Ocak Sönmesin Diye – Lütfü Şehsuvaroğlu Kitabı

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

Kaza Günleri


Babam şairdi. Çok güzel şiirleri vardı. Celal dayım 33 yaşında öldüğünde, Otuz üç yaşının baharında Celal’im cemali uçtu da gitti.” diye çok güzel bir şiir yazmıştı. Benim içeride yatmış olmamdan dolayı yazdığı şiirleri vardır. Anneme, bütün evlatlarına yazdığı şiirleri vardır.

İsmet Gönülal diye jandarma okul komutanı albay bir arkadaşı vardı. Türkçe kitapları, gramer kitapları olan Albay İsmet Gönülal ile atışma yaparlardı. Babamın adı Hâlis idi. Hâlis’in sonu “is” ya, İsmet’in de başı “is”. Babam ile Albay İsmet atışırken babamın ona yazdığı redifli bir şiirinde; “Unutma ki Hâlis’in kıçı, İsmet’in başıdır.” diye bir dizesi vardı.

Babam daha ortaokul yıllarındayken “Tevfik Fikret ile Mehmet Akif’in sentezini yap.” derdi. İkisini de severdi. O aslında tam bir Cumhuriyet çocuğuydu. Cumhuriyet’in memurlarındandı zaten. Cumhuriyet felsefesini benimsemiş, içselleştirmiş bir adamdı. Borçlarını bilir, hiç borç yapmaz, senetten sepetten nefret ederdi.

Ben 1980’de hapse girdiğimde biraderim Melih Gökçek ile ortak bir işyeri açmış. Hatta Bahçeli’de toptancı hali gibi kocaman bir yer açmışlar. Eve bir tane zamanı geçmiş borç senedi gelmiş. Babam için bu bir yıkım olmuş. Hâlbuki esnafın evine senet gelmez mi? Bir senet geldi diye birader o büyük dükkânı kapattı. Daha doğrusu kapattı mı onlara mı bıraktı, bilmiyorum. Ben Mamak Askerî Cezaevindeydim. Ne ben sordum, ne o söyledi.

MAMAK MEKTUBU
 
İlk mektubun geldi baktım ağzı açıktı
Aldım zarfı elime, içinden destan çıktı
Anlatıyor bu destan acıklı halimizi
Dile getiriyordu bütün ahvalimizi
Mektubun üzerine gözlerimden yaş aktı
Kan ağlayan içimden orda bir iz bıraktı
Mektubunda herkesten helallik istiyorsun
Sebepsiz ve sırasız nereye gidiyorsun
Satırlar iman ile, sevgi ile doluydu
Mektup bize muhatap anlamı Hak yoluydu
Bu satırlar içinde vatan ve millet aşkı
Burcu burcu kokuyor din aşkı, devlet aşkı
Sen orda bir gazisin, inan ki sanık değil
Buna Hak da şahittir, sade kul tanık değil
İstiklâl savaşının ender bir hâtırası
Babamdan bana kalan İstiklâl Madalyası
O devirde verilen hizmetin nimetidir
Ailemizin kanıtı, açık şeceresidir
İnşallah çilen dolar, değişir nöbet yerin
Bir gün meyveye durur dramatik eserin
 
21.01.1981
Etimesgut

Siz kaç kardeşsiniz?

Dört kardeşiz. İki kız iki erkek. Kızlar benden büyük, biraderim benden küçük. Biraderim hukuk fakültesini bitirdi, şimdi avukat. O da Melih Gökçek gibi büyük iş adamı olacaktı. Ama eve bir senet geldi diye koca iş yerini devretmiş. Ticarete aklı basıyordu, sonra avukat oldu.

Babamın telkinleriyle ve annemin özendirmesiyle şiire başladım. İlk şiirimi ortaokul çağlarında yazdım. 1970’te yayımlanan “Genç Şairler Antolojisi”nde iki şiirim yayımlandı. Türkiye Genç Şairler yarışması açılmıştı. Şiiri doğrudan iki fotoğrafımla yarışmaya gönderdim. Bunlardan birisi daha sonra Nurettin Topçu’nun “Hareket” dergisinde yayımlandı.

 
… Sarı yapraklar, hüzünlü otlar yok artık.
Yalnız taş binalar ve yüreği taştan insanlar var.
Konuşamıyor, dertleşemiyorum ülkemdeki otlarımla yapraklarımla,
Çok uzakta kaldı onlar. Çünkü onlar da yalnız.
Onları teselli edecek arkadaşları gitti.
Bu taş binalar arasında ne işim var?
 

Kent ve insan ilişkisini anlatan bir şiirdi. Öbür şiirim de İstanbul’un fethiyle ilgili bir şiirdi. 1970 yılında yazdığım “Fetih Marşı” şiirinde bir aruz denemesi yapmıştım. Nihat Sami Banarlı’nın edebiyat kitabını ablalarımdan yürütür, o kitaptan aruz veznini öğrenirdim. Aruz veznini, kendi çabamla ortaokul sıralarında öğrendim. Daha sonra 1977 yılında Yozgat’ta açtığımız Ülkü Ocakları’nın 1111’inci şubesinin açılışında 29 Mayıs’ta Ülkü Ocakları’nda çıkarttığımız ve “Fetih Şuuru” diye 100 bin bastığımız gazetede bu şiirim yayımlandı.

Ankara’ya geldiğinizde hangi liseye kaydoldunuz?

1970-71 döneminde şeker fabrikasına yakın diye Sincan Lisesine kaydoldum. Sincan Lisesi o zaman matematikte yeni yöntemin (modern matematik) kullanıldığı deneme lisesiydi. Diğeri de Bahçelievler’deki deneme lisesiydi. Okula şeker fabrikasının servisleri ile gidip geliyordum. Aslında Atatürk Lisesine de gidebilirdim; ben Sincan Lisesine gittim.

Liseye başladığımda duvar gazetesi çıkartıyordum. Birbirine âşık olan kızlara erkeklere onlar adına agrostişle şiirler yazardım. Böyle yüzlerce şiir yazdım.

Sincan Lisesinin futbol takımında da oynardım. Bir ara Şekerspor’un genç takımında da oynadım. İşte o günlerde okula giderken yanından gelip geçtiğim, içinde bozkurt resimleri olan bir kulübe vardı. Şeker Fabrikasından çıkıp Etimesgut’a doğru yürürken istasyon yolu üzerinde bir kulübeydi. Büyük Ülkü Derneği çoğu zaman kapalıydı. Babamdan dolayı tarihe de merakım olduğu için oradaki resimler ilgimi çekiyordu. Bizim evimize emekli generaller, profesörler, milletvekilleri gelirdi. İşte Sadık Beyler, Tevfik Koraltan, Prof. Dr. Rafet Seçkin (Sonra fakültede hocam oldu.)… Onlar gelirdi. Onlarla sağcı solcu CHP’li, AP’li çok tartışmalar olurdu. Babam müzmin muhalifti. Çok seviyeli siyasi tartışmalar olurdu.


Lise arkadaşlarıyla


NASIL ÜLKÜCÜ OLUNUR? ÜLKÜCÜ NASIL OLUR?

Babanızın siyasete uzak bir insan olmadığını anlıyorum. Ancak verdiğiniz örnekler günümüzde merkez sağ denilen biraz daha Demokrat Parti çizgisinde olduğunu gösteriyor. Siz ise daha sonraki yıllarda İslamcıların ırkçı diye yaftaladığı, liberallerin aşırı sağcı diye tanımladığı bir çizgiye yönelmişsiniz. Nasıl ülkücü oldunuz?

Lisede okuduğum yıllarda, sonradan eniştem olacak Ali Bilir diye boylu boslu bir arkadaş vardı. O benim Büyük Ülkü Derneğinin önünden geçerken duvardaki afişlere bakışımdan, ilgimi anladı. Çünkü daha önce de Büyük Ülkü Derneğindeki arkadaşlar ülkücü olmam için ısrar ediyorlar, okumam için Peyami Safa’nın romanlarını veriyorlardı.

Lisedeyken her düşünceye eşit bakıyordum. O yüzden “Bizim Anadolu” ile “Cumhuriyet” gazetesini birlikte alıyordum. Bizim sınıfta Selametçi bir çocuk vardı; derse Kur’an tefsiri ile gelirdi. Bir de devrimci bir çocuk vardı; sık sık sara nöbeti geçirir, bayılırdı. Bir de şimdi Gazi Üniversitesi Kimya Fakültesinde profesör olan Atilla Murat Murathanoğlu diye bir arkadaşım vardı. Einstein gibi buluşları olduğu için ona Einstein derdik. Yani sınıfımız da dönemin ideolojik eğilimlerine uzak değildi.

Ali Bilir, beni harekete kazandırmaya karar vermiş ama huyuma göre davranıyor. Ben daha lise son sınıftayken bir seminer verdirdi. 1972-73 döneminde verdiğim ilk seminer “Türk Dili ve Milliyetçilik” konulu idi. Hâlen o seminerde anlattığım konulara imzamı atarım. Çok güzel bir araştırmaydı. Ahmet Caferoğlu, Fuat Köprülü, Necmettin Hacıeminoğlu, Sadri Maksudi Arsallardan dipnotlar edinip hazırladığım bir çalışmaydı.

Bu semineri verdiğiniz esnada siyasi kimliğiniz henüz oluşmamıştı değil mi? “Cumhuriyet” gazetesini ve “Bizim Anadolu” gazetesini birlikte alan bir Şehsuvaroğlu var. Senteze devam ediyorsunuz…

Evet, devam ediyorum ve her tarafa aynı mesafedeyim. Ali Bilir, 50-60 kadar kişinin dinlediği seminerden sonra bana “Sen şimdi bize üye oldun.” dedi. Dinleyenler arasında Ticaniler de vardı. Şimdiki cemaat gibi o zaman da Ticaniler çok yaygındı. O zaman, dinleyenler arasında yaşlı başlı Ülkücüler de vardı. Ali Bilir orada, benim Genç Ülkücüler Teşkilatına üye olmam için çok ısrar etti. İnat ettim “Olmam!” dedim. Konuyu değiştirip ihtiyaçlara değindi. Derneğin aidat ile ayakta durduğunu söyledi. Ben de cebimdeki 20 TL’yi verdim. Aidat kestiler, “Şimdi oldun.” dediler. Yine “Olmam!” dedim. O kadar ısrar ettiler ki kabul etmeyeceklerini düşünerek yapamayacakları bir işi söyledim; duvarda Türkeş’in resmi asılıydı. “Şu çirkin adamın resmini indirirseniz ben üye olurum.” dedim. Artık işi gıcıklığa vurdum. Aralarında yetiştirme yurdundan gelmiş, “Güven” dergisinde yazan Vehbi adındaki arkadaş, “Olmazsa olmasın!” dedi. Ali Bilir gitti, “Yeter ki sen üye ol, ben bu resmi indiririm.” dedi ve resmi indirdi. İndirince ben lafımı yemedim ve teşkilata üye oldum.

Ali Bilir’in sizi üye yapmak için ısrar etmesinin nedeni ne? Sizde ne gördü?

Ali Bilir, Sincan Lisesinin benden önceki mezunlarındandır. O bölgeye ülkücülük mayasını çalan adamdır. Bir inatla Ülkü Ocakları’na üye olduktan sonra, indirttiğim resmi kendim astım.

Ali Bilir ile sonraki dönemde çok iyi arkadaş olduk. Birlikte ocağa insan kazandırma teknikleri geliştirirdik. Ocağa yeni gelen kişileri kazanmak için soğuk kış gecelerinde danışıklı tartışmalar yapardık. Birimiz sağcı olur, birimiz solcu olur tartışırdık. Gelen kişinin yenen fikri desteklemesi için danışıklı bir tartışma yapardık. Doğrudan doğruya propaganda yapmak yerine, öyle bir enstantane yaratıyorduk. Tabii galip gelen fikir, ülkücülük olurdu mutlaka.

Ülkü Ocakları, Kültür Merkezi miydi?

Sizin uzaktan gördüğünüz Genç Ülkücüler Teşkilatı, o dönem bir kültür ocağı gibiydi değil mi? Yaptığınız kültürel bir faaliyetti sanırım. O yıllarda da racon kesme yöntemleri var mıydı?

Racon kesmek ne?



Şimdi genç Ülkücülere öğretiyorlar ya! Böyle şekilli yürümek, bıyık sarkıtmak, tespih çekmek, siyah takım elbise giymek gibi…

 

Onlar ne öyle! Ben hâlâ öğrenemedim onları. O zaman biz racon kesmenin ne olduğunu bilmezdik. Onları şimdi görüyoruz, duyuyoruz tabii. O zaman insanlar çocuklarını eğitilsin, adam olsun diye getirip ocağa teslim ederlerdi.

Peki siz hangi kültürel kaynaklardan besleniyordunuz o yıllarda?

Aslında biz bir yerden beslenmiyorduk. Kendi kendimize besleniyorduk. Mesela Etimesgut’ta daha sonra ülkücü teşkilatı şöyle büyüttük: Önce büyük bir açık hava sinemasını kiralayıp iki katlı bir binayı merkez teşkilatı yaptık. Duvarlarla çevrili açık alanda da konferanslar düzenledik. Tiyatro kolumuz bile vardı. Zaten açık hava sinemasının sahnesi de var. Orada amatörce tiyatro sahnelerdik.

Bu arada Ankara ile yani Ülkü Ocakları Genel Merkezi ile bir etkileşiminiz var mı?

O dönemde henüz Ankara ile bir etkileşimim yok. Biraz daha bağımsız şekilleniyorum orada. Açık hava sinemasında salı akşamları edebiyat sohbetleri yapardık. Her Türk genci Yahya Kemal’den, Mehmet Akif’ten, Faruk Nafiz’den, Mehmet Emin Yurdakul’dan mutlaka birer şiir ezbere bilmelidir. Bu şairlerden bir şiir okumadıkça Türk genci sayılamaz. O yüzden salı akşamları edebiyat sohbetlerimizde “Safahat” gibi klasiklerimiz mutlaka okunurdu. Salı akşamları aynı zamanda eski Türk edebiyatını da Osmanlı Dönemi edebiyatını da Cumhuriyet Dönemi edebiyatını da okuyorduk. Aynı zamanda okunması gereken kitaplar tavsiye edilirdi. Kitap değişimi sağlanırdı. Oralar zengin kütüphaneler ve eğitim yuvalarıydı. Zaten teşkilat dediğin kütüphanedir. Türklüğü içinde bulunduğu durumdan kurtaracak, bahtı kara maderini değiştirecek, Mehmet Akif’in “Asım nesli” dediği yeni nesiller yetiştirecek, Kur’an’ı asrın idrakine söyletecek bir nesil yetiştirmeyi düşünüyorduk.

Bu arada perşembe akşamları dinî sohbetler yapılırdı. Bir din adamını çağırırdık. Bize tefsir okur ya da dinî bilgiler, ilmihâl bilgileri verirdi. Cumartesi günleri Ankara’dan bir seminerci getirtirdik. Pazar günü de içimizden birine, cumartesi günü dinlediğimiz seminer konusunda seminer verdirtirdik. Bunun nedeni de arkadaşlarımızın dinlediği konuyu anlayıp anlamadıklarını tespit etmek idi. Seminer veremeyeceğini söyleyen kişiyi de alır, ona metin yazar ve kürsüye çıkartırdım. Herkes mutlaka seminer vermeyi bilecekti. Bir semt düşünün ki o zaman bizim bir kültür merkezimiz var ve semte bağlı 30 Ağustos Mahallesi’nde, Şeker Mahallesi’nde ve İstasyon’da üç tane şubemiz, yani kütüphanemiz vardı. Kütüphanenin bir köşesinde çay ocağı var, yanında kitaplık var. Orada gençler sohbet eder, kitaplar okurlardı.

Bunları 17 yaşında bir genç yapıyordu değil mi?

Evet. Bu teşkilatta tiyatro kolumuz, hanımlar kolumuz, memurlar kolumuz, işçiler kolumuz vardı. Çünkü orası işçi muhiti idi. Şeker fabrikasının yanı sıra, askerî hava üssü vardı. Traktör fabrikası vardı. Etimesgut bir sanayi şehri idi. Geniş bir tarım ve sanayi kasabası. Bir genel merkez gibi örgütlenmiştik. Memurlar kolumuzda astsubaylar vardı. Etimesgut’taki hava lojmanlarındaki subaylar, astsubaylar da gelirdi ocağımıza.

Ocaktaki işçiler kolumuz bir ara o kadar başarılı oldu ki Şeker İş Sendikasının kongrede Sadık Şide’yi devirip sendikayı ele geçirecek düzeye geldik. Tabii Ankara’dakiler bizim Etimesgut’taki ilişkilerimizi bilmedikleri için Sadık Şide’den bürolarına bir mobilya hediyesi almışlar. Aldıkları bu hediye karşılığında Şeker Fabrikasının sinema salonunda yapılan kongrede bizim adayımıza karşı Sadık Şide’yi destekleyerek bizi sattılar.

Etimesgut’ta bir genel merkez gibi çalıştık. Hatta “Etimesgut’un Sesi” diye bir gazete çıkardık. Ben liseyi bitirip 1973-74 döneminde üniversiteye girdiğim senenin yazında D grubu işçi statüsünde Şeker Fabrikasında vagon kantarında çalışmaya başladım. Sincan’a doğru, in cin top oynayan bir yerde vagon kantarı vardı. Orada kantarın yanında, içinde sobası olan küçük bir de kulübemiz vardı. Geceleri orada giren pancarı, çıkan melas ve küspe vagonlarını tartardım. Akşam 7, sabah 7 arası çalıştığım için aldığım maaş babamdan yüksekti. Bizim maaşımızı gece mesaisi gibi hesapladıkları için 1500 lira idi. Babam o zaman 1200 lira alıyordu. Biz orada Selahattin adında Alevi kökenli Sivaslı arkadaşımla çalışırdık. Onunla birlikte silah talimi de yapardık. Issız bir yer olduğu için gelen giden olmaz, silah sesini kimse duymazdı. Selahattin, Atsızcı bir arkadaştı. Onunla birlikte orada dergi de hazırlardık. O zaman Atsız’ın “Ötüken” mecmuasından Ankara’ya 50 tane getirtiyordum. Dergiden ancak 5 adet satabiliyordum. 45 dergiyi bedava dağıtıyordum. Ama Atsız’a 50 dergi parası gönderiyordum. Hatta “Ötüken”de de bir şiirim yayımlandı. Ondan sonra Nurettin Topçu’nun “Hareket” dergisini alır ve dağıtırdım. Onun dergisinde de bir şiirim yayımlandı. Ayrıca Üstat Necip Fazıl’ın “Büyük Doğu” dergisini de takip ediyorduk.





Şimdi bir yanda Türk ülküsünü anlatmaya çalışıyor ve legal zeminde sesinizi kitlelere duyurmaya çalışıyorsunuz. Diğer yanda ise silah talimi yapıyorsunuz? Neden silah edinme gereği duydunuz? Türkiye yavaş yavaş terörize olduğu için mi?

Silahı kendi paramızla almıştık. Kış gecelerinde o zamanlar vagon kantarının olduğu yere kurtlar bile gelirdi. Biz de biraz da gençlik merakıyla silah almıştık. Ama asıl gerekçesini ileride anlatacağım. O zaman bir çatışma ortamı filan yoktu.

Ben üniversiteye girdiğim sene, aynı zamanda Etimesgut Büyük Ülkü Derneğine başkan seçildim. Dolayısıyla üzerimdeki sorumluluğa paralel, faaliyetlerimiz de arttı. Şeker Fabrikasında kazandığım ilk maaşım ile ispirtolu bir teksir makinesi ile Olivetti marka daktilo aldım. Şimdiki gibi fotokopi filan yoktu tabii. Mumlu kâğıdı Olivetti daktiloda dizer, sonra teksirle çoğaltırdım. Afişlerimizi ve dergimizi de bu iptidai matbaada kendimiz yapardık.

Batılı Yaşam Tarzında KİT’lerin Etkisi Oldu mu?

Yaşayan bir toplum ve duyarlı, dinamik bir gençlikten söz ediyorsunuz. Demek ki günümüzde toplum olarak çok da ileriye evrilmemişiz.

Geri mi evrildik, ileri mi evrildik, bilemem. Ancak o zaman Şeker Şirketinin orkestrası vardı ve akşamları caz müziği çalardı. Bugün Türkiye’de çok nadir yerde caz müziği çalınır. Havuzlu bahçemiz vardı. Dünya şampiyonları yetiştiren güreş takımımız vardı. Her şeker fabrikasının bir futbol takımı vardı. Normalde Şeker Fabrikasının lojmanları halktan kopuk değildi. Ankara’da ve Erzincan’da yerleşke içerisindeydi. Turhal’da duvar içerisinde değildi, sadece sınır belliydi. Yolun sol tarafı, Pancar, Akasya, Şeker Sokağı, sağ tarafı da Nurkavak Sokağı idi. Nurkavak Sokağı’nda müdürler oturuyordu. Balolar orkestra orada olurdu.

Türkiye’deki KİT’ler, toplumu Batılılaştırma yönünde, aynı zamanda modern hayatı taşıma noktasında önemli fonksiyonlar icra ettiler. Hem modern tarımı öğrettiler, aynı zamanda burada yaşayan bürokratik çevreyi de yaşam standardı bakımından yükselttiler. Ben koloninin içerisinden biri olarak, hep koloninin dışına kaçardım. 30 Ağustos Mahallesi’ne, gecekondu mahallelerine giderdim. Ben onlarla arkadaşlık yapardım. Fakat sonradan gördüğüm, koloni dışındakiler koloniye girmek için can atarlarmış. Bunu aynı zamanda genel ülkücülük eleştirisi için de söyleyebilirim. Bu gerçekte 1000 yıllık terkibimizi sürmek bir aristokrat kimliği olması icap ederken (Üstat Necip Fazıl’da olduğu gibi) sonradan varoşların, gecekonduların talepkârlarının merkezden nemalanma kültürü olarak yansıdı. Siyaset; milliyetçi, solcu, İslamcı iktidarların merkezde konuşlanışı, onlara yönelik çevresel talepleri merkezde emme sanatı oldu. Çevredeki insanlar hayatlarını daha güzelleştirmek için meğerse o sevdada imişler. Asıl dertleri, İslamcılık, sosyal demokratlık, ülkücülük değil, kendi sosyal statülerini düzeltmek amacıyla kendileri o koloniye girmek istiyorlarmış.

Koloninin içerisinde kendi benzeşlerinizi bulamıyor muydunuz?

Koloni içinde benzeşlerim vardı ve onlarla da arkadaşlık yapıyordum. Ama dışarıda da arkadaşlarım vardı.

Dışarıya çıkmak kalabalıklaşmak, kendini ifade etmek, oraları fethetmek arzusundan kaynaklanmıyor mu? Çünkü artık ülkücü oldunuz.

Bu ağır bir ifade olur ama doğru. Mesela Etimesgut-Sincan arasında dolmuş şoförlüğü yapanlar vardı. Bunları mutlaka kazanmamız lazım diye bakardık. Ankara’da kurtarılmamış mahalleler vardı, Tuzluçayır, Gazi Mahallesi gibi. Buraların solun elinden kurtarılması lazımdı. Gazi Mahallesi devrimci solun elindeydi ve oradan trenle gelip Etimesgut, Sincan’ı ele geçirmek isterlerdi. Biz de orada hâkimiyet kurmaya çalışırdık. Bu arada da bu hâkimiyet için dolmuşçuların kabadayı gücüne ihtiyacımız vardı. Ben de onların kabadayı gücünü kazanmak için onların şarap içtikleri ortama gittim. Serde delikanlılık olduğu için istemeye istemeye ben de onlarla beraber bol fındık ve fıstıkla beraber hadi bir bira içeyim dedim. Hayatımda ilk ve tek içtiğim alkol odur. Gittiğim o akşam bu dolmuş şoförlerinin hepsini ülkücü yaptım. Onlar daha sonra beni beğenmemeye başladılar. Çünkü onların çoğu daha sonra Adıyaman Kahta’nın müridi oldular.

Bir akşam adamların şarap ortamlarında sohbet ettin ve adamlar ülkücü oldu. Ülkücü olmak nasıl oluyordu? Bir akşamda ülkücü olmak mümkün müydü?

Ülkücü çok kolay olunuyordu. Bak nasıl olunuyordu anlatayım; Ali Bilir ile Dışkapı’da Modern Çarşı’ya gittik. 5 liraya bir tane şampiyonlara verilen küçük bir kupa aldık. Kupanın üzerine “Büyük Ülkü Derneği 1974 Bahar Kupası Şampiyonu” diye yazı yazdırdık. Daha sonra Etimesgut’ta bahar kupası futbol turnuvası yapılacağını afişlerle duyurduk. Meslek gruplarından, mahallelerden 16 takım müracaat etti. Erzurum Mahallesi, Çankırı Mahallesi, 30 Ağustos Mahallesi, Şekerspor, Elmasspor gibi takımlar müracaat etti. Ya da bu isimlerle takımlar kuruldu. Her takımda 16 oyuncu oldu. 16 takım ve 16 sporcu ne demek? 256 insan turnuvada yarışmacı oldu demek. Bunlar eleme usulü maçlar yaptılar. Bütün yaz bu maçlarla geçti. Hemen her gün bir maç yapılıyordu. Nereden baksanız her maçı en az 50 kişi seyrediyordu. Maçtan sonra da katılan sporculara “Ocakta bir çay içelim arkadaşlar.” diyorduk. Gelen 50-100 kişi ile sohbet ediyor, onlara kitap tavsiye ediyor, onların dertleriyle ilgileniyorsun. Böylece bir tanışma ve kaynaşma ortamı yaratmış oluyorduk. Hemen hemen yakın yaşlarda insanlar olduğumuz için kaynaşmamız da kolay oluyordu. Dolayısıyla bir şey demeden bunların hepsi ülkücü oldu. Bunlara ayrı bir şey dememize gerek yoktu. Çünkü hepsi Çankırı’dan Çorum’dan, Erzurum’dan, Yozgat’tan vatan çocukları. Hepsi bu toprağın çocuklarıydı. Ülkücülükte bu toprağın fikriyatıdır. Alpaslan, Fatih, Atatürk… Hepsi aynıdır. Ülkücülük de hepsini meczetmiş bir fikirdir. Hepsi aynı fikirde toplandılar.


Lise Futbol Takımı


Her şey yolunda gitti mi?

Hayır. Biz Etimesgut’ta bu faaliyetleri yaparken dışarıdan işgal güçleri gelmeye başladılar ve bizim için mücadele yılları başladı. İşgal güçleri Gazi Mahallesi’nden geliyordu. 1974 yılına kadar gayet sakin giden olaylar, 1974 yılındaki genel af ile birlikte hareketlendi. Cezaevinden çıkan eski ve tecrübeli solcular, mahallelere yayılmaya başladılar. Etimesgut bir işçi muhiti idi. Aynı zamanda gecekondu mahallesi. Sol söylem burada tutabilir. Orayı ele geçirmek için dışarıdan devrimciler gelmeye başladılar. Mahallede sol örgütlenme için uygun bir vasat vardı. Sınıfsal olarak Marksizm burada neşv-ü nema bulabilir arzusuyla sol gruplar Etimesgut’a geldiler. Kızlı erkekli gruplar sabahtan trene binip Etimesgut’a geliyorlar, akşama kadar afiş asıyorlar, bildiri dağıtıyorlar ve saat 16.00 treni ile Gazi Mahallesi’ne dönüyorlardı. Normal banliyö treni Sincan’a kadar giderdi. 16.00 treni ise Etimesgut’tan kalkardı. Bunlar bütün mahalleleri gezip bildiri dağıttıktan sonra, 16.00 trenine doluşup giderlerdi. O zaman onların karşısına bir güç çıkması gerekiyordu ama bizim gençler çıkamıyordu. Ayrıca korkutmak da lazımdı. Yoksa mahalleyi ele geçireceklerdi. Ama neyle korkutacaktık!