Ocak Sönmesin Diye – Lütfü Şehsuvaroğlu Kitabı

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

Bugün Afganistan’da, Afrika’da, Orta Doğu’da gördüğümüz gibi vandalizme varan bir davranış biçimi, milliyetçilik olmasa gerek.

Milliyetçilik hiçbir zaman vandalizme yönelmez. Bir kere bunu düzeltelim. Vandalizme yönelen bir davranış milliyetçilik olmaz.

Günümüz pratiğinden perdeye yansıyan fotoğraf bu şekilde.

Milliyetçilik, milliyet değerlerini içeren davranış demek. Milliyet değerlerinin içinde din var, kültür var, medeniyet var, birlikte yaşama iradesi, ortak tarih şuuru, ortak devlet kaygısı yani siyasi birlik. Bunlar önemli. Dolayısıyla bir Arap milleti, o geniş İslam ümmetinin dairesi içerisinde vasıflandırılabilir. Bir Fars milliyeti vasıflandırılabilir. Bir Türkmen, bir Kazak, bir Kırgız, bir Kürt milliyeti de bu dairenin içinde vasıflandırılabilir. Milliyetçilik, Batı tarafından kötü kullanıldığı için çatışma alanıymış gibi yutturuluyor. Bizim milliyetçiliğimiz feodal yapı içermez. Tarihte de içermez. Marx da “Asya tipi üretim tarzı” diyerek bunu çözememiştir. Mesela Osmanlı toplumunda Osmanlı milliyetinin ne olduğu veya Selçuklu milliyetinin ne olduğuna baktığımız zaman, bu mayanın çaldığı birlik şuurundan dolayı, bir “biz” sosyolojisi vardır. Bu biz sosyolojisinin Batı tarafından anlaşılması, algılanması imkânsızdır. Onların milliyetçiliği ile bizim milliyetçiliğimiz zaten asla örtüşmez. Emperyalizmin saldırısına uğramış topraklardır İslam toprakları. Emperyalizme karşı koymak için bunların elbette milliyetçiliğe ihtiyacı vardır. Bütün Doğu milliyetçiliklerinin özü Batı emperyalizmine karşı olmaktır. Bunu yapabildiği için Selahattin Eyyubi, “Şark’ın en sevgili sultanıdır”.

Bunları anlattıktan sonra dedim ki: “Bir Kürt milliyetçiliği yapmalısınız.” Zaten aydınların da baş problemi budur. Mümtaz’ın (Türköne) da birinci problemi budur. Diyor ki: “Biz Türk milliyetçiliği yapmayalım ki onlar da Kürt milliyetçiliği yapmasın.” Buna ancak “Yok ya!” denir. Kürtler aptaldı sanki. Sen Türk milliyetçiliği yapmıyor gibi gözükeceksin, Kürtleri salak yerine koyacaksın, o “Evet milliyetçilik kötü bir şeydir, yapmayayım!” diyecek. Öyle mi! Ahmaktı Kürtler! Onun milliyetçilik yapmaya hakkı yok mu? Bugün Yörük dernekleri var, Yörük milliyetçiliği yapıyorlar.

Yapmıyorlar da yaptırıyorlar gibi geliyor bana.

Hayır yapıyorlar. Yapmaları da doğrudur. Hiç kimse yaptırmıyor, kendileri yapıyor.

Türklük bir şemsiye değil miydi? Hani mayaydı bu. O zaman bu maya tutmamış demektir.

İşte o bilince ulaşamadığımızı söylüyorum. Bu milliyetçilikler aslında o külün, o ortak medeniyetin bir parçasıdır. O medeniyetin içinde bir eylem planı ortaya koyarlar, ona milliyetçilik derim.

Yörükçülüğü milliyetçilik olarak mı addediyorsunuz?

Dar milliyetçilik diyelim. Araya girdin insicam bozuldu. Bekle biraz. Bir noktaya varmaya çalışıyorum. O da milliyetçiliklerin milliyet değerleri üzerinden yapılması gereğidir. Yine de dar milliyetçilikleri anlamaya çalışıyoruz.

ANADOLU NASIL KÜRDİSTAN OLUR?

Her türlü milliyetçiliğin başbakan tarafından ayaklar altına alındığı bir dönemde, siz milliyetçiliğin toplumların kimliğinin oluşmasına ve milleti oluşturan değerlerin yaşatılmasına pozitif katkı yapacağını söylüyorsunuz. Çatışmaya değil, rekabet yoluyla gelişmeye yol açacağını savunuyorsunuz. Bu sözlerinizden etnik milliyetçiliği sakıncalı görmediğiniz sonucunu çıkarıyorum. O zaman milletin tarifini bir daha yapmamız gerekmeyecek mi?

Evet, Yörükçülük yapmak yanlıştır. Yörükçülük, etnik milliyetçiliktir. Onu söylüyorum; o yapacak, Kürt yapmayacak, öyle mi? Niye yapmasın! Bugün Kırgız milliyetçiliği yok mu? Kırgızistan diye bir ülke var ve Kırgızlar milliyetçilik yapmak hakkına sahiptir. Kazakistan diye bir ülke var ve Kazaklar da milliyetçilik yapmak hakkına sahiptir. Peki bunlar bir üst Türk kimliğinde şuurlansa kötü mü olur? Üstelik bu şuurlanma da devam ediyor. Kötü bir şey değil. Ayrıca bunlar da Müslüman. İslam, ümmet dairesinde şuurlansa kötü mü olur? Arif Nihat’ın “ister ümmet desin ister ulus desin”e geliyoruz. Bunlar birbirine paralel, iç içe halkalardır. Bir taş atarsın göle, iç içe halkalar oluşur ya, onun gibi birbiriyle çelişmez, birbiriyle çatışmaz iç içe halkalar hâline getirebiliriz. Ben onu söylüyorum. Batı bize çelişiyormuş gibi gösteriyor. Diyarbakır’daki arkadaşlara, “Belki bir Kürt milliyetçiliği bu ülkeyi alır, kanatlandırır ve Türkler zayıflayınca onların yerine geçebilirsiniz. O zaman buranın tamamına Kürdistan diyebiliriz. Batı zaten buraya ‘Turkiya’ dedi, biz demedik. Netice itibarıyla buraya Kürdistan denmiş ne beis. Bu adanmışlığa sahip misiniz? Yani siz Yunus Emre misiniz? Siz Mevlâna mısınız? Siz Hacı Bektaş mısınız? Siz Hoca Ahmet Yesevi misiniz? Siz Kaşgarlı Mahmut çıkardınız mı? Sizin Mimar Sinan’ınız var mı?” dedim.

Eğer bunları ihya edebiliyorsanız buraya Kürdistan demenin sorun teşkil etmeyeceğini söylüyorsunuz.

Kardeşinin adı Bozkurt olan ve emperyalizme karşı mücadelede en ön safta mücadele eden bir Kürt’ün ayağının tozu değilsem en şerefsiz insanım. Ben Selahattin’in ordusunda değilsem Türk olsam da en şerefsiz insanım. Emperyalizme karşı koymadıktan sonra benim Türklüğümün bir anlamı var mı? İçinizden bugün Amerikan emperyalizmini kovacak bir yiğit çıkartabiliyor musunuz? Bu yiğidin arkasında durmayan şerefsizdir. Selahattin Eyyubi’nin ordusunda nefer olmak en büyük şereftir.

Bu konuya ilişkin ikinci örneğim: Bir Adıyaman şeyhi vardı Kahta’da; Muhammed Raşit Erol, bırakın Türkleri, tırnak içinde söyleyeyim, Türklerin en azılıları, Ülkücüler bunun müridi idi.

Hâlen de müritliğini yapan bir sürü ülkücü var diye biliyorum.

Evet. Peki Adıyaman şeyhinin Yunus Emre gibi, Mevlâna gibi bir kitabı var mı? “Sohbetler” diye bir kitabını dağıtmıştık biliyorum. “Nizam-ı Âlem” dergisinde de sohbetlerinden bazı bölümler aktardım. Yani bir Yunus, bir Mısrî, bir Mevlâna, bir Hacı Bektaş değildi. Peki bu Adıyaman şeyhinin neyi vardı? Siması güzeldi. Müritleri fotoğrafına bakarak rabıta yaparlardı. Bir simasıyla bir Kürt, bütün Türklerin gönlünü kazandı. Öyle mi? Demek ki içinizden bir Yunus çıksa, bir Mevlâna çıksa, bir Hacı Bektaş Veli çıksa, bir Hoca Ahmet Yesevi çıkarsanız, bütün bu Türkler yani Türkmenler, Kırgızlar, Kazaklar, Yörükler, Azeriler, Erzurumlular, hatta ulusalcılar size ram olmaz mı? Böyle yaparsanız buraya da Kürdiya demenin de hiçbir sakıncası yoktur.

Aynı şekilde Niyazi Mısrî gibi, Fuzuli gibi, Yunus Emre gibi büyük tasavvufi dirilişi meydana getirmiş bir Kürt’e kim ram olmaz.

 
Ben gelmedim dâvi için,
Benim işim sevi için,
Gönüller dost evi için,
Gönüller yapmaya geldim
 

derse bir alperen, o zaman bütün kalbimizle buralar sizindir. Anasır-ı asli olarak bu millet bugüne kadar milliyetçilik yapmamıştır. O yüzden bekliyor devleti ne yapacak diye. Bugün devlet, o büyük oluşa karşı gelen bölücü unsurlarla uzlaşmış, anlaşmış gözüküyor. Şimdi eğer siz öldürmeye devam ederseniz içinizden Yunus, Mevlâna gibi 13. asırdaki dirilişçiler gibi dirilişçi çıkarmaz da tıpkı Adıyaman şeyhini örnek alıp ilmî olarak, felsefi olarak, tasavvufi olarak, dil olarak (Bunu Kürtçe de yapabilirsiniz.) buna bir şeyler katıp anlatırsanız, bu topraklar sizi anlar. Anadolu süttür, süt bozuk değilse mayayı çalabiliyorsan tutar. Şu anda bu potansiyel yok. Bu potansiyel olmadığı için öldürerek bir yere varılamaz. Anadolu şimdi seyrediyor. Siz öldürmeye devam ederseniz ve anasır-ı asli devlette bir zaaf görürse bu Kürtlerin felaketi olur. Kısaca PKK’ya sempati ile bakan o Kürt aydınlara böyle dedim. Selahattin Eyyubi’yi, Molla Gürani’yi anlattım. Adıyaman şeyhini örnek verdim. Sevgi dilini, gönül dilini ve bin yıl önceki modeli anlattım. Bugünkü aşkınlık Kürtlerin emperyalizme hizmet edip bu topraklara ihanetiyle mi sonuçlanacak? Yoksa bin yıl önceki Türkmen modeli gibi gönül seferberliğine mi ulaştıracak? Kalkıp bana sarıldılar. O zaman Efkan dedi ki: “Abi senin gibi iki üç kişi olsa bu Kürt sorunu biter.”

Uzun zamandır öldürüyorlar ve herhangi bir felaket ile karşılaşmadılar. Öldürdükçe kazanıyorlar. Dünyevi anlamda buna sınırlar diyorsak sınırlarını çiziyorlar. Onların kendi tanımlarıyla kimlik diyorlarsa kimliklerini kazandılar.

Geçen asırda İngilizlerin cetvelle çizdikleri sınırlarda farklı farklı Arap devletçikleri meydana getirildi. Bütün İslam âleminde Suriye kuruldu, Mısır kuruldu, Irak kuruldu.

Şu anda da yeni bir oluşun içerisindeler.

Ne oldu? Onlarda felaket bitti mi?

Tarih böyle akıp gitmiyor mu? Nihayetsiz bir süreç değil ki bu.

Niye bu bölünüklük? Niye bu zillet? Batı’nın bize ördüğü ağı parçalayıp kendimize has kimliğimizi, o mayanın bize vazettiği adanmışlığı, niye bir İslam medeniyetinin yeniden dirilişi hâline getirmiyoruz?

Bu bir savunma dili mi acaba! Biz birçok sorunun nedenini sorgularken hep Batı’ya atıf yapıyoruz. İç sorunlarda, dış sorunlarda, bölücülükte, yıkıcılıkta ya da kavramlarda filan… İslam tarihine şöyle bir baktığımızda İslam coğrafyası kan ve gözyaşı coğrafyası aynı zamanda.

Her zaman mı böyleydi? Medeniyet kurmamış mıyız? Pax Ottomanica getirdiğimizde haçlı seferlerinden sonra Selçuklu’nun bir nebze başarabildiği (Anadolu beylikleri de diyebiliriz buna.)… Ama en büyük projesi Osmanlı’da gerçekleşti. Osmanlı barışını meydana getirdiğimizde Batı’da insanlar açlıkla mücadele edemiyorlardı. İrlanda’da insanlar sokaklardaki kedileri yiyorlardı. Veba almış başını gitmişti ve vebanın sorumlusu olarak Yahudi’yi görüyordu. Nerede Yahudi varsa öldürüyorlardı. Sanayi Devrimi’yle, burjuva devrimiyle bir noktaya geldiler ve sömürgecilik olgusuyla Avrupa’da bir refah toplumu meydana getirdiler. Bu daha yeni. Ondan önce bölünük Avrupa, zilletlerin her türlüsünü yaşıyordu. İnsanlık dışı her türlü olay burada cereyan ediyordu. Orta Çağ denen karanlık onlar için karanlıktı. Orta Çağ’da Doğu’da büyük bir aydınlanma vardı. Bizim bunu anlamamız lazım. Yani şunu dersen: “Her belanın arkasında bir Batı kurgusu aramak doğru mu?” Böyle bir hastalığımız var. Doğru.

 

Biraz reflektif bir tutum, tarif edilmiş bir tanım gibi çözümlemelerimiz. Yahudilere atıf yapılır, masonlara atıf yapılır, Batılılara atıf yapılır, kökü dışarıda diye içeriden kaynaklı sorunlar görmezden gelinir.

Orta Doğu’da olan hadiselerin birçoğunda suçlu kendimiziz. Yani kendi kültürümüzün, medeniyet değerlerimizin farkında değiliz. Yeniden diriliş içinde oraya dönemiyoruz. Ondan sonra başımızı belaya soktular diyoruz. Mısır’daki İhvan hareketi gibi. Senelerdir seçime girmemiş, seçimi doğru bulmayan, demokrasi karşıtı bir örgüt kuruyorsun, ondan sonra Batı tekrar tezgâhla seni oyunun içine sokuyor, sen orada demokrasi kültürü olmadan yüzde 50 oy aldım diye bir iktidar paylaşımına giriyorsun, ondan sonra karıları başörtülü, kendileri namaz kılan generallerin baskısında, ülkede herhangi bir projen olmadan, iddian olmadan kan dökücülüğün bir parçası oluyorsun. Oradaki mazlumların, oradaki İhvan’ın şüphesiz arkasındayız ama bu İslam medeniyeti mi demek? Geçenlerde cemaatin haftalık yayın organı “Aksiyon”da bir başyazar, “Bir Medeniyet Ölüyor” diye bir yazı yazdı. Medeniyet buysa ölsün. Düşünebiliyor musunuz, kendi ülkesinde bile, bir birlik için, bir oluş için mesaj veremiyorsun. Bu kan dökülürken hâlâ istifa edemiyorsun. Muhsin Yazıcıoğlu benim kardeşimdi. Diyelim ki onu cumhurbaşkanlığı seçimlerine soktuk. Cumhurbaşkanı oldu, sonra onu içeri attılar. İki kişi ölse istifa ederdi. Niye kalsın ki o makamda! O makamla İslam kurtulmuş mu oluyor? Son zamanlarda yolsuzluğu örtbas ederek hükûmetin ayakta kalacağını zannetmek de aynı gafletin eseri.

Bu durumda Türkiye’den de örnekler verebiliriz? Başbakanı da bu örneğe dâhil edebiliriz…

Verebiliz tabii… “Şart midur!” demiş Temel. Sen İslam medeniyeti getirmekle, İslam dirilişi yapmakla, insanları kucaklamakla mükellef değil misin? Sen bir ülkede bile bunu gerçekleştiremiyorsun. Cihana bunu nasıl yapacaksın? Türkiye’de ya da başka bir ülkede iktidarları suçlamak için söylemiyorum. Bizim bir medeniyet kaygımız yok mu? Bizim, kapitalist, emperyalist medeniyete karşı bir alternatif olma iddiamız var mı yok mu? Yoksa biz bu sisteme entegre mi olduk? Kalvinist bir İslamcılıkla yaşantımızı ekonomik olarak, demokrasi olarak, seçim olarak gâvura benzettik de sadece adımız mı İslam kaldı. Bunu değiştirmek, dönüştürmek mükellefiyetinde değil mi İslam?


“2024” adlı romanınızda cemaat ile AKP’nin arasının bozulacağını daha 2006 yılında öngörmüştünüz. Bu öngörü neye dayanıyordu. Çünkü, analizlerinizin aksine bugün Türkiye’de yeni Osmanlı hayali görenler var. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nu da “Neo Enver” diyerek maceraperestlikle suçlayanlar var.

Yeni Osmanlıcılık projesini, Osmanlı’nın O’sunu bilmeden ortaya çıkanlarda görüyor olmamız son derece hazin. Diplomaside “monşer” diye tenkit ettiklerimizin dengeci politikalarından ve Osmanlı’dan tevarüs ettirdikleri o diplomatik davranış kodlarından habersiz olarak bizi her an Orta Doğu batağına, gayya kuyusuna çekebilecek problemleri bugün yaşıyoruz.

Eğer temelleri sağlam olsa argümanlarını kullanabilecek cehd de ve yön eylem planlaması yeteneğinde olsa alternatifli, çoğulcu üç beş senaryoyu ortaya koyar ve bu senaryolardan çıkacak stratejilere göre diplomasisini ve gücünü evirir, çevirir ve bilgeyi hâkim kılar. Ama tam tersine kuru laflar ortada ama işi çözecek ne proje var ne bir program var.

Biraz rakiplerin oyun planını bilmeyen, okumamış bir plan var galiba.

Biz bunu gördük, okuduk. 95’lerde “Su savaşları”na karşı “Su Barışı Projesi”ni yazdık. Filin lalezara girmesini engelleyen bir proje yaptık. Türkiye aklı bunu anlamadı. Mutlaka adımızın Richard, John, Michael filan olması lazımdı. Ya da uluslararası bir örgütün bunu söylemesi lazımdı. FAO, CIA gibi büyük örgütlerin bunu demesi lazımdı. Kürt sorununun çözümünde bu tür think thank’lerin türemesi gibi, benim önerimi de yurt dışı bağlantılı bir düşünce kuruluşu söyleyecekti. Hakikaten Türkiye’nin siyasi aklı kendindenci değil. Yani enternal bir yaratıcılıkla, içinden doğarak türemiyor. Eksternal baskıyla kendine yön biçiyor. Aynı Tanzimat Dönemi paşalarının yaptığı gibi; Osmanlı’da alttan bir talep olmadığı için yukarıdan da sarayın yaptıkları reform ihtiyaçlarına cevap vermiyor. Yukarıdan bir reform sağlanamıyor çünkü alttan talep yok. O yüzden yandan taleplerle, “Siz bizi düzeltmelisiniz.” diye Avrupa’ya baskı yaptırarak Tanzimat paşaları akıl verdirirlerdi. Şimdi buna benzer askerî vesayetin kalkması, demokratikleşmenin olması için aynı o şekilde AB sürecini kullanmalıyız görüşleri var. AB sürecini içeride bazı düzenlemeler için gerekçe yapmak isteyenler, “AB’ye girmesek bile” gibi argümanlar kullanmaktadırlar. Oysa bizim AB üyeliği talebimiz gerçekçi bir taleptir. “Girmesek bile önemli değil.” anlayışı, enerjisini içeride entropi olarak kendi kendini yiyen, yok eden bir yapıya dönüştü. Yani kendi askerî gücünü yok ederek güya demokratikleşiyor. Ama üye olmadığı için o demokrasi bir işe yaramıyor. Demokrasi de global statükonun bir demokrasi oyunundan ibaret olarak Mısır’da Mursi’ye yaptıkları gibi seni bir seçme cenderesine sokuyor. Sen ne demokrasi kültürünü yaşayabiliyorsun ne de gerçekten demokrat olabiliyorsun. Fakat İslam’ın yerine hem demokrasiyi hem liberalizmi oturtup senin alternatif olma ihtimalini ortadan kaldıracak şekilde global sisteme entegrasyonunu sağlıyor. Sen bir kere buna entegre olduktan sonra artık ondan taleplerini dile getirip, ondan çözüm bekliyorsun. Yani global statükodan çözüm beklemeye başlıyorsun.

Kürtçülük, Türkçülüğün Antitezi midir?

Buradan tekrar konunun tamamlanma ihtiyacı duyduğum bölümüne gelecek olursak, “biz” fikriyle kucaklayan ya da emperyalizme karşı duran milliyetçiliği sakıncalı görmüyorsunuz. Bu noktada Türklerin bir ön yargı taşımadıklarını da örnekliyorsunuz. Sizin anlayışınıza göre milliyetçiliğin uyandırıcı, diriltici bir etkisi var. Bu, Kürt milliyetçiliği için de geçerli değil mi?

Ben Kürt milliyetçiliğine asla karşı değilim. Herhangi bir Kırgız, Özbek, Türkmen milliyetçiliğine karşı olmadığım gibi. Ben Arap milliyetçiliğine de karşı değilim, Fars milliyetçiliğine de karşı değilim. Bunların hepsi bizim ortak medeniyet dairemizin itici gücü olabilir. Başarmak için milliyetçi bir atılım yanlış değildir. Mesela, Türkçülük Batı emperyalizmine karşı bir diriliş fikridir. Kürtlere bir zararı var mı? Geçen asırdaki bir Kürt, Türkçülükten rahatsız mıydı? Ne zaman rahatsız oldu? Şimdi anlatıyorlar ki: “Siz Türkçülük yaptığınız için onlar da Kürtçülük yapıyorlar.” Kürtlerin Türklükle bir problemi yoktu. Entelektüel bir dava olarak 100 yıl önceki Türkçülük, İngiliz emperyalizmine karşı idi. Kürt’ün onunla bir sorunu yoktu. Bugün Türk milliyetçiliğinin sanki Kürt’le Kürtlere karşıymış gibi takdimi; işte bu Batı’nın soktuğu fitnedir. Bugün Kürt raporlarında David Phillps’in, Henry Barkey’ın, yani CIA ajanlarının yazdıkları rapordan sonra, MÜSİAD’ın, TÜSİAD’ın, TESEV’in, SETA’nın ve daha ne kadar Kürt raporu yazmış, ne kadar IQ problemi yaşayan adam ve kuruluş varsa hepsi o CIA’in raporunu aynen alıp devşirmiş ve aynısını yazmış ve bunlar böyle bir sonuca gitmiştir. Yalana bak! Geçen asırda yapılan Türkçülük hiçbir Kürt’ün zararına olmadığı gibi, hiçbir Kürt de yapılan bu Türkçülükten rahatsız filan olmamıştır. Bu Batı emperyalizmine karşı Türklükte bir diriliş meydana getirmek ve Batı’dan etkilenmiş milliyetçilik fikrini canlandırmak için bir yarıştır. Üstelik bize geç intikal etmiştir. Yunanistan ayrıldı, bağımsızlığına kavuştu. En son Türkler her şeylerini kaybettikten sonra böyle bir milliyetçiliğe tevessül ettiler. Bu asla Müslüman bir unsura karşı yapılmadığı gibi, herhangi bir ekalliyetin aleyhine de cereyan etmemiştir.

Selahattin Eyyubi’nin ailesi tamamen Türk. O nasıl Kürt kimliğine büründürülüyor? Kardeşinin adı Türk adı.

Haklısın Selahattin Türk’tür. Ama bir tarafı Türk’tü. Ama ben orada değilim. Türklük bir oluştur. Türk oluş, Türk soylu olmaktan önemlidir. Selahattin Eyyubi, Kürtlere önder olma bakımından, rehber olma bakımından tek başına bile yeter. Veya Molla Gürani…

Tabii o da Diyarbakırlı…

Buradan şunu ifade etmek istiyorum: Kürt olabilirsiniz, Türkmen olabilirsiniz, Kazak olabilirsiniz, Özbek olabilirsiniz, Kırgız olabilirsiniz ama Türk olamazsınız. Yani birisi Kırgız oldu diye ben Türk’üm diyemez. Türklük nasıl bir şeydir; bir olgudur, bir oluştur. Vatandaşın kendini Türk hissetmesi zaten çok kolay bir projedir. Evet Türklük bir oluştur ama estetik bir oluştur. Yani, çalınan maya bir medeniyet yaratır ya; nedir o? Bir cami yapar Mimar Sinan gibi. Dolayısıyla cami bir medeniyet eseridir. Bütün Müslümanların ortak medeniyetinin kavramsal yapısıdır. Yani Ziya Gökalp’in kültür ve medeniyet çatışmasının yanlışlığını burada düzeltebiliriz. “Kültür değişmez millîdir, medeniyet değişir tekniktir.” diyordu ya, tam tersine medeniyet bir fikirdir, dindir; kültür ise onun unsurlarıdır.

Aslında kültür ve medeniyeti ayırmak pek sağlıklı değil.

Cami fikri bir medeniyettir. Ama Arap camisi ile Türk camisi farklıdır. İşte bu farklılık kültürdür. Selçuklu mimarisi ile Osmanlı mimarisi arasında kültürel farklılık vardır. Ama cami fikri ortak bir fikirdir. Bu anlamda bir Türk oluş fikrine gelirsek: Arnavut olduğu iddia edilen… Ama annesi Emine Hanım müthiş Horasan erenlerindendir, zaten çok sağlam bir Türk’tür; babası Tahir Efendi Arnavutluk’ta yaşar. Ama Mehmet Akif Türkçenin en mükemmel şairi olduğu için en büyük Türk’tür. Senden de benden de büyük Türk’tür. Dolayısıyla Ahmet Arvasi’nin “antropolojik sosyoloji” dediği ya da sosyolojik ırkçılık dediği şey budur. Yani sosyolojik ırkçılığa bile ihtiyaç yoktur. Akif, Türkçesiyle Türk oluşun zirvesidir. Mimar Sinan, mimarisiyle Türk oluşun zirvesidir. Mevlâna, düşünce sistemiyle, o anlattığı masallarla Türk oluşun zirvesidir. Yahya Kemal’in dediği gibi: “Türkler ‘Mesnevi’ okurlar, pilav yerler ve savaşırlar.” Evet, “Mesnevi” okumayan zor Türk olur.

İlginçtir ki Türkler kitap okumuyorlar…

Türk olamıyorlar demektir. Bugün niye Anayasa’da Türk mü olsun Kürt mü olsun tartışması yapılıyor. Ne olursa olsun? Mesela bence Ostrozot diye bir şey yazsınlar. Hiçbir şey fark etmez.

Yeni bir ulus yaratmış oluruz.

Hiçbir şey fark etmez. Çünkü öyle bir kavim de yoktur, o anlattıkları Türk diye bir kavim de yoktur zaten. Türklük, Türki kavimler topluluğu olduğu kadar, sürekli gelişen ve genişleyebilen sosyolojik hatta felsefi bir büyük birlik oluştur. Binlerce yıllık terkiptir. Bizim anlattığımız Türklük bir oluştur. Bu oluş medeniyetini, kültürünü ama aslında mayasını temsil eder. O maya çalınmıyorsa burada akşamdan sabaha, sabahtan akşama kadar Türk desek, Türk’e hiçbir faydası yoktur. Türklük bir olgudur, bir oluştur. O daireye girmek isteyenler, çok kolay girebilirler. Orada bir estetik duruşla, o hakkın zirvesini elde edebilirler. Yani ırken Özbekler, Kırgızlar, Türkmenler… Yani kendilerini ırken daha sağlam Türk hissedenlerden daha öne geçebilirler ve Türklüğü daha doğru temsil edebilirler. Mesela Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa, o büyük dehasıyla gelmiş geçmiş en büyük başbakanlardan birisidir. Esasında Sokullu Sırp kökenlidir değil mi? Ama Türk’tür.