Metres

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

Müştak, Reyhan’ı bu muharrirlik münasebetiyle teklifsizce tanırdı. Kapanmak zorunda kalan mecmua sahiplerine gösterdiği yardımı bildiğinden para yokluğu yüzünden metresini elinden kaçırmak tehlikesi karşısında kalan zavallılardan da belki yardımını esirgemez hülyası ile bu kerim dostuna başvuruyordu.

Reyhan, uzun boylu, enli omuzlu, buğday tenli, gür bıyıklı, sık kaşlı, iri siyah gözlü otuz beş yaşlarında yakışıklı bir delikanlıydı.

Müştak odadan içeri girince onu “Terakki Arkasından” başlıklı bir makale yazmakla uğraşır buldu. Reyhan, kendine büyük bir muharrir tavrı vermek için Fransa’nın meşhur muharrirlerinden birini taklit ederek, şalvara yakın bir bollukta açık renk bir pantolon, sadakordan kolasız bir Frenk gömleği giymiş, parmak kalınlığında ince şerit gibi siyah bir boyun bağını gayet gevşek bir düğüm yaparak boynuna sallandırmış, gene o benzemek fikriyle pek az kestirdiği gür saçlarını alın kısmını tepeli Fizan horozu gibi kabartmıştı. Meşhur insanların yazı odalarına dair Avrupa’nın resimli gazetelerinde gördüklerinin her birinden bir fikir almak suretiyle düzelttiği çalışma odasının ortasına konulmuş ve üzerinde yığınla kitap, kâğıt bulunan bir yazı masasının önüne oturmuş; ayaklarını, kafasında boncuktan gözler parlayan iri bir ayı postunun üzerine uzatmıştı.

Reyhan, hemen ayağa kalktı, güler bir çehre ile misafirine elini uzattı, sıkı sıkıya bir toka ettiler. Müştak, dalgın bir hâlde bu deniz hamamı kiracılığından bozma muharririn karşısında bir koltuğa oturdu.

Ev sahibi gülerek:

“Pek dalgınsınız, monşer! Hatta o kadar dalgınsınız ki yazmakta olduğum şu önümdeki makalenin adına dikkat edecek kadar olsun bir fikir huzuruna malik değilsiniz.”

“Evet monşer, dalgınım… Hastayım… Meyusum… Hasılı acayip bir hâldeyim. Uyuyor muyum? Uyanık mıyım? Onu bile fark edecek gibi değilim. Âdeta kendimi bilmez bir hâldeyim.”

Gülerek: “Evet… Evet… Lodos havalarda bu sersemliğe ben de uğrarım. Başımda bir dalgınlık peyda olur. Durduğum yerde uyuyuveririm. Sonra gözlerimi açınca ne kadar uyumuş olduğumu saate bakmadan bilemem. Bu hâl ediplere, yani sinirli insanlara mahsustur. Bir makalede… Evet ‘Lodos ve Üdeba’ diye bir makalede bu hâlin fizyolojik sebeplerinden bahsetmek isterim.”

“Birader, benimki lodos dalgınlığı değil.”

“Tuhaf şey. Sana da başka hava mı dokunuyor? Bazı bünyelerin aynı havadan başka başka müteessir olduklarına dair Mösyö Kölen ‘fizyoloji’sinde…”

“Aman kardeşim Reyhan, rica ederim, biliyorum bilgin geniştir. Türkler arasında bir ‘erüdi’sin.62 Allame-i zamansın. Fakat bugün dinleyecek ne vaktim var ne de hâlim. Senden ufak, bir ufak şey istirhama geldim. İki kelime ile maksadımı anlatacağım. Sen de bana aynı kısalık ile ya kabul veya ret cevabı vereceksin.”

Şaşırarak: “İstirham tabirinin lüzumu yok. İstediğin ne ise söyle.”

“Borç olarak iki yüz lira.”

Reyhan, yazı masasının önünden fırladı. Müştak’ın karşısında ellerini göğsü üzerine çaprazvari kavuşturup bir aktör tavrı alarak:

“İstediğin bu para ile resimli gazete veya bir mecmua çıkaracak isen birader sana paradan evvel koskocaman bir nasihat vereyim; o fikirden vazgeç!”

“Hayır o maksatla istemiyorum.”

“O hâlde bu parayı ne yapacaksın?”

“Bu lüzumu anlatmaya girişirsem lakırtı uzar.”

Reyhan, mühim bir şey bulmuş gibi, birden elini dizine vurarak:

“Ha! Anladım… Anladım. Deminden beri gösterdiğim kalın kafalılığa sen de şaş, ben de şaşayım. Şu aralık Matmazel Parnas ile meşgul olduğunu nasılsa hatırlayamadım. Öyle bir metresle yaşayana ‘Parayı ne yapacaksın?’ diye sormak pek saçma değil mi?”

“Zekisin. Çok zekisin monşer! Parayı ne yapacağımı beni çok üzmeden işte anladın. Fakat asıl bence dayanılmayacak olan bundan sonraki üzüntüyü kısa kesmeni rica ederim. İstediğim bu parayı verecek misin, vermeyecek misin? Bir sözle cevap ver.”

“Yoook… Öyle işi aceleye boğup da sıkboğaz olmaya gelemem.”

“Seni sıkboğaz eden yok birader. Paran daha dolabında duruyor. İster isen verirsin, istemezsen vermezsin. Bu borcu senden alamazsam gideceğim bir iki yerim daha var, onlara gideceğim, vakit geçmesin diye acele ediyorum. Çok şükür benim param yok değil; fakat en erken yirmi gün sonra elime geçecek. Bana bugün yarın lazım. Sana muntazam senet vereyim, istersen itibarlı bir de kefil göstereyim.”

Düşünerek: “Hayır monşer, maksadımı anlamadın. Ben şimdi senet, kefil sormuyorum. Hâlin bana çok tuhaf göründü. Sana acıdım. Şimdi eline iki yüz lira koymakla kendimi senin derdine çare bulmuş sayamam. Sana edeceğim iyiliği, seni çok sevdiğimden esaslı şekilde etmek isterim.”

Şaşırarak: “Ne gibi?”

“Seni biraz istintak edeceğim.63 Soracaklarıma ne kadar doğru cevaplar verirsen hakkında o kadar hayırlı olur.”

“Monşer öyle uzun uzadıya sual cevaba vaktim yok. Şimdi söyledim ya, senden ümidi kesince başka taraflara müracaat edeceğim.”

“O hâlde uğurlar olsun. Benim de öyle çarçabuk bir dosta borç verilecek iki yüz liram yok.”

Reyhan’ın verdiği bu son cevabın ümitsizliği ile Müştak’ın, biraz evvel azıcık ümide düşmüş olan o zavallının çehresi bir anda birkaç renge girdi. Dudakları titremeye, gözleri sulanmaya başladı. Çünkü her söz başında gösterdiği acelecilik sahte ve başvuracağını söylediği yerler tamamıyla esassızdı. Başvurmak lazım gelen yerlerin hepsini kaç zamandır dolaşmış, hiçbirinden beş lira koparamamış, son bir kandırma ümidi ile Reyhan’a başvurmuştu.

Vücudunun titremesini tutmaya çalışmakla beraber Reyhan’a karşı ümitsizliğinin acısını gizlemeye uğraşarak; fakat zor anlaşılır bir sesle “Öyle ise gideyim.” sözleriyle odadan çıkarken Reyhan dostunun gizlemek istediği derin ümitsizliği anladığını gösterir ve ahbapça olan bir üzüntüden çok alaya verilebilecek bir tarzda dedi ki:

“Kendi yararınız için soracağım birkaç suale hiç tereddüt etmeden cevap verecek kadar dostluğuma güvenmediğinize teessüf ederim.”

Titrek bir seda ile: “Bütün dostlarından üstün tutarak en önce size başvuran eski bir dostunuzu bu kadar az bir para için istintaka kalkışmanızdan doğan teessürümün sizin göstermek istediğiniz teessüften fazla olacağına şüphe yoktur.”

Ev sahibi, misafirin kulağına biraz eğilerek:

“İstintak tabirini kullandığımdan dolayı ürkmeyiniz. Size soracağım sualler hep Matmazel Parnas ile aranızdaki muhabbetin devamı ile ilgilidir.”

Bu muamma gibi sözlere karşı Müştak afalladı. Hiç cevap vermedi. Dostunun alık alık yüzüne bakakaldı.

Reyhan sözüne devam ederek:

“Ya oğlum, işte böyle alıklaşırsın. Farz edelim ki istediğin miktarda parayı şimdi sana vereyim. Buradan çık git. Bununla ne iş göreceksin? Birkaç günlük ihtiyacını tamamladıktan başka bir şey yapamayacaksın. Biraz sonra gene aynı sıkıntı baş gösterecek. Her zaman sana iki yüz lira borç verecek bir dost bulunmaz. İşi esasından inceleyelim de ona göre çare arayalım.”

Müştak şüpheli bakışlarla dostunu süzerek:

“Sözlerinden hâlâ bir şey anlayamıyorum. Eğer maksadın birtakım baba nasihatleriyle beni sevdamdan vazgeçirmek ise sana şimdiden anlatayım ki ben nasihat dinlemem. Nasihat almaya ihtiyacım olsaydı, sana hiç gelmez, daha ehline müracaat ederdim. Çünkü hâlini bilirim. Sen benden çok nasihate, ıslaha muhtaç bir zirzopsun.”

“Nasihat vermek nerede ben nerede a birader! Nasihat verecek değilim. Yazık değil mi çeneme… Sana açık bir teklifte bulunacağım.”

“Söyle.”

“Hayır… Evvela soracaklarıma cevap vermeli.”

“Aşk sırlarımı öğrenerek gazetelere fıkralar yazmaya kalkışırsan sonra iş düelloya varır ha!”

“O gibi kötü emellerle bir dostu söyletecek kadar alçak huylu değilim.”

“Parol donör mü?”64

“Parol donör.”

“Öyle ise sormaya başla. Her sualine dosdoğru cevap vereceğim.”

İkisi de birer sigara yakarak karşı karşıya koltuklara oturdular. Reyhan alnını buruşturup iki kaşını birbirine yaklaştırarak aldığı ciddi tavırla:

“Matmazel Parnas’la yaşamak için ayda ettiğin masrafı kısaca bana anlat bakayım.”

Bu suale karşı Müştak, yalnız ökçesini halıya dayayarak yerden bir dar açı teşkil etmek üzere açık tuttuğu ayağını, sağa sola şiddetle bir zaman sallayarak derin derin bir göğüs geçirdikten sonra:

“Bana öyle bir şey sordun ki bunun cevabını kendi kendime karşı vermekten bile korktuğum için mümkün olduğu kadar o işi düşünmekten zihnimi uzaklaştırmaya uğraşıyor; yalnız elime ne geçerse onu sarftan başka bir şey düşünmüyor, hesaplamıyorum. Ama gene sualine cevap vereceğim. Efendim… Efendim… Efendim… Nereden başlıyayım? Ha… Dur… Ayda on lira apartman kirası…”

Gözlerini açarak: “Çok…”

“O paraları verirken benim gözlerim seninkilerden çok büyüyor ama fayda yok. Ondan aşağı bir dairede oturmuyor. Sen masrafın azlığına çokluğuna itiraz etme. Yalnız dinle ki söz uzamasın.”

Müştak, dostuna susmasını tavsiye ederken masrafın varacağı toplamın korkunçluğundan heyecanını gizleyemeyerek baygınlığa yakın bir sesle:

 

“Zihnim pek karışık birader. Matmazelin israflarında o kadar ufak tefekler var ki kısaca bile olsa şu saatte bunları size sayamamaktan korkuyorum. Fakat ufak tefeklerden hatırlayamadıklarımın ne ehemmiyeti var? Toplam belli değil mi? Bu korkunç toplamı yüz yıl da yaşasam unutamam. Çünkü ayda iki yüz lirayı aşıyor, bazen üç yüzü de geçer… Bazen…”

“Dört yüzü de bulur ha? Zavallı Müştak!”

Parnas’ın âşığı kederinden boğulur gibi içini çekerek hakkında söylenen “zavallı” acınmasının kendi için ne kadar yerinde bir tabir olduğunu göstermek için bir zaman boynunu büktü, bir şey söylemeden durdu. İki arkadaş hâlden anlar bakışlarla bir iki dakika kadar birbirlerine derin derin bakıştılar.

Müştak, matmazelin israflarına dayanmaktaki ahmaklığını izahta pek ileri varmış olmaktan ve böyle kendi küçük servetiyle hiç de uygun olmayan bir yaşamaya, arkası gelmeyecek bir sefahate koyulmaktaki deliliğini tamamıyla hikâye ederek borç almaya geldiği dostunun acıması yerine, öfkesini uyandırmaktan ansızın korkarak tavrını değiştirip aklını başına toplamaya uğraşarak:

“Ben de ne söylediğimi bilmiyorum. Yok yok. Aylık masrafımın hiçbir vakit dört yüz liraya vardığı yoktur. Bazen iki yüz lirayı geçer; fakat bazı ay da yüz elliye varmaz.”

Reyhan şüpheli bakışlarla misafirini süzerek:

“Hakikaten ne söylediğini bilmiyorsun. Beş dakikada bir çehren de sözlerin de değişiyor. Benden derdini gizlemeye, hakikati örtmeye niye uğraşıyorsun? Doğru söylersen doğru düşünürüz. Sözlerinin ciddiliği ile belki sağlam bir neticeye varılabilir. Onun için metresinle yaptığın masrafları kısaca fakat toplamını doğru olarak haber ver. Sana karşı göstereceğim kardeşçe cömertlik, sözlerinin doğruluğu derecesinde büyük olacaktır.”

“Teşekkür ederim Reyhan… Lakin zihnim karışık birader… On lira apartman kirası…”

“Onu işittik…”

Gene içini çekerek: “Oda hizmetçisi, sofa hizmetçisi, sokak hizmetçisi, yamakla beraber aşçı aylıkları… Her saat matmazelin emrine hazır tutulan gayet şık kupanın aylık kirası…”

“Ne kadar tuttuğunu söylemiyorsun.”

“Rica ederim, sabret, hepsini birden söyleyeceğim. Her ay başında Beyker, Luvr, daha bilmem ne mağazalarından yağan hesap pusulaları, modistlerin gönderdikleri notlar… Odeon, Petişan tiyatrolarına, Sirk’e abone paraları…”

“Canım bunların hepsine nasıl yetişebilip de gidiyorsunuz?”

“Yetiştiğimiz yok… Parnas’ın canı istediği zaman gider, bu oyun mahallerinin bazılarında yarım yahut bir saat kadar otururuz. Çok defa canı sıkılır çıkarız. Öyle ilk perdeden gidip de sonuna kadar oturmak bizim gibi kibarlar için ayıp imiş. Bundan sonraki ufak tefek masrafları sayamayacağım. Daha neler! Neler! Pour satisfaire ses petits caprices; yani maşukamın her türlü lüzumdan hariç masraflarını ödemek, ufak tefek densizce isteklerini yerine getirmek için Bonmarşe’den, Pazar Alman’dan, birtakım antikacı dükkânlarından alınan gerçek değerlerinin belki kırk elli derece üstünde birer fiyatla alınan oyuncak nevinden lüzumsuz birtakım eşyaya verdiğimiz paraya cayır cayır yanarım. Apartmanın içi oyuncak sergisine döndü. Parnas’ın bu biblo ve antika merakından pek yangınım. Bazı akşam apartmana gittiğim zaman son derece neşe ile ellerini birbirine vurarak beni karşılar. Ana diliyle haykıra haykıra der ki: ‘Aman Muşak -adımı böyle söyler- sana bir şey söyleyeceğim, çok sevineceksin. Sokak içinde hiç umulmaz bir dükkânda mühim bir define buldum, gayet eski bir anfor… Hani sana değerli antika vazolar kataloğunda resmini göstermemiş miydim, işte onun aslını buldum. Sahibi malının kıymetinden habersiz. On yedi liraya kapattım. Ne büyük kelepir değil mi? Bu buluşumdan dolayı beni alkışlasana…’ Daha kelepiri görmeden alkışlarım; fakat on yedi liranın acısı yüreğime çöker. Ben antikadan anlamam. Fiyat maddesinde gözlerim büyür. Sevgilimde ise iş aksinedir. O fiyat işine aldırış etmez, sade malın eskisini anlar. Sonra anforu ziyarete gideriz. Bakarım ki evvelce mevcut bulunan antikalarımızın içinde bu yeniye bir yer bulabilmek için hayli güçlük çekilmiş… Şöyle bir tarafa sıkıştırılmış. O kadar sevinçle görmeye koştuğumuz bu anfor nedir bilir misiniz, âdeta iki kulplu bir çömlek. Metresim bu antikayı o kadar ucuza kapatabilmekteki başarısına şaşarken ben de o kulpları yapanın gözüne giresice çömleğin on yedi lira neresi ettiğine hayrette kalırım. Fakat ne çare mademki matmazel böyle bir kelepir elde ettiğine seviniyor, sen de beraber sevinmelisin. Hele sevinme de bak, sonra ağlaman muhakkaktır. Birkaç akşam sonra gelirim ki matmazelde bir hiddet… O antika anfor parça parça yerde yatıyor. Vazonun alınışındaki sevinmekte ne kadar acele lazımsa onu öylece yerde görünce öfkelenmekte de o derece ağır davranmalı, katiyen kızmamalı. Sevinçte de, hiddette de matmazelin havasını kollamalı. Hâl neyi gerektiriyorsa ona göre neşeli veya hüzünlü gözükmeli. Bulunup alınmasından dolayı birkaç gün önce o kadar sevinilen anforun kırılma sebebini sormamalı. Canı isterse matmazel işi size anlatır. Anlatmazsa artık bunu merak etmemeli, kırılan kırılmış deyip geçivermelidir. Anlatmaması da her hâlde hayırlıdır. Çünkü hakikati hikâye ettiği zaman tutmaya çalışacağınız öfke vücudunuzu hayli sarsar. Çok defa alacağınız cevap şu olur: ‘Ben o anforu Atina’da eskiden yapılan Panathena şenliklerinde yarışanlarda birinci gelenlere verilen Panatenaiklerden zannetmiştim, meğerse aldanmışım. Yaptığım araştırmada bu gerçek meydana çıktı. O kadar öfkelendim, o kadar öfkelendim ki işte bu sahte çömleği parça parça etmedikçe hiddetim yatışmadı.’ Bu incelemeyi on yedi lirayı vermezden evvel yapsaydı olmaz mıydı? Fakat söylenmez. ‘Kırdığına pek âlâ etmişsin.’den başka bir şey denemez.”

“Demek metresin densiz müsriflerden. Aylık masrafın birbiri üzerine kaça geliyor? Aşağı yukarı meydana doğru bir rakam koy da ona göre sana bir teklifte bulunacağım.”

Müştak, bu masrafın en ufak tafsilatını hatırlamak için zihnini yorduğunu gösterir yüz buruşturmalarla:

“Belli olmaz birader! Belli olmaz! Metresimin masraf barometresindeki ibre daima değişik noktayı gösterir. Yüz elli, iki yüz lira ile geçinirken bir de bakarsın ansızın bir seyahat arzusu gösterir. Haydi İzmit’e, Bursa’ya, dolaşırız. İşte o aydaki masraf her türlü tahminlerin üstüne çıkar. Hele birkaç anfor fazla kırıldığı zaman belim bükülür.”

“Anladım… Anladım… Parnas’ta kabahat yok. Suç hep senin…”

“Neden?”

“Öyle bir metres nasıl idare olunur, onu bilmiyorsun da işte ondan…”

“Nasıl idare olunacağını sen biliyorsan bu ehemmiyetli fenni bana öğretiver.”

“Dünyada her fennin öğrenilmesi istidada bağlıdır. Hele bu gibilerinin… Fakat şimdi bu ciheti bir tarafa bırakalım. Farz et ki matmazeli ayda yüz lira ile idare kabil olsun. Sen bu masrafa daha kaç ay dayanabilirsin?”

Bu suale karşı Müştak gözlerini kapayıp yumruklarını sıkarak:

“O noktayı eşeleme rica ederim. Bu cihet benim için karanlıktır. Belki de bir intihar çukurudur.”

Kaşlarını çatarak: “Böyle çocukça, densizce sözlerin lüzumu yok. Senden bir erkeğe, hele bir feylesofa yaraşır cevaplar isterim. Bu israflı gidişe paran daha kaç ay dayanabilir?”

Sapsarı kesilerek: “Herhâlde üç dört aydan ziyade değil… Evet, bütün servetimi son on paraya kadar harcasam nihayet dört aydan ziyade sürmez.”

“Olanca servetin sıfıra indiği, bütün aşk ümitlerinin sona erdiği gün ne yapacaksın?”

Sesi titreyerek: “İntihar edeceğim.”

“Haydi oradan zevzek.”

“Bu felaketimi haber aldığın gün ikimizden hangimizin zevzek olduğunu anlarsın.”

“Muhabbetin böyle kurtulunulamaz sanılan çukurlarına düşenler hep intihar mavalını okurlar.”

“Birader yüzüme dikkatli bak. Ben buraya ne maval okumaya geldim ne de dinlemeye.”

“Hiddetlenme. Mademki son kararın intihardır, seni kurtarmak isterim.”

“Ne ile? Nasihatle mi? O vadide çene yormaman için sana ihtarda bulunmadım mı?”

“Seni nasihatle değil para ile kurtaracağım.”

“Muamma söylüyorsun. Haydi hakkımda böyle bir lütufta bulun. Fakat sen de milyonlara malik değilsin ya. Bu sıcağa kar mı dayanır? Bir müddet sonra senin de servetin sıfıra iner.”

“İnsin… Farz et ki servetim bu israfı dört ay ancak devam ettirsin. Senin servetinin dayanabileceği dört ayın üzerine bir dört ay daha ilave olunursa sekiz ay eder ki bu da az bir zaman değildir. Senin gibi bir dosta dört ay fazla ömür kazandırmak büyük bir iyilik değil midir?”

Bu kardeşçe cömertliğe karşı hemen Müştak yerinden fırlayarak dostunun ellerini buselere, gözyaşlarına boğa boğa:

“Buna iyilik deme… Lütuf deme… İnayet deme… Hep bu kelimelerin üstünde bir tabir bul… Bir arkadaşı ihya de… Belki bundan daha kuvvetli bir cümle, bir terkip icat et… Fakat azizim… Fakat sevgili biraderim… Bu lütfuna neden dolayı müstahak görüldüğümü anlayamıyorum. Bu hareketin yalnız bir insaniyet eseri midir? Yoksa karşılık olarak sen de benden…”

Bu defa Reyhan’ın da sedasında bir titreme ile:

“Evet ben de senden bir fedakârlık isteyeceğim.”

“Vadettiğin lütfun büyüklüğü karşısında kendimce karşılık olarak fedakârlık denebilecek bir hareket düşünemiyorum da…”

“Parnas’ın masrafını aylık olarak iki yüz lira farz edelim.”

“Peki öyle olsun.”

“Bunun yarısını, yani yüz lirasını ben vereceğim; fakat bir şartla…”

“Ne gibi?”

“Muhabbetinize iştirak şartıyla.”

“Pardon anlayamadım.”

“Arabistan’da bir kısrağın kaç sahibi bulunduğunu hiç işittin mi?”

Tıkanır gibi bir helecanla: “İşittim. Sonra?”

“Bu iktisat kaidesi masraflı metreslere de tatbik edilemez mi?”

“Namusum hakkı için anlayamıyorum.”

“Kısrak hesabı… Bir metresin iki ‘aman’ı bulunsa ne lazım gelir?”

Bu acayip suale karşı Müştak deminden beri minnetle öperek ıslattığı ve ellerinde tutmakta olduğu o iki eli nefretle haykırıp ve bütün kuvvetiyle sıkarak Reyhan’ı dut ağacı silker gibi iki üç defa şiddetle sarstı. Canavar homurtusu gibi bir sesle “Hayvan herif! Deni65 mahluk!..” hakaretlerini savurarak artık Reyhan’ı görmekten korkuyormuş, iğrenç bir şeyden kaçıyormuş gibi yavaş yavaş odanın bir köşesine çekildi.

Biraz evvel birbirlerini candan aziz tanıdıklarını gösteren tabirlerle konuşan bu iki kişi şimdi düşmanca bir tavırla birbirini süzüyor, Müştak’ın yüzünde derin bir nefret eseri, Reyhan’ınkinde zehirli, acı bir alay gülüşü dolaşıyordu.

Böyle bir müddet bakıştılar, sonunda Müştak:

“Bu kısrak işinin metrese tatbikini hangi felsefe kitabında okudunuz beyefendi?”

“İktisat felsefesinde.”

“Demek iktisada uyarak birkaç kişi bir metresle geçinebilirlermiş, öyle mi?”

“Hayhay…”

“Öyle ise bu iktisat felsefesinde seninle birlik olacakları benden başkasında ara, kendi terbiyende arkadaşlar bul. Birkaç bekârın bir han odası kiralamaları gibi siz de sekiz on arkadaş bir metresle geçininiz.”

“Fakat benim gözüm Parnas’ta.”

“Ben yaşarken sen Parnas’ın eski çorabını bile elde edemezsin.”

“Acelem yok, intiharınızı beklerim. Deminki hesaba göre bu da pek uzun sürmeyecek değil mi?”

Müştak, düşmanının bu mantıki alayına:

“Nefret… Lanet senin gibi hayvan tabiatlı heriflere…” tahkirlerinden başka söz bulamayarak böyle nefret, lanet kelimelerini tekrar ede ede odadan dışarı fırlamakta iken ev sahibi o eksilmeyen alaylı gülüşüyle:

“Müştak… Müştak… Bana bak. Çok ham beyinli herifmişsin. Öfke ile kalkan zararla oturur… Hele biraz beni dinle.”

Henüz dostunun lütfundan ümit kesmeyen Müştak bu son sözleri dinlemek için çatkın, dalgın bir yüzle oda kapısının önünde durdu. Bu lütuf ümidinden hâlâ kendini alamadığını anlatır bir sesle:

“Birader maksadın latife ise onun da bir zamanı, hele bir haddi vardır.”

“İflas gününün yaklaştığını gören büyük bir tüccar o saatte elinde bulunan servetinden nasıl faydalanırsa sen de matmazel ile olan bugünkü sevda saadetini öyle saymalısın. Çünkü sonu yok. Ayda birkaç yüz lira masrafla idare olunur bir metresle yaşamak senin, benim gibi züğürtlerin harcı mıdır? Elinde ne varsa satıp bitirdikten sonra ne olacak? Matmazel Parnas, ihtimal bir adiyö demeye bile tenezzül etmeden seni bırakacak. Serveti kendine günde birkaç anfor kırdırmaya yetebilecek bir başka âşık bulacak. Onlar seyirlerde, balolarda avuç avuç para saçarak gezerken sen karşıdan içini çekerek bakakalacaksın. Senin için böyle bir son muhakkaktır. Yarın başkasının olacak bir karıyı bugün benden ne diye kıskanıyorsun? Teklifimdeki ehemmiyeti sen birdenbire kavrayamadın. Öyle karılarla peyda edilen muhabbete bir sonsuzluk şekli vermeye uğraşmak kadar budalalık düşünülemez. Onlar, herkesin elinde bulunabilecek birer çiçek gibi bir an koklayıp geçilmeli. Koklama zamanını uzatmak istersen ilk anlarda insanı hazdan bayıltan o can alıcı koku, bayıltıcı bir ölüm zehir tesiri gösterir. Ben Parnas’ı sevmek isterim. Fakat sonsuz bir muhabbet iddiasıyla değil. Öyle bir kadınla birkaç ay yaşamış bulunmak için… Hiçbir şeyin nefsin bıkmasına kadar sürmesini sevmem. Bıkmak bir felaket, bıkmamak ise bir çeşit saadettir. Hele aşkta, sevdada… Doygunluk, kayıtsızlık ile sönen muhabbetlerle, ayrılık zamanında gözyaşları ile süslenmiş olan sevdalar arasında ne büyük fark vardır. Ben her işimde, halkın yoluna, herkesin gidişine uymaktan uzak dururum. Kendi fikrime, muhakememe göre davranırım. Seni böyle düşünceden mahrum buldum. Metresine ortaklık teklif ettiğim zaman hiç düşünmeden dehşetli öfkelenmen bu zayıf tarafını gösteriyor. Sen insanlık hâlini tam olarak tetkik etmemişsin. Bazı kavimlerde poliandr denilen bir âdet vardır ki poligaminin zıddıdır. Bu ikinciyi ‘kadın eş çokluğu’ diye çevirirsek birinciyi de ‘erkek eş çokluğu’ ile anlatabiliriz. Bir metresin birkaç âşığı olabilir. Şu kadar ki kadın âşıklarını birbirinden haberdar etmeyerek idareye uğraşır. Çok defa bu idare etmek de laftır, âşıklar birbirini tanırlar; fakat iş icabı tanımaz görünürler. Âşıklar adi kimselerden olursa o zaman boğaz boğaza, bıçak bıçağa gelirler. Kan olur, kıtal olur. Çok şükür biz aynı kadına tutkunluğumuzu bilip de bilmez görünecek budalalardan olmadığımız gibi muhabbet mezadında gezerek, parası en çok olanın üzerinde kalacak olan bir iffetsiz kadın için birbirimizi öldürecek hafif beyinlilerden değiliz. Ben sana dünyayı anlar bir feylesof görüşü ile hakikati söylüyorum. Senin Parnas’a yedirecek kaç paran kaldı! Mesela beş yüz liran değil mi? Ona bir beş yüz de ben katarım. Sen kendi paranla bu karıdan dört ay istifade edecek iken bu muhabbete benim ortak olmamla faydalanma zamanı bir o kadar daha uzatılmış olacak. Bu birinci sınıf muhabbetten yarım navlunla birkaç ay ikimiz de murat almış oluruz. Maksadım başka türlü olsa, matmazelin muhabbet imtiyazı sana verilmedi ya, ben de gider doğrudan doğruya kendine aşkımı söylerim. Bundan beni alıkoyabilir misin? İşte sana namusluca teklifim şu: Matmazeli ortaklaşa sevelim. Böyle davranırsak sevdamızın saadetini dört ay daha uzatmış oluruz. Gün doğmadan neler doğar? Bu dört ay içinde gene saadetimizi uzatmak için bir fırsat yakalamayacağımızı kim bilir?”

 

“Sende paralar sıfırı tüketince demek ki sevgiyi uzatmak için muhabbet ortaklığımıza bir üçüncü aza daha arayacağız, öyle mi? Tu… Namussuz… Ben de durdum da bu saçmaları söz diye dinliyorum. Paran da senin olsun, felsefen de… Rezil… Yarım navlunla birinci sınıf sevdada birkaç ay geçirmek için kendine rezalette arkadaş olabilecek ortaklar ara. Hiç böyle utanmaz görmedim. Elinden gelse muhabbet ortaklığı kurmak için hisse senedi çıkaracak… Utanmaz…”

Reyhan derin bir alayla yüzünü buruşturarak:

“Senin gibi avam meşrepli, hayatın hikmetini, felsefenin en son pratik kısımlarını bilmeyen zavallıların hakaretleri beni hiçbir zaman müteessir etmez. Teklifin hikmetini anlamayarak sen öyle budala budala söylendikçe kendimi o adi sözlerinin erişemeyeceği bir yükseklikte görüyorum. Onun için de sana gücenmiyorum. İşte bir daha teklif ediyorum.”

“Yetişir utanmaz… Yetişir…”

“Sevdanızın masrafını hafifletmek için yarı ücretle bir ortak ararsanız tercihen Reyhan dostunuza başvurunuz.”

“Reyhan, gırtlağına sarıltarak kendini bana boğdurmak için mi böyle söylüyorsun?”

“Sansar, kurdu boğamaz. İşte hep bu sözler düşüncenin zayıflığını gösteriyor.”

“Çok edepsiz herifmişsin. Burada bir dakika daha dursam mutlak aramızda kan olacak.”

“Haydi öyle ise uğurlar olsun.”

62Derin bilgi sahibisin. (e.n.)
63İstintak: Sorguya çekmek. (e.n.)
64Parol donör: Parole d’honneur; şeref sözü. (e.n.)
65Deni: Alçak, kötü, kişiliksiz. (e.n.)
Olete lõpetanud tasuta lõigu lugemise. Kas soovite edasi lugeda?