Tom Amca’nın Kulübesi

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

“Elbette, elbette.” dedi Marks, uzlaştırıcı bir tonla. “Bu sadece avukatlık ücreti, gördüğün gibi. He, he, he! Biz avukatlar, malum. Eh, hepimiz iyi davranışlar içinde olmalı, işi kolaylaştırmalıyız, biliyorsunuz. Tom istediğin bir yere çocuğu getirir, değil mi Tom?”

“Eğer çocuğu bulursam Cincinnati’ye getirir ve Granny Belcher’in inişine bırakırım.” dedi Loker.

Marks cebinden yağlı bir cep defteri çıkardı ve oradan uzun bir kâğıt alarak oturdu, keskin siyah gözlerini üzerine dikip içeriğini mırıldanmaya başladı: “Barnes-Shelby Bölgesi-Jim çocuk, onun için üç yüz dolar, ölü ya da diri.”

“Edwards, Dick ve Lucy, karı koca, altı yüz dolar; fahişe Polly ve iki çocuğu, kadın veya kafası için altı yüz dolar.”

“İşlerimizin üzerinden geçiyorum, bu yılı kazasız belasız atlatabilir miyiz ona bakıyorum, Loker.” dedi bir süre durakladıktan sonra. “Adams ve Springer’ı da bu işe dâhil etmeliyiz; bir süredir işleri vardı.”

“Çok fazla isterler.” dedi Tom.

“Ben onu ayarlarım; bu işte yeniler ve ucuza çalışmayı beklemeliler.” dedi Marks, okumaya devam ederken. “Onların üçü kolay işte çalışır çünkü tek yapmaları gereken onları vurmak ya da vurduğuna yemin etmek; elbette, bunun için fazla istemezler. Diğer işlerdeyse.” dedi kâğıdı katlayarak. “Belayı savuşturacaktır. Şimdi ayrıntılara gelelim. Şimdi, Bay Haley, bu kızın karaya çıktığını gördünüz mü?”

“Kuşkusuz, sizi gördüğüm kadar net.”

“Kıyının üstünde ona yardım eden bir adam ha?” dedi Loker.

“Kuşkusuz onu da gördüm.”

“En büyük olasılık.” dedi Marks. “Bir yere götürüldüğü ama neresi, soru bu. Tom, sen ne diyorsun?”

“Bu gece nehri geçmeliyiz, hata olmamalı.” dedi Tom.

“Ama kayık yok çevrede.” dedi Marks. “Buzlar korkunç biçimde yuvarlanıyor, Tom. Bu tehlikeli olmaz mı?”

“Bu konuda bir şey bilmiyorum. Sadece yapılması gerekiyor.” dedi Tom kararlı bir şekilde.

“Aman Tanrı’m.” dedi Marks, huzursuzca. “Olacak da… Diyorum ki…” dedi, pencereye yürüyerek. “Kurt ağzı kadar karanlık dışarısı ve Tom…”

“Sözün kısası, sen korkuyorsun, Marks ama buna bir şey yapamam. Gitmek lazım. Diyelim ki sen daha başlamadan kızı yer altından Sandusky’ye veya bir yerlere taşıyıncaya kadar sen bir iki gün yattın.”

“Ah, hayır; zerre kadar korkmuyorum.” dedi Marks. “Sadece…”

“Sadece ne?” dedi Tom.

“Eh, kayıkla ilgili. Gördüğün gibi hiç kayık yok.”

“Kadının bu akşam bir tane geleceğini söylediğini duydum ve bir adam onunla geçecekmiş. Ya hep, ya hiç, onunla gitmeliyiz.” dedi Tom.

“Umarım iyi köpekleriniz vardır.” dedi Haley.

“Birinci sınıf.” dedi Marks. “Ama ne işe yarar? Kadının koklatacak bir şeyi yok.”

“Evet, var.” dedi Haley, zafer kazanmış gibi. “Aceleyle çıkarken yatağın üzerinde bıraktığı şalı var, şapkasını da bırakmış.”

“Şansımız yaver gidiyor.” dedi Loker. “Ver bakalım şunları.”

“Kadın habersizken saldırırlarsa köpekler zarar verebilir.” dedi Haley.

“Buna dikkat etmeliyiz.” dedi Marks. “Bizim köpekler bir keresinde Mobile’da biz oraya yetişmeden bir adamı parçalara ayırmışlardı.”

“Eh, bu tipler görünüşü için satılır, öbür türlü işe yaramaz.” dedi Haley.

“Anlıyorum tabii.” dedi Marks. “Bunun yanında eğer tongaya basarsa o denli gidemez. Bu yaratıkların taşındığı eyaletlerde köpeklere güven olmaz. Elbette onları izleyemezsiniz. Sadece tarlalarda işe yarar, zencilerin kendi kendilerine koştuğu ve yardım almadığı.”

“Eh.” dedi Loker, biraz araştırma yapmak için bardan çıkmıştı. “Adamın kayıkla geleceğini söylüyorlar, öyleyse Marks…”

Bu değerli zat ayrılacağı rahat yere hazin bir bakış attı ama yavaşça çağrısına uyarak ayağa kalktı. Daha sonraki işlerle ilgili birkaç söz söyledikten sonra Haley belli olan bir gönülsüzlükle elli doları Tom’a verdi ve bu saygın üçlü gece için ayrıldılar.

Bizim seçkin ve Hristiyan okuyucularımız bu sahnenin onlara tanıştırdığı topluluğa itiraz ederlerse zamanla ön yargılarından kurtulmalarını rica edelim. Onlara hatırlatmamıza izin versinler, yakalama işi yasal ve vatansever bir mesleğin itibarıyla yükseliyor. Mississippi ve Pasifik arasındaki geniş araziler bedenler ve ruhlar için büyük bir pazara dönüşürse ve insan mal olarak on dokuzuncu yüzyılın başta gelen eğilimlerinden biri olmayı sürdürürse tüccar ve avcılar aristokrasimiz arasında sayılabilir.

Handa bu sahne geçerken, büyük bir kutlama havası içerisindeki Sam ve Andy eve doğru yola koyuldular.

Sam kendini tüy gibi hissediyordu ve sevincini her türlü garip bağırış ve haykırışla, tüm bedeninin tuhaf hareketleri ve eğilişiyle gösterdi. Bazen yüzü atın kuyruğu ve böğrüne dönük ters oturuyor, sonra bir çığlık ve taklayla tekrar yerine geçiyordu ve ciddi bir ifadeyle, yüksek sesle gülerek ve saf taklidi yaparak Andy’ye ders vermeye başlıyordu. Çok geçmeden kollarıyla yanlarına vurarak geçtikleri sırada yaşlı ormanı çınlatan gülme seslerine boğuldu. Tüm bu değişik hareketlerle atları son süratle götürmeyi başardı, ta ki on ile on bir arasında, nalların sesi balkonun sonundaki çakıllarda duyuluncaya kadar. Bayan Shelby parmaklıklara doğru uçarcasına gitti.

“Sen misin Sam? Neredeler?”

“Efendi Haley handa dinleniyor, çok fena yoruldu hanımım.”

“Peki Eliza, Sam?”

“Eh, o Ürdün’e geçti. Kenan topraklarında bile denilebilir.”

“Sam, sen ne demek istiyorsun?” dedi Bayan Shelby, bu kelimelerin muhtemel anlamını kavradığında nefesi tıkandı ve neredeyse bayılıyordu.

“Eh, hanımım, Tanrı kullarını korur. Lizy nehirden Ohio’ya sanki Tanrı onu iki atlı ateşten bir arabayla almış gibi dikkate şayan bir biçimde gitti.”

Sam’in dindar damarı her zaman hanımının yanında alışılmadık şekilde kabarırdı ve kutsal kitaptaki figürler ve şekiller gibi konuşurdu.

“Buraya gel, Sam.” dedi onu verandada takip eden Bay Shelby. “Ona istediği şeyi anlat. Gel, gel, Emily.” dedi kolunu ona dolayarak. “Üşümüşsün, titriyorsun, kendini çok fazla duygularına kaptırıyorsun.”

“Duygularına çok fazla kaptırmak mı! Ben bir kadın değil miyim, bir anne değil miyim? Bu zavallı kız için Tanrı’ya ikimiz de sorumlu değil miyiz? Tanrı’m! Bu günahtan bizi koru.”

“Ne günahı, Emily? Sen de gördün ki biz sadece yapmak zorunda olduğumuz şeyi yaptık.”

“Ama bununla ilgili kötü bir suçluluk duygusu var içimde.” dedi Bayan Shelby. “Ondan kaçamıyorum.”

“Hadi Andy, seni zenci, canlan!” diye verandanın altından seslendi Sam. “Bu atları ahıra götür, duymuyor musun efendi çağırıyor?” ve Sam elinde palmiye yaprağıyla çok geçmeden salon kapısında belirdi.

“Şimdi Sam, bize ayrıntısıyla neler olduğunu anlat.” dedi Bay Shelby. “Eliza nerede, biliyor musun?”

“Eh, efendim, onu kendi gözlerimle yüzen buzun üzerinden geçerken gördüm. Şaşılacak şekilde aştı orayı, bir mucize de değildi, Ohio tarafında bir adamın ona yardım ettiğini gördüm ve sonra alaca karanlıkta kayboldu.”

“Sam, bence bunun doğruluğu şüpheli, bu mucize. Yüzen buzun üzerinde geçmek kolay değil.” dedi Bay Shelby.

“Sakin olun! Tanrı’nın yardımı olmadan kimse yapamazdı. Bakın şimdi.” dedi Sam. “Şöyle oldu. Efendi Haley, ben ve Andy nehrin kıyısındaki küçük hana geldik ve ben biraz önden gidiyordum. Lizy’yi yakalamaya öylesine hevesliydim ki kendimi tutamıyordum, mümkün değil. Hanın yanındaki sarmaşıklara vardığımda, o da oradaydı, tam karşımda, öbürleri de arkadan geliyordu. Eh, ben de şapkamı fırlatıp ölüyü kaldıracak kadar bağırdım. Elbette Lizy duydu ve Efendi Haley kapıyı geçerken çekilip kaçtı; sonra yan kapıdan çıkıp nehrin kıyısına gitti. Efendi Haley onu görüp bağırdı. O, ben ve Andy arkasından gittik. O nehrin kıyısına geldi ve kıyıda üç metre genişliğinde akıntı vardı, öbür taraftaysa buz sanki kocaman bir ada gibi sallanıyor, aşağı yukarı batıp çıkıyordu. Onun tam arkasına geldik, onu kesin yakalar diye düşündüm. O zaman hiç duymadığım bir çığlık koyverdi ve işte oradaydı, akıntının öbür tarafına geçmiş, buzun üstündeydi. Sonra çığlık ata ata atlamaya devam etti. Buzlar kırıldı! Şap, çatır, tok ve bir beygir gibi zıplıyordu! Tanrı’m, kızın yaptığı sıçrayışı ben pek görmedim, fikrime göre öyle.”

Sam öyküsünü anlatırken, Bayan Shelby heyecandan beti benzi atmış şekilde sessiz sedasız oturuyordu.

“Tanrı’ya şükür, ölmemiş!” dedi. “Ama o zavallı çocuk nerede şimdi?”

“Tanrı onu korur.” dedi Sam, huşu içinde gözlerini devirerek. “Dediğim gibi takdiriilahi ve hanımımın bize bu yolu gösterdiği gibi davranıyoruz. Biz Tanrı’nın isteklerini yerine getiriyoruz. Eğer ben olmasaydım, bugün onlarca kez yakalanmıştı. Bu sabah atları kovalamaya başlayıp ta akşam yemeğine kadar bunu yapmadım mı? Efendi Haley’yi bu akşam yolun sekiz kilometre uzağına çekmedim mi? Yoksa zencinin peşindeki köpek gibi kolaylıkla Lizy’le çıkıp gelirdi. Bunlar hep takdiriilahi.”

“Bunlar ihtiyatlı davranman gereken takdiriilahiler, Sam Efendi. Evimde beyefendilere böyle davranmana izin veremem.” dedi Bay Shelby, koşullar elverdiğince kontrol edebileceği kadar katı konuşmuştu.

Bir zenciyi bir çocuk gibi inandırmaya çalışırken sinirlenmenin bir faydası yoktur. İkisi de tam tersine inandırmaya çalışma gayretlerine rağmen içgüdüsel olarak olayı olduğu gibi görürler. Sam’in bu azardan ümidi zerre kadar kırılmamasına karşın sıkıntılı bir tehlike havası sezdi ve pişman bir şekilde ağzının uçları sarkmış kalakaldı.

“Efendi çok haklı, çok; çok çirkin bir şey yaptım, bunu tartışmaya gerek yok ve elbette efendim ve hanımım böyle işleri onaylamaz. Bunlara karşı duyarlıyım ama benim gibi zavallı bir zenci şaşılacak şekilde bazen böyle çirkin davranışlara yöneliyor, Efendi Haley gibileri seçkin davranışlara zarar verince; hiçbir şekilde bir beyefendi değil, benim gibi yetişmiş biri bunu görmeden edemiyor.”

“Eh, Sam.” dedi Bayan Shelby. “Hatalarına karşı uygun duyguların olduğuna göre, şimdi gidip Chloe Teyze’ye bugün akşam yemeğinden arta kalan soğuk domuz etinden vermesini söyleyebilirsin. Sen ve Andy aç olmalısınız.”

 

“Hanımım bize karşı fazlasıyla iyi.” dedi Sam, şevkle eğilip dışarı çıktı.

Daha önce de bahsedildiği gibi fark edilecek ki Sam Efendi’nin şüphesiz onu politik hayatın tepesine taşıyacak olan doğal bir yeteneği vardır. Bu, kendisine övgü ve zafer yaratmak üzere meydana gelen her şeyden kazanç sağlama yeteneğidir. Düşündüğü gibi salondakilerin memnuniyetini kazanacak şekilde dindar ve alçak gönüllü davrandıktan sonra palmiye yaprağını kafasına serbest, kaygısız bir tavırla koyuverdi ve mutfakta muvaffak olmak gayesiyle Chloe Teyze’nin idaresine yollandı.

“Bu zencilere bir nutuk çekmeli.” dedi Sam kendi kendine. “Şimdi şans ayağıma geldi. Tanrı’m, bana baksınlar diye takır tukur konuşacağım.”

Sam’in özel zevklerinden birisi gözlendiği gibi efendisiyle her tür politik toplantıda bulunmaktı. Burada ya bir parmaklığa tüner ya da bir ağacın tepesine yerleşir, kolayca anlaşılan büyük bir iştahla konuşmacıları seyreder ve sonra kendi renginden kardeşlerinin arasına inerek aynı konu üstünde onları çevresine toplayıp komik parodiler ve taklitlerle onları eğitir ve eğlendirirdi, bütün bunları da vakur bir samimiyet ve ciddiyetle yapardı. Yakınındaki dinleyiciler genelde kendi renginden olmasına karşın, daha açık renkli olanların dinleyerek, gülerek ve Sam’in müthiş kendini kutlamasına göz kırparak onlara yaklaşması pek de az görülmezdi. Aslında Sam hitabeti mesleği gibi görür ve kendini övmek için hiçbir fırsatı kaçırmazdı.

Sam ve Chloe Teyze arasında eski zamanlardan beri bir tür kronik düşmanlık, daha doğrusu karar verilmiş bir soğukluk vardı ama Sam işleyişinin gerekli ve apaçık temeli olarak koşullarını derinden düşünürken bu durumda son derece barışçıl davranmaya karar verdi. Zira “hanımının emirleri”nin şüphesiz sonuna kadar izlenecek olduğunu biliyor olsa da ruhunu da bu işe katarak epey bir kazanç sağlayabilirdi. Bu yüzden Chloe Teyze’nin karşısına içe dokunan yumuşak, uysal bir ifadeyle çıktı, sanki eziyet görmüş birinin adına ölçüsüz zorluklar çekmiş biri gibiydi. Hanımının yeme içme konusunda Chloe Teyze’ye onu gönderdiği gerçeğini abartarak aktardı. Üstüne de yemek işlerindeki hakkına ve üstünlüğüne dair şeylerden açık bir şekilde ona söz etti.

İşler yolunda gitti. Seçim propagandası için çalışan bir politikacının hiçbir yoksul, basit, erdemli bir kişiyi ikna edişi, Chloe Teyze’yi Sam Efendi’nin tatlı dilliliğiyle kazandığından daha kolay kazanılmamıştır. Eğer mirasyedi bir oğlan olsaydı bile, daha fazla analara özgü eli açıklıkla sarılıp sarmalanmazdı. Çok geçmeden kendini oturmuş, geniş bir teneke tepside geçmiş iki üç gündür sofraya çıkan her şeyi içeren türlü türlü yemeklerle mutlu ve muzaffer buldu. Lezzetli domuz eti parçaları, altın renkli mısır ekmeği dilimleri, akla gelen her geometrik biçimde turtalar, tavuk kanatları, taşlıklar ve butlar, hepsi de resim gibi karmakarışık görünüyordu. Sam gördüğü her şeye hükmederek, palmiye yaprağı neşeyle bir yana yatmış olarak ve sağ yanında Andy’yi denetleyerek oturdu.

Mutfak günün kahramanlığının sona erişini duymak için çeşitli kulübelerden aceleye gelerek içeriyi doldurmuş arkadaşlarıyla doluydu. Şimdi Sam’in zafer saatiydi. Günün hikâyesi etkisini artırmak için gerekli olan her türlü süs püsle anlatıldı zira Sam, moda olan sanat meraklıları gibi hikâyenin ellerinden geçerek yaldızlarının dökülmesine hiçbir zaman izin vermezdi. Anlatılanlara kahkaha gürültüleri eşlik ediyor ve gülüşler değişik sayılarda yerde yatan ya da her köşeye tünemiş çoluk çocuk tarafından uzatılıyordu. Ancak Sam hareketsiz ciddiyetini koruyordu, sadece zaman zaman gözlerini yuvalarında devirerek konuşmasındaki duygusal yükselişleri bozmadan, dinleyicilere anlatılmaz gülünç bakışlar atıyordu.

“Gördüğünüz gibi hemşehrilerim.” dedi Sam, bir hindi budunu coşkuyla havaya kaldırarak. “Gördüğünüz gibi, bu evlat orada hepinizi savundu, evet, hepsi sizin içindi. O adam için insanlarımızdan birini almak hepsini almak gibiydi; gördüğünüz gibi ilke aynı, bu açık. O takipçilerden biri insanlarımızı koklayarak gelirse yolunda beni bulur; karşısına çıkacak olan benim, hepinizin baş vuracağı adam benim, ben sizin haklarınız için direnirim, son nefesime kadar onları savunacağım!”

“Ama Sam bana bu sabah efendiye Lizy’yi yakalamak için yardım edeceğini söyledin; görünüşe göre konuşman birbirini tutmuyor.” dedi Andy.

“Şimdi sana söyleyeceğim, Andy.” dedi Sam, fena hâlde üstünlük taslayarak. “Fikir sahibi olmadığın şeyler hakkında konuşma; senin gibi oğlanlar Andy, iyi niyetlidirler ama hareketlerdeki büyük ilkelere başvurması beklenemez.”

Andy özellikle kritik sözcük başvurmak ile azarlanmış gibi olsa da topluluktaki daha genç üyelerin çoğu bunu olayı son bulduran cevap olarak gördüler, Sam devam etti.

“Bu vicdandı Andy; Lizy’nin peşinden gidildiğini düşününce efendinin de o şekilde düşünmesini bekledim. Hanımımın tam tersi düşündüğünü öğrenince, daha vicdanlı geldi. Çünkü hanımımın tarafını tutarak daha çok kazanırız. Gördüğünüz gibi iki türlü de inat ettim ve vicdana sarıldım, ilkelere tutundum. Evet, ilkeler.” dedi Sam, elindeki tavuk boynuna coşkulu bir hamle yaparak. “Eğer üzerinde diretilmeycekse ilkelerin ne yararı var, bunu bilmek isterim. İşte Andy, şu kemiği alabilirsin, tam temizlenmemiş.”

Sam’in dinleyicileri ağızları açık onu dinliyorlardı, o da elinden başka şey gelmez gibi devam etti.

“Bu diretme meselesi zenci arkadaşlar.” dedi Sam, derin bir konuya giren birinin havasıyla. “Bu diretme meselesi pek çoklarının çok açıkça anlayamadığı bir şey. Şimdi gördüğünüz gibi biri gündüz bir şeyi savunsa ve gece de tam tersini, insanlar (Doğal olarak yeter derler.) neden diretmiyor derler. Bana şu mısır ekmeğinden bir parça ver, Andy. Yine de işin içine girelim. Hanımlar ve beyler, umarım kullanacağım benzetmenin basitliğini bağışlarsınız. İşte! Diyelim ki saman yığınının üzerine çıkmaya çalışıyorum. Eh, merdivenimi bu yana dayarım, olmazsa orayı artık denemem, onun yerine merdivenimi diğer tarafa dayarım, şimdi diretmedim mi? Merdiven hangi tarafta olursa olsun, yukarı çıkmak için direndim. Görmüyor musunuz, her şey size bağlı.”

“Senin bugüne kadar tek direttiğin şeyi ancak Tanrı bilir!” diye mırıldandı Chloe Teyze, giderek yerinde duramıyordu; akşamın neşesi ona Kutsal Kitap’taki “güherçilenin üstündeki sirke” benzetmesini hatırlatıyordu.

“Evet, elbette!” dedi Sam, geceyi kapatmak için son bir çabayla karnı yemekle ve kendisi zaferle dolu olarak ayağa kalktı. “Evet, hemşehrilerim ve bayanlar, benim ilkelerim var, onlarla gurur duyuyorum, bu zamanda bu ayrıcalıktır ve hep öyle olmuştur. İlkelerim var ve onlara kırkındaymış gibi sarılırım. İlke olan her şeye giderim, beni canlı canlı yaksa umursamam. Dosdoğru olaya giderim, bunu yapar ve ilkelerim için, ülkem için, toplumun hayrı için kanımı son damlasına kadar dökerim derim.

“Eh.” dedi Chloe Teyze. “İlkelerinden biri de bu gece çok geçmeden yatağa girip herkesi sabaha kadar ayakta tutmamak olmalı; şimdi gülmekten çatlamak istemeyen çocuklar çabuk toparlansanız iyi olur.”

“Zenciler! Hepinize sesleniyorum.” dedi palmiye yaprağını sevecenlikle sallayan Sam. “Size şükranlarımı iletiyorum; şimdi yatağınıza gidin ve iyi çocuklar olun.”

Bu acıklı hayır duasıyla toplananlar dağıldı.

IX
Senatörün de Bir İnsan Olduğunun Belli Olması

Senatör Bird uzaklarda, siyasi gezilerindeyken karısının onun için hazırladığı yeni bir çift güzel terliğe ayaklarını geçirmek üzere hazırlanıp çizmelerini çıkartırken, neşeyle yanan ateşin ışığı rahat salondaki kilimlere ve halılara vuruyor, çay fincanlarıyla iyice parlatılmış çaydanlığın kenarlarını ışıldatıyordu. Hoş bir resim gibi olan Bayan Bird masanın düzenlenişini denetliyordu; Nuh Tufanı’ndan beri anneleri anlatılmaz oyunları ve yaramazlıkları ile coşarak şaşırtan birkaç neşeli çocuğa zaman zaman uyarı niteliğinde sözlerle karışıyordu.

“Tom, kapı tokmağını bırak, bir adam var! Mary! Mary! Kedinin kuyruğunu çekme, zavallı pisicik! Jim, masaya tırmanmamalısın, hayır, hayır! Bilemezsin canım, bu gece seni burada görmek hepimiz için bir sürpriz!” dedi, sonunda kocasına bir şeyler söylemek için bir fırsat bulduğunda.

“Evet, evet, bir koşu gelip geceyi evde geçirip evde biraz rahat ederim diye düşündüm. Ölesiye yorgunum ve başım ağrıyor!”

Bayan Bird yarı açık bir dolapta duran kâfur şişesine bir göz atarak ona el atmayı düşündü ama kocası karşı çıktı.

“Hayır, hayır, Mary, doktorluk yapma! İstediğim şey sıcak bir bardak çay ve biraz evimizin güzel havasını almak. Bu yasa yapma işi çok yorucu!”

Senatör ülkeye karşı fedakârlık etmiş olma fikri hoşuna gitmiş olarak gülümsedi.

“Eh.” dedi karısı, çay masası işi yavaşlayınca. “Senato’da neler yapıyordun?”

Tatlı, ufak tefek Bayan Bird’ün eyalet meclisinde neler olduğu konusunda kafasını yorduğunu düşünmek oldukça alışılmadık bir şeydi, yeterince kendi işi olduğunu düşünmek daha akıllıcaydı. Bu yüzden Bay Bird gözlerini şaşkınlıkla açtı ve şöyle dedi:

“Önemli bir şey değil.”

“Eh ama insanların yeni gelen şu zavallı zencilere yiyecek içecek vermesini yasaklayan bir yasa getirdikleri doğru mu? Böyle bir yasadan söz edildiğini duydum ama hiçbir Hristiyan millet meclisi üyesinin bunu geçireceğini düşünmedim!”

“Ne oluyor, Mary, birden politikacı kesildin.”

“Hayır, saçmalama! Sizin o politikanıza genelde pek önem vermem ama bu bence büsbütün zalimce ve Hristiyanlık dışı. Umarım canım, böyle yasalar gelmemiştir.”

“Kentucky’den gelen kölelere yardımı yasaklayan bir yasa geçti canım; bunun çoğu düşüncesiz kölelik karşıtları tarafından yapıldı, Kentucky’deki din kardeşlerimiz çok heyecanlandılar ve gerekli görüldü, Hristiyan ve iyiliksever olsun olmasın, heyecanı yatıştırmak için eyaletimiz bir şeyler yapmalıydı.”

“Peki yasa ne diyor? Bu zavallı yaratıkları bir gece barındırmamızı yasaklamıyor, değil mi, onlara sıcak bir yemek ve birkaç eski giyecek vermemizi ve onları sessizce kendi işlerine yollamamızı?”

“Evet, canım; bu biliyorsun ki yardım etmeye ve suç ortaklığına girer.”

Bayan Bird çekingen, yüzü hemen kızaran kısa boylu bir kadındı. Boyu bir metreden biraz fazla, yumuşak mavi gözlü ve şeftali tenliydi, dünyadaki en nazik, en tatlı sese sahipti; cesaretine gelince, orta boylu bir baba hindinin ilk bağırışında onu bozguna uğrattığı biliniyordu ve orta hâlli sadık bir ev köpeği sadece dişini göstererek ona boyun eğdirirdi. Kocası ve çocukları onun tüm dünyasıydı ve onları emir veya tartışmadan çok rica ve ikna ile yönetirdi. Onu harekete geçirmeye gücü yeten tek bir şey vardı ve o tahrik onun olağanüstü nazik ve sempatik doğasına rağmen çıkardı. Zalimce herhangi bir şey doğasının genelde yumuşak havasına göre korkutucu ve esrarengiz bir şekilde onu hırslandırırdı. Genelde bütün annelerin en hoşgörülüsü ve en kolay bir şey isteneniydi, yine de oğulları ondan şiddetli bir dayak yediklerini unutulmaz şekilde hatırlıyorlardı çünkü oğullarının çevredeki terbiyesiz oğlanlarla bir olup savunmasız bir kedi yavrusunu taşladıklarını öğrenmişti.

“Size söyleyeyim.” derdi Efendi Bill. “O zaman korktum. Annem bana doğru geldiğinde çıldırdığını sandım, beni dayaktan geçirdi ve yemek yemeden yatağa devrildim, daha ne olduğunu bile anlamamıştım. Sonra annemin kapının dışında ağladığını duydum ve bu beni her şeyden daha beter etti. Size söyleyeyim.” derdi. “Biz oğlanlar bir daha kedilere taş atmadık!”

Şimdiki duruma gelince, Bayan Bird kıpkırmızı yanaklarla çabucak ayağa kalktı, genel görüntüsü oldukça değişmişti ve kararlı bir havayla kocasına yürüyüp kati bir tonla şöyle dedi:

“John, şimdi bilmek istiyorum, böyle bir yasanın doğru ve Hristiyanlığa uygun olduğunu düşünüyor musun?”

“Eğer öyle olduğunu söylersem beni vurma Mary!”

“Senden hiç böyle bir şey beklemem, John; oy vermedin değil mi?”

“Verdim, benim güzel politikacım.”

“Kendinden utanmalısın, John! Zavallı, evsiz, barksız yaratıklar! Utanç verici, kötü ve berbat bir yasa, ilk fırsatta onu çiğneyeceğim; umarım bir fırsatım olur, bunu yapacağım! Sadece köle oldukları için, bütün hayatları boyunca kötü davranılmış ve ezilmiş oldukları için bu zavallı, aç yaratıklara bir kadın sıcak bir yemek ve yatak veremiyorsa işler pek yolunda değildir, zavallı şeyler!”

“Ama Mary, beni dinle. Senin duyguların oldukça doğru canım ve ilginç, seni bunlar için seviyorum ama canım duygularımız yargılarımızı etkilememeli; bunun kişisel duygular olduğunu anlamalısın, burada toplumun çıkarı söz konusu ki toplumsal çalkalanma arttığı için kişisel duygularımızı bir kenara koymalıyız.”

“John, politikayı bilmiyorum ama İncil’imi okuyabiliyorum ve orada diyor ki açları doyur, çıplakları giydir ve yalnızları rahatlat, benim de izlemek istediğim bu İncil.”

“Ama öyle durumlar vardır ki senin bu yaptıkların büyük bir toplumsal kötülük ortaya çıkarır…”

 

“Tanrı’ya itaat asla toplumsal kötülük getirmez. Öyle olduğunu biliyorum. Her şeyden çok O’nun bize emrettiğini yapmak en güvenlisidir.”

“Şimdi beni dinle Mary, sana çok açık bir delille gösterebilirim ki…”

“Ah, saçmalama John! Bütün gece konuşur ama bunu yapamazsın. Sana açıkça soruyorum John, sen şimdi kaçak olduğu için zavallı, titreyen, aç bir yaratığı kapından döndürebilir misin? Bunu yapabilir misin?

Doğruyu söylemek gerekirse, senatörümüzün özellikle insancıl ve kandırılabilir bir yapısı vardı ve başı belada olan birini geri döndürmek onun güçlü tarafı değildi; bu tartışmada daha kötü olan şey karısının bunu bilmesiydi ve elbette savunmasız bir noktaya saldırı yapıyordu. Böyle durumlarda zaman kazanmak için genelde yaptığı şeye yöneldi; “ehem” deyip birkaç kez öksürdükten sonra cebinden mendilini çıkardı ve gözlüklerini silmeye başladı. Düşman topraklarındaki savunmasız koşulları gören Bayan Bird üstünlüğünü sürdürmek için pek de vicdanlı davranmadı.

“Seni bunu yaparken görmek isterdim John, gerçekten isterdim! Örneğin, kar fırtınasında kalmış bir kadını geri göndermek veya belki de onu alıp hapse atardın, değil mi? Belki bunda çok başarılı olurdun!”

“Elbette, çok acı verici bir görev olurdu.” diye ılımlı bir tonda söze başladı Bay Bird.

“Görev mi, John! Bu kelimeyi kullanma! Biliyorsun bir görev değil, bir görev olamaz! Eğer insanlar kölelerinin kaçmasını istemiyorsa onlara iyi davranmalı, benim prensibim budur. Eğer benim kölem olsaydı (Umarım hiçbir zaman olmaz.) benden veya John, senden kaçma riskini göze alırdım. Sana insanların mutluyken kaçmayacaklarını söyleyeyim ve kaçtıklarında, zavallı yaratıklar, soğuk, açlık ve korkudan yeterince acı çekmiş oluyor, herkes onlara karşı çıksa da yasal olsun olmasın, ben asla yapmayacağım. Tanrı yardımcım olsun!”

“Mary! Mary! Canım, bırak seni ikna edeyim.”

“İkna edilmekten nefret ederim John, özellikle de bu konularda ikna edilmekten. Siz politikacıların bir doğrunun çevresinde dolanmaları yok mu, iş pratiğe gelince siz kendiniz de inanmıyorsunuz. Seni iyi tanıyorum, John. Sen de benden fazla doğru olduğuna inanmıyorsun ve benden çabuk harekete geçmezsin.”

Bu önemli anda, her işi yapan yaşlı zenci Cudjoe kafasını kapıdan uzattı ve “Hanımım mutfağa gelse iyi olur.” ricasında bulundu. Senatörümüz oldukça rahatlamış olarak ufak tefek karısının arkasından neşe ve sıkıntının garip karışımı bir şeyler duyarak baktı ve koltuğuna oturarak gazeteleri okumaya başladı.

Bir an sonra, karısının aceleci, içten sesi kapıdan duyuldu. “John! John! Biraz buraya gelirsen iyi olur.”

Gazetesini bırakıp mutfağa gitti, karşısına çıkan görüntüyü görünce oldukça şaşırdı: Giysileri yırtılmış ve donmuş genç ve narin bir bayan, bir ayakkabısı gitmiş, çorabı ayağında yırtılmış ve ayağı kanıyor; iki sandalye üzerinde ölü gibi baygın hâlde yatıyordu. Yüzünde hor görülen bir ırkın izi vardı ama hiçbiri hüzünlü ve acıklı güzelliğini görmeden edemedi, bir yandan da taş gibi sertliği, soğuk, hareketsiz, ölümcül hâli ciddi bir ürperti veriyordu. Soluğunu içine çekip sessizce durdu. Karısı ve tek zenci hizmetçileri yaşlı Dinah Teyze onu ayıltmaya çalışmakla uğraşıyordu, yaşlı Cudjoe ise oğlanı dizlerine almış, ayakkabılarını ve çoraplarını çıkartıp küçük, soğuk ayaklarını ovuşturmakla meşguldü.

“Tam görülecek şeydi!” dedi merhametle yaşlı Dinah. “Sıcak bayılmasına sebep oldu. Geldiğinde kısmen canlıydı ve burada bir süre ısınabilir mi sordu. Tam ona nereden geldiğini soruyordum ki oracıkta bayıldı. Ellerine bakılırsa sanırım ağır iş görmemiş.”

“Zavallı yaratık!” dedi Bayan Bird sevecenlikle, o sırada kadın kocaman, koyu renk gözlerini yavaşça açtı ve bomboş kadına baktı. Birden yüzünden bir acı ifadesi geçti ve yerinden fırlayarak şöyle dedi. “Ah, Harry’im! Onu aldılar mı?”

Bunun üzerine Cudjoe’nun dizlerinden atlayan oğlan kollarını havaya kaldırarak koştu. “Ah, işte burada! Burada!” diye bağırdı kadın.

“Ah, bayan!” dedi çılgın bir sesle Bayan Bird’e. “Bizi koruyun! Onu almalarına izin vermeyin!”

“Kimse burada size zarar veremez, zavallı kadın.” dedi Bayan Bird cesaret vererek. “Güvendesiniz, korkmayın.”

“Tanrı sizi korusun!” dedi kadın elleriyle yüzünü kapatıp hıçkırıklara boğularak. Bu sırada onun ağladığını gören küçük çocuk, dizlerine tırmanmaya çalıştı.

Hiç kimsenin Bayan Bird’den iyi bilmeyeceği nazik ve kadınca hizmetlerle zavallı kadın çok geçmeden sakinleştirildi. Ona ateşin yanında kanepede geçici bir yatak yapıldı ve kısa süre sonra çocuğuyla ağır bir uykuya daldı, ondan daha az bitkin görünmeyen çocuk kollarında deliksiz uykudaydı. Çocuğu ondan almak için yapılan nazik denemelere kaygılı ve endişeli bir biçimde karşı çıktı; uykusunda bile kolunu sıkıca ona dolamıştı, sanki tetikte gibi kavrayışından o zaman bile vazgeçmeyecekti.

Bay ve Bayan Bird salona geri döndüler, garip gibi görünse de önceki konuşmalara ilişkin iki taraf da tek bir kelime etmedi; Bayan Bird örgü işleriyle meşgul oldu ve Bay Bird de gazete okuyormuş gibi yaptı.

“Kimin nesi olduğunu merak ediyorum!” dedi Bay Bird sonunda işini bırakırken.

“Uyanınca ve kendini dinlenmiş hissedince, göreceğiz.” dedi Bayan Bird.

“Diyorum ki hanım!” dedi Bay Bird, gazetelerin ardında sessizce düşüncelere daldıktan sonra.

“Evet, canım!”

“Eğer canını sıkmazsa senin elbiselerinden birini giyer mi acaba, ne dersin? Senden epeyce iri görünüyor ama.”

Cevap verdiği sırada, oldukça anlaşılır bir gülümseme Bayan Bird’ün yüzünü aydınlattı. “Bakarız.”

Yine bir duraklama oldu ve Bay Bird gene kendini tutamadı:

“Diyorum ki hanım!”

“Evet! Şimdi ne var?”

“Öğleden sonra uykularında üzerime örtmek için sakladığın eski ipek pelerin var ya, onu ona verebilirsin, giysilere ihtiyacı var.”

Bu sırada Dinah kadının uyandığını ve hanımı görmek istediğini söylemek için içeri baktı.

Bay ve Bayan Bird peşlerinde iki büyük oğluyla mutfağa gittiler, küçük olanı bu saate kadar sağ salim yatağa gönderilmişti.

Kadın şimdi ateşin yanında kanepede oturuyordu. Daha önceki telaşlı çılgınlığından farklı olarak sakin, kalbi kırık bir ifadeyle durmadan alevlere bakıyordu.

“Beni mi istediniz?” dedi Bayan Bird kibar bir ifadeyle. “Şimdi daha iyi hissettiğinizi umarım, zavallı kadın!”

Uzun, titrek bir iç çekiş tek yanıttı ve koyu renk gözlerini kaldırıp öylesine mahzun ve yalvaran bir ifadeyle kadının üzerine bakışlarını dikti ki küçük kadının gözleri yaşlarla doldu.

“Hiçbir şeyden korkmanıza gerek yok; burada hepimiz arkadaşız, zavallı kadın! Bana nereden geldiğinizi ve ne istediğinizi söyleyin.” dedi.

“Kentucky’den geldim.” dedi kadın.

“Ne zaman?” dedi Bay Bird soru sormayı üstlenerek.

“Bu gece.”

“Nasıl geldiniz?”

“Buzların üzerinden karşıya geçtim.”

“Buzların üzerinden karşıya geçmek!” dedi oradaki herkes.

“Evet.” dedi kadın yavaşça. “Öyle yaptım. Tanrı’nın yardımıyla buzların üzerinden geçtim; zira arkamdaydılar, tam arkamda ve başka yolu yoktu!”

“Tanrı’m, hanımım.” dedi Cudjoe. “Buzlar kırılmış kütlelerdi, suda sallanıyor, aşağı yukarı batıp çıkıyorlardı!”

“Biliyorum öyleydi, biliyorum!” dedi çılgın gibi. “Ama yaptım! Yapabilir miyim diye düşünmedim, başarabileceğimi düşünmedim ama umursamadım! Eğer yapamasaydım ölürdüm. Tanrı bana yardım etti; deneyene kadar kimse Tanrı’nın onlara ne kadar yardım edeceğini bilemez.” dedi kadın, ışıldayan gözleriyle.

“Köle miydiniz?” dedi Bay Bird.

“Evet, efendim; Kentucky’de bir adama aittim.”

“Size kötü mü davranıyordu?”

“Hayır, efendim; çok iyi bir efendiydi.”

“Peki hanımınız size kötü mü davranıyordu?”

“Hayır, efendim, hayır! Hanımım bana hep iyi davranırdı.”

“O zaman güzel evinizi terk edip kaçmanızın ve böyle tehlikelere atılmanızın sebebi ne?”

Kadın keskin, dikkatli bakışlarla Bayan Bird’e baktı ve derin bir matem içinde olduğu gözünden kaçmadı.

“Hanımefendi.” dedi birden. “Siz hiç çocuğunuzu kaybettiniz mi?”

Beklenmeyen bir soruydu ve yeni bir yaraya tuz basmıştı; zira ailenin sevgili çocuğunu mezara koyalı sadece bir ay olmuştu.