Ocak Sönmesin Diye – Lütfü Şehsuvaroğlu Kitabı

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

Silahı Cesurlar mı Taşır?

Evet belli ki kavga ile henüz tanışmamışsınız. Ütopik bir ideolojik ortam var. Belki de liseli olmanın toyluğundan. Peki, o dönemde hiç solcularla çatışmadınız mı?

Ben 1973 yılının sonunda üniversiteyi kazanınca, başkanlık görevini bir yıl daha devam ettirdim. Benimle beraber Etimesgut Sanat Okulunda okuyan Yılmaz ve Beşevler’de erkek sanat okulunda okuyan Ramazan diye iki arkadaşım daha vardı. Şimdi Şeker İş Sendikasının başkanı olan Ramazan, o zaman 14 yaşında idi. İşte ben, Yılmaz, Gürbüz, Erdoğan, Ramazan ve birkaç arkadaş daha bunların karşısına çıkardık. Ama o zaman henüz kavga tecrübemiz yoktu. Hep eğitim çalışması yaptığımız için hiç siyasi çatışma yaşamamıştık. İlk defa bu grupla karşı karşıya gelecektik. Onlar 100 kişilik grup ile dolaşıyorlar ve silahları da var. Ne lazım? Silah lazım. Gidip 2000 liraya Kırıkkale marka bir tabanca aldık. Onlar mahallelerde bildiri dağıtıp propaganda yaparken bizim ocakta moralimiz bozuluyordu. Silahı alıp ocağa girdim, moral yükseltmek için çıkardım silahı masaya koydum. “Korkmayın bir şey yapamazlar!” demek için koydum masaya. Kuruçay’da av tüfeği filan kullanmıştım ama tabanca hiç kullanmamıştım. Bunu böyle söyledim ama sonra da düşündüm: “İçimizde ajan olabilir ve polise ihbar edebilir.” Çıkarken silahı saklayacak bir yer aradım. O nedenle sinema salonundan herkesten sonra çıktım. Çıkar çıkmaz da silahı zula bir yere sakladım. Gerçekten de aramızda polis muhbiri varmış. Biz daha sinema salonunun dış duvarını dönerken istasyon tarafından polisler gelip önümüzü kestiler ve arama yaptılar. Silahı bulamayınca ispiyoncunun beceriksizliği ortaya çıktı. İşte bizim karşılarına çıkmaya hazırlandığımız kızlı erkekli o grubu bir gün Etimesgut’un gecekondu mahallesinin kadınları tencere tavalarla kovalamıştı.

İspiyoncunun kim olduğunu tahmin edebildiniz mi?

Tahmin ettik. Bizim tahminlerimiz daha sonra genel merkezde üstlendiğimiz görevlerde de devam etti. O hissikablelvuku, teşkilatçılığımızda da yansıdı ve Muhsin Başkan’la aramıza girmiş MİT ajanlarını çok güzel deşifre ederdik. İspiyoncuyu görünce yüzünden anlardık.

ÜNİVERSİTE GENÇLİĞİ NEDEN AYRIŞTIRILDI?

70’li yılların başında, Türkiye’de ideolojik kamplaşma yoğunlaştı. Kitlesel terör eylemleri olmasa da üniversite gençliğinin enerjisi birikmeye başladı. Siz de 1974 yılında Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi öğrencisi oldunuz. Aynı zamanda Etimesgut Büyük Ülkü Derneğinin de başkanlığını sürdürüyorsunuz. Okul ile dernek başkanlığını birlikte yürüttünüz.

Evet, Etimesgut Büyük Ülkü Derneğinin başkanlığını yaparken, Ziraat Fakültesine devam ediyordum. Evim uzak düşer diye Yıldırım Beyazıt Öğrenci Yurdunda kalıyordum. Ziraat Fakültesi ile Veterinerlik Fakültesi yan yana idi. Veterinerlik Fakültesinde de Ali Batman, Ramiz Ongun, Muhsin Yazıcıoğlu, dayı dediğimiz bizden birkaç sınıf önde olan bir arkadaşımız, Özcan Aydın filan vardı. Hayatımın daha sonraki yıllarında yol arkadaşım olacak Yıldırım Bölge Ülkücüleri ile yurtta tanıştım.

Aileniz Etimesgut’ta olmasına karşılık siz yurtta kalıyorsunuz. Neden?

Yıldırım Beyazıt Yurdu, okulun bulunduğu Dışkapı’daki yerleşkenin içinde. Etimesgut’a gidip gelmek bugünkü gibi kolay değildi. Yurtta kalmak daha rahattı. Yurdun bir tarafı kız yurdu, bir tarafı erkek yurdu. Biz de okuldan sonra yurdun kantininde oturuyorduk. Okul bizim elimizdeydi ve komünistler ele geçirmeye çalışıyorlardı. Okulun amfileri dağınıktı; kültür teknik amfisi Keçiören yolunda, makine amfisi Aydınlıkevler yolundaydı. Komünistler 200-300 kişi otobüslerle gelip okulu basıyorlardı. O yüzden “Komünistler geldi okulu bastı.” diye haber gelince biz kantinden koşup okulu kurtarıyorduk. Böyle bir mücadele ortamı vardı okulda.

Potansiyel enerjisi yüksek bir ortam.

Fakülte birinci sınıfta, henüz polis araya girmemiş iken solcu ve sağcı öğrenciler olarak tartışırdık. Fikrî tartışmalar yapardık. Marksizmi yanlışlayan görüşlerimizi söylerdik. Onlar da bizi eleştirirlerdi. Yani, üniversitelere polis girmeden önce siyasi gruplar tartışırlardı. 1974-1975 yılları tartışma ile geçti. Mesela 1976 yılının Aralık ayında öldürülen DHKP/C üyesi Aynur Sertbudak benim sınıf arkadaşımdı. Biz Aynur ile siyasi tartışma yapardık. Ama 1974 yılında çıkartılan affı takiben 1975 yılından sonra amfilerde ve okullarda olaylar başlayınca, polis duvar gibi araya girdi. Polis araya girince, diyelim ki sen bir tarafta kaldın solcu oldun, ben bir tarafta kaldım sağcı oldum. İkimiz aslında benzer insanlardandık.

Böylece gruplar arasındaki etkileşim ve diyalog koptu.

Birbiriyle tartışan, münazara yapan insanların arasına polis girince karşılıklı kampların insanları oldular. Sağcılar bir tarafta, solcular bir tarafta kaldı. Gruplara düşen Türkiye gençliği, o gruplar tarafından siyasi malzeme olarak kullanıldı. Öğrenciler zorunlu olarak kamplara sürüklendi. Şüphesiz bu sadece polise yüklenecek bir hata değil. Bütün örgütler gençlikten enerji devşirmek için zaten bir çalışma yapıyorlardı. Ama bu fikrî bir çalışma olabilirdi. Ne zaman ki polis araya girdi, gruplar arası çatışma keskinleşti. Gruplar da kendi adamlarını kaybetmemek için bu keskinleşmeyi derinleştirdiler. Her taraf örgütün elinde idi. Örgüt içinde yükselme, başka sosyo-psikolojik faktörler gençlikte başka saiklerle biçimlenmeye başlandı. Yani devrimci önderler, ülkücü abiler, akıncı örgütlenmeler gençleri biçimlendirmeye başladı.

Sürecin sizi nereye götürdüğünü o zaman itibarıyla anlayabilecek durumda değildiniz tabii…

Anlayabileceğimiz bir şeydi. Neden anlamayalım. Ama şefleri nerelere bağlıydı, bugünkü mesele neyse o zaman da geçerli olabilir.

Polisin araya bilinçli bir şekilde girdiğini düşünebiliyor muydunuz?

Polisin de bilinçli bir şekilde girdiğini zannetmiyorum.


Bu yorumu sonradan yaptınız.

O zaman da yaptık. Çünkü benim bazı arkadaşlarım vardı, öbür tarafta kaldı. Onlarla diyaloğu devam ettirmek isterdim, ettiremedik. Vatan çocuklarından bir kısmı devrimcilerin yanında, kimisi komünist örgütlerin içerisinde yer aldılar.

Bu tarafa da hasbelkader düşen oldu mu?

Olmaz mı? Sosyolojik bir şey, bu tarafa da düşer o tarafa da düşer. Dediğim gibi Aynur Sertbudak, DHKP-C’nin en hızlı üyelerinden benim sınıf arkadaşımdı. Hatta beraber peyzaj mimarisi tezi yazdık.

Yani diyaloğunuz vardı, konuşabiliyordunuz. O diyaloğunuz devam etseydi belki siz solcu olacaktınız ya da o kız ülkücü olacaktı.

Evet o kız DHKP-C üyesi olmayabilirdi, babası çok iyi bir insandı. Arada diyalog kesilince öyle bir ayrışma oldu. Bu ayrışmanın o dönemlerde bilinçli yapıldığı kanaatinde değilim. Ama üniversiteye polisin girmesiyle taraflar keskinleşti. Ayrıca taraflar da bu ayrışmayı keskinleştirdiler. Bu keskinleşme taraflara enerji sağlıyor. Sonra cenazeler oldu; cenazeleri kaldırırken güç gösterisi oluyor. Onların cenazesi 10 bin kişi, senin cenazen niye 5 bin kişi olsun; 10 bin kişi olması lazım. Ondan sonra kurtarılmış bölgeler oluşmaya başladı. Mesela SBF kurtarılmış bölge, orada devrimci bir öğrenci gelir kürsüyü işgal eder, “Ders bitmiştir, boykota gidiyoruz.” der. Yahut şu cenazeye gidiyoruz”, “şu mitinge gidiyoruz” der ve bütün okulu sürü hâlinde oraya götürür. Gidenlerin hepsi devrimci mi? Hayır. Ama giderler. Diyelim ki Yıldırım Beyazıt bölgesinde de biz götürüyoruz. Amfiye çıkar bir arkadaşımız, “Yürüyüş var arkadaşlar, okulu boşaltıyoruz!” dediğinde herkes boşaltırdı.


Kızılcahamam’da yurt ve okul arkadaşlarıyla piknikte yarışma jurisi


Katılmamanın da müeyyidesi var tabii, dışlanmak ya da dayak yemek gibi.

E tabii.

Ve bu süreçte iyice keskinleştiniz.

Biz derken kim? Gençlik keskinleşir, kemikleşir. Ama kendimin keskinleşip kemikleştiği kanaatinde değilim hiçbir zaman.

ÜLKÜ OCAKLARININ TARİHİ ÜZERİNE

Günümüz Türkiye’si, dernek zengini. Her 70 kişiye bir dernek düşüyor. Kabaca 1 milyon dernekten söz ediliyor. Ama bunların içinde öyle dernekler var ki ülke çapında yankı uyandırabiliyor. Geçmişteki Ülkü Ocakları buna somut bir örnek. Siz de Ülkü Ocakları’nın mensuplarındansınız. Üniversiteye başladığınız yıllarda teşkilatçılığınız henüz yerel düzlemde devam ediyor. Ülkü Ocakları Genel Merkezi ile ilk ilişkiniz nasıl başladı?

Genel merkez ile ilişkim tavsiye üzerine başladı. Yıldırım Beyazıt Yurdunun kantininde otururken herhangi bir bildiri filan hazırlanması gerektiğinde hemen beni bulurlardı. Etimesgut’tan deneyimli olduğum için hemen orada bildirileri kaleme alırdım. Kalemimin kuvvetli olması nedeniyle beni genel merkeze tavsiye ettiler. Zaten Ankara Ülkü Ocağı’na geçmeden genel merkeze giden nadir kişilerden biriyim. Bu durumum 12 Eylül savcıları tarafından da çok sorgulandı. Savcı Nurettin Soyer, “Sen nasıl Ankara ocağında görev yapmadan genel merkeze geldin? Var bunda bir iş!” diye bir hışımla sormuştu.

Arada böyle bir hiyerarşi olması gerektiğini savcı biliyor muydu?

Aldığı ifadeler ve okuduğu metinlerden böyle bir hiyerarşi olması gerektiğini düşünüyor. Böyle bir hiyerarşi zaten gerekmiyor. Ama senin kurduğun gibi o da öyle kurmuştu o hiyerarşik bağı. Esasında genel teamül de öyledir. Dolayısıyla Selahattin Sarı’nın başkanlığı döneminde de genel merkeze gitmiş oldum.

Ülkü Ocağı’nda ilk başkan Selahattin Sarı mı?

Hayır. İlk başkan Aytekin Yıldırım. Siyasal Bilgiler Fakültesinde başkanlık yaptı. Fakat onunki mevzi kaldı. Genel merkez hâline İbrahim Doğan zamanında geldi. Biz daha 1969 yılında ortaokuldan liseye geçtiğimiz günlerde, yakın zamanda son görev yeri olan TBMM Sağlık Merkezinden emekli olan Dr. İbrahim Doğan zamanında başkanlık oluştu. İbrahim abiden sonra Muharrem Şemsek, Sami Bal, Ali Batman başkan oldu. Ali Batman ile birlikte ben de Demirtepe’de köprünün başında sekizinci kattaki genel merkezin yazılarını yazmaya başladım. O dönemde benim “Millet” gazetesinde de tefrikalarım çıkıyordu. Ali Batman’dan sonra Selahattin Sarı başkanlık görevini üstlendi. O zaman ben de genel eğitim sekreteri oldum. O dönemde Etimesgut ile Yenimahalle’nin çok sıkı iş birliği vardı. 2011 yılının Ekim ayında kaybettiğimiz 24. Dönem Ak Parti milletvekili rahmetli Harun Çakır da Yenimahalle Ülkü Ocağı başkanıydı. O da benimle beraber Ülkü Ocakları genel sekreteri oldu. Böylece Selahattin Sarı döneminde biz genel merkezi oluşturduk.

 

Yıldırım Beyazıt Yurdu kantininde arkadaşlarıyla


Üniversite kaçıncı sınıftasınız o zaman?

İkinci sınıfa geçmiştik. Yani 1975 yılında idi. Genel merkeze adım attıktan sonra da okula arada bir gittik. Genel merkeze gidince yaptığım ilk iş “Ülkü Ocakları Bülteni”ni bir dergi havasına getirmek oldu. O zaman “Hasret” dergisi çıkıyordu. Dergiyi ofset baskı ile çoğaltmaya başladık. İstanbul’da çıkan “Genç Arkadaş” dergisi vardı; Türkeş “Genç Arkadaş” dergisini yasakladı ve “Gidin kapatın!” dedi. Biz de kapatmak yerine İstanbul’daki arkadaşları ikna ederek dergiyi Ankara’ya taşıdık. Eğer o zaman Türkeş’in emrini doğrudan yerine getirmiş olsaydık, orada bir hizip yaratmış olacaktık.

“Genç Arkadaş”, bir edebiyat dergisi değil miydi?

Hayır, “Genç Arkadaş” tabloid boyda, siyasi bir dergi idi. O dönem “Genç Arkadaş”ta çalışanların çoğu daha sonra Anavatan Partisi’nden milletvekili oldu. O arkadaşları orada küstürmeden, dergiyi Ankara’da devam ettirdik. Burhan Kavuncu ve ben o dergide çok çalıştık. Burhan Kavuncu, ben, Muhsin Yazıcıoğlu, Ali Batman, Lokman Abbasoğlu, Mehmet Nezih Kemaloğlu, Nuri Öz, Muzaffer Şenduran, Haşim Akten, Ahmet Yeşil, Yağmur Tunalı, Beyaz Mehmet o dönemin fikriyatına katkı sağlayan isimlerdendi. O dönem biz TÖMFED’de (Töre Musiki Folklör Eğitim Derneği) bir eğitim çalışması başlattık. Dernekte müzik, resim, tiyatro gibi sanatsal faaliyetler yürütüyorduk. Ayrıca geceler düzenliyorduk. Gecelerimizde Necdet Tokatlıoğlu, Ali Şenozan, Ozan Arif ve diğer halk ozanları sahne alıyordu. Biz bu faaliyetlere katıldığımız gibi ocakta da eğitimlere katılıyorduk.

Bizim genel merkez faaliyetlerine yoğunlaştığımız dönemde, ideolojik çatışmalar arttı ve cenazeler çoğaldı. Her cenaze sonrasında ülkücü şehitler için afişler basıyorduk. Ayrıca onlar için dergiler çıkartıyorduk. O dönem siyasi kültürümüze miras kalan sloganlar ürettik.

Bu süreçte sol ile diyalog tamamen kesildi mi? Gruplar birbiri ile sadece çatışmak için mi karşı karşıya geliyordu?

Hayır, aynı dönemde TRT televizyonunda tartışma programlarına karşılıklı çıkıp konuşuyorduk.

TRT o zaman ekrana çıkartıyor muydu insanları ülkücü ve solcu ya da akıncı kimlikleri ile?

Tabii. O dönemde Ülkü Ocakları başkanları bildiri yayımlarlardı ve o bildiriler gazetelerde yayımlanırdı. O zaman önemli bir kuruluştuk. Üniversiteler çatışma alanı idi ama beraber TRT’ye çıkıp tartışmalar yapılırdı. Bu tartışmaların birine Mehmet Gül, diğerine de Ramiz Ongun çıktı ve solcu liderlerle tartıştılar. Sami Bal’ın Ülkü Ocakları genel başkanlığa seçildiği 1975 yılında “Esir Türkler Haftası” başlatıldı. O tarihe kadar bu hafta “Esir Milletler Haftası” olarak anılıyordu. 1955 yılında BM öyle bir hafta ilan etmişti. Biz de resmî olarak 30 kadar dış Türk dernekleri ile ocak önderliğinde Cumhurbaşkanlığını ziyaret edip Fahri Korutürk ile görüştük.


“Kanımız aksa da zafer İslam’ın!”


Sizi böyle bir faaliyet düzenlemeye iten sebep neydi? Bu faaliyeti düzenlemenizin görünen sebebi ne idi? O dönemde çok çarpıcı, toplumsal infiale yol açacak bir sürgün, soykırım gibi olay var mıydı?

Bulgaristan’da Türklerin sorunları var. Doğu Türkistan’ın Çin tarafından işgal edilmesi var. Aynı zamanda Kırım Türklerinin lideri Mustafa Cemiloğlu açlık grevi yapıyordu. Mart 1976’da “Hasret” dergisinin kapağını “Yıkılsın Kremlin” başlığıyla çıkarmıştık. Mustafa Cemiloğlu, Kırım’dan Özbekistan’a sürgün edilen Tatarların yurtlarına dönebilmesi için Moskova’da gösteri düzenledi. Mustafa Cemiloğlu’nu içeri attılar. Biz burada eylemler yaptık, Mustafa Cemiloğlu öldü diye açlık grevleri yaptık ve gıyabi cenaze namazı kıldık. Koyduğumuz tepkiler orada çok etkili olmuş. Daha sonra görüştüğümüzde Cemiloğlu, “Sizin Türkiye’deki tepkileriniz beni hapishanede çok rahatlattı.” dedi. Daha önce de ifade ettiğim gibi Atsız’ın “Ötüken”, Topçu’nun “Hareket”, Necip Fazıl’ın “Büyük Doğu” dergilerini takip ettiğimiz için Türk dünyasını yeni duymuş değildik. Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü de yayınlar yapıyordu. Onların yayınlarını da takip ediyorduk. Türk dünyasına zaten meyilimiz vardı. O sırada da BM tarafından 16-22 Temmuz günleri Esir Milletler Haftası olarak kutlanıyordu. Esir milletlere baktığımız zaman, sadece Türklerin esir olduğunu görüyorduk. Bu nedenle biz Ülkü Ocakları Yönetim Kurulu olarak karar aldık ve “Bundan sonra bu haftayı Esir Türkler Haftası olarak kutlayacağız.” dedik. O arada 30’u aşkın Türk dünyası dernekleri vardı. Bulgaristan Göçmenleri Derneği gibi, Doğu Türkistanlılar gibi, Kerkük Türkmenleri Derneği gibi 30’u aşkın yurt dışı Türkler derneği vardı. Doğu Türkistan Türklerinin sürgündeki ilk Cumhurbaşkanı İsa Yusuf Alptekin Türkiye’de yaşıyordu. Ben bu derneklerin hepsini Ankara’da topladım ve Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ü ziyarete gittim.


Kırım Türkleri’nin lideri Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu ile


Ülkü Ocakları Yönetim Kurulu olarak aldığımız karar doğrultusunda etkinlikler düzenledik. Ölüm oruçları tuttuk, açlık grevleri yaptık, geceler düzenledik, dergiler yayımladık, afişler astık, bildiriler dağıttık, sloganlar yazdık, gösteriler yaptık. Aynı yıl Ülkü Ocakları’nın ilk yayınlarından biri olarak “Esir Türkler” diye bir kitap yayımladım. Kitabı ben yazdım ama ismimi koymadım. Kitaptan 10 bin tane bastık ve dağıttık. O arada babamın ev almak için biriktirdiği paraya Muhsin Yazıcıoğlu ile el koydum. Mustafa Mit dönemin en yakın şahididir. O parayla matbaamızın ilk yatırımını yaptık. Maltepe’de Pars Matbaası’ndan entertip 3 kanal, 8,9 ve 10 punto dizgi yapabilen bir dizgi makinesi aldım. Akay Caddesi’ndeki Pars Matbaasına çok iş bastırmıştık. Patronları benimleortak da olmak istiyorlardı.

Bu esnada, babanızın yanında mı kalıyorsunuz? Yoksa ayrı bir ev tuttunuz mu?

Babam Şeker Fabrikasında çalıştığı için Etimesgut’ta oturuyor ama ben artık genel merkez yöneticisi olduğum için arkadaşlarla eve çıktım. Muhsin Yazıcıoğlu, Muharrem Şemsek’in genel başkanlığı zamanında genel başkan yardımcısı idi. Daha çok “Hasret” dergisinde çalışıyordu. Genel merkeze gidince ben de “Hasret” dergisinde çalışmaya başladım. Bu esnada içimizde bir de istihbarat teşkilatı kurduk.



Dergide herhangi bir ücret alıyor muydunuz? Yoksa meccanen mi yapıyordunuz bunca faaliyeti?

Kim verecek ücreti! Dergi zaten kendi dergimiz. 40 bin sattığımız dergi kendi masraflarını karşılıyordu. Biz “Hasret” ve “Genç Arkadaş”ı çıkartırken aynı zamanda dergi bürosunu özel istihbarat teşkilatı yaptık. Aslında rahmetli Türkeş meğerse bu şekilde üç tane istihbarat teşkilatı kurmuş. Biri bizim kurduğumuz teşkilattı. Bizim başımızda Yılmaz Şenyüz ve Sefa abi vardı. Sefa abi daha sonra rahmetli oldu. Bu arada Burhan Kavuncu, Mustafa Mit, Muhsin Yazıcıoğlu, Yılmaz Şenyüz, rahmetli Sefa ağabey, Hasan Çağlayan, ve daha birçok arkadaşla onlarca sol örgüt ve birkaç sağ örgütü takip etmek için masalar kurduk. Bunların dışında kızlar masası, üniversiteler masası, yurtlar masası, mahalleler masası, kütüphaneler masası, sosyal faaliyetler masası vb. çalışma grupları denebilecek masalarımız vardı. Öğrencilerden kimilerini o sol örgütlerin içine soktuk. Örgütlerde başkanlık düzeyine kadar yükselenler oldu. Mesela Siyasal Bilgiler Fakültesinin arkasındaki Cumhuriyet Yurdu, solcuların elindeydi. O yurdun başkanı bir ara bizim ajan oldu.



Yani Ülkücülerden sol örgütlere adam sızdırıyor ve o kişileri de örgüt içinde liderliğe kadar yükseltiyordunuz.

Mesela Muhsin Başkan bazen bana “Kurtuluş’tan haber gelmiyor.” diyordu. Ben de gizlice o yurda gidiyordum. Yurtta bir sürü silahlı solcu oluyordu. Tükürseler beni boğarlardı. O yurt başkanının odasına girer, onunla sabaha kadar tartışırdım. Tabii Marksist kültür egemen olduğu için arkadaş onlardan etkileniyor ve o tarafa kayıyordu.

O dönemde siz de Marksist öğretiyi okuyor muydunuz?

Biz okuyorduk ama, sol içindeki arkadaşlar daha çok okuyordu. Dolayısıyla o daha çok etkileniyordu. Senin hareketinde literatür eksikliği var. Çocuk mecburen onlardan yana dönüyor. O nedenle onunla sabaha kadar tartışıyorduk. Kendi uydurduğum ideolojik çerçeveye onu getirdikten sonra, birlikte gizlice sabah namazını kılardık ve sonra yurttan ayrılırdım. Yazık ki bizde Marksistler kadar literatür yoktu. Ama kendi kurduğum ideolojik çerçeveye arkadaşımı getirmeye çalışıyordum.

Aslında kendinizin hocası, kendinizin ideoloğusunuz.

Zaten bir şiirimde öyle diyorum; deniz anasına benzer ellerimizle kendi yolumuzu kendimiz aydınlatıyorduk. Şüphesiz eski birikimler var.

Ama hareketin kaderi bu. Çünkü 80’den sonra da benzer duyguları o dönemin ülkücü gençleri yaşadılar. Çünkü o gençlerin önünde onlara rehber olacak, onlara seminer verecek, onlara ders verecek insanlarla hiç karşılaşamadılar. Onların pek çoğu ya cezaevindeydi ya da hayat gailesiyle boğuşuyorlardı. Dolayısıyla bir şekilde kendilerine abilik yaptılar, arkadaşlık yaptılar. Onlar da kendi kendilerini yetiştirdiler. Daha da kötüsü, 80’li yılların ikinci yarısında kötü modeller çıktılar.

82-85 arası da değinilmesi gereken bir dönem. 85’lerden sonra her tarafta kötü modeller oldu. Her tarafta hareketler iğdiş edilince kötü modeller görünür oldu.

Fikir tu kaka yapılınca racon kültürü devreye girdi.

Bugünkü iktidarda eski Akıncılar söz sahibi olsa daha kaliteli işler yaparlar. Ya da devrimciler arasında tecrübeli eski devrimciler söz sahibi olsa daha sağlıklı sonuçlar çıkartırlar. Ama kuşaklar hep yıpratılıp çöpe atıldı. Tutunamayanlar neslimizin sembol kitaplarından oldu.

Çıkardığınız “Hasret”, “Genç Arkadaş” gibi dergilerin ülkücü hareketin ideolojik birikiminin oluşmasında ciddi bir etkisi oldu değil mi? Orada yazan insanlar da Ülkücülerin idolleri hâline geldiler.

Evet, ideolojik önderler, ideolojiyi tayin edenler, sloganları belirleyenler o sürecin yazarları idi. Mesela o zaman Muhsin Yazıcıoğlu’nun “İdeolojik Sistemler” diye bir yazı serisi vardı. O yazısında kapitalizm, komünizm eleştirisinden başlayarak bütün ideolojileri anlatıyor ve eleştiriyordu.

Siz o zaman konulara hâkim miydiniz? Sizinki de amatörce bir uğraşı sayılır. Daha büyük abileriniz ne iş yapıyordu? 40’lı, 50’li yaş kuşağından kimseler yok muydu?

Olmaz olur mu? Mesela Galip Erdem, Seyyid Ahmet Arvasi, Necip Fazıl Kısakürek, Erol Güngör, Mustafa Kafalı, Bahattin Ögel gibi büyüklerimiz, Türk kültürü, milliyetçilik gibi konularda eser veren insanlardı. Bizim de onlarla temasımız vardı. Özellikle de Ankara’dan benim çok temasım vardı. Sık sık İstanbul’a gidiyorum, Ahmet Kabaklı, Necip Fazıl, Seyyid Ahmet Arvasi, Cemil Meriç, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Mustafa Necati Sepetçi-oğlu ile görüşüyordum. Nurettin Topçu ve Nihal Atsız’a yetişemedim. Atsız ile sadece telefonla görüştüm. Bir de dergilerini dağıtıyordum. Topçu ile de 1975 yılında görüşmeye gidecektim ama kısmet olmadı o yıl vefat etti.

İstanbul’a gidişleriniz sağın ileri gelen kalemlerini seminere davet etmek için mi? Yoksa kendinizi aydınlatmak için mi?

Onlardan yazı alıyordum. Bazen röportaj yapıyordum. Ayrıca harekete kazandırmak için kandırıyordum. O esnada da boş zamanlarını sorgulayıp Ankara’ya seminer vermek için davet ediyordum.

Sadece kültürel çalışmalar mı yapıyordunuz? Ülkü Ocakları yönetimine ne zaman seçildiniz?

1977 yılındaydı. Biz ocakta kültürel faaliyetler yürütürken 1977 yılının başında Ülkü Ocakları Derneğine genel başkan seçilen Selahattin Sarı’nın dönemi bitmeden Ülkü Ocakları yönetiminde bir iç darbe yaptık. 1977 yılının Ekim ayında yapılan darbeyi “Hasret” dergisinin idare binasında gerçekleştirdik. Yani aynı zamanda istihbarat örgütü olan yerde yaptık. Mustafa Mit ve Muhsin Yazıcıoğlu da Sefa abiden ve Yılmaz abiden sonra bu örgütün ikinci ayağı. Üçüncü ayağında da ben ve Burhan Kavuncu var.

 

1977 yılının Temmuz ayında Ülkü Ocakları genel başkanı Selahattin Sarı, genel başkan yardımcısı da Mustafa Mit idi. Ben, genel eğitim sekreteriyim ve Burhan Kavuncu ile yayınlara birlikte bakıyorduk. Bizim Yönetim Kurulu toplantılarımız çok ciddi olurdu. Yönetimimizde 3 kız arkadaşımız vardı. Yönetim Kurulu toplantısını görevdeki altıncı ayını dolduran Selahattin Sarı açtı. Yanında da Mustafa Mit oturuyordu. Diğer üniversitelerin başkanlığını yapan arkadaşlar da var toplantıda. Her başkan kendi bulunduğu bölgenin sorunlarını dile getirdi. Konuşmalar öyle bir yere geldi ki ayağa kalktım; “Burada herkes kaldığı yurttan ve okuduğu okuldan bahsediyor. Hâlbuki biz Türkiye’yi yönetiyoruz. Sözde bu genel merkez Türkiye’ye layık değil. Ben istifa ediyorum.” dedim. Burhan Kavuncu kalktı, “Ben de istifa ediyorum.” dedi. Diğer Yönetim Kurulu üyeleri de istifalarını açıkladılar. En son Mustafa Mit de istifa etti. Selahattin Sarı, “Mustafa sen genel başkan yardımcısısın, niye istifa ediyorsun?” dedi. Mustafa Mit, “Ediyorum başkan.” dedi. Selahattin Sarı, “Sen istifa ediyorsan ben de istifa ediyorum.” dedi. Mustafa Mit de “Et o zaman.” dedi. Böylece hep birlikte istifa ettik.

Böylece Ülkü Ocakları Derneğinin yönetim kademelerini boşalttınız.

Evet. Ondan sonra Sivas’a gittik Muhsin Başkanı aldık geldik ve 31 Temmuz 1977’de yapılan 6. Olağan Kurultay’da genel başkanlığa seçildi.

Muhsin Yazıcıoğlu’nun size göre üstün yanı neydi ki Sivas’tan getirip başkan yaptınız?

Muhsin Yazıcıoğlu, Muharrem Şemsek’in 1973 yılında genel başkan olduğu dönemde, genel başkan yardımcılığı görevini yürütmüştü. Aslında onu genel başkan yapan da Mustafa Mit idi. Şimdi MHP’de kalan Mustafa Mit, en sıkı Muhsinci idi. İkisi de Şarkışlalı idi.

Muhsin Yazıcıoğlu’nun Ülkü Ocakları başkanlığında neler oldu?

Muhsin Yazıcıoğlu döneminde yaptığımız ilk değişiklik, ocağın yanındaki daireyi de tutarak genel merkezi genişletmek oldu. Aynı zamanda dernek içinde bir hiyerarşi oluşturduk. Daha önce küçük odada oturan genel başkanı büyük odaya aldık. Mobilyaları yeniledik. Bembeyaz bir makam odası takımı aldık. İnsanlar başkanla görüşmek için üç aşamadan geçmeye başladılar. Dışarıdan gelen kişiler, önce yeni binadaki bekleme salonuna alınıyordu. Oradan taşındığımız dairedeki nöbetçileri geçiyorlar ve ondan sonra büyük salonda oturan başkanla görüşebiliyorlardı. Dolayısıyla Ülkü Ocakları Derneği bir müessese hâline geldi.

Aynı dönemde Ülkü Ocakları hakkında yüzlerce dava açıldı. Bu davalarda da mahkemeye gidip en çok savunma yapan ben oldum. Ülkü Ocakları’nın daha fazla yıpranmaması için Ülkü Ocakları’nı Aydınlar Ocağı gibi bir dernek hâline getirmeye karar verdik. Zaten adliyeden gelen istihbarata göre de derneğin bu mahkemeler sonunda kapatılacağı yönündeydi. Bunun için Muhsin Yazıcıoğlu istifa edip Ülkücü Gençlik Derneğini kuracak, ben de Ülkü Ocakları Derneği Başkanı olacaktım. Dolayısıyla burayı dergi çıkaran, fikrî tartışmalar yapan Aydınlar Ocağı’na benzer entelektüel bir ocak yapıp ismini yavaş yavaş yumuşatacaktık. Çünkü mahkemeden bize gizli olarak ocağın kapatılacağına dair gelen haber üzerine biz Ülkü Ocakları Derneğini bir gecede Ülkücü Gençlik Derneğine çevirdik. Bütün derneklerimizdeki levhalar bir gecede değişti. Bütün teşkilatı bir gecede değiştirdik. Bu değişimde Haşim Akten’in çok emeği var. O, genel sekreterdi ve çok çalışmıştı. Ben de Ülkü Ocakları genel başkanı oldum. Muhsin Yazıcıoğlu da Ülkücü Gençlik Derneği genel başkanı oldu. Ülkü Ocakları genel başkanlığı döneminde zamanımızın önemli bir bölümü mahkemelerde ifade vermekle geçiyordu. Ülkü Ocakları’nı genel merkezden ibaret Aydınlar Ocağı gibi bir kuruluş yapmak üzereyken mahkeme kararıyla Ülkü Ocakları kapandı. Ama kapanma kararı da net olmadı. Dolayısıyla en son Ülkü Ocakları genel başkanı benim. Benimle birlikte Ülkü Ocakları Derneği kapandı. Sonra Ülkücü Gençlik Derneğinde Muhsin Yazıcıoğlu devam etti. Muhsin Yazıcıoğlu’ndan sonra ÜGD’de başkanlığı Şefkat Çetin, ondan sonra Hasan Çağlayan, daha sonra Yaşar Yıldırım aldı. Yaşar’ınki ÜYD idi. Ondan sonra da ihtilal oldu.

Tabii Muhsin Yazıcıoğlu’nun genel başkanlığı döneminde dergileri de müessesenin yayın organı gibi çıkartmaya başladık. O arada ben de babamın ev alacağı 135 bin lira ile matbaa kurdum.

O zaman için iyi para?

Evet, o zaman o para ile Çankaya’dan ev alınırdı. En büyük tek banknot 1000 lira idi. O zaman Muhsin Başkan’la ve bekâr evimizdeki arkadaşlarla haftada bir, annemin yemeklerini yemek için Etimesgut’taki bizim eve giderdik. Bekâr olduğumuz için düzenli beslenemiyorduk. Arada sulu yemeği özlediğimizde bizim eve gidiyorduk. Bu arada kendi tuttuğumuz evimiz de vardı ama her zaman eve gitme imkânı bulamıyorduk. O nedenle en uygun yurt hangisi ise orada da kalıyorduk.

Yurtlara girip çıkmak öyle kolay mıydı? Bekçisi filan yok muydu?

Okullar gibi yurtlar da ideolojik gruplar tarafından paylaşılmıştı. Biz, kendi kontrolümüzdeki yurtlarda kalıyorduk. Yani Cumhuriyet Yurdu Dev-Yolcuların elindeydi, Site Yurdu da bizimkilerin elindeydi. Yüksek Öğretmen, Kütahya Yurdu, Konya Yurdu, Yıldırım Beyazıt, Şeker Yurdu, Adana Yurdu, Sivas Yurdu, Niğde Yurdu…


Yıldırım Beyazıt Yurdu


Yani yurtlar da paylaşılmıştı.

Tabii canım, 80’den önce yurtlar paylaşılmıştı. Her yurdun başkanı vardı, müdürü vardı, yöneticileri vardı. Yurtta kalanlar aynı zamanda mutlaka nöbete kalkarlardı. Askerde olduğu gibi sırası gelen gece bir saat iki saat nöbet tutardı. Yurtlar kurşunlanıyor çünkü. Nöbetçiler iki tane olur. Biri silahlı olur biri silahsız olurdu. Bazen silah bir yerde dururdu. Çünkü polis yurdu basar ve arardı. Yurtlarda silah yakalatmak ayıptı. Yurtlarda silah yakalatan adam görevden alınırdı. Polis bastı, silahı yakalatmadı. O başkan iyi başkandır.

İyi de her öğrenci silah kullanabiliyor muydu? Zira bazı insanlar naif olur. Yani bir eğitimden mi geçiyor bu insanlar silah kullanma konusunda.

Hayır kendiliğinden silah kullanmayı öğreniyor insanlar. Hayatın içinde pişer insanlar. Kendisine bir saldırı olduğunda eline silahı alır ve kullanır. Beyaz Anadol ile geçerken adam takır takır taradı. Sen de silahı alıyor ve karşılık veriyorsun.

Olete lõpetanud tasuta lõigu lugemise. Kas soovite edasi lugeda?