Gönül Bir Yel Değirmenidir, Sevda Öğütür

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

4

Her gün doktora gidiyordum. Böyle günahlarımın ateşiyle yakıla yıkıla gerdeğe gireceğim geceye kadar temiz pratikası alacaktım. Nihayet bu diplomaya sahip oldum. Doktor bana birçok ileriyi düşünmemle ilgili davranışlar, perhizler, tedbirler salık verdi. Ah, ah… Alışmış kudurmuştan beterdir, derler. Doğru… Doğru… Pek doğru. Ama ben bu öğütlerin alabildiğine zıddına hareket ettim.

Şeytana inanınız. Birçok kimselerin onun uyruğunda yaşadığına inanınız. Düzelmesi olanaksız ruhlar bulunduğuna yürekten inanınız. Çünkü işte onlardan biri de benim. Çünkü nefsimin buyruğundayım. Yaşadığım sürece bu kör nefsi yarım saatçik olsun kendi irademe boyun eğdiremedim. Devamlı olarak o, beni felaketten felakete sürükler. Uslanamam, aklımı başıma alamam. Nasibimde yok. Adam olamadım. Olamıyorum vesselam…

Beyoğlu’nda 000 Sokağı’nda, evet sıfır sıfır sokağında ve yine Madam sıfır sıfırın randevu evinde (Yerli yerince, bütün bütün adıyla resmiyle haber versem reklam yapmış gibi olurum. Ben düştüm. Allah kimseyi düşürmesin.) son göz ağrım var. Kalyopi… Ben ona yanarım. Sözde o da benim için fıkır fıkır kaynar. Ben onu dost tuttum. Ama dünyada bundan daha büyük bir düşman düşünemem.

Ben Kalyopi’den on beş gün önce postayı kestim. Vücudumu tamire çektim. Kurnaz karı işi çakmış. Evleneceğimi sorup araştırmış. Bir gün kalemde oturuyordum. Odacı geldi. Birtakım madamların beni aradıklarını haber verdi. Bu birtakım madamlar sözündeki kalabalık beynimde fena çınladı. Dışarı çıktım. Bir de ne bakayım, dört karı, küçük bir çete hâlinde koridorda dizilmişler, beni bekliyorlar. Teyzem, halam, baldızım hepsi orada…

Kalyopi yüzünü akidelenmiş kızıl elma koyuluğunda boyamış. Başındaki şapkanın tüyü Fransız generallerininki gibi yarım metre havaya fışkırmış. Ortalığı keskin bir lavanta kokusu sarmış. Bu karıların ne mal olduklarını tepeden aşağı bütün kılık kıyafet ve hâlleri söylüyor. Oralarını buralarını kaşıyarak bakan odacıların salyaları dudaklarından iplik iplik akıyor.

Kalyopi beni görünce bulunduğu yerin resmîliğine hiç önem vermeyerek:

“Ah bre çapkın Şadan! Benim üstümde evleniyorsun? Bırakaram sana ki baska karı alasın? Nah bre kaka horonononaki… Vurazayım sana da… Ona da… Yakazayım bütün mahalle, oki nerede oturuyorsun… Ben hovarda kariyim. Sen bana bilmeyorsun?”

Yanındakiler de şöyle piyazlıyorlardı:

“Bu kıza acımazsın? Böyle üzüntü koydu içerde. Böyle büyük, böyle megalo acı koydu. İki gündür hiçbir şey yememiş. Dün aksam altıpatlar koynunda koymus, dösekte böyle yatmıs. Ah diyor ah Şadan benim üstümde evleniyor! İşte bu çok ama pek çok lamusuna dokunmuş. Çünkü Kalyopi hepimizden daha lamuslu kızdır.”

Kalyopi bayılır gibi arkadaşlarından ikisinin kolları arasına düşerek:

“Öldürezeyim!.. Ona da… Bana da… Matefeo öldürezeyim…”

Dairenin koridorunda rezillik misk gibi tütmeye başladı. Bu namuslu karıların tehditlerine benden başka gülmeyen yoktu.

Ah ne yalanlar ne piyazlar… Olacak şey midir ki Kalyopi gibi bir kadın tam iki gündür hiçbir şey yemeden dursun?

Bu sözlü ültimatomların şiddetlerini yenmek için çağrılarını kabul ettim. O akşam evlerine gideceğime söz verdim. Bir anlaşmazlık çıktığında artık tabancalar genelevde patlayacaktı. Namus üzerine sözleştik. Bu suretle rezaletin önünü aldım.

***

Şırıngayı, ilaç şişelerini, hap kutularını ceplerime yerleştirdim. Bu çağrı salı günü yani çarşamba gecesi içindi. O cuma akşamı da güvey girecektim.

Bu davranışımı ayıplamaya, bu konuda kendimi suçlamaya söz bulamıyorum. Ne çirkin şey… Ne korkunç şey… O gece hem mide hem de vücutça iki bakımdan da perhizi bozacaktım. Önce alabildiğimize içecektik. Sonra yemek yiyecek, daha sonra da eğlenecektik.

Doktor, tedavime gerçekten büyük bir önem vererek, beni çabuk iyileştirmek için büyük çabalar harcayarak çalışan doktor, bu deliliğimi duyarsa ne diyecekti? Bu perhiz ne, bu lahana turşusu ne, sorularındaki şaşkınlık benim deliliğimi vasıflandırmakta hiç kalıyordu. Bu benim dediğimin yanında lahana turşusu ne şifalı ne akla uygun bir deva derecesine yükseliyordu.

Önceleri âdeta benim özel evim gibi olan geneleve gittim. Karılar alay alay beni karşıladılar. Odama kadar kucakta çıkardılar. Kârlarına kesat, ticarethanenin müdürü diyordu ki:

“Hos geldin Şadan Bey! Duyduk, duyduk, sen bize bırakıp başka karı alıyormuşsun. Ama âdet böyledir. Bıçak silmek için son defa buraya gelirler. Soram evlenirler.”

Ah, ahhh! O gece ben bıçağımı silmek değil, büsbütün pisleteceğimi biliyordum.

Kalyopi üzüntüsünden alnına bir mendil çatmıştı. Sözde hareketli bir sitem olarak beni dövdü, dövdü… Yumruklarının altında ezdi, öldürdü.

Sonra bütün öteki karıları kovdu. Kapıyı kapadı. Rakı çıkardı. Türlü türlü zararlı mezeler… Ben içmem direnişiyle çırpınıyordum. O içeceksin zorlamasıyla yumrukluyordu.

İki korkunç tehlike arasında idim: içki ile döşek… Karı kadehi zorla ağzıma döktü. Yarısı içeri yarısı dışarı gitti. İkinci döküşte biraz daha çokça yuttum. Rakı kokusu dayanma gücümü bitirdi. Sonunda perhizi tekme ile kapı dışarı kovduk. Kadehleri doldurduk. O bana, ben ona…

Dünyada erkeğin acaba kadından daha büyük şeytanı var mıdır? İçtik, içtik… Rakı beni sardı. Gözümden evlenme, hastalık, perhiz, korunma, her şey, her şey silindi. Yalnız o dakika, o içki ve eğlence anı kaldı.

Tepsi başından döşeğe, döşekten tepsi başına taşınıyorduk. Kalyopi boşandı. Aman Allah’ım, o ne gülünecek nağmeler, o ne yalancı gözyaşları… Evlendikten sonra haftada bir defa olsun kendisini ziyaret etmem için söz almaya uğraşıyordu. Rakıyı içtikten, döşeğe yattıktan sonra böyle bir ziyaret vaadini esirgemekte ne mana vardı? Onu da verdik. İş tamam oldu.

Sonra evin bütün yosmaları odaya doldular. Beni karga tulumba ile dışarıya çıkardılar. Başka bir odanın ortasına tüller çiçeklerle donatılmış bir cenaze döşeği yaymışlar. Çevresine mumlar yakmışlar. Beni üzerine yatırdılar. Ellerimi göğsüme koydular. Şarkılar okuyarak çevremde dolanmaya başladılar. Orospuların kimi okuyor kimi gülmekten kırılıyordu.

Daha sonra öpüşme ayini oldu. Hepsi gelip birer defa yüzümden öpüyorlardı. Aşüftelerin en utanmazları kulağıma ağza alınmaz edepsizlikler fısıldıyorlar, en sarhoşları yüzümden ısırarak beni bağırtıyor, sessiz durması gereken ölüyü diriltiyorlardı.

Ben kârhane ayini üzere böyle öldüm. Aklıma anam babam geldi. Kayınpederim olacak zat ve özellikle bir gece sonra nikâhlı kocası olacağım zavallı kız geldi. Hepsi gelip de bu kepazeliği görmeliydiler. Düğün dernek her şey geri kalırdı. Belki annemle babam bile kendi evlatları olduğumu inkâr ederlerdi…

Cenaze döşeğimin çevresinde rezalet taştı. Evin en ateşli sermayeleri şimdi birer birer koynuma giriyorlardı. Beni bitirdiler. Öpülmedik yerim kalmadı. Bende değil o hafta içinde, altı ay sonra bile güvey girecek takat bırakmadılar.

5

Eve döndüğüm zaman annem suratımı görünce benzimin bozukluğundan korktu:

“Şadan!” dedi. “Bu hâl ne? Ölü benzi bağlamışsın.”

Ben de içimden, Ah anacığım, falcı mısın? Benim ölüp dirildiğimi ermişler gibi nasıl da anladın? dedim.

Annem telaşla sözü sürdürdü:

“Söyle bana… Söyle, ne oldu sana? Üç ay hasta yatmış gibisin.”

“Üzüntüden böyle oldum? Evlenmesi öyle kolay bir iş değil…”

“Bu gece nerede idin?”

“Feridun Bey’e gittim.”

“Canım bir aralık evden ayrılmak olur mu? Baban seni kaç defa aradı. Bulamayınca da kızdı. Hakkı yok mu? Artık çocuk değilsin oğlum.”

“Anneciğim, evlenmenin şartları şurtları var. Ben birkaç defa güveyi girmedim. Acemi, toy bir çocuğum. Feridun Bey’den bazı şeyler öğrenmeye gittim. Sana söylenmez. Erkekçe şeyler…”

“Pekâlâ… Pekâlâ oğlum. Sakın gerdeğe girdiğin gece bir pot kırma. Güvey girmenin yolunu yordamını iyice güzelce öğrendin ya?”

“Merak etme anneciğim. Yüzünüzü kara çıkarmam.”

Annem: “Aha benim tosun evladım…” sözleriyle yüzümden öptü, arkamı okşadı. Ama ben o kadar hâlsizdim ki bu tosunluğuma içimden bir türlü inanmak gelmiyordu.

Annem bir akşam sonra oğlunun mürüvvetini görmeye hazırlanan bir ana gururu ile derin derin yüzüme bakarak:

“Yarın sabah erkenden amcan Hacı Münir Efendi gelecek. Baban, sen, üçünüz mezarlığa ölüleri ziyarete gideceksiniz. Büyükannenle teyzen seni ne kadar severlerdi. Mürüvvetini göremediler.”

Annem gözlerine toplanan acının sızıntılarıyla beraber burnunu da silerek:

“Sonra Hazreti Halit’e inip orada dua edeceksiniz. Ondan sonra da koltuğa gireceksin.”

Ah ben o kutsal yerlere nasıl gidecektim? Kaynar sularla kırk gün yıkasalar yine de temizlenmeyecek kadar kendimi ruhça, bedence mundar görüyordum.

Evliya ziyareti ve mezarlıktan önce ben bir, belki de birkaç doktorun vizitesine muhtaçtım. Ama ne cesaretle ne yüzle hangisinin karşısına çıkıp da derdime derman isteyebilecektim? Yıllanmış hastalığımın son kötü davranışımla azan yaraları birkaç saatin içinde nasıl şifa bulabilirdi? Böylece mucizeler gösterecek bir doktoru nerelerde bulabilirdim? Günahlarımı onlara bütünü ile açık seçik anlatsam, en ustasından en yenisine kadar hepsi beni yanlarından kovmaktan başka ne yapabilirlerdi? Ben işte böyle berbat bir hâlde gerdeğe girecek, her şeyden habersiz, bakir, masum bir kızın döşeğini, vücudunu, bütün ümitlerini, mutluluğunu kirletecektim…

***

Her şey oldu. Güvey girdim. Evet, dedikleri doğru, nikâhta başka, gerçekten başka keramet var. Sevdim. Galiba o da beni… Öyle bir ince diplomatlıkla işi idare ediyorum ki kendimden ummadığım bu ustalığa, bu becerikliliğe kendim de şaşıyorum.

Karım Sabiha Hanım öyle olağanüstü bir güzel değil. Ama sevimli. Kadınların deyimince yüreği yumuşak, terbiyeli, benzerlerine bakınca öğrenimi mükemmel, iyi piyano çalıyor, bülbül gibi Fransızca konuşuyor. Ünlü Fransız yazarlarını bütün eserleriyle, biyografileriyle tanıyor.

 

Bilgi bakımından ben yanında yayayım. Pek küçük düşmemek için bazen yarı atmasyon yolunu tutarak bilgiçlik taslamaya kalkışıyorum. Derhâl incelikle yanlışımı düzeltmeye ve beni incitmemeye bakıyor.

Bu düzeltmeler karşısında ben bir iki öksürük ve yutkunma ile hemen sözü değiştiriyorum.

Bu konuda size bir misal vereyim: Bir gece karım bana birçok şeyden söz etti. Ben o kaba hayvanın kaval dinlemesi gibi dinledim. Konuşma sırasında George Sand ile Gustave Flaubert’in adları geçti. Ben de bu alanda büsbütün kara cahil görünmemek için Yaradan’a sığınıp şöyle bir şey attım:

“George Sand’e de yaraşır mıydı?”

“Yaraşmayan nedir?”

“Karısına hıyanet etmek…”

Sabiha keten mendilinin buruşukları arasından kahkahasını boğarak:

“A beyim, George Sand kendisi kadındı.”

Hay Allah zırıltısını versin! Hiç Corci, Yorgi kadın olur mu? Bu ne ters ad? Fena bozuldum. George Sand, kadın… Sonra öte yanda La Fontaine erkek… Bu ne münasebetsizlik? Bu defa öksürükle, aksırıkla bilgisizliğimin onarılması mümkün değil.

Karım, utancımı hafifletmek için dedi ki:

“George Sand’in hıyanetlerini söylemek istiyordunuz. Yanıldınız. Bu romancının en büyük hıyaneti, en çok söylenmiş olanı, Alfred de Musset İtalya’da hasta, hem de pek ağır hasta yatarken şairin üstüne doktoru ile işlediği suçtur.”

“Evet, evet… George Sand’in bu ünlü şaire hıyanetlerinden söz edecektim. Nasılsa ters söyledim.”

George Sand hakkındaki bilgimden sıfırı aldım. Artık sussam ya… Ne gezer… Öyle uyanık, kültürlü bir kadının kocalığına layık olduğumu ispatlamak için benim de edebiyat konularında birkaç şey bilmem gerekti. Flaubert adını çok işitiyordum. Bu adam sakallı mıdır bıyıklı mıdır? Hayatta mıdır değil midir? Ne resmini gördüm ne biyografisini okudum. Ne de eserlerinden tek bir satır… Yalnız kuvvetle bildiğim bir şey, çok ünlü bir edip olmasıydı. Şimdi bu esas üzerine bazı bilgileri gümletecektim.

Bir yazar nasıl ünlü olur? Şüphesiz çok eser yazmakla… Bu sağlam nokta üzerine artık George Sand’i erkek sanmak gibi bir faka basmak tehlikesi görmüyordum. Bunun için bütün hayranlığımı gözlerimde toplayan bir takdirle:

“Hanımcığım, bu ne yaratıcı bir dimağ? Bu adam o kadar çok eseri nasıl yazdı? Millet Kütüphanesine dağ gibi roman yığdı. Hayret… Hayret… Doğrusu çok şaşılacak şey değil mi?”

Bu defa karım kahkaha kopardı. Bilgisizliğimin derinliğine acınır gibi yüzüne çöken bir hüzünle:

“Flaubert’in eserlerindeki üstünlük sayılarının çokluğunda değil, niteliğindedir.”

Sabiha, “Madame Bovary”den başladı. Yazarın yediyi sekizi geçmeyen eserlerini birer birer saydıktan sonra:

“Genellikle yanlış bir kanı vardır. Büyük yazarların değer ve dehâlarını eserlerinin çokluğu ile tartarlar. Fransa’da Victor Hugo, Balzac, Alexandre Duma, Emile Zola gibi çok yazan büyük muharrirler yaşamıştır. Ama bunlar bir sıraya hep şaheserler yaratmamışlardır. Hugo’nun eserleri içinde değersizleri de vardır. İnsanlık Komedyası külliyatında cılızları çoktur. Çok veren ağacın bütün meyveleri besli ve gıdalı olmaz. Bu yazarlar zamanlarını ünleriyle doldurmuşlardı. Bugün hemen hemen okunmuyorlar.

Ama ‘Romeo ve Juliet’, ‘Tartuffe’, ‘Faust’ gibi hayat suyu ile yazılmış ölümsüz, olağanüstü eserler var. Bunların değerlerini yazarlarının yaratıcı güçleriyle ölçmeyip çok eser yazma nitelikleriyle ölçmeye kalkışmak kimin aklına gelir.

Sonra ‘Paul et Virginie’, ‘La Dame aux Camélias’ ayarında şaheserler her kuşağın dimağından geçmek sihriyle, zamana dayanma, yüzyıllar boyunca yaşama nitelikleriyle seçkin eserlerdir. Birer defa okumakla bu hikâyelere doyulmaz. İnsan tekrar tekrar okur ve her okuyuşunda ağlar.

‘La Dame aux Camélias’ daha kim bilir ne kadar bir zaman yaşayacak? Okunacak? Operasının acıklı müziği dinleyenleri teessürlere düşürecek? Dramının sahnesi önünde daha kaç kuşak hıçkıracaktır?

Bir yıl içinde devamlı olarak birkaç defa oynanan, üstün başarılar kazanan yeni eserler görüldü. Bunlar talaş alevi gibi birden parlıyordu. Çevrelerinde bir hayhuy bir gürültüdür gidiyor. Takdir naralarıyla ortalık inliyor. Sonra bu pırıltıyı, bu velveleyi yoğun bir karanlık, derin bir sessizlik izliyor. Artık hep ani heyecanların arkasından koşuluyor. İnsanlık ölmez eserleri selamlamak zevk ve şerefine erdi sanılıyor. Oysa büyük eserler geç ve güç anlaşılıyor. Ama bu kevserden tadanlar artık tadını unutmuyorlar, unutamıyorlar. Dimağlarımıza tatlı bir sanat sarhoşluğu vererek ruhumuzu aydınlatan, kafalarımıza ışık tutan şaheserler artık sinemanın icadıyla bir hayal oldu, seraba döndü…”

6

Hangi taşı kaldırırsanız karım altından çıkar. Saatlerce söyler. Bilmem ki bütün söyledikleri sağlam bir bilgiye mi dayanmaktadır? Ama bilgi bakımından her hâlde ben ona layık bir koca değilim.

Devamlı olarak okur. Gazetelere makaleler gönderir. İmzası tanınmıştır. Gazeteler, mecmualar yazılarını paylaşamazlar. Bu devamlı okumalardan onun zihni her gün dolan bir bilgi hazinesine döner. Bunun taşan fazlasını ikimiz yalnız kaldığımız zamanlarda hep ben dinlerim. Daha doğrusu dinlemem. İçimden tünel geçerim. Ama dinler gibi görünürüm. Her günün okunan şeyleri o akşam benim kafamda patlar. Her ne kadar dinlemesem de kurgulu bir saat gibi durmadan işleyen bir ağzın dinleyicisi olmak insana sıkıntı veriyor. Bir edebiyatçı kadına koca olmak kendi deneyişime göre çekilir dertlerden değil.

Bir akşam Hippolyte Taine’nin hüzünle neşe hakkındaki derin teorisini dinlerim. Neşe veya tasa ne şartlarla sanatçının kafasında doğar ve oradan nasıl sanata geçermiş? İşte kesinlikle beni ilgilendirmeyen bir soru. Öbür akşam Wietsche’den insan ruhu, sınırı ve bu konuda şimdiye kadar döndürülen deneme küresi üzerine ucu bucağı gelmez eski bir felsefe konuşması… İşte her gece böyle… Filozof değişir, konu değişir ama dırıltı hep dırıltıdır.

Bir gün dayanamadım, karımdan sordum:

“Hanımcığım, bana bir şey çok merak oluyor.”

“Nedir?”

“Siz benimle modern bir biçimde evlenmediniz.”

“Ne gibi?”

“Yalnız fotoğrafımı gördünüz. Yüz yüze görüşmeye, tanışmaya lüzum görmediniz.”

“Ben geleneklere bağlı bir kadınım. Görüşüp tanışarak evlenenlerin mutlu olmadıkları meydanda. Atalarımız birbirini görmeden, genellikle ananın babanın seçtikleriyle evlenirlermiş. Elbette bunda bir hikmet var. İşte ben de bunu denemek istedim.”

“Denemenizde mutlu bir sonuca ermenizi bütün kalbimle dilemekle beraber ikinci bir merakımın çözümünü de rica ederim.”

“Buyurunuz.”

“Bilgi bakımından hemen hemen şehrimizde bir tek hanımsınız. Niçin öğrenimce kendinize denk olabilecek bir koca aramadınız?”

Karım tuhaf bir gülümseme ile yüzüme baktıktan ve elbisesinin kırmalarıyla oynadıktan sonra:

“Bilir misiniz, iki bilgin birbiriyle iyi geçinemezler. İki güzel, iki çirkin, iki zeki, iki ahmak daima uygun birer çift olamazlar. Bu aynılıkta bir affinité nasıl söyleyeyim, bir kaynaşma olmaz. Bilgin bir koca, karşısındaki kadının zihnindeki türlü bilgileri zayıf görür. Dinlemek istemez. Devamlı olarak kendisini dinletmeye bakar.”

Sonra karım sosyal sanat ve sanat için sanat konusuna girerek uzun bir konuşma tutturdu. Onun bu açıklaması karşısında benim içimden bir öfke damarı koptu. Ne demek? Bana bir koca diye değil, âdeta edebiyat üzerine dırdır dinletmek için varmış.

İnsan herhangi bir konuyu anlamak isterse kitaplara başvurarak merakını giderebilir. Ama böyle öğrenmek istemediğiniz birtakım karmakarışık bilgiyi zihninize zorla doldurmaya kalkarlarsa sıkılırsınız.

Ben bir eş istedim. Öğretmen, eğitmen değil… Niçin açık açık söylemeyeyim? Okuma ile araştırmalarla aram öyle pek iyi değildir. Ne olursa olsun, kitaplık karıştırmaktan zevk almam. Huy bu ya, ömrümde beş altı yüz sayfalık kitap okuduğumu bilmiyorum. Hele ciddi eserlerden boğulurum.

Karıma karşı içimde tuhaf bir düşmanlık doğdu. Bana koca niyetine değil, bir çömez bulmak için varmış. Bu bilgili, kültürlü, kafalı, düşünceli kadını aldatmak, zekâca ona üstün gelmek sayılmaz mıydı? Ben cahil, o bilgin… Bana bu suretle yenildikten sonra onun bilgisi kaç para eder?

Karıma olan bilgi yenilgimi bu yönden gizli bir üstünlükle hafifletmeye karar verdim. Onu bayağı karılarla aldatacaktım. Yine elleri, tabanları çatlak, bulaşık bezi kokan hizmetçi kızlar gözümde tütmeye başladı.

Böylelerine tenezzül ettikten sonra her yerde birkaçını elde etmek kolaydı. Ama babamın evindeki Züleyha’dan canım yanmış olduğu için kayınpederin yanındaki hizmetçi kızların sevda kucaklarına sığınmaktaki tehlikenin büyüklüğünü anlıyordum.

Dışarıda istediğim kadar hovardalık edebilirdim. Ama kendisini en küçük bir şüpheye düşürmeksizin bu çapkınlığı karımın gözleri önünde yapmak istiyordum. İşte asıl çapkınlık buna denir. Onun edebiyata ait üstünlüğüne karşı böylelikle tam olarak öcümü çıkarmış olacaktım. Erkeğin cahilinin kadının bilgilisinden daha akılı olduğunu ispat edecektim.

Her evde aile halkının görüşlerine, ahlaklarına, terbiyelerine, huylarına, isteklerine, eğilimlerine göre birtakım dalavereler döner. İşe başlamazdan önce evde olan biten gizli maceraları olabildiği kadar anlamaya uğraşmam gerekti.

Bir kayınbiraderim vardı. Halis Didar Bey… Tam kafasının üzerinde fırıl fırıl sevda değirmeni dönen bir çağda. Süse, düzene merakı çok mu çok. Erkek olduğu hâlde kız kardeşinin okumaya olan düşkünlüğünden bunda zerre yok. Havai bir çocuk… Zayıf, kansız, sinirli bir şey… Düzgün endamı, uzun, gölgeli kirpikli, çekik, çekici, siyah gözleri var. Delikanlıların yüzlerinde gönül macerası arayan kızlar buna karşı duygusuz kalamazlar.

Halis Bey işsiz güçsüz, hemen hemen serseri denilebilecek tipte bir genç. Aylak aylak dolaşır durur. O yaştakiler için işsizlik tehlikelidir. Çünkü boş kalan bütün dimağ ve organlarını sevda kaplar.

Bu çocuğun zor bir meselenin çözümü ile uğraşır gibi çoğunlukla dalgın duran gözlerinde bazı bazı kalbinde yanan ateşin kıvılcımlarının saçıldığını görüyorum. Hiç kuşkusuz seviyor. Ama kimi? İşte bu bilinmeyen şeyin anlaşılması gerekti.

Bir de baldızım var. Karımın küçüğü… Ziba Didar Hanım. Kardeşlerinin içinde en güzeli. Samur kaşlı, biraz şehla gözlü, boylu boslu, gürbüz bir kız. Bunda ablası gibi yazarlık merakı yok. Gerçi biraz roman meraklısı. Ama yazmak hevesi göstermeden okur. Giyinir, kuşanır. Sinema, tiyatro, gezme, eğlenmeden başka bir şey düşünmez.

Bu kızın da ya bir âşığı var yahut onu aramakla meşgul, işte bu da çözümlenmesi gerekli bir mesele…

Sonra kayınpederim Didar Bey’in psikolojisi de incelenmeye değer. Yaşı altmışı geçkin. Ama henüz kanlı canlı, birçok bakımdan gençlikten hevesini alamamış gibi görünüyor. Sakalını, bıyığını o kadar özenle boyar ki ben o ailenin içine girdim gireli bir tek kılının akını seçtirmek gibi küçük bir ihmaline rastlamadım.

O yaşta bir adam yıllardan beri boya kullanıyorsa buna bir alışkanlık manası verilebilir. Hayatın o dönemine varmış bir ihtiyarın beyaz kıllarını birdenbire kararttığını görürseniz, onun gönlünde bir taze kadına genç görünmek isteğinin uyanmış olduğunu anlayınız.

Kayınpederim bu iki türün hangisindendir? Ben geldim. Onu kurum gibi boyalı buldum. Onun da hâlini incelemekten hiç kuşkusuz çok şeyler öğreneceğim.

Şimdi ailenin önemli kişilerinden bir kaynanam Nuriye Hanım kaldı ki onun da incelenmesi öyle zor bir iş değil. Çünkü bu hepsinden saf, hepsinden daha sade ruhlu bir kadın. Kocasından ancak yedi sekiz yaş kadar küçük. Ama görünüşte ondan daha yaşlı. Saçlarını bembeyaz ketenleştiren yılların amansız faaliyetlerine karşı boş yere karşı koyma, uğraşma düşüncesinde değil. Onda bahar ve güzdeki renklerin mensup oldukları mevsimlerle ahenkli oluşlarına inanan bir filozof hâli var. Ağaranı karartmaya, buruşanı düzeltmeye uğraşmakla hayatta gerisin geriye yol almanın mümkün olamayacağını kocasından ve onun gibi bazı şaşkınlardan daha iyi biliyor. Beyefendinin gençlik merakını gönlünde kaynatan duygunun da farkında. Bazen çocuklarına öfkelendiği zaman şöyle haykırırdı:

“Oğlum, kızım, bilmem ki hanginize meram anlatayım? Bu evde benden ihtiyarı yok. Ben yalnız sizin değil, bu ak saçlarımla babanız beyefendinin de annesiyim…”