Şıpsevdi

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

Çocuğun altında lazımlığı, elinde yiyeceği, önünde mükemmel bir sokak panoraması. Gelen geçen kıyamet… Yavrucak artık her bir ihtiyaçtan kurtulmuş demek. Çocuk saatlerce orada oturur, eğlenir. Bazen köpekler elinden ekmeğini, çöreğini kaparlar. Yüzüne, ağzına yağlıca, sütlüce bir şeyler bulaşmışsa onu da yalarlar… Kız haykırır:

“Anneeee! Kuçukuçu benim ekmeğimi hap…”

Annesi cevap verir:

“Gidi yaramazlar gidi! Ben şimdi gelirsem o kuçukuçuları hep döver gebertirim!”

Fakat Vesile Hanım’ın kuçukuçular aleyhindeki bu tehditleri çocuğu avutmak için kuru laftan ibarettir. İşini bırakıp Hasene’nin yanına çıkmaz. Kız haykırdıkça annesi onun bu feryatlarına karşı teselli edici cevaplar verir. Kız da öyle avunur gider.

Erkek çocukların kaydırak, birdirbir, uzuneşek, ceviz, hamam kızdı oyunları hep Hasene’nin önünde oynanır. Bu oyunlar esnasında çocukların kızıp da birbirlerine karşı dil uzatmalarını, kaba sözleri hep işitir. Yalnız işitmekle kalmaz. Bir fonograf gibi zapt eder. Akşam sofra başında babasına öyle sözler söyler ki adamcağız bazen karısına:

“Şu yumurcağı yanımdan kaldır. Şimdi bir yumruk vurup çenesini dağıtacağım! Baksana sövüyor. Kimden öğreniyor bu pislikleri?”

Karısı: “Kimden öğrenecek a kocacığım? Ya senden ya benden… Daha okula gitmedi ki… O kadarcık çocuğun lakırtısına kızılır mı? O sövmeyi ne bilecek?”

“Nasıl ne bilecek? Sövüyor. Hem de bir tulumbacı gibi koyu koyu… İşitmiyor musun?”

“O kadarcık çocuk söylediği sözlerin manasını bile bilmez.”

Hasene arsız arsız sırıtarak:

“Niçin bilmeyeceğim?.. Pekâlâ bilirim… Seni gidi anasını, avradını…”

Babası hemen elini uzatıp Hasene’nin dudaklarını tutarak koparacakmış gibi sağa sola sıkıca burar. Kız boğuk boğuk haykırmaya başlar.

Vesile Hanım telaşla:

“Bırak ayol, kızın nefesi kesilecek!”

“Kesilsin. Duymuyor musun? Ölmüş anama sövüyor. Avradıma, yani sana, anasına karşı ağzını bozuyor.”

“Efendi, söylüyor ama manasını bilmeden söylüyor. Yetişmiyesice piç kurusu.”

Hasene iki elini gözlerine götürüp ovuşturarak:

“Neye piç kurusu olayım? Benim babam işte!..”

Babası: “Görüyor musun? Sen bilmez diyorsun ama piçin ne demek olduğunu senden benden iyi biliyor!”

Vesile Hanım: (garipseyerek) “Kız, piç ne demek?”

Hasene: “Babası yabancı olursa…”

Vesile Hanım: (parmağını ağzına götürerek) “Aman zamane yumurcakları… Kız nereden öğreniyorsun bunları?”

Hasene: “Geçen gün sokakta Ömer, Sadık’a piç dedi. O da benim babam yabancı değil, ben babamın oğluyum dedi.”

Anası, babası Hasene’yi daha inceden inceye imtihana kalkışırlar. Sefil çocuklar için bir ilkokul olan sokakta edindiği geniş ama edep ve terbiye dışı bilgiye şaşıp cidden parmak ısırırlardı.

V

Meftun Bey, bir gün büyükannesi Şekure Hanım’dan itibaren bütün ailesi fertlerini, kendi evlerinde misafir bulunan teyzesi Vesile Hanım’ı, kızlarını, Zarafet’e, Eleni’ye varıncaya kadar hepsini bir odaya toplayarak “pratik görgü bilgisi”nin mühim bir bahsinden öğretime başladı. En önce kardeşi Raci’yi imtihana çekerek sordu:

“Farz et ki mükellef bir alafranga sofrada bulunuyoruz. Kibar madamlar, mösyöler de var. Ortaya bütün bir tavuk geldi. Bu tavuğun yemekte hazır olanlara taksimi gibi önemli bir iş de sana havale edildi. Böyle bir durumda bulunduğun zaman ne yapacağını bana tarif et…”

Raci başını kaşıyıp biraz düşünerek:

“Çatalı bıçağı elime alır, tavuğun karnına saplarım. Göğüs etlerini çıkarırım. Sağ tarafımdakinden başlayarak birer birer hepsine dağıtırım.”

“Verdiğin şu cevap pek şahsi. Bilgiye dayanan bir söz değil. Niçin göğüs etinden başlıyorsun? Neden önce yanındaki kimseye veriyorsun?”

“Çünkü ben göğüs eti sevmem. İlk kesilen parçalar, nezaket icabı, ötekilere verilmek gerektiği için göğüs etinden başlıyorum.”

“Sofrada hüküm süren şey egoizm değil, terbiyedir yavrum. Sen tavuğun ne tarafını seversen sev. Orada kendi iştahına hizmet edecek değilsin. Âdet neyse onu yerine getireceksin. Ya bizim evde alafranga bir ‘diner’61 verilip de tavuğun parçalanması işini sana havale etmiş olsaydık, demek beni kepaze edecektin? Bir tavuğun nasıl kesileceğini teyzeme sorsam o bile sözü senden daha bilgiyle idare edebilir zannederim… Teyze sen söyle bakayım, sofrada bir tavuğu nasıl ayırırsın?”

Teyze Vesile Hanım iki üç defa tatlı tatlı yutkunduktan sonra:

“Nasıl mı ayırırım? A, ondan kolay ne var? Tavuğun bir budundan ben tutarım. Bir budunu da karşımdaki kimseye ‘Şunu tutuver kardeş.’ teklifiyle tuttururum. O kendi tarafına, ben kendi tarafıma, ikimiz de butları cayır cayır çekeriz.”

Meftun iki avucuyla yüzünü kapayarak:

“Ey, sonra nasıl dağıtırsınız?”

Vesile Hanım diliyle dudaklarını yalayarak:

“Kanatlarını, göğsünü de böyle güzelce parçaladıktan sonra dağıtırım.”

“Nasıl dağıtırsın?”

“Sofrada en hatırlı kimlerse onlara butlarını veririm…”

“Ey sonra?”

Hasene bir ağlama tutturup annesinin eteğinden çekerek:

“Anne, budunu bana ver! Anneee, budunu ben isterim!”

Vesile Hanım, Hasene’nin kulağına eğilerek yavaşça:

“Kızım sus. Budunu sana veririm…”

Hasene gene ağlayarak:

“Ya niçin başkasına veririm diyorsun?”

Vesile: “Ben öyle ankastin62 söylüyorum, yavrum. Kızım, sen dururken budunu başka kime veririm?”

Hasene: “Kendin yersin de bana vermezsin!”

Vesile: “Sana veririm diyorum. Sesin kesilsin, yoksa but yerine şimdi yumruğu yersin!”

Hasene: “Anne bana vereceğine yemin et.”

Vesile: “Eğer sana vermezsem bütün hoşhoşlar beni ısırsın.”

Hasene: “ ‘Bütün keçilerin boynuzları gözlerimi delsin!’ de.”

Vesile: (hiddetle) “Yumurcak, neye gözlerime yemin ettiriyorsun?”

Meftun: “Nedir o gürültü canım?..”

Şekure Hanım: “Bu arsız kızın yanında tavuk lakırtısı, yemiş sözü olur mu? Tavuk budu isterim diye anasının iki ayağını bir pabuca koyuyor. Zavallı Vesile veririm diyor, büyük büyük yeminler ediyor, gene kandıramıyor.”

Hasene ağlayarak: “Veririm diye kantin atıyor…63 Aval mıyım ben?”

Meftun: “Küçük hanımın kullandığı lisana bakıyor musunuz? Babası bunu tulumbacı kahvesine mi götürürdü?”

Vesile Hanım: “Hiçbir yere götürmezdi. Akıllı ayol, hepsini kendi kendine öğrendi. Sokaktan, kapının önünden işittiğini hiç unutmaz. Çadırcının oğlu Şahap, o utanmaz oğlan ne söylerse tekmil bunun ezberinde… Daha neler neler, dilim varmaz ki anlatayım…”

Hasene tepinerek:

“But isteriiim!..”

Vesile Hanım, Meftun’a göz kırparak:

“Bir tavuk kesersek budunu Hasene’ye veririz, değil mi?”

Meftun hiddetini yenmeye uğraşarak:

“Lanet olsun, veririz!”

Şekure Hanım, Meftun’a hitap ederek:

“Oğlum, bana bak. Tavuktan sonra başka yemek, yemiş lakırtısı açacaksan anası bu Hasene kızı şimdiden dışarıya çıkarsın! Vızıltısından başım kazana döndü. İnsana hiç ağız açtırmıyor. Lakırtı söyletmiyor ki… Sus yavrum dedin mi adamın geçmişine sövüveriyor.”

Vesile Hanım, dargın dargın annesine:

“Anne, senin de gözüne bu kız diken olmuş… Sana gezindiği pat pat, dokunduğu çat çat geliyor. Sövüp de kimin ırzını lekeledi? A çocuktur bu. Tavuk lakırtısı olur da imrenmez mi? Hepinizin ağzı sulanıyor ama ses çıkaramıyorsunuz… Tavuğu nasıl parçalarsın? Budunu kime verirsin? (yutkunarak) A, bu suallere dayanılır mı? Hacivat’ın dediği gibi, ben de tavuğun derisiyle gerisini severim…”

Meftun, artık kızgınlığını zapt edemeyerek:

“Ohhha… Teyze, şimdi tavuğun neresini seversin diye soran oldu mu?”

“Soran olmadı ama hani şu lakırtının temsilini söylüyorum.”

Hasene ince sesiyle bağırarak:

“Anneeee, ben de derisini severim. Cücüğünü de severim.”

Vesile Hanım artık bu sefer hiddetini yenemeyerek Hasene’nin iki omuzundan yakalar. Kızı kaldırıp kaldırıp yere vurarak:

“Al sana budu! Al sana derisi! Al sana cücüğü…”

Hasene kopardığı çirkin çığlıklar arasında öyle ağır küfürler salıvermeye başlar ki büyükanası işitmemek için kulaklarını tıkayarak:

“Kızım Vesile, şu yumurcağı götür, dışarıya at! Söylediği küfürlerden şimdi abdestim bozulacak…”

Vesile Hanım kızını, pençesinin olanca hiddetiyle kavrar, bağırta bağırta odadan çıkar… Onlar uzaklaştıkça ağlama yaygarası da derece derece sönerek nihayet odadan işitilmez olur. Meftun alnının terlerini silerek:

“Oooohhh, kulaklarımız dinlendi. O çocuk değil, maazallah, afacanın büyüğü! Teyzem burada misafir olarak bulunuyor. Bir şey söyleyeceğim, hatırı kalacak. Fakat insan tahammül edemiyor. (sözü Raci’ye çevirerek) Tavuğu güzel ayıramadın birader. Ben tarif edeyim de dinle. Hatırından çıkmayacak özel bir dikkatle dinle. Efendim, sol eline çatalı, sağ eline de bıçağı alırsın. Tavuğun sana en yakın olan kanadından işe başlarsın. Evvela çatalı kanada saplar, sonra kanadın gövdeye bağlı bulunduğu çizgi üzerinden ameliyata girişirsin. Alışkın bir el onu kolayca ayırıverir. Kanadın kesilmesinden sonra tavuğun aynı taraftaki budunu, yani kesilmiş kanat tarafındaki budunu aynı yolda kesersin. Sonra hayvanın kesilmemiş tarafını önüne çevirir, öbür buduyla kanadı üzerinde de aynı işi tekrarlarsın. Sonra tavuğun göğsü ile gerisi, bir de gövdesi, yani Nuh Aleyhisselam’ın gemi yapmak için model tuttuğu teknesi kalır. Bunların her birini ikişer kısma ayırırsın. Sofradakilere dağıtırken en iyi parçaları kadınlara vermek nezaket icabıdır. Pratik görgü kitabı yazarlarından bazılarının sözlerine göre de tabağı herkesin önüne götürerek seçimi onların oylarına bırakmak daha uygun düşer. Bu evde senden, Hasene’den rahat olmadığı için sofrada tavuk bulunduğu zaman iyi parçaları hanımlara ben taksim edeceğim…”

 

Kadınnine Şekure Hanım, iki defa esneyerek:

“Hay ömrüne bereket evladım. Elbette tavuğun iyi taraflarını büyükannelere vermelidir.”

Raci, yemek meselesindeki araştırmalarının derinliğini gösteren bir sesle dedi ki:

“Ağabey, bazen ben tekmil bir tavuk yerim de gene doymam. Siz o hayvanı kaç parçaya ayırdınız? İki kanat, iki but, dört parça. Göğsü, gerisi, teknesi de ikişere ayrılırsa eder altı parça… Hepsi on parça… Vay efendim vay! Sofradakiler bu parçaları yalayacaklar mı? Bir tavuğu on kişi nasıl yer? Buna yemek değil, koklamak demeli… Hele hissesine tavuğun kafes tarafı düşenler çatal kullanmak zorunda kalırlarsa bu zavallılara koklamak bile düşmez.”

Meftun kaşlarını çatarak ciddi ciddi:

“Hep bu dediklerine özel bahislerde cevap vereceğim. Sen şimdiden lakırtı karıştırma. (önündeki kitaba bakarak) Hanımlar, efendiler, dikkat ediniz. Derse başlıyorum… Sofraya nasıl oturulur? İşte bu, bir meseledir. ‘Savoir-vivre’ye ait mühim bir mesele… Sofraya oturmasını bilmeyen yalnız hazır bulunanları kendine güldürmekle kalmaz, âleme terbiye noksanını da göstermiş olur.”

Şekure Hanım: “A, öyle ya civan oğlum… Ben Rebia’ya bin defa söylerim. Sofraya yavaş otur derim. Gelir ya ayağıma basar ya kedinin kuyruğunu ezer ya bardağı devirir. Hiçbir gün de yavaşça usturuplu oturduğunu görmedim. Nerede o kız? Kulaklarını açsın da bu sözleri dinlesin.”

Rebia, karşıdan bir elini kalçasının üstüne koyup ötekini Çingene gibi sallayarak:

“Kuzum, kuzum… Hasene’yi odadan kovdunuz da şimdi gözünüze ben mi diken oldum? Kadınnine, bana söyleyeceğine kendini düşün. Sofadaki su testisine çarpmadan, elinden değneğini düşürmeden, iskemleyi devirmeden sofraya oturabildiğin var mı? Bir defa Pamuk’un kuyruğuna kaza ile bastımsa ne oldu? Söyler söyler hep onu söylersin. Geçen günü o pis kedi aşağıda büyük süt kâsesinin içinde tekmil vücuduyla banyo etti… Daha söyleyeyim mi?”

Meftun: “Sütün içinde banyo mu etti? Süt banyosu… Banyolardan bahsettiğim zaman onu da anlatacağım. Fakat şimdi susalım. Ağız açmaya bana meydan vermiyorsunuz ki. Rebia, sesini kes, yoksa şimdi seni de… Evet, alafranga bir yerde misafir bulunduğunuz zaman sofraya oturuşunuzdan nasıl terbiye görmüş olduğunuzu ilk bakışta anlayıverirler. Sofraya oturmadan oturmaya fark vardır, anlıyor musun kadınnine? İşitiyor musun valide? Sözlerim kafana giriyor mu Rebia? Gayet nezaketle oturmalı. Öyle iskemleye gömülür gibi yayılıp oturmamalı. Havluyu64 açmalı, dizlerinin üstüne örtmeli. Havlunun ucunu yeleğinin, korsajının arasına sokmak, hele yakalığın içine geçirmek terbiyesizliktir. Boyunun etrafına halka gibi bağlamak bütün bütün ayıptır. Ha, bak valide, burada sizin için dikkat edilecek bir şey var. Kadınlar eldivenlerini bardaklarının içine koymamalı, yelpazeleriyle beraber sofranın üzerine, sağ tarafa koymalıdırlar. Baron Staff’ın ihtarına bakılırsa eldivenleri çıkardıktan sonra cebe koymak lazım geliyor.”

Rebia, yavaşça Lebibe’nin kulağına:

“Leblebi koydum tabağa, laf söyledi bal kabağı… Bizim eldivenle, yelpazeyle sofraya oturduğumuz var mı?”

Meftun, hatiplik makamından elini kaldırarak:

“Gene ne o? Rebia, yanındakinin kulağına ne fısıldıyorsun?”

Rebia, biraz bozularak:

“Hiçbir şey… Alafranga sofraya lohuk macunu korlarsa parmakla mı yenir, çatalla mı? Onu soruyorum.”

Meftun: “Şimdi lohuk macununun münasebeti var mı burada?”

Dışarıdan teyze Vesile Hanım, tık tık kapıyı vurarak:

“Meftun Bey, rica ederim. Müsaade edin de içeriye girelim. Kız macunu işitti, dışarıda durmuyor.”

Meftun: “Olmaz, içeride gürültü ediyorsunuz.”

Vesile: “Hasene, ağababasının canına yemin etti. Hiç sesini çıkarmayacak…”

Meftun: “Hiç ses çıkarmamak şartıyla geliniz. Belki birkaç söz de sizin kulağınızda kalır… Antreee!”65

Önde Hasene, arkada Vesile odaya girerler. Daha oturmadan Ha-sene, annesinin eteğinden çekerek:

“Anne, macunu kim yiyordu?”

“Kızım sus, bizi şimdi gene dışarıya kovarlar. Ortada macun, tavuk filan yok. Bugün yemeklerin sade lakırtısı oluyor.”

Meftun: “Nedir o gene? Girer girmez başladınız mı?”

Vesile: “Hayır, hayır, siz devam ediniz. Yalnız şunu rica ederim ki tatlılardan, meyvelerden koyu koyu bahsetmeyiniz… Kız yeminini bozuverir. Çocuktur, imrenir.”

Meftun: “Sofraya yapışır gibi oturmamalı. Masa ile aranızda ufak bir mesafe olmalı ki istediğiniz zaman vücudunuzun üst kısmını öne doğru hareket ettirebilesiniz.”

Vesile Hanım: “Meftun Bey, oğlum, işte pek doğru söylüyorsun. Annem daima alafranga sofraya göğsünü verir. Apışır. Nefes almasına bile artık meydan kalmaz. Yer, yer, yer, göğsüm tutuluyor der. Ya, işte gördün mü anne? Sofraya biraz uzakça oturmalı.”

“Ya sen? Çocuğunla beraber sofranın üzerine çıkar gibi yersiniz ya!”

Meftun: “Burada mücadelenin lüzumu yok. Şimdi beni dinleyiniz. Bundan sonra tarifime göre yemek yersiniz. Oturuşunuzla sofrayı güzelleştirmek isterseniz, omuzlarınız yukarıya doğru kalkık durmamalı. Şöyle tabii hâlde bulunmalı…”

Lebibe, yavaşça Rebia’nın kulağına:

“Annem daima omuzlarını çıkarır, sofraya kambur gibi oturur…”

Rebia, hafifçe gülerek:

“Gibisi ziyade. Annen âdeta kambura benzer, baksana! Entarisinin altından omuz kemikleri çifte ıskarmoz gibi çıkık, fırlak duruyor.”

Meftun: “Silans66 matmazeller… Dirsekler vücuda ne pek yapışık ne pek uzak durmalı. Efendim, biraz görgüsü, terbiyesi, hele alafrangayla alışıklığı olanlar, sofrada alacakları tabii vaziyeti bilirler. Ne pek gevşek durmalı ne pek sahte bir ağırbaşlılık takınmalı, yakışığı, münasibi neyse o hâli, o vaziyeti almalı. Şimdi gelelim, yemeği yemek cihetine. Yerken acele etmemeli. Yavaş yavaş, hususi bir tempoyla, âdeta ahenkle yemek yemeli…”

Rebia, Lebibe’ye yavaştan:

“Raci ağabeyim boğulur gibi yer…”

Meftun devam ederek:

“Ne su içerken ne lokmayı alırken ağız dolmamalı. Avurtlar şişmemeli. Şapırtı şupurtu işitilmemeli. Metrdotel tarafından bir yemek sunulurken eğer o yemekten almak istemiyorsanız ‘non’ yahut ‘merci’ kelimelerinden biriyle reddetmekte serbestsiniz. Yani bu iki sözden birini kullanmak elinizdedir. Hangisini söyleseniz olur.”

Raci kendi kendine mırıldanarak:

“İşte bu tafsilat fazla… Ağabeyim bu sözleri nereden tercüme etmişse aynen tercüme etmekten kendini alamamış.”

Meftun: “Ne o birader? Bir şeyler mırıldanıyorsun?”

Raci: “Hiç… Bizde ‘metrdotel’ yok da sözlerinizin bu kısmını fazla buluyorum.”

Meftun: “Niçin yok? Sen görürsün, birkaç zaman sonra Şaban o vazifeyi ne kadar yoluyla yerine getirecektir. Hem ben sana sofra hakkında umumi bilgiler veriyorum. Bizim evde yoksa ‘metrdotel’ bulunan bir yerde yemek yeyiverirsen ne yapacaksın? Böyle çocukça sözler istemem. (devam ederek) Soğutmak için çorbaya üflemek ayıptır. Üflemek hem terbiyesizliktir hem de tıp bakımından zararlıdır. Çorba tabağının dibine bir damla bırakmamak için tabağı eğerek kaşıklamamalı. Ekmeği bıçakla değil, elle koparmalı. Fransızlardan başka milletler bıçakla keserlerse de onların bu hareketi uyulacak şey değildir. Önünüzdeki etin hepsini birden doğramamalı. Her bir lokmayı yedikçe kesmeli.”

Hasene, anasının kulağına:

“Anne, hani ya önümüzde et?”

“Sus yavrum, şimdi bizi gene odadan kovarlar. Şimdi et yok, sonra yiyeceğiz.”

Meftun devam ederek:

“Eti kesmek için bıçağı sağ ele, çatalı sol ele almalı, Kestikten sonra bıçağı dayamaya mahsus madenî yahut billur ‘porte-couteau’nun67 üzerine dayamalı. Bu defa çatalı, dişleri aşağıya gelmek üzere sapı üstüne şehadet parmağını dayayarak sağ ele almalı. Bazı sebzeler ve balıklarda çatal ters, yani kaşık gibi çukuru yukarı gelerek kullanılır. Balıklar yalnız çatalla yenir. Bıçak kullanılmaz. Sebzeler de öyle. Fakat kuşkonmazda iş değişiyor. Bunu elle mi yoksa çatal bıçakla mı yemeli? Ha teyze, sen ne dersin?”

Teyze Vesile Hanım, böyle bir sualin lütfen kendisine sorulmuş olmasından gelen bir memnunlukla ağzını büzüştürüp sağa sola doğru kıvırarak bir iki defa burnunu çektikten sonra:

“A iki gözüm Meftun’um, düşündüğün şeye bak. Önümde yiyecek bir şey olsun yoksa… Nasıl kolayıma gelirse öyle kıvırırım. Elle, bıçakla… Maksat yemek değil mi?”

Meftun, gözlerini açarak:

“Alafranga sofrada âdet, usul dışı yemek yenmez. Her yemeğin yenilişi özel bir kaideye bağlıdır. Sen istediğin gibi yemeye karar verdikten sonra ben burada deminden beri niçin çenemi yoruyorum ya? Bu kuşkonmaz üzerine size tarihî bir vaka anlatacağım. Fakat iyi dinlemeli.”

Meftun’un annesi Lütfiye Hanım, meraklı bir sesle:

“Baksana yavrum? Süphanallah, bunun üzerine niye kuş konmuyor?”

Meftun: “O da başka bir mesele. Bunun Fransızcası ‘asperge’, Latincesi ‘asparagus’, Türkçesi neden kuşkonmaz oluyor? Bundan ürken hangi kuştur? Daha bu yoldaki tetkiklerimi tamamlayamadım. Şimdi bunları bırakalım. Fransızlar, evvelce kuşkonmazı elle yerlermiş. İngilizler bu hususta zarifliği daha ileriye götürerek kuşkonmazı çatalla yemeye başlamışlar.”

Raci: “Çatal bıçak icat olmazdan evvel Avrupalılar yemeği nasıl yerlerdi?”

Meftun: “Tabii elle yerlerdi. Çatal pek o kadar eski bir şey değildir. Çatal ismi Fransa’da 1379’da ilk defa olarak Beşinci Şarli’ye ait gümüş takımlarını gösteren bir sayım defterinde görülmüştür. Çatalın Fransa’ya İtalya’dan geldiği iddia olunuyor. Ama kullanılışı bugünkü gibi yaygın değildi. On altıncı asırda bile çatal süsten sayılıyordu. İngiltere’de bunun kullanılışına ancak on yedinci asırda başlanmıştır. (Meftun kulak kabartıp odayı dinleyerek) Bir horultu var. İçinizden biri uyuyor, kimdir uyuyan?”

Odadakiler hep birden gülerek:

“A, a, büyük hanım uyumuş…”

Meftun: (haykırarak) “Kadınnine, size ninni mi söylüyorum zannediyorsunuz?”

Kadınnine gözlerini açıp:

“Ay, aklımı aldın, Meftun! Öyle bağrılır mı? Uyku başıma sıçradı.”

Meftun: “Niçin uyuyorsun öyle hanımnine?”

Kadınnine: “Ne bileyim ben? Kuş konardı, konmazdı derken içim geçivermiş. (Eleni’ye) Kız şuradan bana biraz su ver de uykum açılsın.”

Meftun: “Hanımnine, iyi dinle rica ederim. Bahis gayet mühim. İngilizlerle Fransızlar, kuşkonmazı nasıl yerler?”

Kadınnine kendi kendine:

“Hay yiyemez olsunlar! (suyu içerek yüksek sesle) Dinliyorum. Kuş konmuyormuş, anlat bakalım? Üsküdar’da bir viran türbe varmış. Onun üzerine hiç kuş konmaz derler. Onu mu söylüyorsun?”

Meftun: “Şimdi sana hikâyenin alfabesinden mi başlamalı? Deminden beri neye dinlemedin?”

Kadınnine: “İhtiyarlık oğlum… Dinlerken dinlerken kendimden geçiveriyorum.”

Lütfiye, Vesile, Lebibe, Rebia hanımlar, hep bir ağızdan kuşkonmazın ne olduğunu hanımnineye anlatırlar. O biçare de, uyumamak için verdiği söze aykırı olarak gözleri küçüle küçüle “Ha, ha, ha… Ha, ha… Ha!” diye uyku baygınlıkları arasında dinler. Meftun gene söze başlar. Hanımnine, yanındaki Vesile’nin kulağına eğilerek:

 

“Sanki göz kapaklarıma birer adam oturmuş. Bir türlü gözlerimi açamıyorum. Oğlanın lakırtıları bana ninni gibi geliyor. Gene dalıverirsem horlamadan eteğimi çekiver kuzum Vesile…”

Meftun: “Fransızlar evvelce kuşkonmazı elle yerlermiş. Şimdi İngilizler çatal bıçakla yiyince bu hâl berikilerin, sofra zarifliğinde ötekilerden geriye kalmaları neticesini doğuruyor. Mesele güçleşiyor. Kuşkonmaz yemekteki bu yolsuzluk üzerine Fransızlar da artık çatalla yemiş olsalar İngilizleri taklit etmiş, yani onlarda gördükleri bir âdetin faydasını takdir ve tasdik etmiş olacaklar ki Fransızlar bunu millî gururlarına bir türlü yaraştıramıyorlar. O hâlde ne yapsınlar? Asperji68 eski âdetleri üzere gene elle mi yesinler? Hayır… Baron Staff bakınız buna ne guguk uydurmuş…”

Raci: “Affedersiniz birader, Baron Staff kim?”

Meftun: “ ‘Savoir-vivre’ye ait son defa birkaç eser yazan bir kadın.”

Raci: “Sofrada tavuk butlarının sırf kadınlara verilmesinin sebebi şimdi anlaşıldı. Eserin sahibi meğer kadınmış.”

Hasene bağırarak:

“But nerede ağabey, but?”

Raci: (gülerek) “Canım, bu çocuğun karnını iyice doyurmadan bir daha böyle yemek bahsolunan bir yerde bulundurmayınız. Yavrucuğun karnı aç işte…”

O esnada kadınnine horlamaya başlar. Vesile eteğinden çekerek:

“Anne, gözlerini aç, horluyorsun…”

Kadınnine: (gözlerini açarak) “Gene uyudum mu?”

Vesile: “Uyudun.”

Kadınnine: (yavaşça) “İçim bayılıyor. Ne vakit yemek yiyeceğiz? Kuru kuruya yemek lakırtısı ama ortada bir şey yok. Meftun kuşu daha hiçbir tarafa kondurmadı mı? Kesip de ızgara mı yapacak? Yahni mi? Ne yapacaksa yapsa da artık lakırtı uzamasa.”

Meftun: “Teyze, büyük valide sana bir şeyler söylüyor… Ne istiyor?”

Vesile Hanım: “Hiç.”

Meftun: “Nasıl hiç?”

Vesile: “Karnı acıkmış da… Ne vakit yemek yiyeceğiz, diyor.”

Meftun: “Al sana bir çocuk daha… Kadınninenin Hasene’den farkı yok… Hiç böyle mühim bir bahis esnasında adam karnının acıktığını hisseder mi?”

Kadınnine: “Kuzum Meftun, oğlum, şu kuşu bir tarafa kondur da keselim, kebap yapalım. Bittim. Aç karına uzun uzadıya yemek lakırtısı dinlemek bana âdeta işkence gibi geliyor.”

Meftun, hoşnutsuzluğunu gizleyemeyerek:

“Anne, teyze, hemşire, Rebia, size söylüyorum. Artık büyük validenin böyle ‘fines’leri anlayacak vakti geçmiş. Evet, Baron Staff, asperjin çatal bıçakla yenmesini tavsiye edecek. Ama bu tavsiyesiyle İngiliz âdetini tercih etmiş olacak. Yani onlarda görülen bir şeyin güzelliğini itirafa mecbur kalacak. Bu çukurdan kurtulmak için Staff şöyle diyor: ‘Oooh, kuzum, asperji bıçakla kesmek daha dün kabul olunmuş bir İngiliz âdeti değil, aksine, eskiden beri sürüp gelen bir Fransız usulüdür. Bunun ispatı da on sekizinci asır Fransız markizlerinden birinin, o zaman hususi memuriyetle Fransa’da bulunan meşhur filozof Franklin’in yemek yiyişi hakkındaki alaylarında ve tenkitlerinde görülüyor. Bu markiz, Amerikalı filozofun her şeyi yiyişini, bilhassa asperj yiyişini diline dolayarak Franklin, asperji, tabak içinde ucunu bıçakla keserek çatalla temizce yiyecek yerde, vahşi bir şekilde, ısırarak yiyordu, demiştir.

Markiz cenaplarının Franklin gibi memleketine şeref vermiş, insanlığa büyük hizmette bulunmuş bir kimseyi, sırf düşeslerin kucağında terbiye görmüşlere mahsus bir zarafetle a la Fransez69 asperj yemeği bilemediği için vahşilikle suçlamasını uygun göremem. Bu alay, paratoneri icat edenin büyüklüğüne, dehasına leke getiremez. Şu olayı, ebediyen unutulmuş kalması lazım gelen sayfadan bulup çıkarışım sırf, bugün asperj yemekte İngilizlere mal edilen zarifliğin onların malı olmadığını ispat içindir.

Bugün deha sahiplerinden yahut alelade bir adamın asperji parmaklarıyla ağzına götürüp çatır çutur ısırarak yediğini görsem şaşmam. Ama o kimse benden bir nasihat isterse şöyle derim: Bu sebzeyi hususi kaidelerine göre yemeyi öğrenirseniz bundan dolayı insanlık meziyetinize noksanlık gelmez. Bunu kaidesine göre yiyiş, şıklık hükmüne bağlıdır. O hâlde bu meselede Fransız âdetine uymak akla, izana daha uygundur.’ ”

Meftun, derin bir gülümsemeyle başını iki tarafına doğru sallayarak:

“Valide, teyze, Staff’ın şu son sözlerine dikkat ettiniz mi? ‘Bu meselede Fransız âdetine uymak akla ve izana uygundur.’ diyerek asperji çatal ve bıçakla yemeyi İngiliz âdeti olmaktan çıkarıp Fransızlara mal ediyor. Baron’un bu sözleri tarih vesikalarından mıdır? Bilemem. Çünkü Franklin’i kabalıkla, vahşilikle itham eden markizin ismini haber vermiyor. Hele bu fıkrayı hangi yazarın hangi eserinden aldığını da söylemiyor. Buraları karanlık… On sekizinci asır Fransız zariflerinden bir markiz böyle demiş… Bu markizden o kadar belirsiz bir şekilde bahsolunuyor ki, günahı üstünde kalsın ama insan bunun, Baron Staff’ın hayalinden başka yerde var olduğuna inanamıyor. Staff, Fransız zarafetini müdafaa için, eğer aslı yoksa, koskoca bir tarihî olay icada cesaret ettiği hâlde muaşeret usulünden, görgüden bahseden öbür güvenilir kitaplar asperjin yenmesindeki incelikte İngilizlerden önce gelmek için boşuna kulp aramıyorlar. Doğrudan doğruya söylüyorlar. Bunlar ‘İngilizler lüzumsuz bir aşırılığa kapılıp boş yere bir zariflik yoluna giderek asperji evvela bıçakla keserler, sonra çatalla yiyorlarsa da bu meseledeki eski Fransız usulü, yani asperji elle yemek usulü yemek kaidelerine daha uygun sayılmaya layıktır.’ diyorlar. Böyle diyen kitapları yazanlar zariflikte İngilizlerden önce gelmek için eski kütüphaneleri karıştırmaya lüzum görmeyerek Fransızların kuşkonmazı eskiden beri elle yediklerini açıkça, erkekçe itiraf ediyorlar. Ama öyle bir itiraf ki, çatalsız yemeyi tercih etmek iddiası elden bırakılmıyor. İngilizlerin zarifliği takdir edilmiyor. ‘Evet, Fransızlar bunu eskiden beri elle yerlerdi ve en akla yakın yol da budur.’ deniyor. Şimdi Baron Staff iddiasında yalnız kalıyor. Sade yalnız kalmıyor, zevk ve tercih hususunda öbür Fransızlardan da ayrılıyor. İşte size incelemeye değer bir mühim mesele! Şimdi İngilizler mi, Baron Staff mı yoksa eski Fransız usulü taraflıları mı haklı?”

Meftun, bu sualine cevap almak için etrafı dinlerken gene bir horultu işitir. Kızgınlıkla sorar:

“Horultu var! Gene büyükanne mi uyudu?”

Büyükanne Şekure Hanım telaşla:

“Hayır evladım. Bu sefer uyuyan ben değilim. Kıza tembih ettim. Dalarsam hafifçe çimdikleyiver dedim. Ara sıra uyur gibi oluyorum. Yanımdan çimdiği basınca gözlerim fal taşı gibi açılıyor. Ne kadar inatçı uyku bilmem ki, biraz sonra gene bastırıyor. Bereket kız çimdiği hemen yetiştiriyor. Sağ kalçam çürük içinde kaldı.”

Meftun: “İstoper…”

Kadınnine: “İstorper nedir?”

Meftun: “Yani artık sus demek istedim.”

Kadınnine: “Soruyorsun da cevap veriyorum. Deminden beri lakırtı söylediğimiz var mı? Hep seni dinliyoruz. İşte onun için uykum geliyor ya. Lakırtılarını da pek iyi seçemiyorum. Bir tarihte kütüphanenin birine kuş konmuş. Yok İngiliz böyle demiş, Fransız şöyle söylemiş… Bilmem hangisi ne halt etmiş… Neme lazım benim!”

Meftun: “Kadınnine, rica ederim artık sus!”

Kadınnine: “Susarım ama sen de dinlenecek iyi bir masal söyle…”

Meftun: (etrafa sorarak) “Kimdi o horlayan?”

Rebia: (gülerek) “Orada, pencerenin kenarında Zarafet Abla uyuyakalmış da…

Meftun: (gözlerini açarak) “Zarafet!”

Zarafet: “Afandim?”

Meftun: “Uyuyor musun?”

Zarafet: “Bir parçacık içim geçti de…”

Meftun: “İçin nereye geçti?”

Zarafet: “A, nereye geçece? Gene kendimin içine geçti! Buyuk hanimin uykusu geldiği vakit içim geçiyo demeyo mu? Benim de geldi, öyle dedi. Ama nereye geçti, ne bileyim ben? (eliyle göğsünü yoklayarak) İşte içim gene kendi içimde duruyor!”

Meftun: “Deminden beri söylediklerimi dinlemiyor musun?”

Zarafet: “Dinliyorum küçük bey, kulakları sende.”

Meftun ellerini ovuşturup gene anlatmaya başlayarak:

“Bu mühim meseleyi halletmek için asperj yemeye mahsus bir maşacık icat ettiler. Kuşkonmaz yenirken sofradakilere şimdi birer tabak içinde bu maşadan takdim ediliyor. İnsan sofrada her lokmayı hususi kaidesine göre yemek isterse bazı ufak tefek güçlüklerle karşılaşır. Ama bilmediğimiz şeyi öğrenmek ayıp değildir. Himmetleri var olsun, ‘Savoir-vivre’ yazarları, yani görgücüler bu sofra meselesinde her noktayı lüzumlu incelikleriyle izah etmişlerdir. Bunları öğrenmek için bize kalan zahmet o kitapları açıp aradığımız bahisleri sayfalarında bulmaktan ibarettir. Balık yahut et yerken ağzınızda bir kemik veya kılçık parçası kalsa ne yaparsınız?”

Herkeste ince bir fısıltı… Kimsede cevap verecek bilgi yok. Meftun, soran bakışlarını bir baştan bir başa dinleyiciler üzerinde gezdirdikten sonra: “Böyle basit meselelerde neye apışıp kalıyorsunuz? Hani ya cevap? Lebibe, sen söyle bakayım. Ağzında kalan kemiği yahut kılçığı ne yaparsın?

Lebibe, bir iki defa yutkunup gözlerini süzerek:

“Ne yapacağım? Ağzımdan çıkarır, sofraya bırakırım.”

Meftun, azarlar bir sesle:

“Aferin matmazel!.. Bu hareketini görenler senin terbiyen hakkında ne fikre kapılırlar? ‘Voilà une demoiselle mal éduquée!’70 demezler mi? Bu kadar sade bir şeyi Zarafet’e sorsam o bile senden iyi cevap verir… Zarafet sen söyle bakalım, kemikleri ne yaparsın?”

Gene hemen içi geçmek üzere bulunan Zarafet, yarı anlayabilmiş olduğu bu suale cevap verebilmek için gözlerini ovuşturarak: “Kamikleri mi soruyorsun? Ne yapacağım, kaynatır, suyunu alırım!”

Meftun: (hiddetle) “Abla! Galiba senin gene için geçmiş…”

Zarafet, uyumadığını ispat için gözlerini lüzumundan fazla açarak:

“Yoo, ban uyumuyo… Kamikleri sordun… Kaynatir suyunu alırim dedim. Ziyankârlık günah değil mi ayo? Kamiklerini sokağa atacak değil a… Elbette kaynatirim…”

Meftun, ahmak bir çocuktan aldığı münasebetsiz bir cevaba canı sıkılmış bir mektep hocası kızgınlığıyla yüzünü buruşturup Zarafet’ten Raci’ye dönerek:

“Birader, sen söyle bakalım. Kemikleri, kılçıkları ne yaparsın?”

Raci, verdiği cevabın maksada uygunluğundan emin olduğunu gösteren bir aceleyle:

“Ne yapacağım? Çıtır çıtır dişlerimle kırar, küçük küçük yutarım.”

“Hoşt oradan, obur! Hiç sofrada kemik yutulur mu? Bunun küçüğü olur, büyüğü olur. Allah korusun, söylediği lakırtıya bak!”

Raci, önceki acelesine karşılık, şimdi büyük bir hayretle:

“Ağabey, siz de pek acayip sualler soruyorsunuz. Ağızda kemik ya yutulur ya çıkarılır. Bunun şu iki ihtimalden başka türlü ağızdan defedilmesine çare var mıdır? Ne yapılır, siz söyleyiniz bakalım?”

Meftun: “Ne mi yapılır? Kemikler, kılçıklar her hâlde ağızdan çıkarılır efendi, yutulmaz.”

Raci: “Kız kardeşim şimdi ağzımdan çıkarırım dedi, bu cevabı beğenmediniz.”

61Akşam yemeği. (e.n.)
62Argoda, “yalandan”. (e.n.)
63Kantin atmak: Uydurmak, yalan söylemek. (e.n.)
64Peçeteyi. (e.n.)
65Girin. (e.n.)
66Susun. (e.n.)
67Bıçak altlığının. (e.n.)
68Kuşkonmazı. (e.n.)
69Fransız usulü. (e.n.)
70“İşte fena terbiye edilmiş bir kız!” (e.n.)
Olete lõpetanud tasuta lõigu lugemise. Kas soovite edasi lugeda?