Şıpsevdi

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

Kadınnine Şekure Hanım:

Yaş yetmişken seksene doğru adım adım ilerlemekte…

Hanımninenin kendine sorarsanız onun fikri elli beşte demir atıp hiç ilerlememek… Söz bir Allah bir, her sene rakam değiştirmeye ne lüzum var… Fakat Şekure Hanım’ın bu hesabı birçok cihetten pot gelir. Sırıtır. Kadınninenin bu sözüne güvenmek lazım gelirse ellisini aşmış bulunan büyük kızı, yani Meftun’un annesi Lütfiye Hanım’ın yaşı otuz sularında bulunmak, otuza yaklaşan Meftun’u on yaşına indirmek ve ağabeylerinden biri altı, öbürü on bir yaş küçük olan Raci ile Lebibe’nin yaşlarını sıfıra indirip ikisini de henüz analarından doğmamış, yani mevcut olmayan kimseler saymak gerekiyor.

Şekure Hanım’ın hesabındaki bu garabet bazen alay olmak için kendisinden sorulur. Kendisi elli beşinde olunca Meftun’un yaşı on ve öteki iki torunun da henüz dünyaya gelmemiş olması icap ettiği anlatılır… Kadınnine kaşlarını çatarak:

“Meftun’u mu söylüyorsunuz? O daha dünkü çocuk ayol… Daha yaşı ne başı ne? Benim gözümde o hâlâ on yaşında bile değil…”

“Ya Raci ile Lebibe? Bunlara bir yaş tayin etmek istesek nasıl olacak? Altışar aylık demiş olsak ikisini de insafsızca büyütmüş olacağız…”

“A, Raci, Lebibe… Onlar mı? İlahi, ben onları adamdan sayar mıyım hiç?”

Şekure Hanım’ın karşısındaki bu sıkıcı suallerinde biraz daha ısrar edip “A büyük hanım, tuhaf söylüyorsunuz… Kızınız Lütfiye Hanım ilk çocuğu Meftun Bey’i sekiz yaşında mı doğurdu?” demiş olsa şu cevabı alır:

“Hemen de öyle ya! Evvelden kızları şimdiki gibi yirmi beşine kadar bekletmezlerdi. Pek erken kocaya verirlerdi. Ben, merhuma tamam on iki yaşımda vardım.”

Sözün ucu bir kere bu yola dökülünce lakırtı büyür. Şekure Hanım ta gelinliğinden başlar, merhumla geçirdiği hayatın bütün safhalarını tatlı yerlerinde sırıtıp göz süzerek, acı noktalarında geğirip ah ederek anlatır. Lakırtıdan boğazı kurur, bir iki yudum su içer, gene anlatır… Kadınninenin hikâyesini tamamlaması, karşısındakinin dayanma gücüne göredir. Dinleyende ne kadar sabır görürse o kadar anlatır… Bazen sözden pek yorgun düşerse beş on dakika kadar uyku kestirir. İşte bu uyku sırasındaki ara, dinleyici için güzel bir fırsattır. O gözlerini yumar yummaz hemen büyük hanımın sohbetine karşı bulunmaktan kaçmalıdır. Eğer dinleyici yerini bırakmakta ihmal edilir, ağır davranılırsa kadınnine gözlerini açar açmaz sorar:

“Ne anlatıyordum?”

“Gelinliğinizi…”

“Sözün neresine geldikti?”

İşte bu suale cevap bulmak acayiptir. Büyük hanımın sözlerinde bir başlangıç, bir orta, bir son yoktur ki… Bazen başı sona, ortayı başa getirir. Anlatılan hikâye baştan aşağı bir mantık örgüsünden mahrumdur. Sözün neresinde kalındıydı? O noktayı tayin için büyük hanıma yardım etmeli, bunu düşünmeli. Filan yerde kaldıktı diye bir söz atınız da ne olursa olsun. O noktanın eski noktaya tam tamına uyması pek beklenmez. Büyük hanım bu meselede güç beğenir değildir; “Ha, evet.” der, gene başlar. Gene o eski sözler. Fakat o kadar ucu bucağı gelmez vadilere dallandırılıp budaklandırılır ki dinleyene göz kararması, âdeta baygınlık gelir. Bu lakırtı tufanından kurtulmak için kadınninenin bir ikinci uyku nöbetini beklemekten başka çare yoktur. Çünkü ondan evvel kalkmak isterseniz “Ayol otur. Allah’ını seversen dinle… İşte bitiyor…” antlarıyla eteğinizden çeker.

Böyle çok söylemek büyük hanım için bir hastalık, bir illet, tabii bir ihtiyaçtır. Ne kadar çok söylerse o kadar derdini dökmüş, hafiflemiş, âdeta ferahlamış olur. Bu hastalığın aslı, sebebi vardır. Ama onu kimseden değil, büyük hanımın kendisinden dinlemelidir. Şöyle başlar:

“Ben gençliğimde bir içim su idim. O kadar güzeldim, o kadar güzeldim ki, afet yanımda halt etsin. Evet, bir içim su idim. Şimdi ne suyum kaldı ne selim. Kupkurudum, o da başka bir hikâye… Sen de kocar, inşallah benim gibi olursun da anlarsın yavrum. Gelin olduğum gün sokaklar seyirci almadı. Görenler cemalime parmak ısırdılar. Merhum kocam beni koltuklayıp da odaya çıkardığı zaman kapı kapandıktan sonra şöyle bir yüzüme baktı. Vallah hayatı gitti de bayatı kaldı. Bayılacaktı da su yetiştirdim. Ama sonradan pek kıymetimi bilmedi. Böyle vakitsiz kocadım işte. O zaman gelinliğimi bilemedim. Çocuktum. Koca nedir? Ev bark nedir? Farkında bile değildim. Hey kuzum hey… Başımda kavak yeli eserdi… Rahmetliyi sorarsan yanaklarından kan damlar, gürbüz, on dokuz yaşında bir delikanlıydı. Bastığı yeri bilmezdi. Bir ateş parçası afacandı. O bir zirzop, ben bir zirzop. İkimiz de ana baba kıymetlisiydik. Üzerimize titrerlerdi. Mürüvvet görmek olursa da öyle olsun… Bizim karı koca, bir dediğimiz iki olmazdı. O zaman, doğurmaktan başka işim yoktu ki, senede bir tane… Vasfiye’m, Hüsnü’m, ah kara kaşlı Bedri’m… İki aylıkken kara toprağa girdi. Hep bu yavrucuklarımı birbiri arkasına gömdüm. (Bir iki geğirip yaşarmış gözlerini mendiline siler, elini hırkasının cebine sokar. İki üç diş kakule çıkarır, ağzına atar. Üst çenesinde biraz sağda, alt çenesinde biraz solda bulunan iki dişi arasında kakule tanelerini çiğnemek için üst ve alt çene kemiğini iki aykırı cihete çarptırır. Geviş getirir gibi bir şeyler yaptıktan sonra) Ah, o zamanları ne kadar gözyaşı döktüm. Nasihat verenlerin sözleri hiç kulaklarıma girmediydi. Sonra efendim, ne geldiyse başıma gene doğurmaktan geldi. İkinci çocuğumda, işte bu Meftun’un anası Lütfiye’mde lohusa döşeğindeyken bana al basmış, daha kırkımı çıkarmadan beni odamda yalnız bırakmışlar. Yanı başıma bir süpürge olsun koymamışlar. Al basmış da nasıl basmış? Bilemiyorum. Kendimden haberim yok. Beni göstermedikleri hekim, okutmadıkları hoca kalmadı. Mümkün değil, eskisi gibi zihnimi toplayamadım. Lakırtıyı, çok şükür, söylemesine söylüyorum. Fakat söylenilen şeyi pek anlayamıyorum.”

Ev halkı, büyük hanımın çalçeneliğine uğramamak için pek yanına yanaşmazlar. “Acık beni dinleyiniz.” davetiyle ettiği ricalara, verdiği antlara pek kulak asmazlar. Zavallının sohbet canlılığını, lakırtıcılığını tecrübe eden misafirler de yanına yaklaşmakta ihtiyatlı davranırlar. Zavallı kadın, konuşmak için âdeta ağaçtan adam arar. Bazen sohbet hasretiyle günlerce yanıp yanıp da konuşacak kimse bulamayınca torunu dört yaşındaki Hasene’yi ciddi bir dinleyici gibi karşısına oturtur, kocakarılara mahsus dedikoduculuğun bütün mantıki münakaşalarını o kadarcık çocuğun reddine veya tasdik etmesine bırakarak söylenir durur.

Alışkanlıkları: Kışın tandırda oturmak. Üstüne yorgan örtülmüş o sıcak kümbetin çekme gözüne kuru üzüm, leblebi doldurarak ağzı lakırtıdan boş kaldıkça yemişle uğraşmak. Şekure Hanım’ın sözüne göre ağız denilen organı tembel, kapalı bırakmak âdeta günah sayılır. Ya lakırtı ya da yemişle o iki çene işlemeli… Ağzı biraz dinlenecek olursa senelerden beri devam ettiği çene jimnastiğine güya gevşeklik gelir, lakırtı idmanı bozulur.

Yemek sırasında bir eliyle kendi yemek, öbürüyle ekmek için yemeklerin suyuna batırıp batırıp sofra altındaki kedisi Pamuk’un karnını doyurmak. Hastalığı zamanında hekim ilacına değer vermemek, iyileşmeyi kendi ilaçlarından beklemek, daha olmazsa kurşun döktürmek…

Sevdiği yemekler: Turşu lapası, çılbır, tirit, nazlaç… Tatar böreği, piruhi!

Meftun’un zorlamasıyla evin yaşayışı alafrangaya döküleli tandır ortadan kaldırılmış, ona karşılık soba kurulmuş olduğundan zavallı kadınnine, artık yoluyla ne leblebilerini ısıtabiliyordu ne de dizlerini… Turşu lapasını sorarsanız, işte ona büsbütün hasret kalmıştı. Meftun bu lapayı evde pişirtmek değil, ismini bile ağzına aldırmıyordu. Kadınnine turşu lapasına hasretinin şiddetini anlatmak için ne zaman iştahla ağzını açsa torunu hemen:

“Sus, ayıp! Lapa ne demektir? O bir çeşit koyu çorbadır ki alafrangada ismi, hele hiçbir sofrada yeri yoktur. Fransızcada ‘cataplasme’ derler bir lapa vardır. Ama yenmez. Dışarıdan kullanılır. İsmi de söylüyor ki bu, yenmez. Kadınnine, eski Rumca bileydin ‘cataplasme’ denilince anlardın ki ‘kata’ üzerinde ve ‘plasma’ yapıştırma demektir. Binaenaleyh lapaların hepsi yapıştırılır, yenmez. Belki Fransa’da on beşinci, on altıncı yüzyılda böyle bir yemek vardı. Şimdi bunun yenilmesi büsbütün demode olmuştur. ‘La cuisine dans les siècles passés’ yani ‘Geçmiş Asırlarda Mutfak’, sen bu kitabı okumadın.”

Kadınninenin, yarı anladığı bu cevaba pek canı sıkılır. Fransız listesinde mevcut olmayan yemeklerin o evde yenmesi yasak… Bir lapa yemek için sekiz kitap mı okumalı? Lapa yenmez, yapıştırılırmış. Süphanallah!.. Onun yapıştırılanı keten tohumundan yapılır… Ağrıya, sızıya turşu lapası yapıştırıldığı hangi kitapta, hangi memlekette görülmüş?

Artık büyük hanım dayanmaz, ağzını açar:

“Bunları keşke sağlıkla, selametle öğrenmez olaydın! Her lakırtıya bir kulp takıyorsun… Turşu lapası yapıştırılırmış. Haydi buna öyle dedin… Ya o canım yoğurtlu tatar böreği, o da mı yapıştırılır? Dereotlu, peynirli piruhi diye kaç zamandır içim titriyor… Bıktım artık Zarafet’e pişirttiğin öküz etlerinden. Yumruk kadar kaskatı bir parça, bıçak kesmez, diş kesmez, elle parçalanmaz… Boğazım yırtılıyor yutuncaya kadar. Bu nedir ettiğin ayol? Alafranga diye kâseleri ortadan kaldırdık. Tabakla çorba içmeye başladık. Geçen günü biz yemek yerken komşu Hürmüz Hanım geldi: ‘A, ayol tabakla mı çorba içiyorsunuz?’ dedi, bize güldü, gitti.”

Meftun’un ev içinde alafrangada adına çıkardığı bidatlere Şekure Hanım sekiz on gün dişini sıkarak tahammüle uğraşıyor, yalnız torununun arkasından söylenmek, atıp tutmakla yetiniyor; ama iş turşu lapasından, yoğurtlu tatar böreğinden tamamıyla mahrum kalmaya gelip dayanınca yüzüne karşı çekişmekten de kendini alamıyordu. Aile fertlerinden kim hastalansa Meftun Bey, hastanın nabzını tutar, saati çıkarır, vuruşları sayar, diline bakar, karnını fiskeler, göğsünü, arkasını dinler. Çünkü beyefendi Paris’te bulunduğu sırada, tıp fakültelerinin de önünden geçmiş, belki kapılarından içeriye bir iki adım atmış, belki kapıcılarıyla konuşmuş, belki o yapıların duvarlarına sürtünmüş olduğundan, o çeşitli tahsili arasına hekimliği de dâhil etmeden, bu bilgiden bir kara cahil denecek kadar nasipsizlikle İstanbul’a dönmeyi bir türlü uygun bulamamıştı. Yani ondan da (tabire müsaade buyrulursa) çaktığını göstermek isterdi.

 

İlk tedbirler adına tutturduğu usuller şunlardır:

Büyüklere, bünyelerine göre birer müshil, nöbet varsa sülfato, çocuklara tenkiye, üç gün sıkı diyet… Sütten başka bir şey yok. Hele ekmek katiyen yasak… Müshil neyse ama üç günlük perhizden kimse memnun değildi. Evde hastalananlar Meftun’un ilk tedavilerinin rahatsız ediciliğinden kurtulmak için hastalıklarını saklarlardı, hele Şekure Hanım’ın o uzun perhize hiç tahammülü yoktu. Bazen “Huuu, çocuklar, biraz başım ağrıyor ama sakın Meftun duymasın. Beni üç gün aç bırakır. Bütün bütün dermandan düşerim. Geçen günü azıcık keyifsizlendimdi. Midem bozulmuştu. Bana beyaz bir toz yutturdu. Yarısını bardağa suyun içine, yarısını ağzıma attırdı. Rabb’im esirgeye, saraya tutulmuş gibi ağzım köpürüverdi. Dikiş kaldı56 boğuluyordum. Sözümü yel alsın, az kaldı gidiyordum.” şikâyetleriyle hastalığını gizler; çıkın çıkın, sepet sepet sakladığı köklerden, saplardan, yapraklardan, tozlardan yapılma özel ilaçlarını kullanarak Tanrı’nın izniyle iyileşir, bir şeyciği kalmazdı. Büyük hanımın müshil olarak kullanmaya alıştığı sinamekiyle sarısabırın zararlı tesirleri hakkında Meftun, kadınninesine etraflı üç nutuk verdiği hâlde söz geçiremedi.

Meftun’un annesi Lütfiye Hanım:

Çukurca gözler, uzunca çene, esmer yüzüyle hep annesi Şekure Hanım’ı andırır. Biraz basıkça, peltek söyleyişi de tıpkı anası. Çalçenelikte de ondan aşağı kalmaz. Lakin lakırtıda Şekure’ye yetişmek imkânsız. İkisi de çabuk ve manasız söz söylemekte imtihana çekilseler Lütfiye hayli kırık numara alır. Yaşça aralarında yirmi senelik bir fark var. Söz ebeliğinde kızının anasına yetişebilmesi için bu yaş farkı kadar lakırtı idmanına devam etmesi lazım gelir. Kocakarıda egzersiz kuvvetli… Kız da anasının az çok her hâline sahip ama beriki artık olgunluk derecesini bulmuş, çaçaronlukta en yüksek noktaya varmış…

Lütfiye Hanım biraz iyiden kötüden anlar. Sırasına göre hatır sayar, icabında lafa biraz yekûn tutabilecek57 kadar çenesine buyurabilir. Hele Meftun’u çok sever. Oğlunun bütün kusurlarını birer meziyet sayar. Alafrangalık tutkunluğuyla kalkıştığı aşırılığı hoş görür. Hele alafranganın Lütfiye Hanım gibi seçkin kadınlara pudra ve sair yüz boyaları konusunda gösterdiği müsaadeyi aşırı dereceye vardırır. Tuvaletine hız verdiği saatlerde, bazen Meftun’a hüzünlü hüzünlü bakarak “Ah, baban sağ olaydı da beni böyle süslü göreydi…” demekten kendini alamaz.

Teyze Vesile Hanım:

Bu da annesiyle kız kardeşinin yaratılıştan bir örneği denecek bünyede bir kadın, anası gibi bu da çalçene, bu da dedikoducu ama o evdeki yeri sığıntılıktan başka bir şey değil. Kocası Uzunçarşı esnafından fakir bir adam. Geçinmeleri ölmeyecek kadar… Kumkapı taraflarında iki odalı bir evleri var. Fakat Vesile Hanım evde oturmaz ki… Rebia ve Hasene isminde biri büyük, öteki küçük iki kızını alır, ablası Lütfiye Hanım’ın evine gider. Çünkü ablası zengin… Allah versin, ablasının her dilden söyler, her fenden dem vurur, her sanattan anlar alafranga bir oğlu var. Merhum kocasından birkaç irat kalmış, Meftun da kazanıyor, evi çeviriyor. Aşçılar, uşaklar, hizmetçiler kullanıyor. Kışın İstanbul’da, yazın yazlıkta yaşıyorlar. Kız kardeşinin şu yaşayışına nispetle Vesile Hanım âdeta fakirlerden de fakir kalıyor. Lütfiye’nin bu refahını pek büyük bir saadet sayarak kıskanıyor. Yaz, kış, kız kardeşinin evinden çıkmadığı, kendini de çocuklarını da hemen hep ona beslettiği hâlde gene sebebini pek izah edemediği bir kıskançlık gizli gizli içini yiyor, kemiriyordu. O derecede ki, bazı konularda bu kıskançlığın âdeta nefret derecesine vardığını hisseder ama nefretini göstermeye pek cesaret edemez. Yalnız ara sıra imalı sözler, kapalı alaylarla ablasının aleyhinde ona buna ufak tefek dil uzatmalarda bulunmaktan da kendini büsbütün alamazdı. Lütfiye’nin Vesile nazarındaki en büyük kabahati, en affolunmaz kusuru, ayıbı, pudra sürmesi, kırmalı esvap, boncuklu hırkalar giymesiydi. Ablasını öyle süslü görünce ağızlarını sıkı saydığı bazı dost kadınların kulaklarına eğilerek “Hemşirenin hâlini görüyor musunuz? Kuklaya dönüyor. Bu yaştan sonra yaraşmıyor. Dilimin ucuna geliyor. Söyleyeceğim. Hemşire, bir kere kulağını arkaya at da dinle, senin bu süsün için neler söylüyorlar, diyeceğim. Bu sözümü kıskançlığıma verecek… Rabb’im göstermesin, niçin kıskanayım? Kız kardeşim değil mi? Dibalar giyse, pırlantalara boğulsa iftihar ederim. Fakat yaptığını yakıştırmalı. Kimseyi kendisine güldürmemeli. Oğlunun sözüne uyuyor da alafranga olacağım diye bambaşka bir şekle, kılığa giriyor.”dan tutturduğu tenkitlerini hayli uzatır, karşısındakinin yakınlığına, sır tutacağına emniyet ettiği nispette açılır, söylenir.

Vesile Hanım’ın içini yiyip bitiren bir emeli, ideali vardır. Büyük kızı Rebia’yı kız kardeşinin oğlu Meftun’a vermek. Ablası bu evlenmeyi uygun görse de gerçekleşmesine çalışsa onun bütün ayıplarını, kusurlarını affetmeye hazırdı. Saygısız Lütfiye Hanım, kendine yaptırdığı ipekli elbiselerden, boncuklu hırkalardan arada sırada bir tanecik olsun kız kardeşine yaptırsa, hiç olmazsa kendinin şöyle çala kullanılmış esvaplarından bazılarını ona verse o zaman büyük kız kardeşinin süsü, düzeni küçüğüne pek o kadar çirkin, gülünç, yaraşıksız görünmeyecekti.

Raci Bey… Meftun’un küçük kardeşi, yirmi üç yirmi dört yaşlarında bir delikanlı. Yüzce, vücutça ne anasına benzer ne kardeşine… Bu, onlar gibi zayıf değil, gürbüzdür, tombalaktır. Ahlakça da aralarında çok fark vardır. Raci öyle alafrangalık budalası değildir. O cihete pek merakı yoktur.

Her güzelin bir kusuru bulunmak zaruri bir şeymiş. Atasözü öyle diyor. Bunun da en zayıf, yufka tarafı “habazanlık”tır.58 Kendisi güzelce karnını doyursun da sofra isterse alaturka, isterse alafranga tertiplenmiş olsun. Raci, midesine düşkünlük bakımından her iki usulde de yemek yemeyi uzun uzadıya incelemiş, ikisinde de birbirlerine karşı tercih sebebi bulmuştu. Çatal bıçak kullanmak, sofrada kolay yemeyi âdeta güçleştirdiğinden ve geciktirdiğinden kolay ve çabuk yemek bakımından alaturkayı tercih ederdi. Çünkü çatalın tembel dişlerine geçirilmiş bir parçayı bıçağın altında saniyeler, belki dakikalarla evirip çevirmedense onu öyle hep birden lüpedek yutuvermekteki çabukluğu inkâr kabil değildir. Alaturka yemek yiyişin merasimden uzak oluşu, çabuk yemeye elverişliliği bakımından alafrangaya üstünlüğünü ispat için Raci, ağabeyine karşı çene sallamaya uğraştığı zaman şu cevabı alırdı:

“Boğulur gibi tıkınmakta ne mana var? Arkandan atlı kovalamıyor ya? Önünde, tabağındaki parça senin… Oraya başkasının eli uzanacak değil… Lokmanı ağır ağır kes, ağır ağır çiğne, ağır ağır yut. Böyle yenilen yemek kolay hazmolunur. Çiğnemeden yutulan yemeği mide nasıl hazmedebilir? Sen ağzının dişlerinin hazım için ilk vazifelerini de zavallı midene yüklüyorsun… Çok sürmeyecek, sende mide sancıları başlayacaktır.”

Ağabeyinin bu sözlerine karşı Raci, çoğu bir cevap bulamaz, öyle yutkunur dururdu. Sahanların, lengerlerin büyüklüğü ve içindekiler sofradakilerin sayısına göre hazırlanan alaturka sofralar müstesna… Fakat orta yerde göçürek, yani alelade piyata tabağı büyüklüğünde bir sahan, içinde irili ufaklı üç kemik, bunun etrafında sekiz dokuz kişi… Bulunduğunuz yerden öyle bir mide zevki aceleciliğiyle sahana atılmaya elverişli değil… Şöyle ağır, kırıla döküle yemek icap ediyor. Elinizi sahanda önünüze rastlayan et parçasına sundunuz. Et güzel pişmiş ve kemik üzeri de dolgunca ise bir parça şey koparabilirsiniz. Ya yemek pişkin değilse? Oradan gıdayı koparıp almak her parmağın harcı değildir. Elinizi uzun müddet sahanda tutmak da ayıp… Bir şey koparamadığınızı, yani o beceriksizliğinizi yanınızdakilere hissettirmek de pek uygun düşmez… O hâlde, güya sahandan kısmetinizi almışsınız gibi bir hokkabazlıkla elinizi ağzınıza götürüp o vehimden ibaret lokmayı afiyetle yutuyor gibi yaparak parmaklarınızın uçlarını yalamaktan başka çare yok… Etler pişkin, kemikler dolgunca da olsa sahanın büyüklüğü etrafındakilerin sayısına uygun değilse üçüncü lokmada parmaklarınızı çıplak bir kemiğe sürtüp ağzınıza bomboş götürmek gene zaruri olur. Aç kaldığınız neyse ne… Ev sahibinin aşırı nezaketi de sizi bir taraftan sıkar.

“Aman efendim, hiç buyurmuyorsunuz!” iltifatlarına karşılık “Allah ziyade etsin, çok yedim.” kabilinden cevap yetiştirmelidir. Ev sahibi ikramcılığını çok ileriye vardırırsa çok doymuşlara mahsus süzük göz ve tembel bir davranışla elinizi göğsünüze götürüp boş midenizin şişkinliğini göstererek “Merhamet buyurun efendim. Artık kulunuzda hâl kalmadı. Şerefinize bugün gene fazla kaçırdık…” sözleriyle aç karnına şu yolda teşekkür mukabelesinde bulunmak âdeta terbiyede farz hükmündedir.

Alaturkada yemekler pek pişkin ve bol da olsa gene aynı kapta herkesin parmaklarıyla didikleyip durduğu bir kemiği sizin de didiklemek, sofradakilerden birinin iltifat olsun diye eliyle koparıp size ikram ettiği bir parçayı alıp yemek, bu yeme usulüne alışkın olmayanlar için uyulması pek güç bir iştir. Ellerin temiz olduğu iddia edilse de ağza girip çıkışta parmaklar hep salyaya dokunacağından bu temizlik bir iddiadan ibaret kalır. Meselenin ehemmiyeti yalnız temizlikten ibaret değildir. Bu yemek usulü hijyen ve hastalıkların sirayeti bakımlarından cidden kaçınılacak şeydir.

Alaturkayla alafranga arasında ortalama bir sofra tertibi vardır ki şimdilerde bu usul gitgide yaygınlaşıyor… Yuvarlak bir yemek masası, etrafında iskemleler, herkesin önünde birer tabak, birer çatal, kaşık. Ama bıçak yok. Hâlbuki bıçaksız çatal hiçbir iş göremez. Koparılması icap eden et parçalarının üzerine saplanıp kalır. Farz ediniz ki önünüzde bir pirzola parçası var. Bir elde de bıçak olmayınca çatal, bu parçanın yenilmesini nasıl kolaylaştırabilir? Pirzolayı yemek için ya çatalı bir tarafa bırakıp eti elle parçalamalı yahut külbastının kemiğinden tutarak yemeye başlamalı… Külbastı böyle olunca yumruk gibi kalın ve kabaca olan biftek, fileto parçalarını yemek için yalnız çatalın o koca et parçalarını ağza kadar götürmekten başka kolaylaştırıcı bir aracılığı olamaz. Tam porsiyon bir filetoyu ağza götürmek bir şey değil. Ama onu takımıyla yutmak marifettir ki, mide zevkiyle en ziyade nam salmış olanlarda bile öylesine geniş bir ağız, öyle su borusu kadar bir mide borusu tasavvur edilemez.

Lakin denecek ki, öyle yarım alafranga sofralarda o gibi koca parça biftekler, filetolar arama… Pekâlâ ama beraber bıçak olmayınca çatal her hâlde yardımcısız kalmış demektir. Bu ortalama sofralarda herkesin önündeki tabaklar ekmek koymaya mahsus gibi öyle süs için duruyor, gene herkes ortadaki aynı kaba çatal uzatıyor, farz olunsun ki sofranın orta yerindeki sahanın içinde bulunan biftek değildir de yahnidir. Yalnız çatalla yahniyi koparmak, bıçaksız biftek yemekten daha kolay mıdır zannedersiniz? Çatalı yahni parçasına saplar, sağa sola birer defa burarsınız. Ne koparsa bahtınıza… Ya lokma denebilecek bir şey koparmayı başaramazsanız? Birkaç dakika sahanın içinde oynamak da olamaz… Siz oradan kolunuzu çekeceksiniz ki yanınızdaki uzansın… Çatalı bir, iki defa burup geriye çektiniz. Bir de baktınız ki üzerine birkaç tel adale ipliğinden başka bir şey takılmamış. Çaresiz, onu ağzınıza götürüp yaladıktan sonra tekrar sahana uzanmalı, bu başarısızlığınız sekiz on lokmada tekrarlanırsa ev sahibinin “Rica ederim efendim, hiç buyurulmuyor…” yollu iltifatlarını yalanlamak için midenizin boşluğuna rağmen “Yiyorum efendim, üzülmeyin…” cevaplarıyla doyduğunuza kendinizi de inandırmaya uğraşarak “Ya Rabbi şükür!” der, sofradan kalkarsınız…

Meftun, küçük kardeşine alafranganın zarifliğinden, inceliğinden bahse uğraşır. Onun birtakım incelikler, “finesse”lerle59 yontulmasına çalışırken Raci ne yapar yapar, bahsi “gastronomi”ye, yani mide zevki üzerine çevirir, sofraların çeşidinden ve bunların her birinde görülen fayda ve hususi mahzurlardan uzun uzadıya söz açmak yolunu bulurdu.

 

Alafranga sofranın birtakım rahatsız edici külfetlerinden dolayı obur Raci, sahanlar büyük, etler pişkin, yemekler bol olmak şartıyla alaturkayı yahut orta usulü alafranga sofralara büsbütün tercih ederek ağabeyini kızdırır, o zavallı alafranga budalasına bu üç türlü sofranın birbirleriyle mukayesesi hakkında böyle saatlerce çene yorar dururdu.

Raci, İstanbul’da bir öğrencinin yapabileceği kadar tahsil görmüştü. Büyük kardeşine nispetle ahlakı sağlam, özü doğru, sözü toktu. Kardeşinin aşırı alafranga zevzekliklerine bazen pek canı sıkılır; aile fertlerini kardeşindeki bu tutkunluğun birçok rahatsız edici şekillerinden kurtarmak için elinden geldiği kadar uğraşır; üstün geleceğine aklının kestiği noktalarda doğruyu söylemekten sıkılmaz; uzun uzadıya mücadelelerden geri durmazdı. Ağabeyinin aile servetinin üstüne çıkarak alafrangaya gösterdiği merak ve tutkunluk yüzünden gülünç olduğu, herkesin alaylarına uğradığı tarafları bile, bazen açıklamaktan çekinmezdi. Meftun’un ismini Koca Deli koymuştu. O yokken adını anarsa hep bu alaycı isimle anardı.

Meftun’un kız kardeşi Lebibe Hanım:

Bu da on sekiz on dokuzunda var. Şişmanlık hastalığına tutulmuş bir kız. Zayıflamak için gazetelerde şarlatanca ilanlarda gördüğü yalancı ilaçların hepsini birer birer kullanmış ama evvelkinden çok semirmekten başka bir netice elde etmeye muvaffak olamamıştı. Evdeki çapaçul hâli pek o kadar hoş, o kadar alımlı değildi. Sokağa çıkmak için kat kat pudra, allık süründüğü, kaşlarını islediği, gözlerini kuyruklu sürmelerle tahrillediği zaman kendini dev anasına benzeten kadınlara biraz hak verdirecek bir hâle gelmekle o “tip”lere mahsus bir güzellik, bir çekicilik peyda olurdu. Lebibe Hanım’ın tuvaletindeki en büyük başarısı, yanak çevresine kondurduğu yapma benin yerini tayin etmekte gösterdiği ustalıktı. Yeldirme yahut çarşafın içinde bıngıl bıngıl, püfür püfür yürüdüğü zaman kendisini karaman koyununa benzetmelerine pek canı sıkılır, hemen işitilir işitilmez bir mırıltıyla “Dilin tutulsun!” demekten kendini alamazdı.

Lebibe’nin bu noksanını, daha doğrusu bu yaratılış fazlasını örtebilmek için tahsiline özen göstermek, zekâsını, bilgisini geliştirmek lüzumunu Meftun, şiddetle hissederek kendi kendine:

“Il fau dorer la pilule pour la faire avaler à un beau frère riche!”60 demişti.

Bir genç kızın sabah tuvaleti, bir genç kızın öğle tuvaleti, bir genç kızın akşam tuvaleti, bir genç kızın sofra tuvaleti, bir genç kızın misafirlik tuvaleti isimleriyle Lebibe’ye beş on kat elbise yaptırttı. Ve bunların “savoir-vivre”ye tatbik edilerek giyilmek ve çıkarılmak zamanlarını tayin etti, öğretti. Zavallı Lebibe böyle, günde sekiz defa esvap değiştirmeye ne kadar üşenirdi.

Lebibe Fransızcaya başladı. Bu başlamadan beş altı sene sonra kızda pek sığ, pek acayip bir bilgi çeşitliliği hasıl oldu. Zavallı Lebibe, zihnine tıkıştırılan bu garip malumat içinde dönüp dolaşıyor, bilgisini saldırmak için bir türlü uygun bir mecra bulamayarak şaşırıyordu.

Bugün, Paul ile Virginie hikâyesindeki o masum sevginin uğradığı üzücü ayrılığa ağlarken yarın eline tutuşturulan pek maddi, pek hayvanca tasvirleri, ifade kabalığıyla zihnini altüst eden bir eserin zıt tesirleri altında bunalıyordu. Bu çeşitli ama sığ bilgisiyle Lebibe, Fransızların “bas bleu” yani mavi çorap dedikleri bilgiçlik taslayan edebiyatçılarına döndü. Edebî değerini Meftun’dan başka kimsenin takdir edemeyeceği bazı edebî parçalar karalamak istidadını bile gösterdi. Meftun Bey, kız kardeşindeki bu derin edebiyat istidadını bazen o derece takdir ediyordu ki “Böyle giderse bizim Lebibe ‘dekadan şairler’den meşhur Verlaine’in kadını olacak, yani o kudrette bir harika kesilecek…” demeye kadar varıyordu.

Ailenin geliri bir zenci aşçı kadından, biri erkek, öbürü kadın iki hizmetçiden sonra bir de küçük hanıma mürebbiye tutmaya müsait olmadığından Meftun, kız kardeşinin tahsili cihetini kendi üstüne almış, pratik tarafını da Matmazel Eleni’ye yüklemişti.

Teyze Vesile Hanım’ın kızı Rebia, on altısında kadar, esmerce, kuruca, ufacık siyah gözlü bir kız. Eğitim ve öğretim namına birkaç yıl ilkokuldan başka bir şey görmemiş. Mahalleleri olan Kumkapı semtinde büyütülmüş, yarı evde, yarı sokakta alıştırılmış… Erkek çocuklara mahsus kaydırak, birdirbir, ceviz, top oyunlarına alışkanlık kazanmış. Mızıkçılıkta, çocuklar arasında adı kötüye çıkmış, “kıs kıs” diye kışkırtarak köpekleri azıştırmak, eskici Yahudi’yi taşlamak, yoğurtçunun tablasına taş atmak, kâğıt helvacının camlı mahfazasını kırmak, el çabukluğuyla tabladan, küfeden kebap kestane, elma, fındık aşırmak, viranelerde ballıbaba, ısırganlar arasında uçurtma havalandırmak gibi işlerde oğlanlardan hiç aşağı kalmaz. Herhangi bir tarafa hamle ederek koşmak lazım gelse takunyalarını iki koltuğunun altına sıkıştırır, çıplak ayak hemen seğirtir, hafiflemek icap ederse ayakkabılarını mahalle bakkalının peykesi altına bırakır. Pek acele zamanlarda sokağa rastgele bir yere fırlatıverir, sonra bulamaz, akşam evine yalın ayak döner, evvela bir fasıl anasından, sonra bir fasıl da babasından dayak yer. Sabah olunca dayağın acısını unutur. Çömlekten biraz ekmek, dolaptan bir dilim peynir keser, mutfak nalınlarını ayaklarına geçirince gene sokağa fırlar, cami avlusundaki oyunun birinci faslına yetişir…

Annesi bakar ki evde kız yok… Yok olan yalnız ondan da ibaret değil, mutfak nalınları da görünmez olmuş… Hatuncağız bu işte tecrübelidir, işi hemen anlayarak “A dostlar, on günün içinde bir çift kundura, iki çift takunya… En sonunda mutfak nalınları da mı gitti?” feryadıyla başını örter, soluğu doğru cami içinde alır. Bir de bakar ki kızı çocuklarla oyuna dalmış, “A, kardeşim Hüseyin iki defa ‘bokso’ oldu. Ben bunu saymam!” diye haykırıyor.

“Seni gidi çingene kızı seni. Hani ya nalınlar?” feryadıyla anası bir vaveyla koparır. Nalınlar mı? Kızın ayağında öyle şey yok. Gene bir tarafa fırlatmış. Sağa bakarlar, sola bakarlar, nalınları koydunsa bul…

Vesile Hanım, Rebia’yı eve getirir. Bu yaramaz kızı o günü mektebe gönderebilmek için ayağına bir şey bulup giydirmek lazım. Vesile artık dolapları, merdiven altlarını karıştırır. Ya kendi eski kunduralarından, iskarpinlerinden yahut kocasının eski terliklerinden bir şey bulur. Bulunan şey kızın ayağına pek büyük, pek şapşal gelir ama ne çare! Ne olursa olsun, çocuk ayağına bir şey giysin de mektebinden kalmasın…

Rebia koca ayakkabılarını sürükleye sürükleye mektebe gider. Okurkenki haykırışlarıyla mektebi dolduran arkadaşlarının arasına katılır.

Kız büyür, evvela baş örtüsüne, sonra çarşafa girer. Mektepten okuma alışkanlığı olarak alabildiği “bekisi benni” sınırını pek aşamaz. O derecede ki, mektebe dört beş yıldır gitmiş olmasının hiç hükmü kalmaz. İki satırlık bir yazı okuma yetkisini kazanamaz. Mektepteki okuma yadigârı olarak kızın hatırında yalnız bazı ilahiler kalmıştır.

Evet, Rebia’nın okuma yadigârları işte bunlardı. Erkek çocuklarla ziyade oynaması, düşüp kalkması kızın tabiat, ahlak ve davranışlarınca onlara benzemesine sebep olmuştu ki birine kızdığı zaman terbiyeden mahrum mahalle çocuklarından işitildiği gibi kaba küfürler kullanırdı.

Teyzesi Vesile Hanım’ın, yeğeni Meftun Bey’e vermek istediği Rebia, işte böyle bir kızdı.

Rebia’nın küçük kardeşi Hasene… Yaş dört dört buçuk. Fakat bazen kullandığı tabirleri büyük insanlar bilmez. Bu da terbiyece, ablasının ikinci kopyası. Daha okula gitmek yok. O yaşta bu kadar laf bilmek, konuşkan olmak o aileye mahsus bir Tanrı vergisi. Annesi Vesile Hanım’a “Maşallah, kızınız ne kadar dilli? Rabb’im nazardan esirgesin…” deseniz “Çabuk söylesin diye daha kundaktayken ben ona kanaryanın artık suyunu içirdim, onun için işte böyle bülbül gibi oldu.” cevabını alırsınız. Çocuğun, suyundan huyuna çektiği o hangi kanarya ise doğrusu ağzı bozuk bir kuşmuş.

Vesile Hanım’ın çocuklarının ilkokul terbiyeleri sokak kapısının önüdür. Uzunçarşı’da satılan o henüz yürümemiş çocuklara mahsus altları delikli, önleri sürgülü küçük iskemleler vardır. İşte Vesile Hanım, onun içine çocuklarını oturtur. Ellerine de ya bir dilim ekmek yahut mevsime göre elma, portakal nevinden bir yemiş tutuşturur. Sokak kapısının tek kanadını açar, “Bak yavrum, şimdi buradan dahdahlar geçecek!” okşayışıyla iskemleyi oraya yerleştirir. Kendi gider, ev işiyle uğraşır.

56Nerede ise, az kaldı. (e.n.)
57Yekûn tutmak: Konuşmaya son vermek. (e.n.)
58Habazan: Pisboğaz, obur. (e.n.)
59İnceliklerle. (e.n.)
60“Zengin bir enişteye yutturmak için hapı yaldızlamalı.” (e.n.)