Madam Bovary

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

Restorasyon zamanında vekillik etmiş bulunan Marki, siyasi hayata karışmak emeliyle mebus olmak istiyor ve adaylığını etraflıca tedbir alarak hazırlıyordu. Kışın birçok fukaranın odununu temin eder ve bulunduğu kazanın yolları için umumi meclise her vakit heyecanlı müracaatlarda bulunurdu. Yazın büyük sıcaklarında ağzında peyda olan bir apseyi Charles tam vaktinde deşerek mucize nevinden iyi etmişti. Operasyon ücretini getiren adamı, doktorun küçük bahçesinde eşi az bulunur kirazlar gördüğünü Marki’ye söyler. Vobiyesar’da ise hiç iyi kiraz yetişmediği için Marki, Bovary’den birkaç kiraz çeliği ister, buna karşılık gelip teşekkür etmeyi kendine borç sayar, Emma’yı görür, boyu posu hoşuna gider, selam verişinin diğer köylü kadınlarınkine benzemediğine dikkat eder ve bu genç karı kocayı şatoya davet etmenin bir münasebetsizlik olmayacağı ve onların rızaları hududunu geçmeyeceği kanaatine varır.

Bir çarşamba günü saat üçte Mösyö ve Madam Bovary, arkaya koca bir sandık, öne bir şapka kutusu yerleştirerek arabalarına binip Vobiyesar’a doğru yollanırlar.

Alaca karanlıkta, arabalara yol göstermek için parkın küçük lambalarının yakıldığı sırada şatoya varırlar.

8

Şato, İtalyan mimarisi tarzında modern bir binaydı. İki yanı ve üç taş merdiveniyle geniş bir çimenliğin aşağısında yaygın duruyordu. Çimenlikte birkaç inek, seyrek büyük ağaç buketleri arasında otluyordu. Kumlu yolda ise katmerli zakkumların, yabani yaseminlerin, kartopu çiçeklerinin ve küçük sepet gibi fidanların sık ve değişik yeşillikleri birer kabartma manzarasını gösteriyordu. Bir köprünün altından geçen çay, sisler içinde fark olunabilen üstü samanla örtülü yapılar çayıra serpilmiş, ağaçlı iki tepe, tatlı bir bayır yaprak, çayırı kucaklamış, arka tarafta ve ormanın sık yerinde iki paralel çizgi üzerinde, yıkılan eski şatodan kalma, arabalıklar ve ahırlar duruyordu.

Charles’ın arabası ortadaki taş merdivenin önünde durdu. Hizmetçiler meydana çıktılar. Marki ilerledi ve kolunu köy hekiminin karısına takdim ederek içeri, avluya aldı.

Avlu, mermer karelerle döşeli ve tavanı çok yüksekti. Ayak sesleri ve konuşulan sözler kilisede olduğu gibi, orada da akisler yapıyordu. Sağ tarafta düz bir merdiven üst kata çıkarır, solda bahçeye bakan bir dehliz bilardo salonuna götürürdü. Kapıdan girilince bu salonda birbirine çarpan fildişi yuvarlakların sesi duyuluyordu. Salona giderken oradan geçildiği için Emma, oyun masasının başında ağırbaş lı, göğüsleri hep nişanlı, çeneleri yüksek yakalıklar üstünde, yüzleri ciddi kimseler gördü. Bunlar, istekayı kullanırken sessizce gülümsüyorlardı. Duvarların iç yüzünde koyu kaplama lambri üzerinde büyük yaldızlı çerçeveler ve bunların alt kenarında kara harflerle yazılmış isimler vardı. Genç kadın şu isimleri okudu:

“Jean Antuan d’Anderviliye d’lverbonvil, Kont dö la Vebiyesar ve Baron dö la Frenaye, 21 Teşrin 1587’de Kutras Muharebesi’nde maktul olmuştur.”

Başka bir tabloda da:

“Jean Antuan Hanri Guy d’Anderviliye dö la Vobiyesar, Fransa’nın amiralı, Saint-Michel nişanının şövalye rütbesini hamil, 29 Mayıs 1692’de Hug-Sen-Verst Harbi’nde yaralanmış, 23 Ocak 1693’te Vobiyesar’da ölmüştür.”

Daha sonra gelenler pek fark edilmiyordu. Çünkü lambaların ışığı bilardonun yeşil çuhasına düştükten sonra salonda loş bir gölge dalgalandırıyordu. Bu ışık, yatay sıralanan tabloları cilalandırarak verniklerinin çatlaklarına ve çiziklerine göre, ince mücessem haleler hâlinde kırılıyordu ve bütün bu yaldızlı çerçeveler içindeki büyük siyah karelerden, şurada burada boyanan daha açık parçaları, bir soluk alın, size bakan gözler, kırmızı elbiselerin tozlu omuzlarına dökülen ondüle peruklar ya da yuvarlak bir baldır üstünde bir diz bağı tokası fırlıyordu.

Marki salonun kapısını açtı, bayanlardan biri, Markiz’in kendisiydi bu, kalktı, Emma’yı karşıladı, iki kişilik bir kanepede onu kendi karşısına oturttu ve eskiden beri tanıdığı samimi bir dost gibi onunla konuşmaya başladı. Markiz aşağı yukarı kırk yaşlarında bir kadındı. Güzel omuzları, kemerli burnu ve ölgün bir sesi vardı. Bu akşam kestane rengi saçının üstüne sade dantelli bir fişü koymuştu. Uçları arkadan üç köşe sarkıyordu. Onun yanında ve uzun aralıklı bir sandalyede kumral bir tazecik oturuyordu. Yakalarında birer küçük çiçek bulunan beyler, şöminenin etrafında bayanlarla konuşuyorlardı.

Saat yedide yemek hazırlandı. Sayıca daha fazla olan erkekler av luda birinci sofraya, kadınlar da Marki ve Markizle beraber yemek odasında ikinci sofraya oturdular.

Emma, içeri girer girmez vücudunu sıcak bir havanın sardığını ve bu havada çiçek kokuları, güzel örtü kokuları, nefis tröflü mantarlı et kokularıyla karışık olduğunu kestirdi. Bir sürü kollu şamdanlarda yanan mumlar gümüş takımlara alevlerini uzatıyor, sıcaktan buğulanmış olan kesme kristal takımlar, aralarında donuk bir ışık alışverişi yapıyorlardı. Sofranın üstünde boylu boyuna bir çiçek şeridi uzanmıştı. Geniş kenarlı tabakların içinde piskopos külahı biçiminde devşirilen peçetelerin ortalarına, yumurta gibi ufak birer ekmek kondurulmuştu. Kırmızı ıstakoz ayakları, tabaklardan dışarı uğramış, delikli sepetlerin içinde iri iri yemişler, yeşil çimlerin üstüne kat kat yerleştirilmişti. Kanatlarıyla birlikte konmuş bıldırcınların dumanı tütüyordu. Sofracıbaşı (metridotel) da kısa pantolonu, ipek çorapları, beyaz kravatı, dantelli göğüslüğü ve bir hâkim ağırbaşlılığıyla elindeki büyük tabakların içindeki yemeklerden seçilen parçayı, kaşığının ustalıklı bir kavrayışı ile alıp önünüze koymak için davetlilerin omuzları arasından geçiyordu. Bakır çemberli büyük çini soba üstünde çenesine kadar tüle bürünmüş küçük bir kadın heykeli, bu kalabalık salona donakalmış, bakıyordu.

Madam Bovary birçok kadının eldivenlerini bardaklarına koymadıklarına dikkat etti. Şarap içmek istemeyenler eldivenlerini kadehlerine bırakırlardı.

Bu sırada sofranın bir ucunda ve bütün kadınların arasında yalnız, dolu tabağına eğilmiş, peçetesi çocuk gibi ensesinden bağlanmış yaşlı bir adam vardı ki ağzından damla damla salçalar akarak yemeğini yiyordu. Göz kapakları ters çevrilmiş gibi, kızarmış gözleri vardı. Siyah bir kurdele ile sarılı küçük bir tutam saç, başının arkasından sarkıyordu.

Bu adam, Marki’nin kaynatası ihtiyar dö Laverdiyer idi. Marki dö Konflan’ın konağında iken vaktiyle yapılan Vodröy av partilerinde Kont d’Artua’nın sıkı dostu ve denildiğine göre Mösyö dö Koenyi ile Mösyö Lozün arasında Kraliçe Mari Antuanet’in de adamı. Düello larla, bahislerle, kaçırılmış kadınlarla dolu şatafatlı bir sefahat âlemi içinde yaşamış, servetini yalayıp yutmuş ve bütün ailesini dehşet içinde bırakmış bir adamdı. Sandalyesinin arkasında bir uşak, kulağına eğilip yüksek sesle, onun kekeleyerek parmağıyla gösterdiği, tabaklardaki yemekleri söylüyor, Emma’nın gözleri de ikide bir, bu kral sarayında yaşamış, kraliçelerin yatağında yatmış, dudakları sarkık, ihtiyar adamın üzerinde, anlı şanlı bir şey, bir harika seyreder gibi, takılıp kalıyordu!

Yayvan bardaklara buzlu şampanyalar konuldu. Dudaklarında onun soğuk temasını duyan Emma’nın bütün vücudu bir kere titredi. O, ömründe nar görmemiş, hiç ananas yememişti. Toz şeker bile ona her yerde gördüğünden daha beyaz ve daha ince göründü.

Nihayet bayanlar, balo hazırlıkları için yukarı, odalarına, çıktılar.

Emma, sahneye yeni çıkan bir aktris titizliğiyle tuvaletini yaptı. Saçlarını berberin tavsiyelerine göre düzeltti ve karyolada serili duran, ince tiftik yününden robunu giydi. Yemekten sonra Charles’ın pantolonu dar geliyor, belini sıkıyordu.

“Dans ederken supiyelerim beni rahatsız edecek sanırım.” dedi.

Emma sordu:

“Ne dedin, dans mı?”

“Evet.”

“Aklını mı oynattın sen? Âleme kepaze olursun, otur oturduğun yerde!”

Sonra ilave etti:

“Zaten bir doktora yakışan da budur.”

Charles sesini çıkarmadı. Odada bir aşağı bir yukarı dolaşıyor, Emma’nın giyinmesini bekliyor ve iki şamdan arasında ışıklanan billur vücudunu aynanın içinde seyrediyordu. Kara gözleri şimdi daha kara gibi göründü. Başını saran kurdeleler, kulaklara doğru biraz kabarık, mavi bir ışıkla parlıyor, arkadan kıvrılan saçına takılı gül yapraklarının ucundaki yapma su damlalarıyla, ince dalının üstünde titriyordu. Yapraklı üç gül demeti ponponla kaldırılmış açık bir rop giyinmişti.

Charles geldi, sarılarak omzundan öptü.

“Rahat dur! Elbisemi buruşturuyorsun.”

Bir kemanın ince nağmesi ve klarnet sesleri duyuldu. Emma hemen merdivenden indi. Koşmamak için kendini zor tutuyordu.

Kadril4 başlamıştı. Bir taraftan gelen davetliler kapıdan sığışamıyor, birbirini itiyorlardı. Genç kadın, kapıya yakın küçük bir iskemleye ilişti.

Kontrudans bittiği vakit parke serbest kaldı. Şimdi takım takım erkekler orada ayakta konuşuyor, hususi kıyafetleriyle hizmetçiler, ellerindeki büyük tepsileri kimseye dokundurmadan götürüp getiriyorlardı. Oturan kadınların sırasında renkli yelpazeler sallanıyor, gül demetleri yüzlerdeki gülümsemeleri yarım yamalak örtüyor, tıpaları yaldızlı şişeler, yarı açık, ellerde dönüyor, o elleri örten beyaz eldivenler, tırnakların biçimini meydana vurduğu kadar bilekleri de sıkıyordu. Dantel garnitürler korsajlarda titriyor; pırlanta broşlar göğüslerde kıvılcımlanıyor, madalyonlu bilezikler çıplak kollarda şıkırdıyordu.

Alınlara yapışmış ve enselerde gergin duran saçlarda yaseminler, nar çiçekleri, başaklar, miyozotisler ve peygamber çiçekleri salkım salkım, dal dal veya çelenk şeklinde duruyor; başlarında kırmızı başörtüsü çatık kaşlı analar yerlerinde sessiz oturuyorlardı.

 

Kavalyesi onu parmaklarının ucundan tutarak yerine getirdiği vakit Emma’nın yüreği biraz oynadı. Tekrar dansa kalkmak için yayın, kirişler üzerinde bir hamlesini bekliyordu. Çok geçmeden bu heyecanlı bekleyiş sona erdi. Şimdi o, hafif gerdan kırmalarıyla öne doğru kayarak vücudunun kıvrılışlarını orkestranın ahengine uyduruyordu. Arada bir bütün musiki aletleri susup da yalnız keman çalındığı vakit onun inceliği, genç kadının dudaklarında bir tebessüm oluşturuyordu. Bir tarafta masaların örtüleri üstüne dökülen altın liraların şen sesi yükselirken şimdi patlar gibi ortalığı apansız gürültüye boğan, gaydanın davetiyle hep birden gene dansa kalkıyorlardı. Ayaklar adımlarını gene ölçü ile atıyor, fistanlar kabarıp birbirine sürtüyor, eller bitişip gene ayrılıyor, demin karşınızda yere inen gözler biraz sonra gelip gene sizin gözlerinizde duruyordu.

Yirmi beşle kırk yaşları arasında birkaç kişi -on beş kadar- dans edenlerin arasında dolaşarak kapı önlerinde durup konuşarak aralarındaki yaş farkına, çehre ve kıyafet farkına rağmen, hâllerindeki ailevi hususiyetle orada bulunanlardan ayrılıyorlardı.

Daha biçimli olan elbiselerinin yumuşak bir kumaştan olduğu anlaşılıyor, şakaklara doğru kıvrılan saçları daha iyi bir pomata ile parlıyordu. Onlarda zenginlik rengi vardı; porselenlerin soluk benzini, ipeklilerin harelerini, kıymetli eşyanın cilasını daha parlak gösteren o beyaz ten rengi ki sağlamlığında nefis yemeklerin ihtiyatlı rejimini ifade eder. Basık boyun bağları üstünde başlarını kolaylıkla iki tarafa döndürebilen bu adamların favorileri, devrik yakalarına kadar iniyordu. Ucuna büyük bir marka işlenmiş mendilleri ile ağızlarını sildikleri vakit hoş bir koku çıkardı. Yaşlanmaya başlamış olanlarda bir genç hâli görülürken gençlerin yüzünde bir olgunluk nişanesi belirirdi. Kayıtsız bakışlarında günü gününe tatmin edilmiş ihtirasların ferahlılığı dalgalanır ve tatlı muameleleri arasında öyle kabaca bir sertlik belirirdi ki bu sertliği cins atların kullanılışı ve düşmüş kadınların sosyetesi gibi kuvvetin rol oynadığı fırsatlar veya gösteriş meylini tatmin eden yarı kolay işler verir.

Emma’nın üç adım ötesinde bir kavalye, inciler takınmış soluk benizli bir kadına İtalyanca olarak Saint-Piyer kilisesi direklerinin kalınlığını, Tivoli’yi, Vezü’yü, Kastellamar’ı ve Kasinleri, Ceneve’nin güllerini, Kolize’nin mehtaplarını övüyordu. Emma öbür kulağı ile de anlamadığı kelimelerle dolu bir konuşmayı dinliyordu. Orada pek genç bir delikanlının etrafını sarmışlardı. Bu delikanlı bir hafta evvel Miss Arabel ile Romüllüs’ü yenmiş, İngiltere’de bir hendek atlamakla iki bin lira kazanmıştı.

Biri, koşu atlarının fazla semirdiklerinden, öbürü, atının ismini yanlış basan matbaa yanlışlıklarından şikâyet ediyordu.

Balonun havası ağırlaşıyor, lambalar sararıyordu. Herkes bilardo salonuna dönüyordu. Hizmetçilerden biri bir sandalyeye çıkarak iki cam kırdı. Onun şangırtısına başını çevirdiğinde Madam Bovary camların arkasından bahçede, baloyu seyreden köylülerin yüzlerini gördü. O zaman Berto’yu hatırladı. Çiftlik, çamurlu su birikintisi, elmaların altında bluzu ile gezinen babası gözünün önüne geldi. Orada kendi kendisini de, eskiden olduğu gibi, süthanedeki süt kaplarından parmağıyla sütlerin kaymağını alırken görüyordu. Fakat şimdi bulunduğu âlemin parıltıları arasında o zamana kadar temizliğini muhafaza etmiş olan geçmiş hayatı tamamıyla siliniyor ve o hayatı yaşamış olduğundan bile şüpheye düşüyordu. Kendisi, bütün canlılığıyla oradaydı ve orada balonun parıltılarından başka bir şey yoktu. Onun dışında kalan her şey örtülmüş, karanlıkta kalmıştı. Elinde altın kaplama gümüş bir dondurma kadehi içinde İtalya’nın marasken denilen ekşi kirazından yapılmış dondurmasını yerken bunları düşünüyor ve dondurma kaşığı dişlerinin arasında, gözlerini hafifçe kapıyordu.

Kadınlardan biri yelpazesini kanepenin arkasına düşürdü. Dans eden erkeklerden biri geçiyordu.

Kadın ona bakarak:

“Beyefendi…” dedi. “Şu kanepenin arkasına düşen yelpazemi alırsanız ne kadar minnettar olacağım!”

Adam, kanepenin arkasına doğru eğilirken şapkasını tuttuğu eli, vücuduyla bir köşe yaparak açılmıştı. O sırada Emma, genç kadının elinde tuttuğu muska biçiminde bükülmüş beyaz bir şeyi, şapkanın içine bıraktığını gördü. Yerden yelpazeyi alan mösyö, saygıyla eğilerek onu kadına uzattı. O da bir baş işaretiyle teşekkür ettikten sonra elindeki buketi koklamaya başladı.

Bol İspanya ve Ren şaraplarıyla, ıstakoz ezmesi çorbaları, badem ezmeleri, Trafalgar pudingleri ve etrafındaki donmuş elmasiyeleri koca tabaklarda titreyen, çeşit çeşit soğuk etleriyle gece yemeği artık sona erince arabalar yolcularını alıp birbiri ardı sıra gitmeye başladılar. Muslin perdenin bir köşesi açılınca bu arabaların karanlıkta parlayan fenerleri sarı ışıklarıyla görülüyordu. Oturanlar azaldı. Oyun masasında birkaç oyuncu daha kalmıştı; mızıkacılar parmaklarının ucunu ağızlarına götürerek üflüyor, ateşini alıyorlardı. Charles, sırtını bir kapıya dayamış uyukluyor gibiydi.

Sabahın saat üçünde sonuncu dans, kotiyon başladı. Emma, vals bilmiyordu. Herkes, hatta Matmazel Anderviliye ve Markiz vals yapıyorlardı. Şatonun on iki kadar misafirinden başka kimse yoktu.

Bununla beraber, kendisine teklifsizce Vikont denilen ve pek açık yeleği göğsüne yapışmış gibi duran bir genç geldi, ikinci defa olarak Emma’yı dansa davet etti. Onu idare edeceğini ve pekâlâ işin içinden çıkabileceğini söylüyordu.

Önce yavaş başladılar, sonra gittikçe hızlandılar. Dönüyorlardı ve her şey onların etrafında dönüyordu; lambalar, mobilyalar, lambriler ve parkeler tıpkı bir mihver üstünde dönen disk gibi dönüyordu. Kapıların yanından geçerken Emma’nın robu kavalyesinin pantolonuna dolaşıyor, bacaklar birbirinin arasına giriyor. Delikanlı gözlerini genç kadına eğiyor, onun gözleri delikanlının gözlerini buluyor ve vücuduna bir uyuşukluk geliyordu. Daha fazla dans edemeyecekti, durdu. Vikont daha hızlı bir hareketle onu çekip götürdü. Kimsenin göremeyeceği bir yere, dehlizin öbür ucuna kadar gittiler. Orada, nefes nefese, Emma az kaldı düşecekti. Bir aralık başını delikanlının göğsüne dayadı. Dinleniyorlardı. Sonra gene, fakat daha yavaş, döne döne delikanlı damını yerine götürdü. Emma’nın dinlenmeye ihtiyacı vardı. Başını arkaya, duvara dayadı. Bir eliyle gözlerini kapadı.

Açtığı vakit salonun ortasında tabureye oturmuş birini gördü. Önüne üç erkek çömelmiş, kendisini dansa davet ediyorlardı. Onlardan biri de Vikont’tu. Kadın, onu seçti ve keman, dans havasıyla, tekrar ortalığı çınlatmaya başladı.

Herkes onlara bakıyordu. Geçiyor, gidiyor, gene geliyorlardı. Kadın çenesini öne eğmiş, dik duruyor, Vikont hep aynı pozda, vücudu öne eğimli, dudakları ileride, kol çepeçevre… Bu kadın, öbürü gibi değil, mükemmel vals biliyordu! Başkaları hemen yorulduğu hâlde onlar uzun müddet devam ettiler.

Birkaç dakika daha konuşuldu ve geceler hayır olsun, daha doğrusu sabahlar hayır olsun dendikten sonra şato misafirleri yatak odalarına çekildiler.

Charles, yerde sürünerek gidiyordu. Sanki dizleri karnına girecekti. Çok yorgundu. Masaların başında ara vermeden beş saat ayakta durmuş, hiçbir şey anlamadığı hâlde vist oynayanları seyretmişti. Onun için botlarını çıkardığında geniş bir nefes aldı.

Emma kocasının omuzlarına bir atkı koyduktan sonra pencereyi açtı ve dirseklerini dayadı.

Gece karanlıktı… Damla damla yağmur düşüyordu… Göz kapaklarına serinlik veren nemli havayı ciğerlerine çekti. Dans havası, balonun müziği hâlâ kulaklarında uğulduyordu. Az zaman sonra bırakıp ayrılacağı bu lüks hayatı biraz daha uzatmak için kendini uyanık tutmaya çalışıyordu.

Tan yeri ağarmaya başladı. Emma, şatonun pencerelerine uzun uzun baktı. Gördüğü kimselerin odalarının hangileri olabileceğini kestirmeye çalıştı. Onların ne hâlde olduklarını bilmek, içlerine girmek, onlara karışmak istiyordu. Fakat soğuktan da titriyordu. Soyundu. Büzülüp yorganın altında Charles’a sokuldu. Charles uyuyordu.

Kahvaltı kalabalık oldu. On dakika sürdü. Likör namına hiçbir şey yoktu. Hekim buna pek şaştı. Matmazel Andervidiye çörek kırıntılarını bir sepete koyarak havuzda yüzen kuğulara götürdü. Sonra sıcak limonluğu görmeye gittiler. Orada acayip şekillerde dikenli, tüylü bitkiler, askılı saksılarda kat kat piramitler vücuda getiriyor ve ağzına kadar dolu yılan yuvaları gibi bu saksılardan taşıp sarkan uzun yeşil kordonların birbirine dolaştığı görülüyordu.

Limonluğun bir ucunda bulunan portakallıktan, başka yerlere geçiliyordu. Marki genç kadını eğlendirmek için ahırları gezdirmeye götürdü. Sepet şeklindeki yemliklerin üstünde siyah yazılarla atların adlarını gösteren porselen plakalar vardı. Hayvanların her biri, yanından geçilirken, dilini şapırdatarak kımıldanıyordu. Eyer takımları konulan yerin zemini, bir salon parkesi parıltısıyla göze çarpıyordu. Arabaların koşumları, ortada dönen iki sütun üzerinden gemler, kamçılar, üzengiler, gem sulukları düz bir sıra hâlinde boylu boyunca duvarda yer almıştı.

Bununla beraber Charles, arabasının hazırlanmasını, bir hizmetçiden rica etti. Biraz sonra tek atlı araba taş merdivenin önüne getirildi. Bütün paketler konduktan sonra, karı koca Bovaryler, ev sahipleri Marki ve Markiz’e teşekkür ederek vedalaştılar. Araba yola çıktı. Tost’a gidiyorlardı.

Emma sessiz, tekerleklerin dönüşüne bakıyordu. Charles peykenin ta kenarına oturmuş, kollarını açarak dizginleri idare ediyor ve küçük beygir, kendisine bol gelen okların arasında eşkin tırıs yapıyordu. Gevşek dizginler hayvanın köpük içinde kalan kıçına çarparken, arabanın arkasına bağlanmış olan çekmece de yanındaki sandığa muntazam darbelerle vurdukça büyük gürültü çıkarıyordu.

Tibuvil tepelerinde idiler. Önlerinden, ağızlarında sigara olan birtakım atlılar geçti. Emma, bunların arasında Vikont’u tanır gibi oldu. Başını çevirdiği vakit hayvanların tırıs veya dörtnala gidişine göre, değişik çapta eğilip kalkan başlarının bu hareketlerinden başka birşey göremedi.

Bir çeyrek fersah daha gidildikten sonra nasılsa kopan arka kayışın iplerle tamiri için, mola vermek lazım geldi.

Charles koşumlara son bir göz attığı sırada, hayvanın ayakları arasında bir şey gördü, eğilip aldı. Bu bir sigara kutusu idi, kenarı yeşil bir ipekle çevrilmiş olan bu kutunun kapağında, araba kapılarında görüldüğü gibi bir arma vardı.

“İçinde iki de sigara var.” dedi. “Bu akşam, yemekten sonra işe yarar.”

Karısı sordu:

“Sen sigara içiyor musun?”

“Ara sıra, fırsat buldukça…”

Kutuyu cebine koydu ve midillinin üstünde kamçısını şaklattı. Eve geldikleri vakit akşam yemeği için hiçbir hazırlık bulamadılar. Madam kızdı. Nastasie aksi aksi cevap veriyordu.

Bunun üzerine Emma, hizmetçiyi evden kovdu:

“Hemen şimdi çıkıp gideceksiniz.” dedi. “Hesabınızı kesiyorum.”

Yemekte soğanlı çorba ile biraz dana eti ve kuzu kulağı vardı. Karşı karşıya oturdukları vakit Charles ellerini ovuşturarak hâlinden memnun:

“İnsan evindeki rahatı hiçbir yerde bulamıyor!” dedi.

Nastasie’nin ağlamaları duyuluyordu. Bu zavallı kızı Charles biraz severdi. O, önceleri işini bitirdikten sonra çok geçmeden gelir Charles’ın yanında oturur, ona arkadaşlık ederdi. Bu onun ilk alıştığı kadın ve kasabada en eski tanışı idi.

Karısının yüzüne bakarak sordu:

“Gerçekten hesabını kesecek misin onun?”

“Elbette! Buna kim mâni olabilir?”

Sonra odaları hazırlanıncaya kadar, mutfakta kalıp ısındılar. Charles sigara içmeye başladı. Dudaklarını uzatarak dakikada bir tükürerek her çekişte ürperip tiksinerek sigarasını yarıladı. Emma yüksekten bakıp dudağını bükerek:

“Sana dokunacak!” dedi.

Charles sigarayı bıraktı. Bir bardak soğuk su içti. Emma hemen kutuyu alarak dolabın bir köşesine attı.

Ertesi gün çok uzadı. Akşam olmak bilmiyordu. Gene aynı yollardan geçerek bahçede gezindi. Fideliklerin, çardağın, alçıdan papaz heykelinin önünde duruyor, eskiden pek iyi bildiği bütün bu şeyleri şaşkın şaşkın inceliyordu. Daha şimdiden balo kendisinden ne ka dar uzaktı! Dün sabahla bu akşamı birbirinden bu kadar uzaklaştıran kimdi? Vobiyesar seyahati onun hayatında bir gedik açmıştı. Boraların bir gece içinde dağlarda açtığı büyük yarıklar olmaz mıydı? Bununla beraber kaderine razı oldu. Bir gün evvel giydiği güzel tuvaleti dolaptan çıkarıp acıyan ellerle okşadı. Parkenin kaygan cilasıyla ökçeleri sararan saten iskarpinleri bile bu okşanıştan mahrum kalmadı. Onun kalbi de şimdi tıpkı bunlar gibiydi. Bir kere servet ve ihtişam ile temasa geldikten sonra, izleri o kalbin üstünde kalacak, bir daha hiç silinmeyecekti.

İşte bunun için balo hatırası Emma’ya bir iş oldu. Her çarşamba sabahı uykudan uyandığı vakit kendi kendine şöyle derdi: “Tam sekiz gün evvel, tam on beş gün evvel… Tam üç hafta evvel ben orada idim!” Sonra yavaş yavaş yüzler kafasında karışmaya başladı. Kontrudansların havasını unuttu. Şatonun muhtelif dairelerini, hizmetçilerin resmî kıyafetlerini pek o kadar net olarak görememeye başladı. Bazı detaylar kayboldu; fakat bunların hasreti, olduğu gibi içinde kaldı.

 
4Kadril: Salon danslarından biri; bu dansın müziği.