Bir Delikanlının Hikâyesi

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

Aralık ayının sonunda ikinci, şubat ayında üçüncü imtihana bir kere daha hazırlanmakta çok sıkıntı çekmiş olan Deslauriers onun bu çabasına şaşmıştı. O zaman, eski umutlar yeniden canlandı. On yıl içinde Frédéric milletvekili, on beş yıl içinde de bakan olmalıydı; niçin olmasın? Pek yakında konacağı mirasla önce bir gazete kurabilirdi; işe bir kere böyle başlansın, gerisi kolaydı. Deslauriers’ye gelince; onun gözü Hukuk Okulunda bir kürsü sahibi olmaktaydı. Doktora tezini pek parlak bir şekilde savunmuş, profesörler tarafından kutlanmıştı.

Üç gün sonra Frédéric de kendi tezini verdi. Sılaya gitmeden önce cumartesi toplantılarını kapamak için bir kır gezintisi yapmak aklına geldi.

Bu gezintide neşeli göründü. Madam Arnoux şimdi Chartres’da, annesinin yanındaydı. Ama pek yakında ona kavuşacak, eninde sonunda âşığı olacaktı.

Aynı gün Deslauriers, Orsay’deki genç avukatlar konuşma odasında çok alkışlanan bir söylev vermişti. İçki düşkünü olmadığı hâlde çakırkeyif oldu, yemekte Dussardier’ye “Sen namuslu bir insansın! Zengin olunca seni yanıma kâhya olarak alacağım!” dedi. Hepsi de mutluydu; Cisy hukuku bitirmeyecekti; Martinon stajına taşrada devam edecekti, bir savcı yardımcılığı bulmuştu; Pellerin İnkılabın Dehası’nı anlatacak büyük bir tabloya hazırlanıyordu; Hussonnet gelecek hafta müdüre Başını Dinlendirme adlı piyesinin planını okuyacaktı, başarı kazanacağından şüphe etmiyordu:

“Çünkü dramın iskeletini bana bırakıyorlar! Aşkın ne olduğunu bilirim, onun yoluna saçımı süpürge ettim; canlı fikirler bulmaya gelince; bu da benim işim!”

Bir sıçradı, ellerini yere koyup bacaklarını havaya kaldırarak bir süre masanın etrafında böyle dolaştı.

Bu edilen çocukluk Senecal’i neşelendirdi; bir aristokratın oğlunu dövdüğünden ötürü, oturduğu pansiyondan kovulmuştu. Sefaleti arttığından sosyal düzene atıp tutuyor, zenginlere lanetler yağdırıyordu. Gittikçe hayalleri kırılan, hüzünlü hâle gelen, her şeyden nefret eden Regimbart’a içinin bütün derdini döktü. Vatandaş, şimdi bütçe meseleleriyle uğraşıyor, Camarilla’yı Cezayir’de milyonlar kaybetmekle itham ediyordu.

Alexandre’ın kahvesine uğramadan uyuyamayacağı için saat on birden sonra ortadan kayboldu. Ötekiler daha geç vakte kadar kaldılar. Frédéric, Hussonnet’ye Allah’a ısmarladık derken Madam Arnoux’nun dün dönmüş olacağını öğrendi.

Bu düşünce ile yarın için tuttuğu yeri değiştirmek üzere Messageries’ye uğradı, saat altıya doğru da Madam Arnoux’nun evine damladı. Kapıcı, dönüşünün bir hafta sonraya kaldığını söyledi. Frédéric akşam yemeğini yalnız yedi, sonra bulvarlarda başıboş dolaştı.

Çatıların ötesinde eşarp biçiminde pembe bulutlar uzanıyordu. Dükkânların gölgelikleri çekilmeye başlamıştı. Sulama arabaları tozların üstüne yağmur serpiyor ve açık duran kapılarından, gümüş takımları ve yaldızlı eşya arasında yüksek aynalarda yansımış çiçek demetleri görünen kahvelerin buğusuna hiç beklenmeyen bir serinlik karışıyordu. Kalabalık ağır ağır yürüyordu. Yaya kaldırımının ortasında durup konuşan öbek öbek erkekler vardı. Kadınlar, gözlerinde bir baygınlıkla ve kadın etine büyük sıcakların yorgunluğunu veren o kamelya rengi tenle geçip gidiyorlardı. Göklerden çok büyük bir şeyler saçılıyor, evleri sarıp sarmalıyordu. Hiç Paris gözüne bu kadar güzel görünmemişti. Gelecekte tüm aşkla dolu sonsuz yıllardan başka bir şeyi gözü görmüyordu.

Porte-Saint-Martin Tiyatrosu’nun önünde afişe bakmak için durdu; yapacak işi olmadığından bir bilet aldı.

Eski, perili cinli bir oyun oynuyordu. Tek tük seyirci vardı. Paradinin tavan arası pencerelerinden mavi, küçük dört köşeler hâlinde aydın gök göründüğü hâlde sahnenin önündeki lambalar sarı ışıktan tek bir çizgi teşkil ediyordu. Sahne, küçük çanlarıyla, davullarıyla, sultanlarıyla, sivri külahlarıyla, cinaslarıyla Pekin’deki bir köle pazarını gösteriyordu. Sonra perde inince fuayede yalnız başına dolaştı ve taşlığın merdivenleri önünde, bulvarda duran, iki beyaz at koşulu, kısa külotlu bir arabacısı olan yeşil boyalı büyük landoya hayran oldu.

Yerine döndüğü sırada, balkondaki sahneye bitişik locaya bir hanımla bir bay girdi. Kocanın kırçıl, dar, ince bir sakalla çevrili solgun bir yüzü, yakasında Légion d’honneur officier’siydi rozeti, diplomatlarda görülen soğuk bir görünüşü vardı.

Kendinden en az yirmi yaş küçük ne iri yarı ne ufak tefek ne çirkin ne de güzel olan karısının bukleli saçları sarışındı; göğsü dümdüz, yassı bir elbise giymişti; elinde kara danteladan geniş bir yelpaze vardı. Böyle kibar takımından insanların bu mevsimde tiyatroya gelmelerini ya tesadüfe ya da geceyi baş başa geçirmek sıkıntısına yormalı. Hanım yelpazesini hafif hafif dişliyor, bay ise esniyordu. Frédéric bu yüzü nerede gördüğünü bir türlü çıkaramamıştı.

Ondan sonraki perde arasında, koridordan geçerken ikisiyle de karşılaştı; verdiği şöyle bir selam üzerine, Bay Dambreuse, kendisini tanıyıp yanına sokuldu; hemen ettiği affedilmez ihmallerden ötürü özür diledi. Kâtibin verdiği öğütler üzerine gönderilen birçok kartvizite imaydı bu. Bununla beraber, Frédéric’i hukukun ikinci yılında sanmakla, tarihleri birbirine karıştırmıştı. Sonra, sılaya gidişine imrendi. Kendisinin de dinlenmeye ihtiyacı vardı ama Paris’teki işlerinden baş alamıyordu.

Kocasının koluna yaslanmış olan Madam Dambreuse başını hafifçe eğmişti; yüzünün manevi tatlılığı demincekki keder ifadesiyle zıt düşmüştü. Kocasının son sözleri üzerine “Yine de güzel eğlenceler bulunur!” dedi. “Aman ne saçma sapan oyun bu! Öyle değil mi, bayım?”

Üçü de ayakta durup tiyatrolar, yeni piyesler üstünde konuştular. Taşralı burjuva kadınların yüz buruşturmalarına alışkın olan Frédéric, hiçbir kadında, inceliğin ifadesi olan böyle bir rahatlık, sadelik görmemişti; oysa bazı saf kimseler bunda birden beliriveren bir sempatinin ifadesini bulurlar.

Sıladan döner dönmez kendisini bekliyorlardı; M. Dambreuse, Roque Baba’ya selam götürmesini rica etti.

Frédéric, evden içeri girerken bu karşılaşmayı Deslauriers’ye anlatmakta kusur etmedi.

“Mükemmel!” dedi kâtip. “Hem kendini annenin ah cicim vah cicimlerine kaptırma da çabuk dön, gel!”

Geldiğinin ertesi günü, öğle yemeğinden sonra Madam Moreau oğlunu bahçeye götürdü.

Oğlunu bir meslek sahibi olmuş görmekle sevindiğini söyledi; çünkü sanıldığı kadar zengin değillerdi; toprak az getiriyordu; rençperlerin de doğru dürüst para verdikleri yoktu; hatta arabasını bile satmak zorunda kalmıştı. Sonunda, durumlarını apaçık gözü önüne serdi.

İlk dulluk günlerinin şaşkınlıkları arasında, kurnaz ve hilekâr bir adam olan Bay Roque, Madam Moreau’ya ödünç para vermiş, hiç istemediği hâlde bu borcu yenilemiş, süresini uzatmıştı. Bir gün aniden paralarını isteyiverince dul kadın, Presles Çiftliği’ni değer değmezine bu adama bırakmak suretiyle işin içinden sıyrılmıştı. On yıl sonra elindeki sermaye Melun’daki bir bankerin iflasında uçup gitmişti. İpoteklerden gözü korktuğundan, oğlunun yarınını düşünerek eski gidişatı sürdürmek için tam bu sırada Roque Baba tekrar karşısına çıkınca yine bu defa da onun lafını dinlemişti. Ama şimdi, aralarında alacak verecek yoktu. Sözün kısası, ellerinde aşağı yukarı on bin franklık bir gelir vardı, bunun iki bin üç yüz frangı bütün miras olarak kendisinindi!

Frédéric “Böyle bir şey olamaz!” diye bağırdı.

Annesi başıyla “Pekâlâ olur!” anlamında bir hareket yaptı.

Acaba amcası bir şeyler bırakacak mıydı? Çok şüpheli! Hiç konuşmadan bütün bahçeyi dolaştılar. Sonunda, Madam Moreau oğlunu bağrına bastı, gözyaşlarıyla boğulan bir sesle “Ah! Zavallı yavrum! Ne çok hülyalarımdan oldum!” dedi.

Frédéric büyük akasya ağacının gölgesindeki tahta kanepeye oturdu.

Annesi Dava Vekili Bay Prouharam’ın yanına kâtip olarak girmesini oğluna salık vermişti; dava vekili yazıhanesini Frédéric’e bırakacaktı; kendisi bunu iyi işletirse başkasına satabilir, daha kârlı bir iş tutabilirdi.

Frédéric söylenenleri artık duymuyordu. Kurulu bir makine gibi çitin üstünden karşıki bahçeye bakıyordu.

Kızıl saçlı, on iki yaşlarında kadar küçük bir kız çocuğu orada yalnız başına duruyordu. Üvez meyvelerinden kulağına küpe takmıştı. Kül rengi gömleğinden güneşte biraz kızıllaşmış olan omuzları görünüyordu; beyaz eteği reçel lekeleriyle kirlenmişti. Hem sinirli hem ince, nahif olan yüzünde vahşi, genç hayvan güzelliği yardı. Yabancı bir erkeğin varlığı herhâlde kendisini şaşırtmış olacak; çünkü birden durmuş, elinde sulaması, berrak mavi yeşil göz bebeklerini yabancıya dikmişti.

“Bay Roque’un kızı.” dedi Madam Moreau. “Hizmetçisiyle evlendi, kadının kızını da kendine evlat edindi.”

VI

Sefildi, perişandı, mahvolmuştu!

Geçirdiği sarsıntıdan şaşkına dönmüş bir hâlde kanepede oturup kalmıştı. Talihine lanet ediyordu; karşısına biri çıksa dövecekti. Umutsuzluğunu büsbütün arttırmak için sırtına hakarete, şerefsizliğe benzer bir ağırlık yüklendiğini duyuyordu. Çünkü Frédéric babadan kalma servetinin bir gün on beş bin liralık gelire yükseleceğini kafasında kurmuş, bunu biraz gizli kapaklı olarak Arnoux’nun kulağına sokmuştu. Demek ki şimdi kendisini, evlerine menfaat umudu ile girip çıkan, bol keseden atıp tutan, maskaranın, ne idüğü belirsiz serserinin biri sanacaklardı! Ya onun, Madam Arnoux’nun yüzüne nasıl bakacaktı şimdi?

Üç bin franktan başka geliri olmayınca bu zaten büsbütün imkânsız bir şeydi! Hep dördüncü katta oturamazdı, kapıcıyı uşak olarak kullanamazdı, bütün bir yıl insanların karşısına uçları mavileşmiş kara eldivenlerle, yağlı şapkayla, aynı redingotla çıkamazdı. Yok! Hayır! Olamaz! Bununla beraber, onsuz da yaşayamazdı. Mesela Deslauriers gibi serveti olmayan çok kimse pekâlâ yaşıyordu. Böyle birtakım ıvır zıvır şeylere önem verdiği için kendini tabansız buldu. Sefaleti belki de kabiliyetlerini yüz misli kuvvetlendirecekti. Çatı katı odalarında çalışan büyük adamları düşünerek coştu. Madam Arnoux gibi bir kadının ruhu, böyle bir manzara karşısında heyecana gelecek, yumuşayacaktı. Demek, bu felaket meğer bir mutlulukmuş; gömülü hazineleri meydana çıkaran yer sarsıntıları gibi, bu felaket de tabiatının gizli zenginliklerini kendi gözüne göstermişti. Ama yeryüzünde bunları değerlendirecek bir tek yer varsa o da Paris’ti! Çünkü fikrince sanat, ilim ve aşk (Pellerin’in dediği gibi, Tanrı’nın bu üç gücü) sadece başkente bağlıydı.

 

Akşam annesine Paris’e döneceğini söyledi. Madam Moreau buna hem şaştı hem kızdı. Çılgınlıktı, manasız bir hareketti bu. Öğütlerini dinlerse, yani yanında, bir dava vekili yazıhanesinde kalsa daha iyi ederdi. Bu teklifle kendini hakarete uğramış sayarak Frédéric, “Haydi canım siz de!” der gibi omuzlarını silkti.

İyi kadıncağız, o zaman, başka bir usule başvurdu. Tatlı ve hıçkırıklı bir sesle yalnızlığının, ihtiyarlığının, yaptığı fedakârlıkların sözünü etmeye başladı. En bahtsız olduğu bir sırada, oğlu kendisini yüzüstü bırakıp gidiyordu. Sonra, son günlerinin yaklaştığını ima ederek, “Allah aşkına, biraz sabretsen ne olur! Sabret, yakında serbest kalacaksın!” dedi.

Bu sızlanmalar üç ay her Allah’ın günü yirmi kere tekrarlandı durdu. Sonra ana ocağının tatları da ahlakını bozuyordu; daha yumuşak bir yatakta yatıyor, yırtığı olmayan havlular kullanıyordu. O kadar ki bıkıp usanan, sonunda tatlı dilin korkunç kuvvetine yenilen Frédéric, Üstat Prouharam’ın yazıhanesine gitmeye razı oldu.

Bu işte ne bilgi gösterdi ne kabiliyet. O zamana kadar kendisine vilayetin yüzünü ağartacak, büyük imkânlara sahip bir delikanlı gözü ile bakmışlardı. Herkes hayal kırıklığına uğradı.

Önce kendi kendine şöyle demişti: “Madam Arnoux’ya haber vermeliyim.” Bir hafta hep övücü, uzun mektuplar, az söyleyip çok şey anlatan, yüce üslupla yazılmış pusulalar kaleme almayı düşünmüştü. Durumunu itiraf etmek korkusu kendisini yazmaktan alıkoymuştu. Sonra kocasına yazmanın daha doğru olacağını düşündü. Arnoux hayatın ne olduğunu bilirdi, kendisini anlayacaktı. Nihayet on beş gün süren kararsızlıklardan sonra “Adam sen de! Yüzlerini görmeyiveririm, onlar da beni unutup giderler. Böylelikle, onun gözünde küçülmemiş olurum hiç olmazsa. Beni ölmüş sanır, acır, belki de…” dedi.

Pek aşırı verilmiş kararlar kendisine pek bir şey kaybettirmediği için bir daha Paris’e dönmemeye, hatta Madam Arnoux’nun ne hâlde olduğunu hiç sorup öğrenmemeye ahdetti.

Yine de öyleyken Paris’in, gaz kokusundan omnibüslerinin gürültüsüne kadar, her şeyini özlüyordu. Kendisine söylenen bütün sözlerde onun sesinin çınlamasını, gözlerinin parıltısını arıyordu. Kendine ölmüş bir adam gözü ile baktığı için artık hiç mi hiç bir şey yapmıyordu.

Sabahları çok geç kalkar, pencereden gelip geçen koşulu arabalara bakardı. Hele ilk altı ay son derece kötü geçti.

Bununla beraber, bazı günler kendine kızdığı olurdu. O zaman sokağa çıkardı. Kışın taşan Seine Nehri’nin sularıyla yarı yarıya kaplı çayırlara giderdi. Bu çayırları kavak ağaçları birbirinden ayırır. Ötede beride küçük bir köprü yükselir. Sararmış yaprakları çiğneyerek, sisi ciğerlerine çekerek, hendeklerden atlayarak akşama kadar başıboş dolaşırdı. Damarları daha kuvvetli attıkça çılgınca işler yapmak arzusuna kapılırdı; Kuzey Amerika’da tuzak avcısı olmak, Doğu’da bir paşanın hizmetine girmek, bir gemiye tayfa olarak girmek ister, içinin kara sevdasını Deslauriers’ye yazdığı uzun mektuplara dökerdi.

Deslauriers sivrilmek için çırpınıp duruyordu. Dostunun korkak davranışı, bıktırıcı sızlanmaları kendisine saçma gibi geliyordu. Çok geçmeden, âdeta mektuplaşmaz oldular. Frédéric bütün eşyalarını, kendi tuttuğu yerde oturan Deslauriers’ye bırakmıştı. Annesinin ara sıra onun lafını ettiği olurdu; nihayet bir gün eşyasını dostuna hediye ettiğini söyleyip annesi de kendisini azarladığı sırada Frédéric bir mektup aldı.

“Ne o kuzum, titriyorsun?” dedi annesi.

Frédéric “Hiçbir şeyim yok!” diye karşılık verdi.

Deslauriers, Senecal’i yanına aldığını bildiriyordu. On beş günden beri beraber oturuyorlarmış. Demek Senecal, şimdi, Arnoux’nun dükkânından gelen şeylerin ortasına yayılıp uzanmıştı! Bunları satabilir, bunlar üstünde fikir yürütebilir, şakalar edebilirdi! Frédéric kalbinin en derin yerinden yaralandığını duydu. Odasına çıktı, ölmek istiyordu.

Annesi çağırdı. Bahçeye dikilecek bir şey için fikrini soracaktı.

İngiliz parkı biçimindeki bu bahçe hereklerden yapılmış bir çitle ortadan ikiye bölünmüştü; yarısı, nehrin kıyısında bir sebze bahçesi olan Roque Baba’nındı. Araları açılan iki komşu, aynı saatlerde bahçede görünmekten çekinirlerdi. Ama Frédéric geleli beri, adamcağız bahçede sık sık dolaşıyor, Madam Moreau’nun oğlundan nezaketi esirgemiyordu. Onun küçük bir şehirde oturmasından sızlanmıştı. Bir gün, Bay Dambreuse’ün kendisini sorduğunu anlattı. Bir başka sefer, göbeği heybetli kılan Champagne’nın âdetlerinden dem vurdu.

“O zamanlarda gelseydiniz, annenize Fouvens dediklerine göre, siz de bir senyör olurdunuz. Kim ne derse desin adın büyük bir önemi vardır!”

Delikanlının yüzüne kurnaz bir eda ile bakarak “Hem sonra bu iş adalet bakanının elinde.” dedi.

Bu aristokratlık taslama Roque Baba’nın her hâlinden belliydi. Ufak tefek bir adam olduğundan kendisine büyük gelen kahverengi redingotu gövdesini uzun gösteriyordu. Kasketini çıkarınca son derece sivri burunlu âdeta bir kadın yüzü karşınıza çıkardı; sarı saçları perukayı andırırdı; kibar kimseleri yerlere eğilip duvarlara sürtünerek selamlardı.

Elli yaşına kadar, kendisiyle yaşıt, çiçek bozuğu, Lorraine’li bir kadın olan Catherine’in hizmetleriyle yetindi. Ama 1834 yılına doğru Paris’ten, koyun yüzlü, “kraliçe edalı”, güzel bir sarışın getirdi. Çok geçmeden kadının kulaklarında kocaman küpelerle salındığı görüldü ve küçük bir kız doğunca her şey anlaşıldı; kıza Elisabeth-Olympe Louise Roque adını koydular.

Catherine’in, kıskanıp bu çocuktan nefret etmesi beklenirken aksine, kızı sevdi. Annesinin yerini almak, ondan nefret ettirmek için, ona gözü gibi baktı, okşadı; çünkü satıcılarla çene çalmasını seven Madam Eleonore küçüğü tamamıyla yüzüstü bırakmıştı. Evlendiğinin hemen ertesi günü kaymakamlığı ziyaret etti, artık hizmetçi kadınlarla senli benli görüşmeyi kesti, kibarlığın bir neticesi olarak çocuğuna karşı sert davranması gerektiği zannına kapılmıştı. Kızının derslerinde bulunur, belediye dairesinde eskiden memurluk etmiş ihtiyar öğretmen ne yapacağını bilemezdi, öğrenci isyan edince tokadı yer ve çocuk gidip hep kendisini haklı bulan Catherine’in dizlerinde ağlardı. O zaman, iki kadın kavga eder, Bay Roque da bunları sustururdu. Kızını sevdiği için evlenmişti, çocuğa işkence edilmesini istemiyordu.

Çoğu zaman, Louise parça parça beyaz bir elbise ile dantelalarla süslü bir pantolon giyerdi; büyük bayramlarda da gayrimeşru evlat olduğundan ötürü, küçük oğlan çocuklarının kendisiyle arkadaşlık etmesini yasak eden burjuvaları rahatsız etmek için bir prenses gibi giyinip sokağa çıkardı.

Bahçesinde kendi başına yaşar, salıncağında sallanır, kelebeklerin peşinden koşar, sonra birden durup gül dallarına konan yaldız yeşili kanatlı böcekleri seyre dalardı. Herhâlde bu alışkanlıklarından olacak, yüzünün hem cesur hem de hülyalı bir ifadesi vardı. Ayrıca endamı Matmazel Marthe’ın endamını o kadar andırıyordu ki daha ikinci görüşmelerinde Frédéric ona “Matmazel, sizi öpeyim ister misiniz?” dedi.

Küçük kız başını kaldırıp “İsterim elbet!” diye karşılık verdi.

Ama aralarında hereklerden çit vardı.

“Üstüne çıkmak lazım.” dedi Frédéric.

“Sen çıkma, beni kaldır!”

Frédéric çitin üstünden eğildi, kızı kollarından tutup yanaklarından öptü, sonra yine yere bıraktı. Sonraları aynı şey birçok defalar tekrarlandı.

Louise dostunun geldiğini duyar duymaz, dört yaşında bir çocuk gibi hiç çekinmeden, ona doğru koşar veya bir ağacın arkasına saklanır, korkutmak için köpek yavrusu gibi havlardı.

Madam Moreau’nun sokağa çıktığı bir gün, Frédéric kızı yatak odasına çıkardı. Louise bütün koku şişelerini açmış, saçlarını pomada bulamış, sonra hiç çekinmeden gidip yatağa yatmış, boylu boyunca uzanıp uyanık durmuştu. “Senin karın olduğumu düşünüyorum şimdi.” demişti.

Ertesi gün, Frédéric onu gözleri yaşlı gördü. Kız “günahlarına ağladığını” itiraf etti. Frédéric bu günahların neler olduğunu öğrenmeye çalışınca o gözlerini önüne eğip “Fazla sorma!” diye karşılık verdi.

İlk Hristiyanlığa girme töreni yaklaşmıştı; bir sabah Louise’i günah çıkarmaya götürmüşlerdi.

Kutsallama töreni onu hiç uslandırmadı. Bazen son derece öfkelenir, yatıştırmak için Bay Frédéric’i çağırırlardı.

Frédéric gezmeye giderken Louise’i de sık sık alıp götürürdü. Karışık hayallere dalmış yürürken kız buğday tarlalarının kıyısından gelincik toplar, kendisini her zamankinden fazla tasalı görse tatlı sözlerle avutmaya çalışırdı. Aşktan yoksun kalan kalbi, bu çocuk dostluğuna kendini verdi; Frédéric kıza iyi insanları tarif ediyor, masallar anlatıyordu; kitaplar okumaya başladı. O yıllarda ün salmış hem şiir hem nesir dergisi olan Annales Romantiqiues’le işe girişti. Sonra kızın zekâsından hoşlanıp yaşını unutarak birbiri ardından Atala’yı, Cinq-Mars’ı, Feuilles d’Automne’u okudu. Ama bir gece (Macbeth’i Letourneur’ün basit çevirisinden dinlediği o akşam) Louise “Leke! Leke!” diye haykırarak uyandı; dişleri birbirine vuruyor, titriyordu. Dehşet saçan gözlerini sağ eline dikmiş, “Hep leke!” diyerek elini ovuşturuyordu. Sonunda, hekim geldi, kızın heyecanlandırılmamasını salık verdi.

Burjuvalar bunda kendi âdetlerine aykırılıktan başka bir şey görmediler. Herkes “Moreau’nun oğlu” bu kızı ileride aktör yapacak, demişti.

Çok geçmeden ortaya başka bir mesele çıktı; yani Barthelemy amca geldi. Madam Moreau kendi yatak odasını ona verdi, sebze yenen günlerde bile et yemekleri yapacak kadar hatır sayarlığını ileri götürdü.

İhtiyarsa pek nazik davranmadı. Durmadan Havre’la Nogent’ı kıyaslamış, Nogent’ın havasını ağır, ekmeğini kötü, sokak kaldırımlarını bozuk, yemeklerini tatsız, insanlarını tembel bulmuştu.

“Memleketinizde ticaret ne kadar berbat!” dedi.

Rahmetli kardeşinin çılgınca hareketlerini yerdi; oysa kendisi tutumluluğu sayesinde yirmi yedi bin liralık gelir sahibi olmuştu. Nihayet hafta sonunda kalkıp gitti, arabanın binek basamağında da insanın yüreğine pek su serpmeyen şu sözleri söyledi:

“İyi bir durumda olduğunuzu bildiğim için hep gönlüm rahat.”

Salona dönünce Madam Moreau oğluna “Eline bir şey geçmeyecek!” dedi.

Amca, sırf Madam Moreau’nun ısrarları üzerine gelmişti, sekiz gün durmadan kadıncağız, belki de lüzumundan fazla onu lafı açmaya zorlamıştı. Yaptığına pişman olmuş, koltuğunda başı öne eğik, dudaklarını sıkarak oturmuştu. Frédéric annesinin karşısına geçmiş, ona bakıyordu. Sanki Montereau’ya döneli beş yıl olmuş gibi ikisi de susuyorlardı. Bu hâl Frédéric’e Madam Arnoux’yu hatırlattı. Tam bu sırada, pencerenin altında kırbaç şakladı, bir ses de kendisini çağırıyordu.

Arabasında yalnız olan Roque Baba’ymış. Bütün günü Fortelle’de Bay Dambreuse’lerde geçirecekmiş, Frédéric’i de götürmeyi dostça teklif etti.

“Benimle beraber olunca davetiye istemez, korkmayın!”

Frédéric’in içinden kabul etmek geçti. Ama Nogent’a temelli yerleşmesini nasıl izah edecekti? Arkasına giymeye elverişli yazlık bir elbisesi yoktu. Hem sonra annesi ne diyecekti? Gitmek istemedi.

O günden sonra komşusu kendisine pek dostluk göstermedi. Louise büyümüştü; Madam Eleonore çok hastalanıp yatağa düştü, bağ da kopmuş oldu; bu türlü insanlarla düşüp kalkmanın oğlunun mesleğine zarar vermesinden korkan Madam Moreau, buna pek sevindi.

Oğluna mahkeme kalemini satın almayı aklına koymuştu. Frédéric bu fikri pek kabul etmez görünmemişti. Şimdi, kiliseye pazar törenlerine annesiyle beraber gidiyor, akşamları onunla kâğıt oynuyordu. Taşraya kendini alıştırmış, bu hayatın içine dalmıştı. Hatta aşkı bile bir yas tatlılığına, uyuşuk bir güzelliğe bürünmüştü. İçinin acısını mektuplarına döke döke, okuduğu şeylere karıştıra karıştıra, kırlarda gezdire gezdire ve her yere saça saça, âdeta biraz dindirmişti; öyle ki onca Madam Arnoux, mezarını görse şaşmayacağı ölmüş bir kadın hâline gelmiş gibiydi; bu sevgi o kadar duru ve kaderine o kadar boyun eğer hâle gelmişti.

Bir gün, 12 Aralık 1845 günü sabah dokuz sularında aşçı kadın, elinde bir mektupla Frédéric’in odasına çıktı. İri harflerle yazılı olan adres tanımadık birisi tarafından yazılmıştı. Frédéric, uyku sersemliğiyle hemen zarfı açtı. Sonunda söktü:

Havre Sulh Yargıçlığı Üçüncü Belediye Dairesi

Bay Moreau,

Amcanız Bay Moreau vasiyetname bırakmaksızın öldüğünden…

Mirasa konmuştu!

Bitişikte bir yangın çıkmış gibi, geceliğiyle, ayakları çıplak, yataktan fırladı; elini yüzünde gezdirdi; gözlerine inanamıyor, rüya görüyorum sanıyordu. Rüyada olmadığına iyice inanmak için gidip pencereyi ardına kadar açtı.

 

Kar yağmıştı; evlerin çatıları bembeyazdı; hatta dün akşam çarptığı avludaki çamaşır çamçağını bile tanıdı.

Mektubu arka arkaya üç defa okudu. Bundan daha doğru bir şey olamazdı! Amcasının yirmi yedi bin liralık geliri, bütün serveti kendisinin olmuştu! Madam Arnoux’ya tekrar kavuşmak düşüncesi onu çılgınca bir sevince düşürüp altüst etti. Bir evham aydınlığı ile kendini Madam Arnoux’nun evinde, yanında ipek kâğıt içinde bir hediye götürmüş gördü; bu sırada faytonu, yok, hayır, kupa arabası daha iyi, kahverengi üniformalar giymiş bir uşağı olan kara bir kupa arabası kapının önünde bekleyecekti; atın eşindiğini, öpüşmelerinin kantarma zincirinin şıngırtısına karıştığını duyuyordu. Her gün bu böyle olacak, hiç bitmeyecekti. Karı kocayı kendi evinde kabul edecekti; yemek odası kırmızı deri, oturma odası sarı ipek kaplı olacak, her yerde divanlar bulunacaktı. Hem de ne etajerler ne Çin vazoları ne halılar! Bu hayaller kafasına öyle karmakarışık bir şekilde hücum etmişti ki başının döndüğünü duymuştu. O zaman, annesi aklına geldi, mektubu hep elinde tutarak aşağı indi.

Madam Moreau heyecanını tutmaya çalıştı, bir baygınlık geçirdi. Frédéric annesini kolları arasına aldı, alnından öptü.

“İyi anneciğim, şimdi arabanı yine satın alabilirsin; haydi gül, ağlama artık, sevinmelisin!”

Havadis on dakika içinde ta dış mahallelere kadar yayılmıştı. O zaman, Avukat Üstat Benoist, Bay Gamblin, Bay Chambion, bütün dostlar koşup geldiler. Frédéric, Deslauriers’ye mektup yazmak için bir aralık sıvıştı. Daha başka gelenler de oldu. Öğleden sonraki saatler hep kutlamalarla geçti. Bu sırada “pek ağır hasta” olan Roque Kadın unutulmuştu.

Akşam, ikisi yalnız kalınca annesi oğluna Troyes’da avukat olarak yerleşmesini öğüt vermişti. Kendi memleketinde her yerdekinden daha çok tanındığından kolayca kârlı işler bulabilirdi.

Frédéric “Aa! Bu kadarı fazla!” diye bağırdı.

Sevinci daha tatmadan elinden almak istiyorlardı. Paris’te oturmaya kesin olarak karar verdiğini bildirdi.

“Orada ne yapacaksın?”

“Hiç!”

Oğlunun takındığı tavırlar karşısında şaşıran Madam Moreau, ona ne olmak istediğini sordu.

Frédéric “Bakan!” diye karşılık verdi.

Hiç de şaka etmediğini, diplomasi mesleğine atılmak niyetinde olduğunu söyledi; çalışmaları ve kabiliyetleri kendisini bu mesleğe sürüklüyormuş. Bay Dambreuse’ün yardımı ile önce Devlet Şûrası’na girecekti.

“Bay Dambreuse’ü tanıyorsun demek?”

“Tanıyorum tabii. Bay Roque tanıttı.”

“Bu tuhaf işte.” dedi Madam Moreau.

Madam Moreau’nun kalbinde oğlunu yüksek mevkilerde görmek hülyaları tekrar canlanmıştı. Kendini bu hülyalara kaptırdı, başka şeylerin hiç lafını etmedi.

Frédéric’e kalsa hemen yola çıkmaya hazırdı. Yarın için posta arabalarındaki bütün yerler tutulmuştu. Ertesi gün saat yediye kadar kendi kendini yedi durdu. Akşam yemeğine oturdukları sırada, kilisenin çanı üç defa çaldı. İçeri giren hizmetçi kadın da Madam Eleonore’ün ölmüş olduğunu haber verdi.

Ne olursa olsun, bu ölüm ne başkaları için, hatta ne de çocuk için bir felaketti. Genç kız ileride bunun daha çok faydasını görecekti.

İki ev birbirine pek yakın olduğundan koşuşmalar, konuşma gürültüleri işitiliyordu. Yakınlarındaki bu ölüyü düşünmek ana ile oğlun ayrılışlarına bir yas havası katmıştı. Madam Moreau iki üç defa gözlerinin yaşını sildi, Frédéric’in yüreği kabarmıştı.

Yemekten kalkınca Catherine, Frédéric’i iki kapı arasında durdurdu. Matmazel mutlaka kendisini görmek istiyor, bahçede bekliyormuş. Frédéric bahçeye çıktı, çitten atladı, ağaçlara biraz başını çarparak Bay Roque’un evine doğru ilerledi. İkinci kattaki bir pencerede ışık parlıyordu; sonra karanlıkların içinde bir karaltı göründü, bir ses fısıldadı:

“Benim.”

Herhâlde arkasına giydiği kara elbiseden olacak, Louise, Frédéric’in gözüne her zamankinden daha büyük göründü. Lafa nereden başlayacağını bilemediğinden, ellerini tutup içini çekerek “Ah! Zavallı Louise’ciğim…” demekle yetindi.

Kız hiç karşılık vermedi. Uzun bir süre delikanlıya derin derin baktı. Frédéric arabayı kaçırmaktan korkuyordu. Uzaklardan kulağına araba sesleri gelir gibi oluyordu, bu işe bir son vermek için “Catherine söyledi, bir şeyler varmış.” dedi.

“Evet, doğru! Size diyecektim ki…”

Bu “siz” lafı Frédéric’i şaşırttı; kız yine susunca “Peki, ne diyecektin?” dedi.

“Ben de bilmiyorum. Unuttum! Gidiyormuşsunuz, doğru mu?”

“Evet, hemen şimdi…”

Kız tekrarladı:

“Aa! Hemen mi?.. Temelli mi?.. Bir daha birbirimizi görmeyecek miyiz?”

Sesi hıçkırıklarla boğuluyordu.

“Allah’a ısmarladık! Allah’a ısmarladık! Haydi, kucakla beni!”

Louise büyük bir coşkunlukla Frédéric’i kolları arasında sıktı.

Olete lõpetanud tasuta lõigu lugemise. Kas soovite edasi lugeda?

Teised selle autori raamatud