, Madam Arnoux’yu unutarak veya öteki kadın için savrulan kerametin içine onu da katarak gülümsemekten kendini alamadı.

Kâtip devam etti:

“Sana son öğüdüm: İmtihanlarını bitir! İnsanın adı sanı olmak her zaman için iyi bir şeydir. Felsefelerde XII. yüzyılı aşamamış Katolik ve şeytan şairlerini de artık silk at. Umutsuzluğun budalalıktan başka bir şey değil. Büyük insanların çoğu başlangıçta çok güçlüklerle karşılaşmışlardır; mesela Mirabeau’yu gözünün önüne getir. Zaten ayrılığımız pek uzun sürmeyecek. Hileci babamdan dişlerini sökerek hakkımı alacağım. Haydi, artık ben gideyim, Allah’a ısmarladık! Yüz meteliğin varsa ver de yemek borcumu ödeyeyim!”

Frédéric sabahleyin Isidore’dan aldığı paradan kalan on frangın hepsini çıkarıp verdi.

Bu sırada, köprüden yirmi kulaç ötede, nehrin sol kıyısındaki alçak bir evin penceresinde ışık parlıyordu.

Deslauriers bu ışığı gördü. O zaman, şapkasını çıkararak tumturaklı bir eda ile “Göklerin kraliçesi Venüs, kulun olayım!” dedi. “Ama parasızlık bilgeliğin anasıdır, derler. Bunun için bize edilmedik iftira kalmadı, sen bize merhamet et!”

Birlikte yaşadıkları bir maceraya edilen bu ima ikisini de neşelendirdi. Sokaklarda kahkaha ile gülmüşlerdi.

Deslauriers, hana uğrayıp borcunu ödedikten sonra Frédéric’i Hotel-Dieu’nun oradaki dört yol ağzına kadar geçirdi, iki dost burada uzun uzun kucaklaştıktan sonra birbirinden ayrıldılar.

III

İki ay sonra bir sabah Frédéric, Coq-Heron Sokağı’nda karaya ayak basınca aklından ilk geçen şey, yapacağı büyük ziyaret oldu.

Tesadüf de kendisine yardım etmişti. Roque Baba ona bir tomar kâğıt getirip vermiş, bunları Bay Dambreuse’ün evine giderek kendi eliyle teslim etmesini rica etmişti. Bir de pusula vermişti, bunda hemşehrisini tanıtıyordu.

Madam Moreau bu hareket karşısında şaşırmış göründü, Frédéric de duyduğu sevinci gizledi.

Bay Dambreuse’ün asıl adı Kont d’Ambreuse’dü, ama 1825’ten sonra kişizadeliğini ve partisini yavaş yavaş bırakarak sanayiye dönmüştü; bir Yunanlı gibi kurnaz, bir Auvergne’li gibi çalışkan olduğundan bütün devlet dairelerinde olup bitenden haberi olan, her işe el atan, hiçbir fırsatı kaçırmayan bu adam, söylendiğine göre, büyük bir servet sahibi olmuştu. Fazla olarak, Légion d’honneur nişanının officier’siydi, Aube şehri genel meclisi üyesi, milletvekiliydi, pek yakında âyan üyesi olacaktı. Ayrıca hatır sayan, nazik bir insan olduğu için, bakanı durmadan yardım, nişan, tütün dükkânı açmak müsaadeleri isteyerek yorardı. İktidara küsünce de merkez sola doğru kayardı. Moda gazetelerinde adı geçen karısı dilber Madam Dambreuse iyilikseverlik işleri toplantılarına başkanlık ederdi. Düşeslerin yüzlerine gülmek suretiyle, kibar mahalle insanlarının kırgınlıklarını yatıştırır, Bay Dambreuse’ün pişman olup yine hizmette bulunacağına herkesi inandırırdı.

Delikanlı onların evine giderken heyecanlıydı.

“Keşke frakımı giyseydim, ne iyi olurdu. Herhâlde gelecek hafta verilecek baloya beni de davet edeceklerdir. Bana ne diyecekler acaba?”

Bay Dambreuse’ün bir burjuvadan başka bir şey olmadığını düşününce kendine cesaret geldi, Anjou Sokağı’nın kaldırımlarında neşe ile arabadan atladı.

Araba kapısının iki kanadını itip avluyu geçti, taşlığın merdivenlerinden çıktı, duvarları renkli mermerlerle kaplı bir koridora daldı.

Bakır çubukla tutturulmuş, kırmızı halılar döşeli, iki taraflı dik merdiven parlak stuktan yapılma yüksek duvarlara dayanmıştı. Merdivenin alt başındaki bir muz ağacının geniş yaprakları tırabzanın kaidesi üstüne sarkmıştı. Bronzdan, kollu iki şamdan zincirle asılmış porselen iki fanusu tutuyordu. Kaloriferlerin açık kanatlarından ağır bir hava geliyor, koridorun öbür başında duvarda asılı bir levha üzerine dizilmiş silah koleksiyonunun altında duran çalar saatin tik taklarından başka bir ses işitilmiyordu.

Bir zil çaldı, bir uşak göründü, Frédéric’i küçük bir odaya aldı. Burada demir kasalar, içleri dosya dolu dolaplar vardı. Ortadaki yuvarlak masanın başında Bay Dambreuse oturmuş, yazı yazıyordu.

Roque Baba’nın mektubuna bir göz gezdirdi, çakısıyla tomarın bezini kesip açtı, kâğıtları inceledi.

İnce bir endamı olduğundan, uzaktan bakınca hâlâ genç gibi görünüyordu. Ama seyrek beyaz saçları, zayıf kolları, en çok da yüzünün olağanüstü solgunluğu epey çökmüş olduğunu gösteriyordu. Takma gözlerden daha soğuk olan deniz mavisi gözlerinde acımak bilmez bir enerji ifadesi vardı. Elmacık kemikleri çıkıktı, elinin parmakları boğum boğumdu.

Sonunda, kalkıp delikanlıya tanıdığı bazı kimseler, Nogent ve dersleri üstüne birtakım sorular sordu, sonra eğilip “Peki.” diyerek savdı. Frédéric başka bir koridordan çıktı, kendini avlunun alt başında, arabalıkların yanında buldu.

Yağız bir at koşulu mavi bir kupa arabası taşlığın önünde duruyordu. Arabanın kapısı açıldı, bir hanım bindi, araba boğuk bir sesle kumların üstünde gitmeye başladı.

Frédéric, öbür taraftan, tam araba çıkacağı sırada kapının altına vardı. Geçecek kadar geniş yer olmadığından beklemek zorunda kaldı. Araba kapısının penceresinden başını uzatmış olan genç kadın, kapıcıya alçak sesle bir şeyler söylüyordu. Delikanlı, kadının ancak pelerinle örtülü olan sırtını görüyordu. Bununla beraber, içi mavi kumaşla kaplı, sırmalı ve ipek saçaklı arabaya uzanıp bakmıştı. Hanımın elbiseleri arabanın içini doldurmuştu; bu kumaş kaplamalı küçük kutudan etrafa bir susam çiçeği kokusu, kadın zarifliklerinin belirsiz nefesi gibi bir şey saçılıyordu. Arabacı dizginleri bıraktı, at birden kapının kıyısına sürtünüp araba gözden kayboldu.

Frédéric, bulvarlardan yürüyerek yaya döndü.

Madam Dambreuse’ün yüzünü göremeyişine üzülmüştü.

Montmartre Caddesi’nin biraz yukarı tarafında kalabalık bir araba gürültüsü duyunca başını çevirdi; öbür tarafta, karşıdaki mermer bir plakanın üstünde JACQUES ARNOUX adını okudu.

Niye bu kadın daha önce aklına gelmemişti? Kabahat Deslauriers’deydi. Dükkâna doğru yürüdü; ama içeri girmedi, onun çıkmasını bekledi.

Parlak, kalın camlardan içerideki ustaca sıralanmış heykeller, desenler, gravürler, kataloglar, Art Industriel dergisinin bazı sayıları görülüyordu; derginin abone fiyatları kapıya da yazılmıştı, ortasını çıkaranın adının baş harfleri süslüyordu. Duvarlarda cilası pırıl pırıl parlayan tablolar, sonra dipte içleri porselen, bronz, dikkat çekici, cazip şeylerle dolu iki dolap görülüyordu. Üst başta keten bir kapı perdesiyle kapalı bir merdiven iki dolabı birbirinden ayırıyordu. Saksonya işi eski bir avize, tabana serilmiş yeşil bir halı, bu halının üstündeki kakmalı bir masa buraya dükkândan çok bir salon manzarası vermişti.

Frédéric desenleri inceler gibi yapıyordu. Gireyim mi, girmeyeyim mi, diye uzun uzun düşündükten sonra dükkândan içeri girdi.

Memurun biri perdeyi kaldırdı, bayın ancak saat beşten sonra “mağaza”da olacağını söyledi. Ama ne istediklerini söyleyecek olurlarsa…

Frédéric “Yok, hayır! Yine gelirim.” diye tatlı bir eda ile karşılık verdi.

Ondan sonraki günler kendine başını sokacak bir yer aramakla geçti; sonunda, Saint-Hyacinthe Sokağı’nda dayalı döşeli bir konağın ikinci katındaki bir odayı tutmaya karar verdi.

Koltuğunun altına büyük bir defter sıkıştırarak yeni yılın ilk derslerini dinlemeye gitti. Üç yüz genç tarafından doldurulan bir amfiteatrda kırmızı elbiseler giymiş bir ihtiyar biteviye sesiyle ders veriyor, kalemler kâğıtlar üstünde cızırdıyordu. Bu salonda sınıfların yine o tozlu kokusunu, aynı biçimdeki öğretmen kürsüsünü, aynı sıkıntıyı bulmuştu! On beş gün, bu amfiteatra gitti, geldi. Daha üçüncü maddesine gelmeden, Medeni Kanun’a boş verdi, Roma Hukuku’nu yüzüstü bıraktı.

Umduğu sevinçleri bulamamıştı; bir okuma odasında okuyup yorulunca Louvre’un koleksiyonlarını görmeye gidiyordu; bir gördüğü piyesi bir daha görmeye gittiğinden sonu gelmez bir avareliğe sürüklendi.

Binlerce yeni şey, derdine dert katıyordu. Çamaşırını düşünmek, sabahları ağzı içki kokarak ve söylenerek odasını yapmaya gelen hasta bakıcı kılıklı kaba saba kapıcının derdini çekmek gerekiyordu. Alçıdan bir saatle süslü olan dairesini hiç beğenmiyordu. Bölmeler ince olduğundan punç yapıp gülen, şarkı söyleyen öğrencilerin seslerini duyuyordu.

Yalnızlıktan bıkıp usanınca Baptiste Martinon adındaki eski bir arkadaşını aramaya çıktı, Saint-Jacques Sokağı’ndaki bir pansiyonda, taş kömürü yanan bir ocağın başında onu harıl harıl muhakeme usullerine çalışır buldu.

Karşısında oturan, alaca basmadan elbise giymiş bir kadın çorap yamıyordu.

Martinon çok yakışıklı erkek denen soydandı: İri yarı, tombul yanaklı, düzgün yüzlüydü; mavimsi gözleri vardı. Büyük bir rençper olan babası oğlunun yargıç olmasını istemişti; o da şimdiden ağırbaşlı görünmek hevesiyle çember sakal bırakmıştı.

Frédéric’in dertlerinin hiç akla yakın bir sebebi olmadığından, bunda bir bahtsızlık görmediğinden Martinon onun yaşayışı üstüne olan sızlanmalarından hiçbir şey anlamadı. Kendisi her sabah okula gider, sonra Lüksemburg Bahçesi’nde gezer, akşamları yarım fincan kahvesini içer, yıllık bin beş yüz frank harçlığı ve o işçi kızının aşkı ile tamamıyla mutlu bir ömür sürerdi.

Frédéric, Ama ne de mutlu ya! diye içinden geçirdi.

Okulda, büyük bir ailenin çocuğu olan ve hareketlerindeki zarifliği ile bir genç kızı andıran Bay de Cisy diye biriyle tanışmıştı.

Bay de Cisy desen yapar, Gotik tarzını severdi. Birçok defalar Sainte-Chapelle’le Notre-Dame’ı hayranlıkla seyretmeye gittiler. Ama genç kişizadenin, nezaketi ve zarifliği altında gizlenen cılız bir zekâsı vardı. Her gördüğü şey karşısında şaşkına dönüyor, en küçük şakaya kahkahalarla gülüyor ve öyle büyük bir saflık gösteriyordu ki Frédéric önce onu zevzeğin biri sandı, sonunda da ahmağın biri olduğunu anladı.

Demek ki kimseye kalbini açamayacaktı; onun için hep Dambreuse’lerden davet bekledi.

Yılbaşında yeni yıllarını kutlayan kartlar gönderdi, ama onlardan hiçbir kart gelmedi.

Art Industriel’e bir daha gitti.

Üçüncü gidişinde Arnoux’yu beş altı kişi ile tartışır buldu, selamına yarım yamalak karşılık verilmesi Frédéric’e pek dokundu. Yine de Madam Arnoux’yu elde etmenin çarelerini düşünmeye başladı.

Önce tablo satın almak bahanesiyle sık sık dükkâna uğramayı aklına koydu. Sonra derginin mektup kutusuna “pek zorlu” birkaç makale atmayı düşündü, böylelikle münasebet kurulmuş olacaktı. Yoksa doğrudan doğruya amaca koşup ilanıaşk etmek mi daha iyi idi? O zaman oturup lirik coşkunluklarla ve hitaplarla dolu on iki sayfalık bir mektup kaleme aldı, ama yırttı; başarısızlığa uğramaktan korkup uyuşunca hiçbir teşebbüse girişmedi, hiçbir şey yapmadı.

Arnoux’nun dükkânının üstünde, birinci katta, her akşam aydınlanan üç pencere vardı. Bu pencerelerin ardında birtakım gölgeler, en çok da bir gölge, o kadının gölgesi dolaşırdı. Frédéric bu pencerelere bakmak, bu gölgeyi seyretmek için hiç üşenmez, ta uzaklardan kalkıp gelirdi.

 

Bir gün Tuileries’de küçük bir kızı elinden tutmuş zenci bir kadınla karşılaşınca Madam Arnoux’nun zenci hizmetçisini hatırladı. O da başka kadınlar gibi buraya gelmiş olacaktı. Tuileries’den her geçişinde Frédéric’in bu kadına rastlamak umudu ile kalbi çarpardı. Güneşli havalardaki gezintilerinde Champs-Elysees’nin nihayetine kadar uzanırdı.

Arabaların içine rehavetle kurulmuş, örtüleri rüzgârda dalgalanan kadınlar, atların sert yürüyüşü ile cilalı derileri çıtırdatan hafif bir sallantı ile önünden geçerlerdi. Gittikçe artan araba kalabalığı Rond-Point’dan sonra yavaşlar, bütün yolu kaplardı. Atların yeleleri, arabaların fenerleri birbirine değerdi; çelik üzengiler, gümüş kantarma zincirleri, bakır tokalar, kısa külot pantolonlar, beyaz eldivenler, araba kapılarındaki armaların üstüne dökülen kürkler arasında öteye beriye küçük küçük ışıklar saçardı. Frédéric uzak bir âlemde kaybolmuş gibi hissederdi kendini. Gözleri kadın başları üstünde dolaşır, en küçük benzerlikler bile ona Madam Arnoux’yu hatırlatırdı. Bu kadını, başka kadınlar arasında, Madam Dambreuse’ün kupa arabası gibi bir arabada gözlerinin önüne getirirdi. Ama güneş batmıştır, soğuk rüzgâr ortalığı toza dumana katmıştır. Arabacılar çenelerini kravatlarının içine sokarlar, tekerlekler daha hızlı dönmeye başlar, kaldırımlar zangırdardı; bütün arabalar, birbirine sürünerek, birbirini geçerek, birbirinden ayrılarak geniş caddeden dörtnala koşarak akarlar, sonra Concorde Meydanı’nda dağılırlardı. Tuileries’nin arkalarında gök arduvazların rengine bürünür, bahçenin ağaçları tepeleri morarmış kocaman yığınlar hâline gelirdi. Sokak fenerleri yanar, bütün enginliğince yeşilimsi Seine Nehri köprülerin ayaklarında gümüş harelere ayrılırdı.

La Harpe Sokağı’ndaki bir lokantaya gidip kırk üç meteliğe akşam yemeğini yiyecekti.

Akajudan eski tezgâha, lekeli peçetelere, kirli, pis gümüş takımlara, duvara asılmış şapkalara iyi bir gözle bakmazdı. Masalarda oturanlar hep kendisi gibi öğrenciydi. Profesörlerinin, metreslerinin sözünü ederlerdi. Profesörler pek umurundaydı ya! Sanki metresi var mıydı? Bu öğrencilerin neşeli havasından uzak kalmak için lokantaya mümkün olduğu kadar geç gelirdi. Masaların üstü yemek artıklarıyla doluydu. Yorgun düşmüş olan iki garson birer köşeye çekilmiş, uyuklamaktaydı. Tenha salonu mutfak, lamba isi ve tütün kokuları doldurmuştur.

Sonra, sokaklarda ağır ağır yürürdü. Fenerler sallanır, solgun, uzun ışıklar çamurlarda titreşir, yaya kaldırımlarının kıyısında şemsiyeli insan gölgeleri geçip gider. Kaldırımlara yıvış yıvış çiy yağmaktadır, nemli karanlıklar kendisini sarıp sarmalayarak durmadan kalbinin derinliklerine iner gibi gelir ona.

Bir vicdan azabı duydu. Yine derslere gitmeye başladı. Ama anlatılan konuları hiç bilmediğinden en basit şeyler karşısında apışıp kalıyordu.

Balıkçının Oğlu Sylvio adlı bir roman yazmaya başladı. Olay, Venedik’te geçiyordu. Romanın erkek kahramanı kendisi, kadın kahramanı da Madam Arnoux. Adı Antonia’ydı; bu kadını elde etmek için erkek birçok beyzadeleri öldürmüş, şehrin bir bölüğünü ateşe vermiş, kadının Montmartre Bulvarı’ndaki gibi kırmızı Şam kumaşından perdeleri hafif ve serin rüzgârda çırpınan balkonu altında şarkılar söylemişti. Aklına geleni yazdığının farkına varınca cesareti kırıldı, işi daha ileri götürmedi, bu sefer büsbütün avare oldu.

O zaman gelip kendisiyle oturması için Deslauriers’ye yalvardı.

Kendisinin yıllık iki bin frank geliriyle yaşamanın yolunu bulacaklardı; elverir ki bu bunaltıcı yaşayıştan kurtulsun. Deslauriers daha şimdilik Troyes’dan ayrılamazdı. Frédéric’i gönlünü eğlendirmeye, Senecal’le sık sık görüşmeye teşvik etti.

Matematik müzakerecisi olan Senecal, cumhuriyetçi fikirler taşıyan, yarının Saint-Just’ü olacak kafalı bir adam, diyordu kâtip. Frédéric bu adamın beş kat merdivenini üç defa tırmandığı hâlde o bir defa olsun gelmeyince bir daha da gitmedi.

Eğlenmek istedi. Opera’nın balolarına gitti. Bu gürültülü patırtılı neşeler daha kapıda onu buz gibi dondurdu. Zaten gece yemeklerinin, ardından gelen domino partilerinin, altından kalkılamayacak birtakım masraf kapıları açacağını düşünüp parasız kalmak korkusu ile bu türlü eğlencelerden vazgeçmek zorunda kalmıştı.

Böyle olmakla beraber, sevilecek bir erkek olarak görüyordu kendini. Bazen kalbi umutla dolu olarak uyanır, bir randevuya gider gibi titizlikle giyinir, Paris sokaklarına düşerdi. Her önünden giden veya her karşıdan gelen kadın için “Nah, işte o!” derdi içinden. Her seferinde de yeni bir hayal kırıklığına uğrardı. Madam Arnoux düşüncesi bu arzuları kuvvetlendirirdi. Belki bir gün yol üstünde karşısına çıkıverecekti. O zaman, bu kadına sokulmak için tesadüfün çıkaracağı birtakım güçlükler, olağanüstü tehlikeler hayal ederdi, onu bunlardan kendisi kurtaracaktı.

Böylece, günler hep aynı alışkanlıklar, aynı sıkıntılar içinde geçiyordu. Odeon’un kemerleri altında birtakım broşürleri karıştırıyor, gidip kahvede Revue des Deux Mondes adlı dergiyi okuyor, gidip Collège de France’in bir salonuna giriyor, bir saat Çince veya siyasi iktisat dersi dinliyordu. Her hafta Deslauriers’ye uzun uzun mektuplar yazıyor, ara sıra akşam yemeğini Martinon’la birlikte yiyor, bazen Bay de Cisy’yi gördüğü oluyordu.

Bir piyano kiraladı, birkaç Alman valsı besteledi.

Bir akşam, Palais-Royal Tiyatrosu’nda Arnoux’yu sahneye yakın olan localardan birinde bir kadınla beraber gördü. Bu kadın acaba o muydu? Locanın çekik olan canfes perdesi yüzünü kapamıştı. Nihayet perde açıldı; locanın perdesi de itildi. Uzun boylu, otuz yaşlarında, solgun yüzlü bir kadındı bu; gülerken kalın dudaklarının arasından sedef gibi parlak dişleri görünüyordu. Arnoux ile senli benli konuşuyor, yelpazesiyle parmaklarına vuruyordu. Sonra sarışın, ağlamış gibi göz kapakları kırmızı bir kız gelip ikisinin arasına oturdu. Ondan sonra Arnoux hep bu kızın omzunun üstünden eğilip kadınla konuştu, o hiç karşılık vermeden dinliyordu. Frédéric sade, düz, devrik yakalı koyu renk elbiseler giymiş bu kadınların neyin nesi olduğunu anlayacağım diye kafasını yormuş durmuştu.

Oyun biter bitmez koridorlara fırladı. Kalabalıktan geçilmiyordu. Arnoux, iki kadını koluna takmış, merdivenleri teker teker iniyordu.

Hava gazı lambasında birdenbire yüzü aydınlandı. Şapkasında yas alameti vardı. Sakın o kadın ölmüş olmasın? Bu düşünce Frédéric’i o kadar çok heyecanlandırdı ki ertesi gün Art Industriel’de soluğu aldı, camekânın önündeki sergide duran gravürlerden bir tanesini alıp hemen parasını verdi, dükkândaki çırağa Bay Arnoux’nun iyi olup olmadığını sordu.

“Çok iyi!” diye çırak karşılık verdi.

Frédéric sararıp solarak “Ya madam?” diye ekledi.

“O da çok iyi!”

Frédéric gravürü almayı filan unuttu.

Kış geçip bahar gelince üzüntüleri biraz azaldı, imtihana hazırlanmaya başladı, zayıf bir derece ile geçince kalkıp Nogent’a gitti.

Annesinin itirazlarıyla karşılaşmamak için Troyes’a arkadaşını hiç görmeye gitmedi. Sonra Paris’e döndüğünde eski oturduğu odasını bıraktı, Napolyon Rıhtımı’nda iki oda tuttu, dayayıp döşedi. Dambreuse’lere davet edilmekten umudunu kesmişti; Madam Arnoux’ya karşı beslediği ihtiras sönmeye yüz tutmuştu.

2Mubassır: Okullarda öğrencilerin durumu ile ilgilenen ve düzeni sağlamakla görevli kimse. (e.n.)

Teised selle autori raamatud