Metres

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

“Saffet Hanım yavrum… Korseyi niçin yere attın? Giy bakalım, biz de görelim.”

Kaynana Fransızca bilmediği için Hami Bey’in zavallı Saffet hakkında reva gördüğü o kaba benzetmeyi anlayamamıştı. Gülmesinin son fıkırtıları içinde hâlâ ara sıra vücudu sarsılan modist, Firuze Hanım’a cevap olarak:

“Küçük hanımefendinin gövdesi görünüşte battaldır, fakat kemikleri ‘minyon’ olduğundan sıkıya koyunca vücutları lastik top gibi ufalıyor. Kendi hâline bırakırsan gene şişiyor. Lakin kendileri bizi keyfimize bırakmıyorlar ki gövdelerini kararınca sıkalım. Affınıza mağrurlanarak söylüyorum ki gerek cenabınız gerek beyefendimiz bu kadar alamod olasınız da bu gelin hanımı şimdiyecek korsaya sokmayıp da böyle battal bırakasınız… İşte bu husus taaccübümü mucip olor.”

Ana oğul birer sandalyeye oturdular. Firuze Hanımefendi’nin elinde saplı bir gözlük vardı. Bu çeşit gözlük kullanmayı konaklarında bir iki akşam misafir kalan bir Rus kontesinden öğrenmiş, bundaki faydaları hemen takdir ederek ertesi günü tıpkı o şekilde bağa saplı bir gözlük de kendi tedarik etmişti. Dikkatli bakacağı her şeye şimdi bu gözlüğü tutar ve biraz eğri olarak duran bağa sapın eğriliğine göre nazik başını çarpıtarak gözlüğün camları altından mühimsemeyen süzük bir bakışla güzelliğinin latifliğine, tuvaletine başka bir parıltı vermeye uğraşarak bakmayı artık huy edinmişti.

Kaynana hanım saplı gözlüğünü gelinin çıplak vücuduna doğrultarak şişmanlıktan meydana gelme fazla etleri alaylı surette tenkit için gözlerini süzülmek derecesinin son haddine kadar bayılttığı sırada, mahdum beyefendi anne yanında alaturka terbiyenin pek müsait olmayacağı Frenkçe bir vaziyet ile zayıf bacaklarını birbirinin üzerine koyarak oturduğu sandalyenin yayları içine öyle bir gömülüş gömüldü ki incelikten pantolonunu delecek zannolunan diziyle burnu arasında hemen dört parmak yer kaldı. Bir eliyle ağzına götürdüğü ekstra kalıp sigarasının mavimtırak dumanı kangal kangal havaya savrulmakta iken ötekiyle burnu üzerindeki yaylı altın gözlüğünü bastırarak süzüklükte annesinden pek aşağı kalmayan alaycı gözlerini karısına dikti. Modiste “Şunun resm-i iksasını42 biz de görsek.” dedi.

Alafrangalıklarına ve sözlerinin inceliklerine hayran kaldığı bu ana oğula dikişten, biçimden evvel söz beğendirebilmek derdine düşen Hezar büyük bir telaşla dedi ki:

“Korsenin eksesinin resmi önünün bir aynidir. Yalnız ön tarafta (biraz sıkılarak) fazla yuvarlaklar olduğundan onlar için bol yer edilmiştir.”

Hezar’ın “iksa”yı “ense” anlamasındaki yanlışı ile “yuvarlaklar” sözüne ana oğul gevrek gevrek güldüler. Modist utangaç bir hâlde:

“Huzurlarınızda yanlış bir ifade ettim acep?”

Hami Bey başını iki tarafa sallayıp gülerek:

“Hayır… Hayır… Şu korseyi hanıma bir daha giydirseniz de görsek…”

Hezar, korseyi yerden aldı. Kopuk bağları şöyle böyle tamir ederek:

“Saffet Hanım, deminden buna pressuvar diyordun? Cendere diyordun? Ne diyordun? Gene bunun içine girersiniz?”

Saffet Hanım bu sefer, korsenin sıkıştırması ile şişman vücudundaki ruhunun havalanıp uçacağını bilse kaynanası ile kocasını kendine güldürmemek için of bile dememek niyetiyle o insan cenderesinin içine bir daha girdi. Meryem Dudu’nun yardımı ile Hezar korsenin bağlarını o kadar sıkıladı ki gelin hanımın çehresi gözlerinin akına kadar morardı. Hezar sevinçle:

“İşte korse son kertesine kadar oturdu. Layıkıyla yerini buldu, tıpatıp uydu efendim.”

Firuze Hanımefendi gözlüğünün sapını her vakitkinden çok çarpıtıp o derecede çarpık bir alaylı bakışla gelinini süzerek:

“Zavallının yüzü patlıcan moru kesildi. Yarım saate kadar ya korse ya Saffet bu ikisinden biri çatlamazsa çok şaşarım.”

Hezar gülerek:

“Korsemin kumaşına güvenirim efendim çatlamaz. Fakat gelin hanımefendi bir tarafından sakatlanırsa ona bir lafım olamaz.”

Firuze Hanım: “A Saffet şimdiye kadar geniş geniş geziyordun. Nene lazım da bundan sonra bu sıkıntılara giriyorsun?”

Modist: “Korse koymadan hiç kadın kadın olabilir? Ne için bu zavallıyı şimdiyecek böyle hâline bırakmışsınız. Vücudu yabani büyümüş.”

Firuze Hanım: “Beyi Paris’te iken biz kendisine çok söyledik. O zaman hiç kulak asmadı. Şimdi Hami geldi, kocasının dışarıda gözü kalmasın diye zavallı işte bu cenderelere giriyor, alafrangalık icabı ne ise hep onları yapmak istiyor. Fransızca öğrenmek için enstitütris43 tutturmak istiyor. Hâlbuki bu yaştan sonra hele Saffet Hanım’ınki gibi bir kafa ile lisan öğrenmek, bu hâle gelmiş bir vücudu inceltmek mümkün müdür? Biz kendisini aldığımız zaman vücudu pek ince idi. Saffet’in böyle olacağını kimse ummazdı. Saffet Hanım’ın ufak bir oğlu var. İşte bu çocuk için enstitütris’e cidden muhtacız. Bir bunak mürebbiyemiz vardı, geçinemedik, yol verdik. Şimdi yenisini arıyoruz. Eğer bildiğiniz bir enstitütris varsa buraya gönderiniz.”

Bu teklif üzerine Hezar içinden şunları geçirdi:

Bunların evvelden bir enstitütris’leri vardıysa niçin geçinemeyip savdılar? Acaba aylığını biriktirip vermedikleri için mi enstitütris bunlara adiyö etti? İşin iç tarafı ne olursa olsun… Altunyanların ihtiyar enstitütris’i şimdi boşta oturuyor. Buraya gelsin birkaç ay prova etsin. Ay bitimlerinde hakkını avucuna vermezler ise o da bir adiyö eder, çıkar işin içinden…

Modist, mühim bir söz söyleyeceğini anlatır bir tavır alarak, kedi gibi diliyle dudaklarını yalayıp birkaç defa yutkunarak:

“Efendim öyle bir enstitütris hemen avucumun altındadır. Sanki bu konak için bir patron üzerine kesilmiş bir kadındır. Sekiz senedir Altunyanların hanelerinde oturdu. Onda birkaç çocuk terbiye etti. Çocukları Fransızca okutturdu, yazdırttı. Öyle mükemmel bir enstrüksiyon verdi ki şimdi sanırsınız ki yavrucaklar bir işaretle sustaya duran sanki birer finodurlar. Eh vakitler malum, isimleri Altunyan ise de o familyanın altınları pek o kadar bol bolamat değildir. Madam Krike’yi yanlarından ayırt etmek istemezler. Fakat o vazifesini dibinecek görmüştür. Çocuklar büyümüştür. Şimdi bu sebeplerden başka bir kapı arıyor. Madam Krike’nin yirmi göbeğe kadar silsilesi bellidir. Onun beraberinde bir silsile ağacı vardır. Fransızca ona arbre gènèologique derler. Her yaprağı bir göbeğe alamettir ki ondan bir insan çıkar. Bu ağacın bir dalının ucuna şöyle işaret olunmuştur ki Madam Krike’nin dedelerinden birinin nièce’i44 Fransa’da Altıncı Şarl’ın kraliçesinin dame d’honneur’ü45 ile yan be yan sofraya oturmuştur. Zadegân şeydir. Fakat modestiden ayrılmaz. Fransızca enstrüksiyon’u metod ile verir. Birkaç aydan çocuklar Frenkçe bülbül gibi ötmeye başlarlar. Ben onun yanında Fransızca laf etmeye sıkılırım. Masculin’lerde, féminin’lerde hiç yanlışlık istemez. Şıp deyi insanın hatasını yüzüne vurur…”

Övmedeki bu uzun uzadı sözleri kısa kesmek için Firuze Hanımefendi tatlı bir gülümseme ile:

“Madam Krike’yi siz buraya gönderiniz. Hakkında ettiğiniz medihler onu bize beğendirdi. Gelsin, bizi görsün. Bakalım kendisi de buradan hoşlanacak mı?”

“Ne deyi hoşlanmasın efendim? Sizden âlâ bir hanımefendi, bundan büyük bir kapı mı bulacaktır? Fakat Frenk olduklarından aksatalarını tırınk görmek isterler. Madde budur işte…”

2
Merhum Şadi Efendi Ailesi

Boğaziçi’nin … köyündeki Şadi Efendi Yalısı beş on yıldır artık viranlaşmaya başlamıştı. Eski parlaklığını bilenlerden düşkünlüğünü gizlemek istiyor gibi o koca yapı, sarkık saçaklarını, kırık kafeslerini, dökük kaplamalarını, çarpık kapılarını sanki arkasındaki korunun koyu karanlığında bırakmak için arkaya eğik bir haraplık vaziyeti almıştı.

Çok iri parçalarının birçoğu denize yürüyerek büyük aralıklar, oyuklar açılmış, eskiden dört beş metre olan eninin bazı yerleri şimdi ancak bir insan geçebilecek kadar dar bir geçit hâline girmiş olan o rıhtıma; vaktiyle ne parlak kayıklar yanaştığını, ne uğurlu ayaklar bastığını, o pencerelerden görünen avizelerin şaşaalı aydınlığı altında ne süslü ziyafet sofraları kurulduğunu, o taşların, o ağaçların ağzı dili olup da söyleyebileydiler, dikkatli bir kulak her kovuktan bin ibret destanı işitirdi.

Bu yalıda oturanları beslemek için, Rumeli’deki çeşit çeşit çiftliklerden, Beyoğlu’nda, vilayetlerdeki akarlardan gelen altınlar sayıca korunun ağaçlarındaki yaprakları yarış edecek bir bollukla buraya su gibi akarken, şimdi o zenginlik hiç şüphe yok yılların devretmesiyle ve birbirini izlemesiyle gene bunun gibi bir virane hâlini alacak olan başka evlere, başka ailelere akıntısını çevirmişti.

Yalının eski kalabalık gürültüsü artık derin, korkunç bir sessizliğe dönmüştü. Fakat şimdi korudaki kuşların ötüşü daha hazin işitiliyor, kıyının oynak dalgaları daha manalı inliyordu.

 

Sarrafların, tefecilerin dalavereci ellerine geçmiş bunca akar ve irattan ellerinde kala kala bir buçuk çiftlik kalmış ve hâlâ eski servetin suyuna tirit geçinerek, ettikleri israfların kaynağını kimseye bildirmemek için ser verip de sır vermeyen Firuze Hanımefendi ile mahdumu Hami Bey yalının bir dairesini olabildiği kadar tamir ettirerek pencerelerine panjurlar taktırmışlar, çerçeveleri değiştirmişler, o koca sofaları camekânlarla böldürmüşlerdi.

Firuze Hanımefendi on sekiz, on dokuz yaşında eşsiz bir gönül avcısı iken yetmiş beşlik bir efendinin galiba sıra numarasıyla yetmişinci olarak gerdeğine girmişti. Kızın öyle kaynar bir çağda, efendinin ise kanı donmuş bir güçsüzlük heykeli hâlinde bulunması bu evlenmeden bir çocuk olmasını düşünmeye bile kimseye cesaret veremez iken Tanrı’nın bilinemez kudreti ile senesinde dünyaya tosun gibi bir oğlan gelmesi âlemin dedikodusuna ucu bucağı bulunmaz yollar açmıştı.

On on beş senedir hekimlerin muayenesi ile bu hususta güçsüzlüğü açıkça belli olmuş olan efendinin modern hekimlik fennini yalanlayarak dünyaya gelen bu umulmadık, bu son çocuğu ağbani46 kundak, yeşil duvakla kucağına verildiği vakit rahmetli Şadi Efendi sahiden sevinç yaşı dökerek kendisi için güçsüzdür diyen bilgisiz hekimlerin şu apaçık yalanlarına öfkelenmekten çok, kâhya efendinin yarım dirhemini beş liraya yutturduğu kuvvet macununun insana hayretler veren tesirine sevinmişti.

Daha doğrusu efendinin verimdeki kısırlığı Hami’nin doğumundan sonra yaşlanmak yüzünden dimağına vurarak çocuğun dünyaya gelmesi macun yüzünden midir? Hangi haricî sebeptir? Bunu pek fark edemedi. İstenen bir çocuk değil mi? O da olduktan sonra o kadar ince eleyip sık dokumada ne mana var?

Zehirli iftiralar yayan terbiyesizlerin yersiz iddialarını yalan çıkarmak için Firuze Hanımefendi bazı bazı kundağı bunak kocasının kucağına koyarak “Bakınız efendim, oğlunuzun gözleri, kaşları, hele o irice kulakları zatıalinize ne kadar benziyor.” sözleriyle iftiraları çürütmeye uğraştığı sırada efendi gözlüğüne çekidüzen vererek bu benzerliğin birazını olsun bulabilmek için yavrucağa saatlerce gözünü dikerek boş yere yorulurdu. Hanımın, çocukla kendi arasındaki bu benzerlik iddiasına çok kere sesini çıkarmaz, ara sıra da canı sıkılarak “A hanımcığım, daha bir aylık çocuğun sana bana benzediği belli olur mu? Hele biraz büyüsün kime benzediği sonra anlaşılır.” derdi.

Efendinin son derece saflıkla verdiği bu cevap, içi çıfıt çarşısına benzeyen hanımca kötü yorumlara pek elverişli görünerek bu benzeyiş işinin şimdiden tasdik edilmeyip de ileriye bırakılması kendisini pek çok düşündürürdü.

Önceleri miras hakları varken Hami’nin doğmasıyla mirasçılıktan çıkan bazı akraba, efendinin uzaktan yakından hısımları dedikoduda pek ileri vararak selamlıktaki genç çubukçu ile çocuk arasındaki fazla benzerliği pek de yaradılıştan olma tesadüfe vermeyerek, bundan birçok manalar çıkararak Firuze’yi suçlandırmaya yürümek isterlerdi.

Çocuk beş yaşında iken efendi babası dünya değiştirdi. Bu kadar malın tek mirasçısı olan Hami daha dünyadan habersiz masum bir çocuk, annesi ise başında kavak yeli esen bir genç kadın. Dünya geçimi nedir? Para nereden gelir? Nasıl sarf edilir? Bunu bilmek değil, düşünmeye bile hiç lüzum duymamışlardı. Rahmetli efendinin âdeta taptığı, hayatının ışığı, canı cananı olan Firuze, arzu ettikçe elini çekmecelere sokar, avuç avuç çıkardığı altınları etrafına bol bol saçar ve o altın parçaları orada kendi kendine kaynayıp da ortaya çıkar gibi saçma bir zehapta bulunurdu. Paranın yokluğu yüzünden dünyada yoksulluk, sefalet mevcut olduğunu, o maden parçacıklar için ne vuruşmalar, cinayetler, felaketler ortaya çıktığını bile hemen bilmiyor gibiydi.

Konaktan cenaze çıktığının akşamı Firuze’nin iki gözünden bela seli gibi matem yaşları akarken ağladığı odanın kapısına vekilharç gelerek “Bu akşamdan itibaren konağın idaresi için yapılan ve yapılacak olan masraflar üzerinize borç kaydediliyor.” ihtarıyla bir defter çıkardı. Toplamı birçok liraya varan birtakım hesaplar okudu.

Firuze bu ihtardan çıkacak korkunç sonucu aklına bile getirmeyerek, yalnız uşak makulesi bir herifin izin almadan harem dairesine girerek doğrudan doğruya kendine söz söyleyebilmesindeki cesaretine, bu terbiyesizliğin, saygısızlığın derecesine şaştı. İşte o zaman yüreğine efendinin ölümünden acı, keskin bir teessür hançeri saplandığını duydu.

Öyle uzun uzun hesap kitap dinleyecek zamanda olmadığını, o saygısız herifi kapı önünden kovmalarını el, kaş, göz işaretiyle yanındaki kadınlara anlattı. Bu milyonlara malik taze dulun gözüne girmek için emirlerini yapmada birbirleriyle yarışa çıkışan dalkavuk kadınlardan biri haddini bildirecek azarlarla vekilharcı kapıdan savdığı sırada herif oradan çekilip giderken kendi kendine Zavallı han-fendi, bunak kocanın zamanındaki nazlar, densizlikler geçmiş ola. Bundan sonra senin yüzüne gülecekler, sana yedirmek değil senden yemek için güleceklerdir. Aklını başına topla. Hanlarını, hamamlarını elden çıkarıp da iki üç odalı evlerde kuru pösteki üzerinde kalan hanfendiler çok görülmüş, işitilmiştir! dedi.

Bunu söyleyen Vekilharç Şakir Ağa yirmi beş yıl önce o konağa vekilharç yamaklığı ile sokulduğu vakit arkasındaki yırtık mintanı altında bir iç gömleği olmayan bir herifti. Şimdi senetle efendiden on sekiz bin lira alacaklı görünüyordu. Memleketlerinden ümmi ve hemen çıplak gelerek hizmetkârlıkla çattıkları büyük adamların konaklarında aile reisinin ölümü ile mirasçıları sırasına girmek fennini bu Divrikli, Arapkirli adamlar hangi müzevirlik mektebinde öğreniyorlar, şaşılır. Bunlardan bazıları böyle fuzuli mirasa ortak olmakla da kalmayarak hanımefendiyi nikâh ederek merhum efendinin kürkünü giyip köşe penceresine kuruluyorlar.

Şadi Efendi ölümünden bir iki yıl önce konağında veya başka evlerde bulundurup da gözünden uzak tuttuğu amelmande47 karılarına uygun miktarda menkul ve gayrimenkul mallar vermişti. Ömrünün son yıllarında kendine bir evlat, o yaşına kadar ele geçiremediği böyle bir hayat hazinesi vermiş olan Firuze’yi de o sırada nikâh ederek müstefreşelikten48 kurtardıktan başka geri kalan mallarının da yarısını bu genç karısına bırakmıştı ki, malının öteki yarısı da ölümünden sonra o tek oğluna kalacaktı.

Bu ölüm felaketinin ikinci günü hanımefendi kendisiyle beraber acı gözyaşları saçmakta şaşılacak bir gözyaşı bereketi gösteren birkaç kafadar kadınla kapısı sürmeli, perdeleri kapalı bir odada hâlâ ah ve figan etmekle meşgul iken konağın içi sarıklı sarıksız birtakım insanla dolmuştu.

Divitleri belinde bazı efendiler “Sebt-i defter edilecek müfredat-i beytiyeye nereden başlayacağız?” diye haykırıyorlar, birtakımları kilitli kapıların anahtarlarını istiyorlar, başkaları da altın kasalarının, mücevherat çekmecelerinin bulundukları yerleri soruyorlar, birçokları da mühürleyecek delik arıyorlardı.

Bu gürültüler, bu yersiz sorular, bu istekler nasılsa hanımefendinin matem tuttuğu odaya kadar yayılır. Ayrılığın kanlı gözyaşları o pembe, o taze, latif yanaklarda henüz titreşen Firuze hiddetle odasından fırlayarak “Efendim öldükten sonra bana ne mal lazım ne dünya!” feryadıyla demet demet anahtarları haremden selamlığa, bütün ev eşyasını açgözlü elleriyle okşayarak deliği deşiği koklayan o insanların başlarına atar.

Hanımefendiye şirin görünmek için kâhya efendi sakalını sarıya, vekilharç bıyığını karaya boyayarak, divanhanelerde yaşlarından umulmaz bir canlılık ile piyasa etmekteler iken böyle ortaya serpilen anahtarlardan her biri kim oldukları bilinmeyen bir insanın eline geçerek bütün kilitlerde bir çatırtı peyda olması bu iki emektarın son derece kanlarına dokunduğundan “Hanımefendinin hak-i payilerine49 yüz süreriz. Efendinin acısıyla şimdi gözleri dünyayı görmez; fakat yaşayanlara mal lazımdır. Hele meydanda da bir yetim var. Şimdi ne yaptıklarını bilmiyorlar. Bizi taraflarından işleri görmeye vekil etsinler. Mallarını kayıptan kurtararak hemen işi bitirelim.” haberini göndermişlerdi.

Bu haber ağızdan kulağa yayılarak yarım saat zarfında hanımefendiden vekâlet dileyenlerin sayısı on beşi bulmuştu. Şu on beş kişiden hiçbirinin iyi niyet sahibi olmadığı biraz sonra aralarında boğaz boğaza çıkan rekabet kavgasından anlaşıldı. Vekil namzetliği iddiası ile bunlar böyle dışarıda boğuşurken haremde hanımefendiyle göğüslerini döven kadınlar, o ah ve vah arasında söz gelişi kimi erkek kardeşinin kimi kocasının doğruluğunu ve iş bilirliğini, ehliyetini ve namusunu överek vekil olmaya en layık bir kişi varsa o da filanca olduğunu saç yolarak, yaş dökerek anlatıyorlardı.

Bu gürültü, aylar ve yıllarla sürdü. İşleri görmek için hanımefendi birkaç vekil tayin etti. Oğlu Hami’nin vasisi oldu. Bu dul kadına yol gösterenin, akıl öğretenin haddi hesabı yoktu.

O ilk kargaşalık sırasında ne kadar mücevher mahfazalarının boş kalmış olduğu, ne kadarının takımıyla aşırıldığı, ne kadar değerli pırlantalar değiştirilerek yerlerine adi taş parçaları konulduğu çok sonraları anlaşıldı.

Hakkı olmadığı hâlde, mallara ortaklık için üşüşen kimselerle uğraşılarak, kapanın elinde ne kaldıysa kaldıktan sonra vilayetlerden merhumun akrabasıyım diye o zamana kadar hiç yüzleri görülmedik, adları işitilmedik herifler, yeğenler, dayı oğulları, teyze ve hala oğulları çıktı. Bunlar ilkin efendi merhumun nikâhlı karısı Firuze Hanım üzerine olan hibe ve ferağı tanımamaktan, onun bozuk bir muamele olduğundan tutturarak, ucu bucağı bulunmaz büyük bir dava kapısı açarak nikâhı sahih saymadılar. “Hami, Şadi Efendi’nin sahici oğlu değildir.” iddiasına kalkıştılar. İddialarla da kalmadılar, “Firuze cariyedir, veraset yolu ile bizim malımız olmuştur, bu yüzden Hami de kulumuzdur. İkisini de satacağız.” demeye kadar ileri vardılar.

Bu saçma iddialar sonra mahkemelerce reddedildi. Fakat dava o kadar genişledi, o kadar kılık değiştirdi ki efendiye akrabalık iddiasıyla vilayetlerden gelenlerden her biri uğraşabildiği kadar uğraşarak, ayrılmak zorunda kaldığı zaman bu davayı ilerletebilmiş olduğu noktada akrabasından birine ciro ederek buradan öyle savuşurdu.

Yıllardan sonra davacıların iddialarının batıl olduğu meydana çıktı. Hakikat meydana çıktı ama bu hukukunu koruma işi Firuze Hanımefendi’ye kaça mal oldu? Hemen servetinin üçte biri bu yolda elden çıktı. Ellerinde düzgün senetlerle pek çok da alacaklı zuhur etti. Çiftliklerin, hanların büyük bir kısmı, sarraflarla, tefecilerle muameleli çıktı. Efendinin dillere destan olmuş o büyük servetinin ilişikleri temizlenerek gerçek mal olarak karısı ile oğlunun eline geçen kısmı, bütününe göre, ancak beşte bir kadar bir şeydi.

Şadi Efendi gibi bir defa adı zengine çıkmış olanların halk arasında çok kere servetinin çok büyütülmesi tuhaf bir âdettir. “Zenginin malı züğürdün çenesini yorar.” meseli meşhurdur. Demek ki zenginlerin servetlerini tahmin ile vakit geçirmekten hoşlanan “lira” hasretlileri onu keseye atamamaktan ileri gelen yoksulluk acılarını şunun bunun parasının hesabını çoğaltmakla ağız ballandırarak unutmaya çalışıyorlar.

İşte böyle etraftan malına pertavsız ile bakan züğürtlerin büyütmesiyle birkaç milyon lira sahibi sanılan Şadi Efendi, iradının hepsi ancak beş altı yüz bin liraya çıkışabilen bir zattı.

Kaptan kaba boşaltılan bir suyun azalması gibi kocadan karısına, babadan oğluna geçişinde bu servet küçüldü. Borçların ödenmesi, davaların görülmesi, hasılı, yel üfürdü su götürdü, Firuze Hanımefendi’yle Hami Bey ancak ellişer bin liralık birer servet sahibi olabildiler. Herkesin “milyonlar” tahmin ettiği altınların “süzüntüsü” böylece yüz bin liraya inmişti. Fakat dışarıdan gene işin aslı bilinmeyerek bu ana oğulun servetleri pek büyültülerek hesap ediliyordu.

 

Müstesna bir güzellik sahibi, yirmi üç yaşındaki Firuze paranın güzelliğe, güzelliğin paraya verdiği parlaklığın mucize yaratan hassalarını bildiğinden, güzelliğinin şöhretine bir de parasının Karun’unki gibi hesaplanmasının karıştığını duydukça sevinerek, serveti hakkında halkın bu görüşüne uygun görünecek bir geçim kapısı açtı.

Kışın Beyoğlu’nda, yazın yalıda oturuluyordu. Haremin tantanası hiç bozulmadı. Selamlıktaki hizmetkârlar pek eksilmedi. Lando, rahat ve genişliği; kupa, lüzumu; fayton, hafiflik ve ferahlığı için elden çıkarılmadılar. Yağızların boyun kırışları, kesme kuyrukları; kırların yavaşlıkları hoşa gittiğinden, doruların emektarlığı göz önünde bulundurulduğundan ahır hemen boşalmadı. Konakta, yalıda her şey yerinde, insanlar eski hâlinde gibiydi. Bu gürültü içinde eksilen yalnız bir ihtiyar efendi olmuştu. Merhumun kendi eliyle diktiği fidan günden güne büyüyor, babasının acısını unutturuyordu.

Parası güzelliğinden, güzelliği parasından baskın Firuze’nin, milyonları olduğu sanılan bu genç dulun şöhreti büyük küçük meclislerde konuşuluyor, her yerde bir türlü fikir yürütülüyordu. Onunla evlenmek isteyenlerin sayısı yüzleri geçti binlere vardı. Hanımefendiye âdeta deste deste istidalar veriliyordu. Bayılanın, ölenin, tutuşanın, yananın çokluğu hakkındaki sözlere hem dost şaşıyordu hem düşman.

Firuze, evlenmek için etrafında böyle kırılışanlara gülüyor, hiçbirini kendine layık bulmuyordu. Efendinin kısa süren matemi bittikten, ağlanabildiği kadar ağlanıp âdet yerini bulduktan sonra sıra eğlenceye, zevk sefaya, gülmeye oynamaya geldi. Bu arada rahmetli de büsbütün unutulmayarak, birçok camilerde güzel sesli hafızlara hatimler indirtiliyor, mevlitler okutturuluyordu.

Beri taraftan birbirinden güzel sekiz on genç cariye alındı. Her birinin istidatlarına göre kiminin eline keman, kimininkine ut, kanun, tambur, tef verildi. Ayağına çabuk olanlar raksa ayrıldı. Bir ikisi piyano başına geçirildi. Bunlara da flavta, keman ilave edildi. Alaturka alafranga iki takım düzüldü. Memleketin sazda, seste, piyanoda, viyolonda şöhret yapmış musiki ustalarından en ünlüleri bu kızların yetiştirilmesine tayin edildi. Hey hey mi hey hey!.. Medet mi medet!.. Bambum mu bambum!..

Haftada bir iki gece yalının kafesleri fora… Her pencerede başka bir donanma varmış gibi türlü renkte ışıklar denizin titrek dalgaları üzerine nurlar saçarken piyanoya, kemana, flavtaya eşlik eden titrek, gönül gıcıklayıcı güzel bir kadın sesi en meşhur operanın ruhu çırpındıracak duygulara düşüren bir parçasını kâh hazin kâh şiddetli nağmelerle okuyarak arkadaki koruda akisler uyandırıp sanki mevhum bir rakiple yarışırdı.

Biraz sonra, mükemmel bir ince saz takımının kârları, semaileri, besteleri, şarkıları, gazelleriyle bezmde başka bir hâlet, nağmede tesirli bir samimiyet, neşede diğer bir vect ve istiğrak peyda olurdu. Dinleyenler yavaş yavaş alaturka ağır havalarımızın uyuşturucu tesiriyle kendilerinden geçerken, birdenbire kemençenin, kemanın yaylarından, udun, tamburun tellerinden, teflerin şakrak zillerinden bir raks havasının, mesela “Bülbül olsam kona da bilsem dallere.” şarkısının kıvrak, sıçratıcı nağmeleri avuç avuç bir neşe yağmuru gibi ortalığa saçılmaya, en uyuşuk gönülleri raksa getirmeye, bellerde, omuzlarda kendiliğinden titremeler peydahlanmaya ve meclisin ahengini dalgalandırıp neşelendirmeye başlayınca, sırma saçaklı serpme pul fistanlı iki raks perisi meydana fırlayarak fistanlarının renginden alev almış sanılan pembe yanakları üzerinde kesik Avrupa kâkülleri o “Ya hey!” sesleriyle yayılıp yayılıp toplandıkça, gözler süzüle süzüle gümüş boyunlar sağa sola kaydıkça, sinelerden kabaran o ikişer taze göğüsler sığınacak kucak arar gibi titreye titreye ortalığı zelzeleye verdikçe, seyircilerin akılları zıvanalarından karış karış oynar, gene yerini bulurdu.

Böyle sazlar neşe püskürür, rakkaselerin gözleri süzülür, avizelerin, fanusların parıltıları altında irili ufaklı kadehlerle renk renk içkiler içilirken ahengi dinlemek için bu neşeli yalının önünde toplanan kayıklarda, sandallardaki insanlar arasında Firuze Hanımefendi’nin şu sefalı yaşayışı hakkında bin türlü dedikodu yapılırdı. Bunlar arasında, hanımefendi beğendiği delikanlıyı ağırlığınca altına boğuyormuş cinsinden sözler birtakım züğürt zamparaların uykularını kaçırarak rüyalarında hep altın madenleri görmek, ağırlıklarınca altınla tartılmak gibi evhama uğramalarına sebep olmuştu.

Üç çifte şık kayık hazırlanıp da arkaya serilmiş ipekli al ihramın sırma saçakları denizin mavi rengi durgun suları üzerinde izler bırakarak, sırma işlemeli al çuha saltalı, burma bıyıklı üç kuvvetli hamlacının bol yenli hilali gömleklerden uzanan adaleli pazılarının kuvvetiyle kayık bir tüy hafifliğiyle kayıp giderken, içindeki kuş tüyü döşemeye yaslanmış o güzelin, uzaktan vücudu pek fark olunmayan o “puf” yaşmaktan irtisam eden ince kaşlarına, toplu, pembe, ince dudaklarına canlar dayanmazdı.

Firuze Hanımefendi karşısına bir cariye alarak deniz gezintilerini çok defa böyle yapardı.

Hanımefendi Göksu’ya gitse bir düğün evi gibi orası şenlenir; Kalender’e doğrulsa hanımın güzelliğine tutulmuş vurgunlar hep o tarafa dökülürlerdi.

Hami Beyefendi’nin terbiyesine, derslerine çeşitli hocalar tayin olundu. Fakat çocuğun zayıflığı, çelimsizliği annesini pek büyük endişelere düşürdüğünden çocuğa, öğretmenlerinin sözlerine uyması değil, hocalara küçük beyin emirlerine uygun şekilde bir nevi tedris usulü icat etmeleri tembih edildi. Çocuk hiç sıkıştırılmayacak. İsterse dersine çalışacak, istemezse çalışmayacak. Mesela “Nasara ne kelime?” sualine çocuk “ism-i fail” derse bu yanlış cevap şöyle alkışlanacak: “Maşallah beyim! Süphanallah efendim! Bu ne zekâvet! Evet, ism-i faildir; fakat şu da hatırınızda kalsın ki nasara ara sıra da fiil-i mazi olur.” denecek. Çocuk nasaranın fiil-i maziliğini hiç kabul etmeyerek bu yanlış çıkarmadan müteessir olur, ağlamaya başlarsa hoca hemen özür dileyecek ve nasara için dünyada bir şey olmak münasip ise onun da ancak ism-i faillik olacağını söyleyecek.

Ders sırasına oturmadan önce çocuğu doktor dikkatle muayene ederek, o günkü sağlık durumuna göre ne kadar zaman derse dayanacağını tayin ederek bu iş için hocaya talimat verecek, tembihlerde bulunacak.

Hocaların, hele Arapça hocalarının birçoğu bu türlü ders vermek şartlarını haysiyetleriyle uygun bulmayarak işlerini bıraktılar. Sekiz on hoca değiştirdikten sonra Firuze Hanımefendi en sonunda oğluna aradığı gibi hocalar buldu. Bu sonraki hocalar her akşam baklavayı, böreği bulunca nasaradan çok beyin huyuna suyuna gitmekte kârlı çıkacaklarını anladılar. Bütün çekimleri şımarık çocuğun keyfine bıraktılar. Kendileri var kuvvetlerini sofra başında kollarını sıvayıp kaymaklı baklavanın gücenmez bir tarafından yakalayıp, her noktasına geçmesi için balın içinde üstatça çevirerek haydi selamet ola mideye göndermek cihetine sarf etmeye koyuldular. Ve bu öğretme usulünü her şeyden tatlı buldular.

Hocaların tatlıya, puf böreğine karşı bir kere bu düşkünlükleri belli olduktan sonra, Hami Bey irili ufaklı köle ve cariyelerini etraftan toplar, zavallı hoca efendinin gözlerini bağlayarak yalının o geniş sofalarında körebe oyununa kalkardı. Hoca yediği tatlılar burnundan gelinceye kadar koşar, bu yorgunluğun acısını o akşam ya revaniden ya muhallebinden çıkarmaya yemin ederdi. Sofra başına oturunca “Gene bugün derse bedel körebe oyunu ile vakit geçirdik. O kadar koştum, o mertebe yoruldum ki, karnım boş torbaya döndü.” sözleriyle o akşamki yemeğe istihkak derecesini herkese tasdik ettirmek ister, sonra kollarını sıvar, sözlerini tasdik etseler de gık deyinceye kadar yerdi, etmeseler de.

Fransızca hocasının o yalıda başına gelenler büsbütün başka türlü geçmişti. Her şeyin halisinin makbul olması eskiden beri tecrübe edilmiş bir gerçek olduğundan adını Pol’a, Piyer’e çıkarıp başlarına şapo koyup gramersiz bir dil, dibinden bozuk bir aksanla hocalığa yeltenen yakası yağlı, havsız redingotlu tatlı su Frenklerine pek o kadar ehemmiyet verilmeyerek Hami Beyefendi’ye Fransız oğlu Fransız bir hoca aranmış ve böyle milliyet ayarı tastamam bir tanesi ele geçirilmişti. Zavallı Mösyö Jan, o yalıdaki hocaların dalkavuklukla hocalık arasındaki hürmetsiz mevkilerinden habersizdi. Daha bir kelime Türkçe de bilmiyordu. Kahya efendi, tercümanın aracılığı ile Hami Bey’in sağlık ve akıl durumu hakkında birtakım bilgi verdikten sonra çocuğu sıkmayarak gayet incelikle ders vermesi gerektiğini anlattı. Muallim Cenapları silindir şapkasını bir sandalye üzerine ağzı yukarıya ters koyarak, bütün yapılan tembihlere uygun bir şekilde, bütün güler yüzlülüğü ile derse başladığı gün, muzip çocuk yanındaki küçük köleye parmağıyla şapkayı gösterip pek lazımlı bir şeye benzetmiş ve benzetmedeki inceliğe ikisi de gülmekten kırılmışlardı.

Hoca Türkçe bilmediği için çocuğun benzetme sanatındaki bu ustalığını anlayamamış, yalnız çocuğun siniri tuttu zannederek bir zaman dersi tatil etmiş ve o kahkahalar arasında donuk bir çehre göstererek çocukların neşelerini bozmamak için kendisi de bir parça gülmekten geri durmamıştı.

Mösyö Jan, bir gün sofaya çıkarak mendil ile gözleri bağlanmış Türkçe hocasının bir alay çocuğun ortasında sıçradığını ve curcunayı ayyuka çıkaran çocukların hocaya karşı yumruklarını birbirine vurarak “Ebeme pilav pişirdim, içine sıçan düşürdüm!” avazıyla bağrıştıklarını görmüştü.

Ne pilavdan ne de içine düşürülenden bir şey anlamayarak, yalnız çocuklara vücut egzersizi yaptırılıyor zannederek bu ikinci vazife için hocanın ne kadar fazla maaş aldığını merak etmişti.

Fransız muallimi artık ufak tefek Türkçe kelimeleri anlamaya başlayınca Hami’nin arsızlığına dayanamamaya başladı. Ara sıra hiddetlenerek “Yok sen profesör… Ben profesör. Yok ben çocuk, sen çocuk…” gibi anlaşılmaz tekdirlere kalkışırdı.

Bir gün derste çocuğa étre yardımcı fiilinin passé indéfini’sini sordu. Hami “Je suis ètè, tu es été, il est été…” şeklinde okumaya başladı. Hoca çok öfkelendi. Fransızca hiç böyle sıyga bulunmadığını, bunun doğrusunun j’ai ètè olduğunu biraz sertçe ihtar etti.

42Nasıl giydirildiğini (e.n.)
43Enstitütris: Kadın eğitmen. (e.n.)
44Nièce: Kız yeğen. (e.n.)
45Dame d’honneur: Nedime. (e.n.)
46Ağbani: Üzeri turuncu iplikle işlenmiş sarımtırak kumaş. (e.n.)
47Amelmande: İş yapmaz hâle gelmiş olan. (e.n.)
48Müstefreşe: Cariye. (e.n.)
49Hak-i pâyilerine: Ayaklarının toprağına. (e.n.)