Bir Delikanlının Hikâyesi

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

Delikanlılar yine gelmesini söylediler. O da gelmezlik etmedi.

Hepsi de birbirlerini seviyorlardı. Önce hükûmete karşı besledikleri nefret tartışılmaz bir akide mertebesindeydi. Yalnız Martinon, Louis-Philippe’i savunmaya çalışırdı. Gazetelerde görülen, Paris’in hapishane hâline getirilmesi, Eylül kanunları, Pritchart meselesi, Lord Guizot gibi sözlerle lafı ağzına tıkılırdı; öyle ki Martinon herkesi kızdırmaktan korkup susardı. Yedi yıl kolejde okumuş, bir defacık olsun yazı cezası almamıştı; hukuk okulunda da profesörlerin gözüne girmesini bilmişti. Her zaman mastika renginde kaba bir redingot, yüzü kauçuk ayakkabı giyerdi. Ama bir gün kadifeden şal yelek giymiş, kravat bağlamış, altın köstek takmış olarak güvey kıyafetinde göründü.

Bay Dambreuse’ün evinden geldiği öğrenilince herkesin şaşkınlığı büsbütün arttı. Gerçekten Banker Dambreuse, Martinon’un babasından külliyetli odun satın almış, adamcağız oğlunu tanıtınca Dambreuse ikisini de yemeğe çağırmış.

Deslauriers “Çok mantar var mıydı? İki kapı arasında karısının beline sarıldın mı?” diye sordu.

O zaman, kadınlar üzerinde konuşulmaya başlandı. Pellerin güzel kadınlar bulunabileceğini kabul etmiyordu (Kaplanları üstün tutuyordu.). Zaten insanın dişisi estetik hiyerarşisinde aşağı bir yaratıktı.

“Özellikle sizi çeken şey, fikir olarak kadını düşüren şeydir. Memeler, saçlar demek istiyorum.”

Frédéric “Böyle olmakla beraber…” diye itiraz etti, “iri, kara gözlerle kara saçlar…”

“Söyleme! Biliyoruz!” diye Hussonnet bağırdı. “Çimen üstündeki Endülüs kızlarından, antika şeylerden bıktık artık! Neyse, şaka bertaraf! Hafifmeşrep kadın Milo Venüs’ünden daha eğlencelidir. Allah aşkınıza, Galyalı olalım, hatta becerebilirsek Regence. Su gibi aksın şarap, gülsün kadınlar! Esmerden sarışına geçmeli! Siz ne dersiniz, Dussardier Baba?”

Dussardier karşılık vermedi. Hepsi de zevkini anlamak için sıkıştırdı.

“Söyleyeyim.” dedi kızararak. “Ben hep aynı kadını sevmek isterdim.”

Bunu öyle bir tarzda söyledi ki bir an hepsi de sustu; bir kısmı saflığa şaşmış, bir kısmı da bu sözlerde kalplerinin gizli arzusunu bulmuştu.

Senecal bira bardağını pencerenin pervazına koydu, dogmatik bir eda ile “Orospuluk bir istibdat, evlenmek de bir ahlaksızlık olduğundan en iyisi ikisinden de sakınmaktır.” dedi. Deslauriers kadınlara birer gönül eğlencesi diye bakıyordu, o kadar.

Bay de Cisy’ninse kadınlardan pek gözü yılmıştı. Sofu bir büyükannenin gözü önünde büyüdüğünden, bu delikanlılarla arkadaşlığı kötü bir yer gibi cazip, Sorbonne gibi öğretici bulmuştu. Ona ders vermekten çekinilmiyor, kendisi de her seferinde kalbi sancıdığı hâlde sigara içmek istemeye varacak kadar hevesli görünüyordu. Frédéric çok üstüne düşüyordu; kravatlarının güzelliğine, paltosunun kürküne, eldiven gibi ince ve zarifliğiyle küstah gibi görünen ayakkabılarına hayrandı; arabası aşağıda, sokakta beklerdi.

Bay de Cisy’nin biraz evvel gittiği, kar da yağdığı bir akşam, Senecal onun arabacısına acımaya başladı. Sonra, sarı eldivenlere, Jokey Club’e atıp tuttu; işçiye bu baylardan daha fazla değer veriyordu.

“Hiç olmazsa ben çalışıyorum! Fakirim!”

Kızan Frédéric, nihayet dayanamayıp “Belli!” dedi.

Müzakereci onun bu sözüne pek gücendi. Ama Regimbart, Senecal’i biraz tanıdığını söyleyince Frédéric, Arnoux’nun dostuna nazik davranmak isteyerek cumartesi toplantılarına gelmesini rica etti, iki vatanseverin karşılaşması da hoş oldu.

Böyle olmakla beraber, birbirinden farklı iki insandılar.

Sivri bir kafası olan Senecal sistemlerden başka şeye değer vermezdi. Regimbart ise aksine, olayların içinde olaydan başka şeyi gözü görmezdi. Onu en çok düşündüren mesele, Rhin Nehri sınırıydı. Topçuluktan anladığını iddia eder, Polytechnique Okulunun terzisine elbise diktirirdi.

İlk geldiği gün, kendisine pasta ikram edilince “Pasta yemek kadınlara yaraşır.” diyerek ve küçümseyerek omuzlarını silkti, ondan sonraki gelişlerinde de pasta yemeye hevesli görünmedi. Yüksek fikirler ortaya atıldı mı “Aman! Ütopyaları, hayalleri bırakın.” diye mırıldanırdı. Sanat konusunda (atölyelere sık sık girip çıkmasına, ara sıra buralarda hatır için bir eskrim dersi vermesine rağmen) fikirleri hiç de yüce değildi. Bay Marrast’ın üslubunu Voltaire’in üslubuyla, Polonya üstüne “duygulu” bir şarkı yazdığı için Matmazel Vatnaz’ı Madam de Stael’le kıyaslardı. Nihayet Regimbart dırdır edip herkesi, özellikle Deslauriers’yi bıktırırdı; çünkü Vatandaş, Arnoux’nun sıkı fıkı dostuydu. Oysa kâtip, işine yarayacak kimselerle tanışmak düşüncesiyle, Arnoux’nun evine sık sık gitmeye can atıyor, “Ne zaman beni götüreceksin yahu?” diyordu. Arnoux’nun işi başından aşkınmış veya yolculuğa çıkıyormuş; sonra, zahmet edip gitmeye kalkmasın, yemek ziyafetlerine son verilmiş.

Frédéric, gerekirse dostu için canını da feda ederdi. Ama kendisi, mümkün olduğu kadar iyi görünmeye çalıştığından, kendi konuşmasına, hareketlerine ve Art Industriel’e hep eldivenle gitmeye varıncaya kadar üstüne başına çok titiz davrandığından, Deslauriers’nin eski kara elbisesiyle, savcı edasıyla ve kendini beğenmiş söylevleriyle Madam Arnoux’nun hoşuna gitmemesinden, kendisini bu kadının yanında zor duruma düşürmesinden, küçük düşürmesinden korkuyordu. Her dediğini yapmıştı. Ama bu kendisini çok rahatsız edecekti. Kâtip, Frédéric’in sözünü yerine getirmek istemediğini anlamıştı. Onun susuşu kendisine ağır bir küfür gibi geliyordu.

Deslauriers, Frédéric’e mutlaka kumanda etmek, onun gençlik ideallerine göre geliştiğini görmek isterdi. Tembelliği karşısında, bu bir söz dinlememek ve bir ihanetmiş gibi isyan ediyordu. Zaten aklı fikri hep Madam Arnoux’da olan Frédéric, sık sık kocasının lafını ediyordu. Deslauriers de bir aptallık tiki gibi her cümlenin sonunda, belki günde yüz defa Arnoux adını söyleyerek bıkkınlık vermeye başladı. Kapı vurulunca, “Girin Arnoux.” diye karşılık verirdi. Lokantada “Arnoux’nun yediği” Brie peynirinden isterdi. Geceleyin kâbus görmüş gibi yapıp “Arnoux, Arnoux!” diye gürleyerek arkadaşını uyandırırdı.

Sonunda, bir gün, Frédéric, usanıp acıklı bir sesle “Kes bu Arnoux lafını artık!” dedi.

“Katiyen!” diye kâtip karşılık verdi.

 
Hep o! Her yerde o! Yakıcı veya soğuk,
Arnoux’nun hayali…
 

Frédéric yumruğunu kaldırıp, “Susacak mısın sen?” diye bağırdı. Sonra tatlılıkla ekledi:

“Beni üzen bir konu olduğunu biliyorsun bunun, pekâlâ…”

Deslauriers “Aman! Affedersin, babacan…” diye yerlere kadar eğilerek karşılık verdi. “Bundan böyle matmazelin sinirlerine saygı gösteririz. Bir kere daha affet! Bin kere özür dilerim.”

Böylece şaka sona ermiş oldu. Ama üç hafta sonra bir akşam Frédéric’e “Bana bak, biraz evvel Madam Arnoux’yu gördüm.” dedi.

“Nerede?”

“Dava Vekili Balandard’la beraber Adliye Sarayında. Orta boylu, esmer bir kadın değil mi bu?”

Frédéric başı ile “evet” dedi. Deslauriers lafı açsın bekliyordu. En küçük bir hayranlık üzerine bütün içini dökecekti. Deslauriers’yi sevmeye tamamıyla hazırdı; oysa öteki hep susuyordu; nihayet dayanamayıp ilgisiz bir eda ile Madam Arnoux üstündeki düşüncelerini sordu.

Deslauriers “olağanüstü hiçbir şeyi olmamakla beraber, oldukça iyi” bulmuştu.

“Ya, öyle mi?” dedi Frédéric.

İkinci imtihan devresi olan ağustos ayı gelip çattı. Öğrencilerin dediklerine göre, dersleri hazırlamak için on beş gün yeterdi. Frédéric’in kendine güveni vardı. Muhakeme Usulleri Kanunu’nun ilk dört bölümünü, Ceza Kanunu’nun ilk üç bölümünü, cinayet soruşturmasının birçok parçalarını ve Medeni Kanun’un Poncelet’nin şerhleriyle beraber bir bölümünü hemen yuttu. İmtihandan bir gün önce Deslauriers onu sabaha kadar müzakere etti; son bir çeyrek saatten de faydalanmak için yürürken kaldırımda sorular sormayı sürdürdü.

Birçok imtihanlar aynı zamanda yapıldığından avluda büyük bir kalabalık vardı, Hussonnet ile Cisy de kalabalığın arasındaydı. Herkes arkadaşlarının imtihanlarında olsun bulunmak istiyordu. Frédéric giyilmesi âdet olan kara cübbeyi sırtına geçirdi, sonra peşinden gelen kalabalıkla ve üç başka öğrenci ile perdesiz pencerelerden ışık alan büyük bir odaya girdi, duvarlar boyunca sıralar uzatılmıştı. Odanın ortasındaki yeşil çuhalı masanın etrafına deriden iskemleler dizilmişti. Bu masa imtihan olacakları, hepsi kırmızı cübbeler giymiş, omuzlarına hermin kürklerini atmış, başlarına sırma şeritli takkeler giymiş imtihan heyetinden ayırıyordu.

Frédéric sırada sondan öncekiydi, kötü bir durumdu bu. Anlaşma ile sözleşme arasındaki fark üstüne sorulan bir soruya sözleşme ile anlaşmayı birbirine karıştırarak karşılık verdi. Babacan bir adam olan profesör, “Şaşırmayın bay, kendinize gelin.” dedi.

Sonra, iki kolay soruya karışık karşılıklar alınca dördüncüye geçti. Daha başta böyle bocalamak Frédéric’in maneviyatını bozdu. Kalabalığın içinde, karşıda duran Deslauriers henüz her şeyin kaybedilmediğini işaret ediyordu. İkinci defa ceza hukuku üstüne sorulan sorulara geçecek kadar karşılık verdi. Ama üçüncü bir kişi tarafından yazılıp vasiyet sahibi tarafından imzalanan ve noter tarafından onaylanan vasiyetname ile ilgili üçüncü sorudan sonra mümeyyiz düşüncesini belli etmeyince büsbütün kederlendi. Çünkü Hussonnet alkışlayacakmış gibi ellerini birleştirdiği hâlde Deslauriers ikide birde hep omuzlarını silkiyordu. Nihayet muhakeme usullerine sıra geldi. Yargıcın kararına itirazın ne olduğu sorulmuştu. Kendi nazariyesine zıt nazariyelerin ileri sürüldüğünü işitip sinirlenen profesör sert bir eda ile “Bu sizin kendi fikriniz mi bayım?” dedi. “Medeni Kanun’un 1351. maddesindeki prensibi bu olağanüstü itiraz yolu ile nasıl bağdaştırıyorsunuz?”

Bütün gece uyumadığı için Frédéric şiddetli bir baş ağrısı duyuyordu. Panjurun aralıklarından giren güneş yüzüne vurmuştu. Yerinde sallanıyordu, bıyığını çekiyordu.

Sırma takkeli adam “Karşılık bekliyorum!” dedi.

Frédéric’in hareketine sinirlenmiş olacak ki “Karşılığı sakalınızın içinde bulacak değilsiniz!” diye ekledi.

 

Bu acı alay dinleyicileri güldürdü; bundan hoşlanan profesörün yüzü güldü. Erteleme ve müstaceliyet7 üstüne iki soru daha sordu, sonra başını “peki” manasında önüne eğdi. İmtihan bitmişti. Frédéric koridora çıktı.

Hademe cübbeyi çıkarıp elbiselerini giydirirken, dostları etrafını almışlar, imtihanın sonucu üstüne birbirini tutmaz sözler söyleyerek kafasını şişirmişlerdi. Çok geçmeden salonun giriş yerinde çınlayan bir ses “Üçüncü… İkmale kaldı!” diye sonucu ilan etti.

“Ambale oldun!” dedi Hussonnet. “Haydi gidelim!”

Kapıcı odasının önünde, yüzü kızarmış, heyecanlı, gözlerinin içi gülen, alnında bir zafer halesiyle Martinon’a rastladılar. Son imtihanını kazasız belasız atlatmıştı. Şimdi bir tez hazırlamak kalıyordu. On beş gün içinde hukuk mezunu olacaktı. Ailesi bir bakanı tanıyormuş, “iyi bir meslek hayatı” başlıyormuş.

“Şu herif bile seni geride bıraktı.” dedi Deslauriers.

İnsanın başarısızlığa uğradığı işlerde budalaların başarı kazandığını görmek kadar insanı küçük düşüren bir şey yoktur. Canı sıkılan Frédéric, “Vız gelir!” diye karşılık verdi. Onun gözü daha yukarılardaydı, Hussonnet gitmek için davranır gibi olunca onu bir kıyıya çekti.

“Tabii, onlarda hiç bunun lafını etmek yok.” dedi.

Sır kolayca saklanacaktı; çünkü ertesi gün Arnoux Almanya yolculuğuna çıkıyordu.

Akşam eve döndüğünde kâtip, dostunda acayip bir değişiklik gördü; ıslık çalıyor, dans ediyordu. Öteki bu neşeli hâle şaşınca Frédéric, annesinin yanına gitmeyeceğini, tatili çalışmakla geçireceğini söyledi.

Arnoux’nun gideceğini öğrenince Frédéric’i bir sevinçtir almıştı. Ziyaretleri yarıda kalmak korkusu olmadan oraya istediği gibi gidebilecekti. Mutlak bir güven düşüncesi kendisine cesaret vermişti. Nihayet hiç ondan ayrılmamış, hiç yanından uzaklaşmamış olacaktı! Zincirden daha kuvvetli bir şey onu Paris’e bağlamıştı, içindeki bir ses kalması için haykırıyordu.

Karşısına bazı engeller çıkmıştı. Annesine mektup yazarak bu engelleri aştı. Önce imtihanı kazanmadığını itiraf etmiş, buna imtihanlarda yapılan bazı değişiklikler, tesadüf, haksızlığa uğraması sebep olmuştu. Zaten büyük avukatların hepsi (Adlarını bir bir sayıyordu.) imtihanda dönmüşlerdi. Ama kasım ayında tekrar imtihana girmeyi düşünüyordu. Kaybedecek vakti olmadığından bu yıl hiç annesinin yanına gitmeyecekti. Üç aylık paradan başka, pek faydalı olacak hukuk müzakereleri için iki yüz elli frank istiyordu. Bütün bunlar hasretler, üzüntüler, yaltaklanmalar, evlatlık sevgileriyle bezenmişti.

Ertesi gün oğlu gelecek diye bekleyen Madam Moreau çok üzüldü. Oğlunun uğradığı talihsizliği herkesten sakladı ve “ne olursa olsun” gelmesini yazdı. Frédéric razı olmadı. Araları bozuldu. Yine de öyleyken, annesi hafta sonunda üç aylık para ile müzakereler için istenen iki yüz elli frangı yolladı. Bu para ile Frédéric kendine parlak gri bir pantolon, beyaz fötr bir şapka ve altın saplı ince bir baston satın aldı.

Bunların hepsine kavuşunca “Bana da kendimi beğendirmek merakı mı geldi yoksa?” diye düşündü. Büyük bir tereddüde kapıldı.

Madam Arnoux’ya gideyim mi, gitmeyeyim mi, diye üç kere yazı mı tura mı yaptı. Her defasında falı hayırlı çıktı. Demek ki kader emrediyordu. Choiseul Sokağı’na araba ile gitti.

Telaşla merdivenleri çıktı. Çıngırağın kordonunu çekti. Çalmadı. Neredeyse bayılacak sanmıştı kendini. Sonra, öfke ile kırmızı ipekten ağır kordonu bir kere daha çekti. Çıngırak sesi çınladı, ses yavaş yavaş söndü. Artık hiçbir şey duyulmaz olmuştu. Frédéric korktu.

Kulağını kapıya yapıştırdı. Çıt yok! Gözünü anahtar deliğine uydurdu. Bekleme odasında, duvardaki kâğıttan çiçekler arasında iki kamış ucundan başka bir şey göremedi. Tam dönüp gidecekken vazgeçti. Bu defa, çok yavaşça kapıya vurdu. Kapı açıldı, dağınık saçlarıyla, kızarmış yüzü ile, asık suratı ile Arnoux’nun kendisi eşikte göründü.

“Vay! Hangi şeytan sizi yolladı? Haydi, girin.”

Arnoux, Frédéric’i oturma odasına veya kendi odasına değil de yemek odasına soktu; ortadaki masanın üstünde bir şişe şampanya ile iki bardak görünüyordu. Sert bir eda ile “Benden istediğiniz bir şey mi var, sevgili dostum?” diye sordu.

Ziyaret için bir bahane arayan delikanlı, “Yok! Hiçbir isteğim yok!” diye kekeledi.

Sonunda, kendisinden haber almak için geldiğini söyledi; çünkü Hussonnet’nin raporuna göre, kendisini Almanya’da sanıyormuş.

“Hiç böyle bir şey yok!” dedi Arnoux. “Ne beyinsiz oğlan bu, her şeyi ters anlıyor!”

Frédéric, şaşkınlığını gizlemek için salonda sağa sola gidip gelmeye başlamıştı. Ayağı bir iskemleye çarpınca üstünde duran şemsiyeyi yere düşürdü, şemsiyenin sedef sapı kırıldı.

“Ah, ya Rabbi!” diye seslendi. “Madam Arnoux’nun şemsiyesini kırdığıma ne kadar üzüldüm!”

Bu sözlerine tacir başını kaldırıp bir tuhaf gülümsedi. Frédéric, Madam Arnoux’nun sözünü etmek fırsatını kaçırmayarak ürkek ürkek, “Kendisini göremeyecek miyim?” diye ekledi.

Memleketinde, hasta olan annesinin yanındaymış. Ne kadar kalacağını sormaya dili varmadı. Sadece Madam Arnoux’nun nereli olduğunu sordu.

“Chartres’lı! Ne o, şaştınız mı?”

“Ben mi? Yoo! Neye şaşayım? Hiç de şaşmadım.”

Sonra, birbirlerine söyleyecek hiçbir şey bulamadılar. Bir sigara yakan Arnoux masanın etrafında soluyarak dönüyordu. Frédéric’se sobanın önünde ayakta durmuş, duvarlara, rafa, yere bakıyordu. Kafasının içinden, daha doğrusu gözlerinin önünden birtakım güzel hayaller geçip gidiyordu. Nihayet çekildi.

Bekleme odasında, yerde dertop edilmiş bir gazete kâğıdı duruyordu. Arnoux kâğıdı aldı, ayak parmaklarının ucuna basarak, dediğine göre, deliksiz bir kuşluk uykusu uyumak için çıngırağın içine soktu. Sonra Frédéric’in elini sıktı:

“Lütfen kapıcıya söyleyin, ben evde yokum.”

Arkasından da kapıyı çarparak kapadı.

Frédéric merdivenin basamaklarını birer birer indi. Bu ilk teşebbüsünün başarısızlığa uğraması bundan sonraki teşebbüslerin akıbeti üzerinde de cesaretini kırmıştı. O zaman üç ay süren sıkıntılı günler başladı. Yapacak hiçbir işi olmadığından aylaklık, kederini daha da arttırıyordu.

Saatlerce durup balkondan, lağımlardan gelen pisliklerle, kıyıya bağlanmış çamaşırcı dubaları ile yer yer kararmış olarak, kirli renkli rıhtımlar arasından akan nehre bakardı. Kıyıda, ara sıra, küçük çocuklar çamurların içinde bir fino köpeğini ıslatarak eğlenirlerdi. Solda Notre-Dame’ın taş köprüsünden ve üç asma köprüden ayrılan gözleri hep sağdaki Karaağaçlar Rıhtımı’na, Montereau Limanı’ndaki ıhlamur ağaçlarını andıran ihtiyar ağaç kümesine kayardı. Saint-Jacques Kulesi, belediye dairesi, Saint-Gervais, Saint-Louis karşıdaki fark edilmeyen çatılar arasından yükselir ve Temmuz Sütunu’nun tepesindeki peri doğuda altından büyük bir yıldız gibi parlarken öbür uçta Tuileries’nin kubbesi ağır mavi kütlesini gökte yuvarlaklaştırırdı. Madam Arnoux’nun evi o tarafta, arkada olacaktı herhâlde.

Tekrar dönüp odasına girerdi; sonra sedire uzanır, karışık, birbirleriyle bağı olmayan düşüncelere, eser planlarına, davranış tasarılarına, gelecekte yapacağı işlere dalardı. Kendini düşünmekten kurtarmak için sonunda sokağa çıkardı.

Her zaman gürültülü, bu mevsimde ise öğrenciler ailelerinin yanlarına gittikleri için tenha olan Quartier Latin’de rastgele yürürdü. Kolejlerin sessizlikten uzamış gibi olan duvarlarının daha da kasvetli bir görünüşü vardır. Her türlü bezgin sesler, kümeslerde kanat çırpmalar, bir bacanın homurtusu, bir kundura tamircisinin çekiç sesi işitilirdi; elbise tacirleri sokak ortasında durup boşuna her pencereye soruşturucu bakışlarla bakarlardı. Tenha kahvelerde tezgâhtaki hanım, dolu içki sürahicikleri arasında esnerdi. Gazeteler okuma odalarında deste deste dururdu; ütücülerin atölyesindeki çamaşırlar esen ılık rüzgârla ürperirdi. Ara sıra eski bir kitapçının sergisi önünde durur, yaya kaldırımına sürtünüp geçen bir omnibüse bakardı. Lüksemburg’un önüne geldi mi buradan öteye gitmezdi.

Bazen, avunmak umudu onu bulvarlara doğru çekerdi. Nemli bir serinlik yükselen daracık karanlık sokaklardan, ışıkları insanın gözlerini kamaştıran, tenha, büyük meydanlara çıkardı. Bu meydanlardaki anıtlar kaldırımın kıyısında kara gölgeli, diş şeklinde nakışlar işlemiştir. Ama yük arabaları, dükkânlar yine başlardı; kalabalık, en çok da pazar günleri, Bastille’den kopup Madelenie’e kadar asfalt üstünde, toz içinde, sürekli bir uğultu içinde dalgalandığı zaman onu serseme döndürürdü. Yüzlerin çirkinliği, söylenen sözlerin manasızlığı, ter içindeki alınlarda parlayan budalaca hoşnutluk içini bulandırırdı! Böyle olmakla beraber, kendisinin bu insanlardan daha değerli olduğu düşüncesi bunlara bakmanın yorgunluğunu hafifletirdi.

Her Allah’ın günü Art Industriel’e gidiyordu. Madam Arnoux’nun ne zaman döneceğini öğrenmek için annesi üstüne uzun uzun sorular soruyordu. Arnoux ise hep “Daha iyiceymiş.” diye karşılık veriyordu. Karısı, kızı ile birlikte gelecek hafta dönecekmiş. Gelmekte geciktikçe Frédéric meraklanıyordu; bu sevgiden duygulanan Arnoux beş altı defa onu akşam yemeğine lokantaya götürdü.

Böyle uzun uzun baş başa kalınca Frédéric tablo tacirinin pek ince zekâlı bir adam olmadığını anladı. Arnoux bu soğukluğun farkına varabilirdi, hem sonra onun kendisine gösterdiği nezakete bir karşılıkta bulunmak için bu bir fırsattı.

Her şeyin en iyisini yapmak istediğinden bütün yeni elbiselerini bir eskiciye seksen frank gibi bir paraya sattı; yanındaki yüz frangı da katıp yemeğe davet etmek için Arnoux’nun mağazasına vardı. Regimbart da oradaydı. Hep birlikte Provence’lı Üç Kardeşler’e gittiler.

Vatandaş kollarını sıvadı, öteki ikisinin kendisine olan saygısına güvenerek istediği yemekleri yazdı. Ama gidip mutfakta aşçıbaşı ile konuştuğu, her yerini bildiği şarap mahzenine inerek lokanta sahibine “bir güzel çıkışıp” şarap çıkarttığı hâlde ne yemeklerden ne şaraplardan ne de servisten memnun kaldı! Her yemek gelişinde; her yeni şişe açılışında bir lokma alıp bir yudum tattıktan sonra çatalı elinden bırakmış, bardağını ileri doğru itmişti. Sonra, bütün kolunu sofra örtüsünün üstüne dayayıp “Paris’te ağız tadıyla yemek yenemez!” diye bağırmıştı. Ağzına layık bir şey bulamayınca nihayet Regimbart “basbayağı” zeytinyağlı fasulye istedi, çok iyi pişmemişti ama Vatandaş’ı yatıştırdı. Sonra garsonla Provence’lı diğer garsonlar üstünde bir konuşmaya daldı:

“Antoine ne oldu? Eugene diye birisi vardı. Ya o Theodore, yemekleri hep aşağıdan getiren ufak tefek garson? O zaman ne güler yüzlü insanlar vardı. O Burgonyalıları bir daha nerede görürüz!”

Sonra sayfiyedeki arsaların değeri üstünde görüşüldü; arsa işi Arnoux’nun kârlı bir spekülasyonuydu. Beklemekle faiz kaybediyordu, çünkü ne para verseler satmak istemiyordu. Regimbart birini bulacaktı. Bu iki bay, ellerinde kalem, yemekten kalkıncaya kadar birtakım hesaplar yapıp durdular.

Kahve içmek için Saumon Pasajı’nda alt kattaki bir kahveye gittiler. Frédéric bardak bardak üstüne bira içerek, ayakta durup bitmek tükenmek bilmez bilardo partilerini seyretti. Korkaklığından mı, budalalığından mı, neden olduğunu kendisi de bilmeden aşkı için hayırlı bir şey çıkar karanlık umudu içinde gece yarısına kadar kaldı.

Acaba onu ne zaman görecekti? Frédéric umutsuzluğa düşmüştü. Ama kasım ayının sonlarına doğru, bir akşam Arnoux, “Haberiniz var mı? Karım dün geldi.” dedi.

Ertesi gün, saat beşte Frédéric evine damlamıştı.

Ağır hasta olan annesinin iyileşmesine sevindiğini söylemekle, geçmiş olsunla söze başladı.

“Ne hastası? Kim söyledi?”

“Arnoux!”

Madam Arnoux hafif bir “ah” etti; sonra, önce ciddi olarak korktuğunu, şimdi bir şeyi kalmadığını söyledi.

Ocağın yanındaki kumaş kaplı koltuğa oturmuştu. Frédéric’se kanepedeydi, şapkasını dizleri arasında tutuyordu. Konuşmada güçlük çekiliyordu. Madam Arnoux her dakika Frédéric’i yalnız bırakıyor, o da duygularını anlatmak için bir bağlantı bulamıyordu. Ama güya birtakım davalarla uğraşmaktan yanıp yakılınca Madam Arnoux, hemen düşüncelere dalan başını önüne eğip “Evet, anlıyorum… İşler…” diye karşılık verdi.

Frédéric bu düşüncelerin neler olduğunu öğrenmeye can atıyordu, hatta bundan başka bir şey düşünmüyordu. Alaca karanlık ikisini de karanlıklara boğmuştu.

Madam Arnoux kalktı, sokağa çıkacakmış. Başında kadife bir şapka, arkasında siyah, kenarı pöti-gri işlemeli bir pelerinle tekrar göründü. Frédéric kendisine yoldaşlık etmek teklifinde bulunmaya cesaret etti.

 

Göz gözü görmüyordu; hava soğuktu; evlerin yüzlerini kaplamış olan kalın bir sis havada pis pis kokuyordu. Frédéric bu havayı büyük bir zevkle içine çekiyordu; çünkü elbisesinin kumaşı altında kolunun şeklini duyuyor, iki düğmeli güderi eldiven içindeki eli yenine değiyordu. Kaldırımlar kaygan olduğundan, yürürken biraz sendeliyorlardı. Frédéric’e bir bulut içinde ikisi birlikte rüzgârda sallanıyorlarmış gibi geliyordu.

Bulvarın bol ışıklarıyla kendine geldi. Tam fırsattı, kaybedecek vakit yoktu. Richelieu Caddesi’ne kadar ilanıaşk edecek gibi oldu. Ama tam bu sırada, Madam Arnoux bir porselen mağazasının önünde birden durdu.

“Geldik, teşekkür ederim!” dedi. “Her zamanki gibi perşembeye yine geleceksiniz, değil mi?”

Ziyafetler başladı, Madam Arnoux’yu sık sık gördükçe de dermansızlığı artıyordu.

Bu kadını seyretmek, çok ağır bir koku koklamış gibi kendisini yoruyordu. Bu onun kalbinin derinlerine inmiş, âdeta bir genel duyuş tarzı, yeni bir varoluş şekli hâline gelmişti.

Sokak fenerlerinin altında rastladığı orospular, ince nağmeleri şakıyan şarkıcı kadınlar, at üstünde dörtnala giden kadınlar, yaya yürüyen burjuva kadınları, pencerelere çıkmış yosma işçi kızları, bu kadınların hepsi ya birtakım benzerliklerle ya da göze batan tezatlarla kendisine hep onu hatırlatırdı. Dükkânların önlerinde durup kaşmir kumaşlardan dantelalara, küpe taşlarına, bunları onun beline dolanmış, korsajına dikilmiş, kara saçlarında parıldar hayal ederek bakardı. Çiçek satıcılarının çiçekleri o gelsin, birkaçını beğenip alsın diye serilip serpilmiştir; kunduracıların camekânındaki kuğu tüyü nakışlı satenden küçük terlikler, giysin diye onun ayaklarını bekler gibiydi. Bütün sokaklar evine çıkardı; arabalar onu alıp çabucak evine götürmek için meydanlarda dururlardı; Paris kişiliği ile ilgiliydi ve büyük şehir bütün sesleriyle, bir orkestra gibi, onun etrafında uğuldardı.

Bitkiler Bahçesi’ne gittiğinde, bir palmiyeyi görünce Frédéric, uzak memleketlere doğru sürüklenirdi. Hecin develerinin sırtında, fillerin hamailinde, bir yatın kabinesinde adalar arasında veya otlar arasındaki sütunlara ayağı çarpıp sendeleyen çıngıraklı katırların sırtında ikisi birlikte yolculuk ederlerdi. Bazen, Louvre’da eski tabloların önünde durur, aşkı onu kucaklayıp kaybolmuş yüzyıllara götürür, resimlerdeki kişilerin yerine kordu. Madam Arnoux başında tüllü külahı, kurşundan bir camlı bölmenin önünde diz üstü dua ederdi. Bir Kastilya veya Flandra derebeyinin karısı olur, iyi kolalanmış, kırmalı yakalı ve kasnaklı bol elbisesiyle oturup dururdu. Sonra sırmalı ipek elbiseler içinde, deve kuşu tüyünden bir sayvan altında, senatörler arasında renkli mermerden büyük merdivenleri inerdi. Başka zamanlar da onu bir haremin yastıkları içinde, sarı ipekten pantolon giymiş hayal ederdi; her güzel olan şey, yıldızların parlaması, bazı müzik havaları, bir cümlenin şekli, bir şeklin çizgisi farkında olmadan birden aklına bu kadını getirirdi.

Onu kendine metres yapmaya kalkışmanınsa boşuna uğraşmak olacağını gayet iyi biliyordu.

Bir akşam çıkıp gelen Dittmer onu alnından öpmüştü, Lovarias da “Bir dostluk imtiyazı olarak, müsaade edersiniz, değil mi?” deyip alnından öptü.

Frédéric “Hepimiz de dostuyuz gibi geliyor bana?” diye kekeledi.

“Hepsi eski dost değil!” diye karşılık verdi Madam Arnoux.

Kendisini dolaylı olarak önceden terslemekti bu.

Zaten elinden ne gelirdi? Sevdiğini mi söylesin? Bunu söyledi mi ya her hâlde başından savacak ya kızıp evinden kovacaktı! Bütün acılara katlanmaya seve seve razıydı, elverir ki onun yüzünü görmekten yoksun olmasın.

Piyanistlerin kabiliyetine, askerlerin yüzlerindeki yaralara imreniyordu. “belki benimle ilgilenir” diye, ağır bir hastalığa tutulmayı yürekten istiyordu.

Arnoux’yu kıskanmayışına şaşardı; Madam Arnoux’yu kendisine pek yaraşan iffetinden başka bir giysi altında düşünemez, cinsiyeti de esrarlı bir karanlık içinde kaybolurdu.

Yine de öyleyken, onunla beraber yaşamak, senli benli konuşmak, başını saran kurdeleyi uzun uzun okşamak veya yere diz çöküp kollarını beline dolamak, gözlerinde ruhunu içmek mutluluğunu düşünürdü!

Bu mutluluğa ermek için kaderini yenmesi gerekirdi; oysa elinden hiçbir şey gelmediği için Tanrı’ya lanetler yağdırır, kendini korkak diye suçlandırır, hücresi içinde dört dönen mahpus gibi, arzuları içinde döner dururdu. Hiç eksilmeyen bir ızdırapla boğulurdu. Saatlerce hareketsiz durur veya iki gözü iki çeşme ağlardı. Kendini tutmak kuvvetini bulamadığı bir gün Deslauriers ona, “Söyle Allah aşkına, senin neyin var?” dedi.

Frédéric’in sinirleri bozulmuşmuş. Deslauriers onun bu lafına inanmadı. Böyle bir ızdırap karşısında şefkat duyguları uyandı, dostunu avuttu, kuvvet verdi. Onun gibi bir adamın kendini kapıp koyuvermesi, görülmedik bir budalalıktı! Gençliğin kıymetini bil, sonra aklın başına gelir, ama geçmiş ola.

“Keyfimi kaçırıyorsun Frédéric! Ben karşımda hep o eski delikanlıyı görmek istiyorum! Ne hoşuma giderdi! Haydi, hayvan, bir pipo iç! Biraz kendine gel, beni üzüyorsun!”

“Doğru.” dedi Frédéric. “Ben çılgının biriyim!”

Kâtip devam etti:

“Ah! Eski âşık, seni kederlendiren şeyin ne olduğunu ben biliyorum! Şu kalpçik, değil mi? Haydi itiraf et! Aman, o da mı dert! Kadının biri giderse dördü gelir! Erdemli kadınları, başka kadınlarla düşüp kalkarak unutursun. Seni kadınlarla tanıştırayım, ister misin? Alhambra’ya bir gidivermek yeter.”

Yakın zamanlarda Champs-Elysees’nin üst başında açılıp bu türlü kurumlar için yersiz sayılacak bir lüks yüzünden, daha ikinci mevsimde iflas eden, herkesin dans edip eğlendiği bir yerdi burası.

“İyi eğlenilen bir yer galiba. Haydi gidelim! İstersen dostlarını da al; hatta Regimbart’ın gelmesine bile razıyım!”

Frédéric Vatandaş’ı çağırmadı. Deslauriers’nin Senecal’i yoktu. Yalnız Hussonnet ile Cisy’yi, bir de Dussardier’yi götürdüler. Bindikleri araba beşini de Alhambra’nın önünde indirdi.

Sağda solda birbirine muvazi İspanya-Arap mimarisinde iki galeri uzanıyordu. Karşıda, dipte bir evin duvarı vardı. Dördüncü duvarı (lokantanın duvarı) ise renkli camdan pencereleri olan Gotik tarzındaki bir manastır duvarını andırıyordu. Çin işi bir çatı, çalgıcıların çaldıkları kerevetin üstünü örtmüştü; yer asfalttı, direklere asılmış kâğıt fenerler dans edenlerin üstüne uzaktan renkli bir ışık saçıyordu. Ötede beride görülen bir heykel kaidesi üstündeki taş yalaktan ince bir su fışkırıyordu. Ağaç yaprakları arasında boyası yapış yapış, alçıdan Hebe ya da Cupidon heykelleri görülüyordu. Sarı kum döşenip iyice düzletilmiş birçok ağaçlıklı yollar bahçeyi olduğundan daha büyük gösteriyordu.

Birkaç üniversite öğrencisi metreslerini gezdiriyor, tuhafiye mağazası tezgâhtarları parmakları arasındaki bastonla çalım satıyorlardı; kolej öğrencileri regalia sigaraları içiyor, birtakım ihtiyar bekârlarsa boyalı sakallarını tarakla sıvazlıyorlardı. İngilizler, Ruslar, Güney Amerikalılar, fesli üç Doğulu vardı. Aşüfte kadınlar, yosma işçi kızları, orospular, bir koruyucu, bir âşık bulmak, birkaç altın koparmak sevdasıyla veya sırf dans etmek hevesiyle buraya gelmişlerdi. Altında su yeşili, mavi, çilek kurusu veya mor kombinezon bulunan elbiseleri, abanoz ağaçlarının ve leylakların arasından geçiyor, sallanıyordu. Hemen bütün erkeklerin ceketleri kareli kumaştandı, akşam serin olduğu hâlde birkaçının pantolonu beyazdı. Hava gazı fenerleri yakılmıştı.

Moda gazeteleriyle ve küçük tiyatrolarla münasebeti olan Hussonnet, kadınların çoğunu tanıyordu. Bunlara parmaklarının ucu ile öpücükler gönderiyor, konuşmak için ara sıra arkadaşlarından ayrılıyordu.

Deslauriers bu hâlleri kıskandı. Devetüyü renginde pamuklu elbise giymiş, iri yarı, sarışın bir kadının yanına arsız arsız sokuldu. Kadın onu asık suratla süzdükten sonra, “Yok, aslanım! Seni gözüm kesmedi!” dedi, arkasını döndü.

Sonra şişman bir esmere yanaştı; kadın herhâlde delinin biri olacak ki Deslauriers’nin ağzından laf çıkar çıkmaz, sıçradı, “Söz söylemeye devam edersen, belediye çavuşlarını çağırırım!” diye korkuttu. Kâtip gülmeye çalıştı. Sonra bir hava gazı fenerinin altında tek başına oturmuş ufak tefek bir kadın görerek gidip dansa kaldırdı.

Kerevetin üstüne maymun gibi tüneyen çalgıcılar, çalgılarını kuvvetli kuvvetli cızırdatıyor, üfürüyorlardı. Ayakta olan orkestra şefi, kurulu bir makine gibi tempo tutuyordu. Salonda herkes üst üste idi, eğleniyordu. Şapkaların çözülmüş kordonları kravatlara sürtünüyor, kunduralar eteklerin altına dalıyordu. Hepsi ahenkle sıçrıyordu. Deslauriers ufak tefek kadını kucağında sıkıyor, kendini dansın coşkunluğuna kaptırmış, dans edenlerin ortasında kocaman bir kukla gibi tepiniyordu. Cisy ile Dussardier gezintilerine devam ediyorlardı; genç aristokrat orospulara yan gözle bakıyor, tezgâhtarın teşviklerine rağmen bu türlü kadınların evlerinde hep “elindeki tabanca ile dolaba saklanmış, her an dışarı çıkıp size bir senet imzalattıracak bir erkek bulunduğunu” düşünerek bunlarla konuşmaya bir türlü cesaret edemiyordu.

7Müstaceliyet: İvedilik. (e.n.)

Teised selle autori raamatud