İlyada

Tekst
Autor:
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

ÖN SÖZ

Önde gelen devlet okullarımızdan birinin müdürü bana, Latinceden İngilizceye tercümede dikkate alınması en gerekli kriterlerin ne olduğunu düşündüğüne dair bir soru sorulmasından bu yana uzun zaman geçmediğini söyledi. Cevabı, Latincenin ilk başta deyimsel olması, ikinci olarak akıcı olması ve son olarak tercüme edildiği İngilizceye mümkün olduğunca yakın tutulması gerektiği olmuştu.

“O zaman Latince ya da İngilizceden birinin mecburen yerini bırakması gerekirse Latince yerine İngilizcenin yerini bırakması gerektiğini savunuyorsunuz?” dedim.

Bu görüşte olduğunu söyledi ve elbette sözü geçen bu çok sağlam ilkelerin tüm tercümeler için geçerli olacağını da. Tercümenin yapıldığı dilin dehası ilk göz önüne alınması gerekli şeydir; eğer orijinali okunaklı ise tercümesi de öyle olacaktır, aksi takdirde çeviri olarak ne kadar iyi olursa olsun tercüme denemez ona.

Şöyle devam eder; bir tercümenin, tercümanın yaşadığı zamandaki mevcut konuşma biçimlerinden neredeyse hiç ayrılmaması gerekir, mademki hiçbir şey uzun süreliğine okunur değil, öyleyse yazıldığı zamandan çok başka zamanlardaki söyleyiş şekillerini etkiler. Elizabeth Dönemi'ne ait tercümelerin çekiciliğini hepimiz biliriz ancak bunlardan birine teşebbüs ederek başa çıkması gereken kişi, iyi Viktoryanizm de olmayan bütün Elizabeth’çilikten de kaçınması gereklidir.

Elizabeth Dönemi'nin çekiciliği, Elizabeth’çi olmalarında değildir; bunlar Zaman’ın, Elizabeth Dönemi'ne yaptığı gibi, kuşkusuz Viktoryan edebiyatımızda da büyüteceği yosunlar ve likenlerdir -bunun üzerine, en azından, derme çatma bir inşaat çıkılmamıştır. Shakespeare bize, eskimiş şeylerin üzerine zamanın mührünü vurmasının Zaman’ın şerefi olduğunu söyler. Şüphesiz ki; ancak kendisininkini de mühürleyecek elleri olmayacak; sahte bir harabe olarak çürüyecek lakin göklere çıkaramayacak; eğer ki herhangi bir çalışmayı kutsamaya kalksa eline almaya lütfettiği samimi olarak seküler olmalıdır -bununla gerçekten demek istediğim çağının ve ülkesinin tutumundan sonra Elizabethçiler, bunu bildiklerini bilmeleri için, büyük bir olasılıkla çok iyi biliyorlardı- ancak bilip bilmeseler de bir kopyayı Chaucerizm ile süsleyip tercüme ettiklerini düşünmediler. Kendi jenerasyonları dışındakiler için ölü bir yazarı yaşatma işini, korkusuzca ve gösterişle bozmadan yapmayı amaçladılar. Bunu yapmak için kendi kanlarını onun soğuk damarlarına akıttılar ve kendi canlılıkları ile ona hayat verdiler.

O zaman hayatı kendinin değil, onların mı olur? Kuşkusuz ki ancak onu yeteri kadar sevdilerse onun hayatı da onlara geçer ve onlara hâkim olur. Onlar, ona kendi hayatlarını verecekler ve o da bunu kendi paralarıyla ödetecektir. Ancak eğer ki tahıl öğüten öküzün ağzı bağlanmamışsa10 ve ölü yazar ile tercümanın arasında belli bir karşılıklı özveri olması gerekiyorsa tercüme ettiği çalışma kendininkinden oldukça farklı bir çağa ve coğrafyaya ait olduğu durumda, tercümana daha fazla özgürlük tanınması uygun olur. Şiirin selameti, bir jestinki gibidir -duyulan şey duyanın kulağına bağlıdır. Bir şeyi söylemek için iki insan gereklidir, bir söylenen ve bir söyleyen- ve benzer bir mantıkla şiirin orijinal hedef kitlesi ve ortamı, şiirin kendisine entegre olmuştur. Şiir ve dinleyicileri, benlik ve benlik dışına benzer şekilde birbirlerine karışırlar. Birbirleri arasındaki uyumun muhafaza edilmesi isteniyorsa her birinde değişim ya da biraz eş değişim -edebîden ziyade manevi olarak-gerekli olacaktır.

İyi ki hem “İlyada” hem “Odise”de, yeteri kadar açık görünmektedir ki üç bin yıl kadar bir aradan sonra bile beklenenin aksine dinleyiciler bizden çok farklı değildir ancak birbirlerinden farklıdırlar. Özellikle “İlyada”da, farklılıklar, -tercüman açısından bu farklılık olmasaydı- tolere edilebileceğinden çok daha fazla özgürlük gerektirir. Özgürlüğün başka bir çeşidi, şiir olarak yazılmış bir çalışmanın düzyazıya çevrildiği zamanki girişimde ortaya çıkar. Düzyazı şiirden farklıdır, şarkı söylemenin konuşmaktan ya da dans etmenin yürümekten farklı oluşu gibi… Birinde doğru olan çoğunlukla diğerinde yanlıştır. Örneğin düzyazı, lakap ve unvanların tekrarlanmasına izin vermez; “İlyada”da ise bazen sadece vezin ve bazen de fazlalıklar yüzünden bunlar bolca bulunur ancak hiçbir şekilde şiirin biçimini bozmaz. Aslında bu tekrarları bekleriz ve bunlardan zevk alırız. Juno’nun ak kollu, Minerva’nın gri gözlü ve Agamemnon’un erlerin kralı olduğunu duymaktan bıkmayız ancak Homeros, bu destanı düzyazı olarak yazsaydı bunları bize bu kadar sıklıkla söylemezdi. Bu yüzden, yaygın türdeki lakap ve unvanların sıkça tekrarına izin versem de çok da az olmayan bir sıklıkta onları hasıraltı ettiğimi söylemeliyim.

Ancak, okuyucu, “İlyada”nın metninden yaptığımdan daha fazla uzaklaştığımı düşünmesin diye, şimdiye kadar yapılmış en iyi düzyazı çevirinin yaklaşık ilk elli satırını size sunacağım -Messrs’ten (Burada sanırım Baylar demek istiyor.) söz ediyorum. Çalışmalarım sırasında oldukça minnettarlık duymuş olduğum Leaf, Lang ve Myers sıklıkla beni hata yapmaktan kurtardılar ve parçanın çevirisinde onlardan farklılık göstermek için çok nadir olarak bir sebep buldum. Sanıyorum ki onları referans almadan tek bir paragrafı bile tercüme etmedim; ancak buna rağmen, onların giriş paragrafı ile benimki arasında sunduğum bir karşılaştırma, Homeros’un nasıl tercüme edilmesi gerektiğiyle ilgili olarak onlardan ne tarzda bir farklılık gösterdiğimi gözler önüne serecektir.

Tercümeleri (buradaki Dr. Leaf’inki) şöyle başlar:

Söyle Tanrıça, Peleus’un oğlu Aşil’in öfkesini; sayısız acıyı Akhalara getiren tahrip edici öfkeyi… Nice ulu gönüllü kahramanı Hades’e attı ve gövdelerini köpeklere ve tüm kanatlı canlılara yem olarak verdi ve böylece Zeus’un niyeti başarıyla yerine geliyordu, erlerin kralı Atreides ile soylu Aşil’in araları bozulduğu ilk günden beri.

Tanrılar arasında kim bu ikiliği, kavga ve ayrılığı ayarlayan? Leto ve Zeus’un oğludur o; zira krala kızıp orduyu cezalandırmak için fena bir bela saldı, halk helak olmaya başladı; Atreides, Rahip Khryses’e saygısızlık etti diye zira kızının özgürlüğünü kurtarmak için Akhaların gemilerine gelmişti ve büyükçe bir kurtulmalık getirmişti. Keskin nişancı Apollon’un şeritlerinin sarılı olduğu altın bir asa tutarak tüm Akhalara yalvarmıştı, daha çok da ordulara emreden Atreus’un iki oğluna:

“Siz Atreus’un oğulları ve siz güzel dizlikli Akhalar, şimdi dilerim ki Olympos’taki saraylarında oturan tanrılar size Priamos şehrini yerle bir etmeyi nasip etsin ve evinize güle oynaya dönmeyi; siz sadece sevgili çocuğumu serbest bırakın ve Zeus’un oğlu keskin nişancı Apollon’un hürmetine bu kurtulmalığı kabul edin.”

Sonra bütün Akhalar onaylayarak bağrıştılar, rahibe hürmet ve dolgun kurtulmalığın kabulü için; fakat bu Atreus’un oğlu Agamemnon’un gönlünü hoşnut etmedi, onu kabaca geri yolladı ve ona karşı ağır konuştu: “Seni bir daha görmeyeyim yaşlı adam, bu koca gemilerin yanında, ne şimdi oyalandığını ne de bundan sonra döndüğünü, ne asanın ne de Tanrı’nın şeritlerinin sana hiçbir faydası olmaz. Hayır, kızını da serbest bırakmayacağım, önce benim evimde kocayacak, Argos’ta, kendi vatanından uzakta, tezgâhta dokuyacak ve yatağıma hizmet edecek. Haydi git, beni kışkırtma, huzur içinde geri dönsen daha iyi!”

Böyle söyledi; yaşlı adam korktu, söylediklerine uydu ve gürültüyle uğuldayan deniz kıyısı boyunca sessizce yürüdü. Sonra bu yaşlı adam uzaklara gitti ve güzel saçlı Leto’nun doğurduğu Kral Apollon’a haykırarak yalvardı, “Duy beni, gümüş yayın Tanrı’sı, Khryses ve kutsal Killa’yı koruyan, Tenedos’u kudretiyle yöneten, ya Smintheus! Eğer senin gözlerinde zarif bir tapınak yaptıysam ya da boğaların, keçilerin yağlı butlarını yaktıysam sen benim bu arzumu yerine getir, Danao’ların, gözyaşlarımın hesabını oklarınla ödemelerini sağla.”

Böyle yakardı dualarında ve Phoibos Apollon onu duydu, içi öfke ile dolu, Olympos’un tepelerinden indi, omuzlarında yayı ve kapalı ok kılıfını taşıyarak. Öfkesinden oklar omuzlarında tıngırdıyordu kıpırdadıkça, sonra gece gibi çöktü. Ardından onu gemilerden uzakta oturtarak bir ok fırlattı ve gümüş yaydan çıkan korkunç bir ses duyuldu. Önce katırlara ve köpek sürülerine saldırdı, fakat sonra, sert okunu insanlara doğrultarak onları vurdu ve kat kat ölü yığınları peşi sıra kavruldu.

Yukarıda geçen parçayı çok az bir pişmanlıkla sundum, bende hep var olan sağduyuma göre birkaç okur -üstelik bunlar en az kültürlü olanlar da değildir- dahi Dr. Leaf’in tercümesini benimkine tercih etmeyecektir. Çalışmamın tamamında, bunlara benzer girişimler yaptım ki okuyucu eğer Dr. Leaf’in tercümesini benimkiyle karşılaştıracak olursa hemen fark edecektir ancak hiçbir yerde daha fazlasını yaptığımı düşünmüyorum. Khryses duasının çevirisinde aramızdaki fark; -Dr. Leaf’in “Eğer bir tapınak yaptıysam…” vb. diye çevirdiği kısmı, benim “Eğer tapınağını çelenklerle süslediysem…” vb. diye çevirmemdir- söz konusu mesele değil, Liddell ve Scott’un tercümelerini tercih etmem sebebiyledir. Çok çabuk itiraf etmeliyim ki Dr. Leaf çoğunlukla Homeros’un sözlerini sıkı sıkıya korudu, fakat metne sadık kalmasından ziyade -en nihayetinde ne o ne de bir başkası bağlı kalamaz- büyük teşebbüslerden vazgeçerek (kasıtlı olduğu kuşkusuz) ve aynı zamanda dilin kolay, müzikal akıcılığı ile orijinalinin ruhunun büyük çoğunluğunu kaybettiğine inanıyorum.

Son sözlerim, Dr. Leaf’in nail olmadığı şerefi talep ettiğim izlenimini uyandırabilir. Böyle bir iddiada bulunamam. Tek iddiam, “İlyada”nın daha az şiddet içeren bölümlerini İngilizce okuyan okurlar için daha ilgi çekici hâle getirmekte elimden gelenin en iyisini yaptığımdır. Çok daha fazla şiddet içeren kısımlar ilginç hâle getirilemez, doğrusu kültür seviyesi yüksek olan okuyucu dikkate alınırsa böyle bir şeyin yapılıp yapılamayacağı ya da yapılmaya teşebbüs edilip edilmediği hakkında şüphelerim var. Yazılmaları gerekir -ki zaten yazılmışlar- ancak açıkçası Homeros sık sık bunları sabırsızlıkla yazmıştır ve gerçek savaş ona hem tatsız hem de çok yabancı gelmiştir. Bereket versin ki “İlyada”da insanların genellikle düşündüğünden çok daha az savaş ve dövüş vardır.

 

Bir cümle daha söyleyip bitiriyorum. Tercümemi en az not11 içerecek şekilde yaptım ki “Odise”nin tercümesinin tamamı basıldığında “İlyada” hakkındaki genel düşüncelerimi yapılacak başka bir çalışma ile aktarabileyim. Nihayet, son kitabım, “The Authoress of the Odyssey”den (“Odise’nin Yazarı”) aldığım tepkiler, genel okuyucunun Tanrılar ve kahramanların son yıllarda popülerleştirilmeye çalışılan isimler yerine Latin isimleri daha çok tercih ettiğine beni ikna etti: Bu yüzden, Pope, Bay Gladstone ve Lord Derby’nin çok uzun zamandır halkı alıştırdığı terminolojiye bağlı kalmakta hiçbir tereddüdüm yok.12

SAMUEL BUTLER
8 Ağustos 1898

İLYADA’DAKİ BAŞLICA KARAKTERLER, SOYLARI VE MEVKİLERİ
(İsimlerin, Romalıların kullandığı biçimleri parantez içinde verilmiştir.)

Tanrı ve Tanrıçalar

ZEUS (Jove): Kronos’un (Satürn) oğlu; Tanrıların kralı ve göklerin hâkimi, insanların kaderinin belirleyicisi.

POSEİDON (Neptün): Kronos’un oğlu; denizlerin kralı; Yunanları kayırır.

HADES: Kronos’un oğlu; ölülerin yeraltı ülkesinin kralı.

HERA (Juno): Kronos’un kızı ve Zeus’un karısı; Tanrıların kraliçesi; Yunanları kayırır.

ATHENA (Minerva): Zeus’un kızı; Yunanları kayırır.

APOLLON: Zeus ve Leto’nun oğlu; Truvalıları kayırır.

ARTEMİS (Diana): Zeus ve Leto’nun kızı; Truvalıları kayırır.

AFRODİT (Venüs): Zeus ve Dione’nin kızı; Truvalıları kayırır.

ARES (Mars): Zeus’un oğlu; Truvalıları kayırır.

HEPHAİSTOS (Vulcan): Zeus ve Hera’nın oğlu; Yunanları kayırır.

HERMES (Merkür): Zeus’un oğlu; Truvalıları kayırır.

İRİS: Tanrıların habercisi.

PAEAN: Tanrıların hekimi.

THETİS: Bir deniz perisi; bir ölümlü olan Peleus’la evli; Aşil’in annesi.

SKAMANDROS NEHRİ’NİN TANRISI: Ksanthos olarak da bilinir; Truvalıları kayırır.

Yunanlar; Homeros tarafından Akhalar, Danaolar veya Argoslular olarak da adlandırılır.

AGAMEMNON: Atreus’un oğlu; Argos ve Miken kralı; ordunun lideri.

MENELAOS: Atreus’un oğlu, Agamemnon’un kardeşi ve Helen’in kocası; Sparta kralı, Lakedaimon kralı olarak da bilinir.

AŞİL: Peleus ve Deniz Perisi Thetis’in oğlu, Zeus’un oğlu Aeacus’un torunu; Phtia ve Hellas’tan Myrmidonların kralı.

NESTOR: Neleus’un oğlu; Pylos ve Dorion’un yaşlı kralı; Antilokhos ve Thrasymedes’in babası.

ODYSSEUS (Ulysses): Laertes’in oğlu ve Penelope’nin kocası; İthake kralı ve Kefalonialıların lideri.

AİAS: Telamon’un oğlu; Salamislerin hükümdarı.

AİAS: Oileus’un oğlu; Lokrislerin hükümdarı.

DİOMEDES: Tydeus’un oğlu ve Oineus’un torunu; Orta Argos, Tiryns ve Aegina’nın kralı.

İDOMENEUS: Deukalion’un oğlu ve Minos’un torunu; Girit kralı.

TLEPOLEMOS: Herakles’in oğlu; Rodos Adası’ndan.

PATROKLOS: Menoitios’un oğlu; Aşil’in dostu ve yoldaşı.

PHOİNİKS: Amyntor’un oğlu; Aşil’in babasının üvey oğlu ve Aşil’in eski arkadaşı; Phtia’daki Dolopianların hükümdarı.

STHENELOS: Kapaneus’un oğlu; Diomedes’in dostu.

MERİONES: Molos’un oğlu; İdomeneus’un dostu ve yoldaşı.

ANTİLOKHOS: Nestor’un oğlu.

TEUKROS: Telamon’un gayrimeşru çocuğu; ilk Aias’ın yarı kardeşi; okçu.

KALKHAS: Thestor’un oğlu; kehanetleri gören ve yorumlayan kişi.

MAKHAON: Şifacı Asklepios’un oğlu; Yunanların hekimi.

THERSİTES: Yunan askerlerinin en çirkini; hiç susmadan konuşur.

ASKALAPHOS: Minyoların lideri Ares’in oğlu.

TALTHYBİOS ve EURYBATES: Yunanların habercileri.

Truvalılar

PRİAMOS: Laomedon’un oğlu ve Truva’nın kralı; Tros ve Zeus’un oğlu; Dardanos’un soyundan.

PARİS: Aleksandros olarak da bilinir; Priamos’un oğlu; Helen’i baştan çıkaran adam.

HEKTOR: Priamos ile Hekabe’nin oğlu; Andromakhe’nin kocası; Truva ordusunun kumandanı.

HELENOS: Priamos’un oğlu; Truvalıların kâhini.

DEİPHOBOS ve LYKAON: Priamos’un oğulları.

ANTENOR: Priamos ve Truvalıların yaşlı danışmanı.

SARPEDON: Zeus ve Laodamia’nın oğlu; Bellerophontes’in torunu; Lykia önderi.

GLAUKOS: Hippolokhos’un oğlu ve Bellerophontes’in torunu; Sarpedon’un dostu ve yoldaşı.

AENEAS: Ankhises ve Tanrıça Afrodit’in oğlu, Truvalı önder.

RHESOS: Eioneus’un oğlu; Trakya kralı.

PANDAROS: Lykaon’un oğlu.

POLYDAMAS: Panthoos’un oğlu; Truva savaşçısı ve kurul üyesi.

ARKHELOKHOS, LAODOKOS ve AKAMAS: Antenor’un oğulları.

DOLON: Eumedes’in oğlu; Truvalıların gözcüsü.

İDAİOS: Truvalıların habercisi.

Truva’daki Kadınlar

HEKABE: Priamos’un karısı; Truva’nın kraliçesi.

HELEN: Tyndareos’un kızı ve Lakedaimon Kralı Menelaos’un karısı; Paris tarafından Truva’ya getirildi.

ANDROMAKHE: Kilikya Kralı Eetion’un kızı; Hektor’un karısı ve küçük oğlu Astyanaks’ın annesi.

LAODİKE: Priamos ve Hekabe’nin kızı; Antenor’un oğlu Helikaon’un karısı.

KASSANDRA: Priamos ve Hekabe’nin kızı.

THEANO: Kisses’in kızı ve Antenor’un karısı Athena’nın rahibesi.

Olayların Geçtiği Yerler

Ksanthos olarak da bilinen Skamandros Nehri’nin içinden geçtiği Truva’nın karşısındaki ova.

Deniz kıyısı boyunca karaya çekilmiş vaziyette sıra sıra bekleyen gemilerin çevresindeki Yunan kampları.

Ovanın yükseklerinde, Pergamos adlı kalesi ile İlyon olarak da bilinen Truva şehri.

Kuzey Tesalya’da Olympos Dağı tepesindeki Tanrıların makamları.

KİTAP I

Agamemnon, tutsak kız Khryseis’i babasına geri vermesi için zorlanır ancak karşılığında güzel Briseis’i Aşil’den alır. Aşil öfkelenerek artık Agamemnon için savaşmayacağına yemin eder ve annesi sayesinde Truvalılar için Zeus’un yardımını garantiler. Bu durum, Hera’nın gazabına yol açar.

Söyle Ey Tanrıça, Peleusoğlu Aşil’in öfkesini, Akhalar üzerine sayısız felaket getireni! Nice cesur yüreği Hades’e bir çırpıda yolladı ve nice kahramanı köpeklere ve akbabalara yem etti, böylece erlerin kralı Atreusoğlu’yla ulu Aşil’in ilk bozuştuğu günden bu yana olan niyeti yerine geliyordu Zeus’un.

Hangi Tanrılar onları kavgaya tutuşturdu? Apollon, krala kızan Zeus ve Leto’nun oğlu; ordu üzerine onları cezalandırmak için bir kıran saldı, Atreusoğlu, Rahip Khryses’e saygısızlık yaptı diye. O zaman Khryses, kızını özgürlüğe kavuşturmak için Akhaların gemilerine geldi ve yanında koca bir kurtulmalık getirdi. Sonra, elinde Apollon’un şeritleri sarılı asayı tutarak Akhalara yalvardı, en çok da Atreus’un iki oğlu olan kumandanlarına.

“Atreus’un oğulları!” diye haykırdı ve “Güzel dizlikli Akhalar, dilerim ki Olympos’ta oturan Tanrılar size Priamos’un şehrini yağmalamayı nasip etsin ve evinize sağ salim ulaşmanızı; ancak kızımı serbest bırakın ve Zeus’un oğlu Apollon’un hürmetine bu kurtulmalığı kabul edin.”

Akhaların geri kalanı hep bir ağızdan rahibe saygı sunulması ve getirdiği kurtulmalığın alınması taraftarı olurken rahibe sert bir şekilde cevap veren ve kabaca geri yollayan Agamemnon hiç memnun olmamıştı. “Yaşlı adam!” dedi, “Seni gemilerimiz etrafında oyalanırken görmeyeyim veya buraya geri geldiğini. Tanrı’nın asası ve şeritlerinin sana hiçbir faydası olmayacak. Kızını serbest bırakmayacağım. O, kendi evinden uzakta, Argos’ta, benim evimde yaşlanacak, tezgâhı ile oyalanarak ve benim yatağımı ziyaret ederek. Şimdi git ve beni kışkırtma, yoksa senin için daha beteri olacak!”

Yaşlı adam korktu ve itaat etti. Tek kelime etmeden gürültülü denizin kıyısından yürüdü ve uzaklarda, güzel Leto’nun doğurduğu Kral Apollon’a yakardı. “Beni duy!” diye ağladı, “Ey gümüş yayın tanrısı, Khryses ve kutsal Killa’yı koruyan, Tenedos’u kudretiyle yöneten, beni duy, ey sen Smintheus! Eğer tapınağını çelenklerle süslediysem veya boğaların, keçilerin yağlı butlarını yaktıysam dualarımı kabul et ve oklarının, gözyaşlarımın öcünü Danaolardan almasını sağla!”

İşte böyle dua etti ve Apollon dualarını duydu. Olympos’un tepelerinden öfkeyle indi, yayı ve okluğu omuzlarında. İçini titreten öfke ile oklar sırtında şıngırdıyordu. Gece gibi karanlık bir çehre ile gemilerden uzakta oturdu ve okunu aralarına fırlattığında gümüş yayı ölümün sesini verdi. Önce katırlarını ve köpeklerini vurdu, sonra okları insanları hedef aldı ve koca bir gün ölü yığınları kavruldu. Dokuz gün boyunca oklarını insanların üzerine yağdırdı ancak onuncu gün Aşil meclisi topladı ve oraya Akhaları ölüm sancılarında görüp acıyan Hera tarafından gönderildi. Toplanınca herkes, kalkıp aralarında konuştu.

“Atreusoğlu!” dedi, “Eğer bu saldırıdan kaçabilirsek şimdi eve dönmeliyiz, hem savaş hem de kırandan kurtarırsak canımızı. Bize Phoibos Apollon’un neden çok kızgın olduğunu söyleyebilecek bir rahibe veya kâhine soralım veya rüya yorumcusuna (Zeus getirir düşü), bozduğumuz bir yemin için mi vermediğimiz bir kurban için midir bu, kuzuların ve lekesiz keçilerin tadına razı gelir mi ki bu kıranı bizden almak için?”

Bunları söyledikten sonra yerine oturdu ve Thestor’un oğlu Kalkhas, rüya yorumcularının en âlimi, geçmişi, geleceği ve olacakları bilen, konuşmak için ayağa kalktı. Akhalara, İlyon’a gemileriyle gidişlerinde rehberlik etmişti, Phoibos Apollon’un telkin ettiği kehanetlerle. Bütün samimiyeti ve iyi niyetiyle onlara şöyle hitap etti:

“Aşil, Tanrı’nın sevgilisi, Kral Apollon’un öfkesini sana açıklamamı buyurdun; bu yüzden yapacağım; ancak önce düşün ve yemin et, sözünle ve eyleminle benim yanımda cesaretle duracağını; biliyorum ki Argosluları kudretiyle yöneten ve tüm Akhaların itaat ettiği adamı kızdıracağım. Sade bir adam, kralın öfkesine karşı duramaz, eğer şimdi öfkesini bastırsa bile öcünü çıkartana kadar intikamını içinde besleyecektir. Düşün bu sebeple, beni koruyup koruyamayacağını.”

Aşil cevapladı: “Korkma; sana Tanrı’dan, dua ettiğin ve kehanetlerini bize açtığın Apollon tarafından içine doğan biçimde konuş. Kalkhas, bu dünya yüzüne bakarak yaşadığım müddetçe gemilerimizdeki bir Danao bile sana elini süremeyecektir; hayır, Akhaların gelmiş geçmiş en önde geleni Agamemnon bile olsa sözünü edeceğin.”

Ondan sonra, rüya yorumcusu cesurca konuştu: “Tanrı…” dedi, “Ne yemin ne de kurban için kızgın, kızını serbest bırakmayan ve kurtulmalık kabul etmeyen Agamemnon’un saygısızlık ettiği rahibinin hatırı için. Bu yüzden bu belaları başımıza gönderdi ve daha da gönderecektir. Agamemnon, kızı kurtulmalık almadan babasına salmadığı sürece ve Khryses’e kutsal kurbanlar göndermeden, Danaoları bu kırandan kurtarmayacaktır o. Ancak böyle belki onu yatıştırabiliriz.”

Bu sözlerle yerine oturdu ve Agamemnon öfkeyle ayağa kalktı. Yüreği hiddetle kararmış, gözleri ateşle parlıyordu; Kalkhas’a dik dik bakarken şöyle dedi: “Uğursuzluk kâhini, bana dair şimdiye dek düzgün bir şey haber vermedin ancak fena şeyleri haber vermeye bayıldın. Bana ne rahat ne de başarı getirdin, şimdi Danaolar arasına gelip Apollon’un bize kıran gönderdiğini söylüyorsun, bu kız, Khryseis’in kızı için kurtulmalık almadım diye. Onu evimde tutmak için yüreğimi koydum çünkü onu kendi karım Klytaimestre’den bile daha fazla beğeniyorum; boyu bosu ve özellikleri, anlayışı ve becerikliliği ile ondan aşağı kalır değil. Ancak yine de geri vermem gerekiyorsa veririm; insanların ölmemesi, yaşaması için ancak bana onun yerine bir armağan bulmalısınız yoksa Argoslular arasında bir ben kalacağım armağansız. Bu uygun olmaz, mademki benim armağanım başka bir yere gitmek zorunda.”

 

Aşil karşılık verdi: “Atreus’un en soylu oğlu, bütün insanoğlu arasında en hırslısı, Akhalar sana nasıl armağan bulsunlar? Gidip alacağımız ortak bir ambarımız yok. Şehirlerden aldıklarımız bölüşüldü, dağıtılan malları geri alamayız. Bundan dolayı, ver şu kızı tanrıya; eğer Zeus, Truva şehrini yağmalamayı bir gün nasip ederse biz üç dört katıyla telafi ederiz bunu sana.”

Bunun üzerine Agamemnon karşılık verdi: “Aşil, ne kadar yiğit olsan da beni kandıramazsın. Aldatıp razı edemezsin. Ben kaybımın üzerine kuzu gibi oturup senin buyruğunla kızdan vazgeçerken sen kendi ödülünü saklayacak mısın? Akhalar adil bir takas için bana uygun bir armağan bulsunlar veya gelir seninkini alırım veya Aias’ınkini veya Odysseus’unkini, kime gitsem o bundan memnun olmayacak. Bunun üzerinde sonra düşünürüz, şimdilik denize bir gemi sürelim, hızlıca tayfa bulalım, gemiye kurbanlıkları koyalım ve Khryseis’i gönderelim. Bir de geminin kaptanı aramızdaki başlardan biri olsun, ya Aias ya İdomeneus ya da sen; Peleusoğlu, sen güçlü savaşçı, kurbanı sunacak ve Tanrı’nın öfkesini yatıştıracak biri.”

Aşil ters ters baktı ve yanıt verdi: “Arsızlık ve kazanma hırsıyla dolusun. Hangi yürekle Akhalar senin buyruğunu yerine getirecek, akınlarda veya meydan savaşında? Burada savaşmaya Truvalıların bana yapmış olduğu bir kötülük yüzünden gelmedim. Onlarla alıp veremediğim yok. Ne sığırlarıma veya atlarıma saldırdılar ne de Phtia’nın zengin düzlüklerindeki ekinlerimi eksilttiler; aramızda koca mesafeler var, hem dağlar hem de uğuldayan deniz. Senin ardından geldik, yüzsüz adam! Senin zevkin için, kendimizin değil. Truvalılar sayesinde tatmin olasın diye, senin gibi utanmaz bir adam için ve Menelaos için. Bunu unutup zorluklarla kazandığım ve Akha oğullarının bana verdiği ödülü benden almak için tehdit ediyorsun. Akhalar, Truvalıların zengin şehirlerinden birini yağmaladığında hiçbir zaman seninki kadar iyi bir ödül almam, ancak savaşta benim ellerim görür işin en fazlasını. İş paylaşmaya geldiğinde senin payın hep fazla olur, bense dövüşüm bittiğinde hakikaten de alabildiğim kadarını alıp şükrederek gemilerime dönmek durumunda kalırım. Bundan dolayı, şimdi Phtia’ya geri döneceğim; gemilerimle eve dönmek benim için daha hayırlı olacaktır, sana altın ve mal toplamak için onursuzca burada kalmayacağım.”

Agamemnon karşılık verdi: “Gideceksen git, kalman için yalvarmayacağım. Burada beni sayan diğer adamlar var, en başta da Zeus, aklın hâkimi. Burada bana senin kadar nefretle dolu başka bir kral yok, her zaman geçimsiz ve kötü niyetlisin. Yiğit olsan bile ne yazar? Seni öyle yapan tanrı değil mi? Evine dön o zaman, gemilerin ve yoldaşlarınla, Myrmidonların başına geç. Ne sen ne de öfken umurumda; ancak şunu da bil ki; Phoibos Apollon, Khryseis’i benden aldığı için onu gemim ve yoldaşlarımla göndereceğim ancak senin çadırına geleceğim ve ödülün Briseis’i alacağım; böylece sen, benim, senden ne denli güçlü olduğumu anlayacaksın ve beni kendileriyle eşit gören veya kıyaslayan diğerleri de korkacaklar.”

Peleusoğlu öfke doluydu, tüylü göğsü içindeki yüreği ikilemde kaldı, kılıcını çekip diğerlerini kenara iterek Atreus’un oğlunu öldürse miydi, kendine hâkim olup öfkesini frenlese miydi? Bu iki düşünce aklında koca kılıcını kınından çıkaracakken Athena gökten aşağı indi (Hera her ikisine de beslediği sevgiden dolayı onu göndermişti.), Peleusoğlu’nu sarı saçlarından kavradı, sadece ona görünerek, zira başka hiç kimse onu göremedi. Aşil afallayarak arkasına döndü, Athena’yı tanır tanımaz gözleri parladı. “Neden buradasın?” dedi, “Kalkan taşıyan Zeus’un kızı? Atreus’un oğlu Agamemnon’un kibrini görmeye mi geldin? Ne olacağını sana söyleyeyim, elbette o bu küstahlığı canıyla ödeyecek.”

Athena cevap verdi: “Beni dinle, gökten inip öfkeni yatıştırmaya geldim. İkiniz için de kaygı duyan Hera gönderdi beni. O vakit, bu kavgayı kes ve kılıcını çekme. İstersen ağzına geleni söyle ona, sövgülerin boşa gitmeyecek. Zira sana söylüyorum, pek tabii ki bu hakarete karşılık üç katı muhteşem hediyeler alacaksın. Bu yüzden kendini tut ve itaat et.”

“Tanrıçam…” diye karşılık verdi Aşil, “Bir adam ne kadar kızgın olursa olsun, iki tanrıçanın emrettiğini yapmak zorunda. Benim için böylesi daha iyi, zira tanrılar ona itaat edenin dualarını duyar.”

Elini kılıcının gümüş kabzası üstüne koydu ve Athena’nın emrettiği gibi kınının içine geri soktu. Athena da Olympos’a diğer tanrıların yanına ve kalkan taşıyan Zeus’un evine geri döndü.

Ancak Peleusoğlu, Atreusoğlu’na tekrar sövmeye başladı zira hâlâ öfke içindeydi. “Ayyaş!” diye bağırdı, “Köpeğe benzer suratınla ve geyik gibi yüreğinle, ne orduyla beraber savaşmaya cesaret edersin ne de seçkin adamlarımızla pusuya yatmaya. Ölümden uzak durduğun gibi, bundan da uzak durursun. Onun yerine sana karşı gelen adamların etrafında dolanıp ödüllerine göz koyarsın. Sen kendi halkını yiyip bitirirsin, zira güçsüz bir ahalinin kralısın sen; öbür türlü, Atreusoğlu, hiçbir kimseyi bundan böyle aşağılayamazdın. Bu sebeple diyorum ki ve büyük bir yemin ediyorum ki -bu asa ile, üzerinde ne yaprak ne dal bitecek olan ne de dağlardaki gövdesini terk ettiği günden bu yana yeni bir tomurcuk verecek olan- ondan yaprağı ve kabuğunu kazıyan baltanın üzerine, bundan sonra Akhaoğulları tanrının emrine hak verenler ve koruyanlar olarak buna katlanacak -kesinkes ant içerim ki- bundan böyle Aşil’i düşkünlükle arayacaklar ve bulamayacaklar. Acı gününde, Hektor’un kanlı elleri ile adamların kırılırken, onlara nasıl yardım edeceğini bilemeyeceksin ve Akhaların en cesurunu aşağıladığın an için hiddetle göğsünü parçalayacaksın!”

Böyle söyleyerek altın kakmalı asasını yere attı ve yerine oturdu Peleusoğlu, diğer taraftaki yerinden Atreusoğlu köpürmeye başlarken. Sonra güzel sözlü Nestor ayağa kalktı; Pylosluların usta konuşmacısı, kelimeleri ağzından baldan tatlı döküldü. Kendi hükümranlığında Pylos’ta doğmuş ve büyümüş iki nesil göçüp gitmişti ve şimdi üçüncü neslin başındaydı o. Bu sebeple, bütün içtenliği ve iyi niyetiyle onlara şöyle hitap etti:

“Gerçekten de…” dedi, “büyük bir dert geldi başına Akha toprağının. Eminim ki Priamos’la oğulları çok memnun olurdu aranızdaki kavgayı duysalar, Truvalılar da yürekten sevinirlerdi, oysaki hem savaşta hem akılda siz en üstünsünüz. İkinizden de yaşlıyım ben, ondan dolayı dinleyin beni. Üstüne üstlük, sizden daha büyük adamların ahbabı oldum ve onlar benim fikirlerime saygısızlık etmediler. Bundan böyle Peirithoos ve Dryas gibi halkının önderi veya Kaineus, Eksadios, tanrısal Polyphemos ve ölümsüzlere emsal Aigeusoğlu Theseus gibi adam göremeyeceğim. Onlar, bu yeryüzünde doğan en kuvvetli adamlardı, en güçlülerdi ve dağ barbarlarının en azılılarıyla savaştıklarında, onları tamamıyla çökertmişlerdi. Ben uzaklardaki Pylos’tan gelip aralarına girdim, zira onlar beni çağırdı ve kendi çıkarım için dövüştüm. Şimdi hayatta olan hiç kimse onlarla başa çıkamaz, ancak onlar benim sözlerimi duyup ikna oldular. Şimdi siz de beni dinleyin, zira bu daha hayırlı bir yoldur. Bundan dolayı Agamemnon, çok güçlü olsan da bu kızı alma, zira Akhaların oğulları bu kızı çoktan Aşil’e verdiler ve sen Aşil, daha fazla kralla uğraşma, zira hiç kimsenin Zeus’un lütfu ile asa taşıyan Agamemnon kadar onuru yoktur. Güçlüsün ve annen de bir tanrıçadır, ancak Agamemnon senden daha güçlüdür zira buyruğunda daha fazla adam var. Atreusoğlu öfkeni kontrol et, sana yalvarıyorum, Aşil’le bu kavgayı bitir, o ki savaş zamanı Akhalar için sağlam bir kaledir.”

Agamemnon yanıtladı: “Efendim, bütün söylediklerin doğru ancak bu adam hâkimimiz ve efendimiz olmayı muhakkak istiyor: Herkesin hâkimi, herkesin kralı ve herkesin önderi, ancak bu zor olacak. Tanrılar onu büyük bir savaşçı yaptıysa bile ona söverek konuşma hakkı da mı verdiler?”

Aşil sözünü keserek, “Adi bir korkak olmam gerekirdi…” diye bağırdı, "her şeyde sana teslim olsaydım. Diğerlerine emret, bana değil, zira sana bundan sonra itaat etmeyeceğim. Üstüne üstlük diyorum ki -söylediklerimi de kafana yerleştir- artık bu kız için ne seninle ne başkasıyla savaşırım, zira alanlar aynı zamanda verenlerdi. Benim gemimin yanında neyim varsa hiçbirini zorla alamazsın. Dene de diğerleri görsünler; eğer ki denersen kargım kanınla kırmızıya boyanacak!”

Böyle öfkeyle atışıp ayağa kalktılar ve Akhaların gemileri yanındaki toplantıyı bitirdiler. Peleusoğlu çadırına ve gemilerine döndü, Meneitios’un oğlu ve yoldaşları ile beraber. Agamemnon ise denize bir gemi indirdi ve yirmi kişilik bir kürekçi takımı seçti. Khryseis’i gemiye kadar geçirdi ve tanrı için de kurbanlık yolladı. Odysseus da kaptan olarak başlarında gitti.

Sonra hepsi binip denize açıldılar. Atreusoğlu herkese arınmalarını buyurdu; onlar da arındı ve kirlerini denize attılar. Sonra, deniz kıyısında boğaları ve lekesiz keçileri kurban olarak adadılar ve kurban kokularının dumanları kıvrıla kıvrıla göğe doğru yükseldi.

Gemide böyle işlerle meşgul oldular. Ancak Agamemnon, Aşil’e yaptığı tehdidi unutmadı, güvendiği ulak ve yoldaşları Talthybios ve Eurybates’i çağırdı. “Gidin!” dedi. “Peleusoğlu Aşil’in çadırına. Elinizle Briseis’i alın ve getirin buraya; eğer ki vermezse daha çok adamla gelip alırım kendim, daha beter olur sonra.”

1010 İncil’de geçer ve “Çalışan kişi emeğinin karşılığını hak eder.” anlamına gelir. Timothy 5:18: “Do not muzzle the ox while it is treading out the grain.” (ç.n.).
1111 Butler’ın çok seyrek bulunan ve çok da yardımcı olmayan notları dâhil edilmemiştir.
1212 Tanrı ve Tanrıçaların isimleri tekrar Yunancaya çevrilmiştir.

Teised selle autori raamatud