Görev Yemini

Tekst
Autor:
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

2. BÖLÜM

Brown, mutfağın hemen yanındaki kontrol odasında duruyordu.

Hemen arkasındaki masada bir M16 tüfek ve dokuz-milimetre yarı-otomatik bir Baretta yatıyordu. Yanlarında üç adet el bombası ve bir gaz maskesi vardı. Ayrıca siyah bir Motorola telsiz.

Masanın yanındaki duvarda kapalı devre kameraları gösteren 6 küçük ekran set halinde asılıydı. Görüntüler siyah-beyazdı. Her ekran evin etrafına stratejik noktalara yerleştirilmiş kameralar yoluyla Brown’a gerçek zamanlı görüntü sağlıyordu.

Buradan, kayarak açılan cam kapıların dışını, liman ve rampaların olduğu rıhtımın üst kısmını görebiliyordu. Ayrıca; bütün limanı ve gemilerin limana girdiği kısmı; evin yanındaki çift katlı çelikten yapılmış kapının önünü; bu kapının açıldığı antreyi; üst kattaki koridoru ve koridorun sokağa bakan penceresini; sonuncu olmamakla birlikte Luke’un eşinin ve oğlunun sessizce, başları örtülü şekilde oturduğu penceresiz sorgu odasını.

Bu eve sürpriz etkisiyle girmek mümkün değildi. Masada duran klavye sayesinde limana bakan kameranın kontrolü sağlanabilirdi. Balıkçı teknesini kadrajda ortalayana kadar kamerayı kaldırdı, görüntüyü yakınlaştırdı. Geminin yan tarafında kurşun geçirmez yelekli üç adam gördü. Demir alıyorlardı. Birazdan bu tekne hızla yanaşıyor olacaktı.

Brown arka veranda kamerasına geçti. Kamerayı evin yanına bakacak şekilde çevirdi. Yolun karşısında duran kablo şirketi aracının ön ızgarasını ancak görebiliyordu. Önemi yoktu. Üst kattaki pencereye yerleştirdiği adam silahını buraya doğrultmuştu.

Brown iç geçirdi. Yapması gereken şeyin polisleri telsizden uyarmak, neler döndüğünün farkında olduğunu bildirmek olduğu düşündü. Kadını ve çocuğu aşağıya indirebilir ve kaydırılarak açılan camdan doğru elindeki kozu gösterebilirdi.

Çatışma ve kan gölü yerine direkt sonuç vermeyecek müzakerelere geçebilirlerdi. Böylece, belki birkaç can bağışlanmış olurdu.

Kendi kendine gülümsedi. Bu, bütün eğlenceyi sonlandırırdı, değil mi?

Antre görüntüsünü kontrol etti. Aşağıda üç adamı vardı, iki Sakallı ve bir de Avustralyalı olarak bildiği biri. Adamlardan biri çelik kapıya bakıyor, diğer ikisi de arkadaki cam kapıya. Asıl zafiyet cam kapı ve dışındaki verandaydı. Polislerin bu kadar ileri gitmesi için bir sebep yoktu.

Arkasına uzandı ve telsizi kaptı.

Üst katta açık olan pencerenin dibine çömelmiş adama seslendi “Bay Smith?”

Kinayeli bir ses tonuyla cevap geldi “Bay Brown”. Smith takma isimlerin komik olduğunu düşünecek kadar genç biriydi. Kameraya doğru el salladı.

“Van ne durumda?”

“Sallanıyor. Sanki içeride toplu seks yapıyorlar.”

“Tamam. Gözlerini açık tut. Kesinlikle… tekrar ediyorum… kesinlikle, kimsenin verandaya ulaşmasına izin verme. Haber vermene gerek yok. Angajman yetkisine sahipsin. Anlaşıldı mı?”

“Anlaşıldı,” dedi Smith. “Ateş serbest, bebek.”

Brown “Aferin,” dedi. “Belki cehennemde görüşürüz.”

Tam o sırada sokaktan ağır bir aracın sesi geldi. Brown eğildi. Ayağa kalkmadan mutfağa gitti ve camın altına siper aldı. Dışarıda, zırhlı bir araç evin önüne çekmişti. Ağır arka kapılar sertçe açıldı ve içinden vücut zırhlı iri adamlar inmeye başladı.

Bir saniye geçti. İki saniye. Üç. Sokakta sekiz adam toplanmıştı.

Smith gökyüzünden ateş açtı.

Duh-duh-duh-duh-duh-duh.

Silah sesleri yerleri titretiyordu.

Polislerden ikisi hemen yere düştü. Diğerleri aracın içine ve arkasına saklandılar. Zırhlı aracın arkasında, kablolu TV aracından üç adam çıktı. Smith onlara doğru ateş etti. Adamlardan biri mermi yağmuruna tutuldu ve can çekişmeye başladı.

“Mükemmel, Bay Smith” dedi Brown Motorola’dan.

Polislerden biri vurulmadan önce karşıya doğru yolun yarısını geçmişti. Şimdi yolun kaldırıma yakın tarafında, muhtemelen evin önündeki çalılıklara ulaşmayı umut ederek, sürünüyordu. Zırh giyiyordu. Muhtemelen zırhın boşluklarından bir yerden vurulmuştu ama gene de tehdit oluşturabilirdi.

“Yerde bir tanesi hala hareket ediyor. Onun da işinin bitmesini istiyorum.”

Neredeyse aynı saniyede, onlarca mermi vücudunu titreterek adama isabet etti. Brown öldürücü vuruşu yavaş çekimde izliyor gibiydi. Adamı boynunun arkasındaki, zırh ve kasketinin arasındaki boşluktan vurmuştu. Bir kan bulutu havayı doldurdu ve adam hareketsiz kaldı.

“Güzel atış, Bay Smith. Harika atış. Şimdi hepsini içeri tık.”

Brown komuta odasına geri döndü. Balıkçı teknesi duruyordu. Daha iskeleye bile yanaşmadan siyah ceketli ve kasklı adamlar kıyıya atlamaya başladılar.

“Aşağı kattakiler, maskeleri takın” dedi Brown. “Sürgülü kapının oraya doğru geliyorlar, ateşe cevap vermeye hazırlıklı olun.”

“Anlaşıldı,” dedi biri.

İstilacılar iskelede pozisyon almıştı. Ellerindeki ağır zırhlı balistik kalkanların arkasına çömelmişlerdi. Adamlardan biri kalktı ve göz yaşı tabancasını ateşledi. Brown kendi maskesine uzandı ve merminin eve doğru hareket edişini seyretti. Cam kapıya vurdu ve salona doğru ilerledi.

Başka bir adam ayağa kalktı ve bir mermi daha ateşledi. Sonra üçüncü bir adam daha. Tüm göz yaşartıcı mermiler cam kapıya, oradan da eve ulaşıyordu. Cam kapı yok olmuştu. Brown’un ekranından göründüğü kadarıyla bekleme odasının yanındaki alan dumanla dolmaya başlamıştı.

“Aşağıda durum nedir?” dedi Brown. Birkaç saniye geçti.

“Durum nedir!?”

“Sorun yok dostum” dedi Avustralyalı. “Azıcık dumandan ne olacak? Maskelerimiz takılı.”

“Hazır olduğunuzda ateş edin” dedi Brown.

Sürgülü kapının oradan iskeleye doğru ateş eden adamlarını seyretti. İstilacılar oldukları yere sinmişlerdi. Balistik kalkanlarının arkasından çıkamıyorlardı. Brown’un adamlarının ise yığınla mühimmatı vardı.

“Güzel atış çocuklar,” dedi telsize. “Hazır oradayken botlarını da batırın.”

Brown kendi kendine sırıttı. Burada günlerce direnebilirlerdi.

*

Tam bir bozgundu. Her yerde adamlar yatıyordu.

Luke, dikkatlice eve doğru yürüdü. En yoğun ateş üst kattaki pencereden geliyordu. Polisleri delik deşik etmişti. Luke ise evin duvarına yakındı. Bu açıdan ateş edemezdi ama diğer adam da onu göremiyordu.

Luke’un gözleri önünde, kötü adam yere düşmüş polis memurlarından birini ensesinin arkasına bir el ateş ederek öldürdü.

“Ed, üst kattaki adamı görüyor musun?”

“Tam ağzına bir tane tıkabilirim. Buradan beni görmediğine eminim.”

Luke başıyla onayladı. “İlk olarak bunu yapalım. Burası pis bir hal aldı.”

“Bunu istediğine emin misin?” dedi Ed.

Luke üst katı inceledi. Penceresiz oda keskin nişancının olduğu pencereye uzak bir köşedeydi.

“Hala o penceresiz odada olduklarına inanıyorum,” dedi.

Lütfen.

“Sadece söylemen yeterli,” dedi Ed.

“Yap.”

Luke, bomba atarın kendine özgü boğuk sesini duydu.

Dunk!

Sokağın karşısında dizilmiş arabaların arkasından bir füze geldi. Bir yay çizmedi—çapraz, dümdüz bir çizgi halinde eve ulaştı. Pencereye tam isabet. Bir an geçti ki:

BAM.

Evin bir kısmı dışarıya doğru patladı, ahşap parçaları, cam, çelik ve cam elyafı. Penceredeki silahın sesi kesildi.

“Harika, Ed. Gerçekten harika. Şimdi de duvarda benim için bir delik aç.”

“Ne diyordun?” dedi Ed.

“Lütfen.”

Luke hızlıca koştu ve arabalardan birinin arkasına siper aldı.

Dunk!

Yerden bir buçuk metre yüksekte düz bir çizgi halinde geçip evi buldu. Evin duvarında sanki bir araba çarpmış gibi bir delik açıldı. İçeride bir alev topu belirdi, molozlar ve duman etrafa saçıldı.

Luke’u neredeyse yerinde zıplattı.

“Bekle,” dedi Ed. “Bir tane daha geliyor.”

Ed bir kez daha ateş açtı, bu seferki evin derinliklerine girdi. Delikten kırmızı ve turuncu ışıklar geldi. Yer sallandı. Tamam. İşte vakit gelmişti.

Luke ayağa kalktı ve koşmaya başladı.

*

İlk patlama tam üstündeydi. Bütün ev sarsılmıştı. Brown ekrandan doğru üst kattaki koridora baktı.

Uzak tarafı havaya uçmuştu. Smith’in durduğu nokta artık orada değildi. Artık Bay Smith’in ve pencerenin olduğu olduğu yerde etrafı paramparça bir delik vardı.

“Bay Smith?” dedi Brown. “Bay Smith, orada mısınız?”

Cevap gelmedi.

“Ateşin nereden geldiğini gören var mı?”

“Gözcü sensin usta.” dedi bir ses.

Ciddi bir sorunları vardı artık.

Birkaç saniye sonra bir roket evin önünü vurdu. Şok dalgası Brown’u yere serdi. Duvarlar çöküyordu. Mutfağın tavanında odanın içine doğru kısmen çökmüştü. Brown, yere düşen döküntülerin arasında yatıyordu. Olaylar beklediğinin tersine gitmişti. Polisler kapıları indirir—duvarlardan roket atmazlardı.

Bir başka roket daha evin içine isabet etti. Brown elleriyle başını korudu. Her şey sallanıyordu. Bütün ev çökebilirdi.

Kısa bir süre sonra şimdi, birisi çığlık atıyordu. Bunun dışında sessizlik vardı. Brown ayağa fırladı ve merdivenlere koştu. Odadan çıkarken bir el bombasıyla birlikte tabancasını kaptı.

Salondan geçti. Toplu katliam yaşanmıştı. Yangın çıkmıştı. Sakallılardan biri ölmüştü. Hatta ölmekten fazlasıydı bu— adamın parçaları bütün odaya yayılmıştı. Avustralyalı paniklemiş ve maskesini çıkarmıştı. Yüzü koyu renkli kanla kaplanmıştı, neresinden vurulduğu anlaşılmıyordu.

“Göremiyorum!” diye bağırdı adam. “Göremiyorum!”

Gözleri açıktı.

Zırhla kaplı bir adam parçalanmış duvardan doğru içeriye adım attı. Çirkin bir otomatik silah sesiyle Avustralyalıyı susturdu. Avustralyalının kafası çeri domatesler gibi patladı. Bir iki saniyeliğine ayakta kafasız şekilde kaldı, sonra çuval gibi yere yığıldı.

 

İki numaralı Sakallı arka kapının yanında yerde yatıyordu, Brown’u birkaç dakika öncesine hoşnut etmiş olan çift-çelikle güçlendirilmiş kapıydı bu. Polisler bu kapıdan asla geçemezlerdi. İki numaralı sakallının üzeri patlamadan dolayı kesiklerle doluydu ama hala savaşabilirdi. Duvara doğru süründü ve doğruldu ve omuzuna asılı olan silaha davrandı.

İçeri dalan adam iki numaralı sakallıyı yakın mesafeden suratından vurdu. Kan, kemik ve beynindeki gri maddesi duvara saçılmıştı.

Brown arkasını döndü ve hızla merdivenlerden yukarı çıktı.

*

Ortalık dumanla kaplıydı ama Luke adamın üst kata koştuğunu görmüştü. Odada etrafına bakındı. Herkes ölmüştü.

Tatmin olmuştu, koşarak yukarı çıktı. Kendi nefesinin sesi kulaklarını doldurdu.

Burada savunmasızdı. Merdivenler dardı ki; bu, üzerine ateş açmak için mükemmel bir zamandı. Bunu yapan olmadı.

Üst katta duman çok daha azdı. Soluna doğru parçalanmış pencere ve keskin nişancının siper aldığı duvar vardı. Keskin nişancının bacakları yerdeydi. Ten rengi botları birbirinin aksi yönde bakıyordu. Adamın geri kalanı gitmişti.

Luke sağa yöneldi. İçgüdüsel olarak koridorun sonundaki odaya doğru gitti. Uzisini koridorda bıraktı. Omuzuna takılı olan pompalı tüfeği de bıraktı. Kabzasında duran Glock tabancasını çıkardı.

Sola döndü ve odaya girdi.

Becca ve Gunner iki katlanan sandalyeye bağlı halde oturuyorlardı. Kolları arkadan bağlanmıştı. Sanki elle dağıtılmış gibi, saçları birbirine girmişti. Tabii ki, bir adam arkalarında duruyordu. Başlarına geçirilmiş çuvalları yere bıraktı ve namluyu Becca’nın kafasının arkasına dayadı. Yere çömelmişti ve Becca’yı kendisine siper almıştı.

Becca’nın gözleri açılmıştı. Gunner’ınkiler ise sıkıca kapanmıştı. Kontrolsüzce ağlıyordu. Sessiz titriyor, bütün vücudu sarsılıyordu. Altına kaçırmıştı.

Değdi mi?

Onları böyle çaresiz ve korkmuş görmek, değmiş miydi? Luke, bir gün önce bir darbeyi engellemişti. Başkan’ı neredeyse kesin bir ölümden kurtarmıştı, ama buna değer miydi?

“Luke?” dedi Becca, sanki onu tanımamış gibi.

Tabii ki tanımadı. Luke kaskını çıkardı.

“Luke,” dedi. Belki rahatlıktan, bir anlığına nefesi kesildi. Bilmiyordu. Böyle aşırı durumlarda insanlar garip sesler çıkarırlardı. Bu her zaman bir anlama geliyordu.

Luke silahını kaldırdı ve Becca ve Gunner’ın başlarının arasına doğrulttu. Adam başarılıydı. Luke’a vurabileceği bir şey göstermiyordu. Luke, yine de silahını indirmedi. Sabırlıca izledi. Bu başarı sonsuza dek süremezdi. Kimse sonsuza kadar başarısını sürdüremezdi.

Luke şu an hiçbir şey hissetmiyordu, sadece… sonsuz… sakinlik.

Rahatlığın vücudunu sardığını hissetmedi. Bu henüz sona ermemişti.

“Luke Stone?” dedi adam. Homurdandı. “Şaşırtıcı. Şu son birkaç günde aynı anda her yerdesin. Gerçekten, bu sen misin?”

Luke, adam Becca’nın arkasına saklandığı sırada onun yüzünü görür gibi olmuştu. Sol yanağı boyunca bir yara vardı. Üst kısmı yassı saçları vardı. Hayatını orduda geçirmişe benzer, keskin fiziksel özellikleri vardı.

“Kim bilmek istiyor?” dedi Luke.

“Bana Brown derler.”

Luke, başını onaylarcasına salladı. Aslında bir isim olmayan bir isim. Bir hayaletin ismi. “Pekala, Brown, bunu nasıl yapmak istersin?”

Luke, hemen alt katta polisin eve girdiğini duyabiliyordu.

“Sence seçenekler nedir?” dedi Brown.

Luke, hareketsizce ayakta duruyordu, silahıyla hala bir atış şansı için bekliyordu. “Ben iki seçenek görüyorum. Ya şu dakika ölürsün ya da şanslıysan, hapishanede, şu andan çok sonra.”

“Ve ya sevgili eşinin beynini üzerine patlatabilirim.”

Luke cevap vermedi. Sadece silahını tutuyordu. Kolu yorulmamıştı. Hiçbir zaman yorulmazdı. Ama polisler bir dakikaya yukarıda olurlardı ve bu, denklemi değiştirecekti.

“Ve bir saniye sonra sende ölü olacaksın.”

“Doğru,” dedi Brown. “Veya bunu yapabilirim.”

Serbest eliyle Becca’nın kucağına bir el bombası bıraktı.

Brown tam hızlıca kaçtı ki Luke elindeki silahı bırakıp el bombasına doğru atladı. Bir anda bombayı kaptığı gibi odanın arka duvarına doğru salladı ve sandalyeleri kapattı ve Becca ve Gunner’ı yere itti.

Becca çığlık attı.

Luke onları sertçe bir araya getirdi, nazik olma vakti değildi. Onları iyice birbirine yaklaştırdı ve üstlerine kapandı ve onları vücudu ve zırhıyla korumaya çalıştı.

Bir anlığına hiçbir şey olmayacak gibiydi. Belki de bu bir tezgahtı. Bomba sahteydi ve Brown denen adam şu an onlara silah doğrultmuştu bile. Hepsini öldürebilirdi.

BAAAAAM!

Odanın içinde sağır edici bir şekilde patlama geldi. Luke onlara daha sıkı sarıldı. Yer sallandı. Metal parçaları üzerine yağdı. Kafasını iyice aşağıya çekti. Boynunda açık kalan yerler parçalanmıştı. Onları korudu ve tuttu.

Hemen altında, o küçük ailesi, titredi, korku içinde korkmuş ve dona kalmışlardı.

Şimdi o piçi öldürme vaktiydi. Glock’u yerde, hemen yanında yatıyordu. Kaptığı gibi ayağa fırladı. Döndü.

Odanın arkasındaki duvar paramparça olmuş, kocaman bir delik açılmıştı. Luke buradan mavi gökyüzünü ve günışığını görebiliyordu. Ve aynı zamanda Brown denen adamın ortadan kaybolduğunu. Luke arta kalan parçaları kendine siper alarak bu açıklığa belirli bir açıyla yaklaştı. Deliğin kenarları parçalanmış tahta, alçı panel ve cam elyaf yalıtımını görebiliyordu. Yerde, muhtemelen birkaç parçaya bölünmüş halde bir adam göreceğini sanıyordu. Ama hayır. Kimse yoktu.

Bir anlığına Luke, bir şeyin suya atladığını gördüğünü düşündü. Biri suya atlayıp kayıplara karışmış olabilirdi. Luke daha net görebilmek için gözlerini kırptı ve tekrar baktı. Emin olamadı.

İki türlü de Brown denen adam gitmişti.

3. BÖLÜM

9:03

Bethesda Donanma Tıp Merkezi Bethesda, Maryland

Dizüstü bilgisayarın ekran ışığı, hastanenin tek kişilik odalarından birinin yarı karanlığında titredi. Luke rahatsız bir sandalyede arkasına yaslanmış, ekrana bakıyordu, bilgisayardan kulaklarına bir çift beyaz uzanıyordu.

Zar zor nefes almakla beraber minnet ve ferahlık içindeydi. Son dört, beş saat boyunca zorla nefes almaya çalışmaktan göğsü ağrımıştı. Arada bir ağlamayı düşündü, ama henüz böyle bir şey olmamıştı. Belki daha sonra.

Odada iki yatak vardı. Luke araya birini sokmuştu ve şimdi Becca ve Gunner yatakta uzanmışlar, derince uyuyorlardı. Yatıştırıcı almışlardı ama bunun önemi yoktu. İkisi de kaçırıldıklarından Luke eve girene kadar bir an bile gözlerini kırpmamışlardı.

Şiddetli bir korku içerisinde on sekiz saat geçirmişlerdi. Şimdi ise derin uykudalardı. Ve bu durum uzun bir süre daha devam edecekti.

İkisi de yaralanmamıştı. Evet, bu olayın üzerlerinde bıraktığı duygusal izleri uzun süre taşıyacaklardı ama fiziksel bir yaraları yoktu. Kötü adamlar ellerindeki koza zarar vermemişlerdi. Belki bunda Don Morris’in parmağı vardı, onları korumuştu.

Kısa bir süreliğine Don’u düşündü. Olaylar artık yaşanıp bittiğine göre bunu yapmak uygun göründü. Don, Luke’un en büyük akıl hocasıydı. Luke’un hayatında Don’un sürekli bir yeri vardı; Luke yirmi yedi yaşında Delta Gücü’ne katılığı günden bu sabaha kadar, on iki yıl boyunca birliktelerdi. Don, FBI Özel Müdahale Timi’ni kurduğunda Luke için özel bir yer ayırmıştı. Dahası—onu işe almış, ne yapıp etmiş ve onu Delta’dan çalmıştı.

Ama Don bir noktada dönmüştü ve Luke bunu göremedi. Don, hükümeti devirmeye çalışan komploculardan biriydi. Luke, bir gün Don’un bütün bunları yapmasındaki mantığı anlayabilirdi, ama o gün bugün değildi.

Önündeki bilgisayar ekranında “yeni Beyaz Saray” denilen kalabalık medya odasını gösteren canlı yayını izliyordu. Odada en fazla yüz adet sandalye vardı. Gittikçe artan bir açıyla önden arkaya doğru gidiyordu, bir sinema salonu olarak da kullanılabilirdi. Bütün koltuklar doluydu. Arka duvarda yaslanacak yer kalmamıştı. Kalabalık, sahnenin yanını kaplamıştı.

İçinde bulundukları evin fotoğrafları ekranda göründü. Kuleli, Kraliçe-Anne tarzı 1850’lerden kalma güzel bir malikaneydi. Washington, DC’de, Donanma Gözlem arazisinde bulunuyordu. Çoğunlukla beyaz renkteydi.

Luke bu ev hakkında bazı şeyler biliyordu. Burası onlarca yıl boyunca Birleşik Devletler Başkan Yardımcısına resmi ev sahipliği yapmıştı. Şimdi, ve öngörülebilir gelecek boyunca Başkanın evi olacaktı.

Ekranda tekrar medya odası göründü. Eski Başkan Yardımcısı, bu sabah görev yeminini etmiş ve Başkan olarak sahneye çıkmıştı. Başkan olarak Amerikan halkıyla ilk buluşmasıydı. Koyu mavi bir elbise giymişti, saçları çene hizasından küt kesilmişti. Kıyafetinde potluk vardı bu da içinde kurşun geçirmez materyal olduğu anlamına geliyordu.

Gözlerinde bir şekilde hem sert ve katı hem de yumuşak bakışlar vardı—danışmanları muhtemelen ona aynı anda kızgın, cesur ve umut dolu görünmesini salık vermişlerdi. Bir makyöz yüzündeki yanıkları kapatmıştı. Yaraları görebilmek için onların nerede olduğunu bilmek gerekirdi. Susan odadaki en güzel kadındı, hayatı boyunca da böyle olmuştu zaten.

Öz geçmişi etkileyiciydi. İçinde; genç yaşlarında yaptığı süper modellik, bir teknoloji milyarderinin karısı olmak, bir anne olmak, Kaliforniya’dan Birleşik Devletler Senatörlüğü, Başkan Yardımcılığı, ve şimdi de, bir anda, Başkanlık. Eski Başkan Thomas Hayes bir yeraltı yangınında can vermişti ve Susan hayatta olduğu için şanslıydı.

Luke, onun hayatını dün iki kere kurtarmıştı.

Bilgisayarının sesi şu ana kadar kapalıydı, ve şimdi açtı.

Kurşun geçirmez cam panellerle çevrelenmişti. Onunla birlikte sahnede on Gizli Servis Ajanı duruyordu. Odadaki dolduran gazeteciler onu ayakta alkışlıyordu. TV spikerleri düşük tondan konuşuyorlardı. Kamera, Susan’ın kocası Pierre ve iki kızına döndü.

Sonra tekrar Başkana: kalabalığı sessizleştirmek için ellerini havaya kaldırmıştı. İstemese de, yüzünde parlak bir gülümseme belirdi. Kalabalık yine heyecanlandı. Bu, tanıdıkları Susan Hopkins’di: gündüz programlarına çıkmayı, kurdele törenlerine katılmayı, Parti mitinglerine gitmeyi seven, coşku dolu Susan Hopkins. Şimdi ise küçük ellerini yumruk yapmış ve onları bir hakem edasıyla kafasının üzerine kaldırmıştı.

Kamera pan yaptı. Katılaşmış Washington, DC ve ulusal gazeteciler, insanoğlunun bildiği en bıkkın insan grubu dolu gözlerle ayağa kalkmışlardı. Bazıları açık açık ağlıyordu. Luke bir anlığına çizgili bir takım giymiş ve koltuk değneklerine dayanmış olan Ed Newsam’ı gördü. O da davet edilmişti ama burada, hastanede olmayı tercih etmişti. Başka bir yerde olmak söz konusu olamazdı.

Susan mikrofona geldi. Kalabalık, sadece Susan’ın sesi duyulacak kadar sustu. Kürsüye ellerini koydu, kendini sağlama almak istiyordu sanki.

“Hala buradayız,” dedi, sesi titriyordu.

Kalabalık şimdi tekrar coşkuyla patladı.

“Ve biliniz ki hiçbir yere gitmiyoruz.”

Sağır eden bir gürültü koptu. Luke kulaklığına gelen sesi kıstı.

“İstiyorum ki...” dedi Susan ve tekrar sustu. Bekledi. Alkış devam ediyordu. Bekledi. Mikrofondan bir adım uzaklaştı, gülümsedi ve yanındaki Gizli Servis elemanlarından uzun olanına bir şeyler söyledi. Luke bu adamı tanıyordu. İsmi Charles Berg’di. Susan’ın hayatının kurtulmasında o da yardımcı olmuştu. On sekiz saat boyunca Susan’ın hayatı kesintisiz bir şekilde tehlike içerisindeydi.

Ses biraz azaldığında Susan, kürsüye tekrar yaklaştı.

“Buradan gitmeden önce benimle birlikte bir şey yapmanızı istiyorum,” dedi. “Yapacak mısınız? ‘Tanrı Amerika’yı Korusun’ söyleyeceğiz. Her zaman en sevdiğim şarkı olmuştur.” Sesi çatladı. “Ve bu akşam bu şarkıyı söylemek isterim. Benimle söyleyecek misiniz?”

Kalabalık onay verircesine kükredi.

Söylemeye başladı. Yardım almadan, o küçük ve eğitimsiz sesiyle söyledi. Yanında ünlü bir şarkıcı yoktu. Ona eşlik eden birinci sınıf müzisyenler yoktu. Odadaki kalabalığın, dünya çapında ekranlardaki milyonların karşısında tek başına söyledi.

“‘Tanrı Amerika’yı korusun,’” diye başladı. Sesi küçük bir kızınki gibi çıkıyordu. “‘Sevdiğim vatan.’”

Gökdelenlerin arasında yükseğe gerilmiş bir ipe çıkan bir cambazı izlemek gibiydi. İnanmıştı. Luke boğazında bir düğüm hissetti.

Kalabalık onu yalnız bırakmadı, bir sel gibi bir anda ona katıldılar. Dahası, daha güçlü sesler de ona katılmıştı. Ve o, onları yönetiyordu.

 

Karanlık odanın dışında, hastane koridorunun sonunda görev başındakiler de söylemeye başladılar.

Luke’un yanındaki yatakta yatan Becca uyandı. Gözleri açılmıştı ve bir anlığına nefesi kesilmiş gibi ses çıkardı. Başını hızla sağa ve sola çevirdi. Yataktan fırlamaya hazırdı. Luke’un orada olduğunu görmüştü ama sanki onu tanımamıştı.

Luke kulaklıklarını çıkardı. “Becca,” dedi.

“Luke?”

“Evet.”

“Bana sarılır mısın?”

“Evet.”

Dizüstü bilgisayarı kapattı. Becca’nın yanına, yatağa uzandı. Vücudu sıcaktı. Ona baktı, bir süper model kadar güzeldi. Becca ona sıkıca sokuldu. Luke da onu güçlü kollarıyla sımsıkı sardı. O kadar sıkı tutuyordu ki sanki Becca olmak istiyordu.

Bu, Başkan’ı izlemekten daha iyiydi.

Koridorun sonunda, barlarda, restoranlarda, evlerde, arabalarda ve ülkenin her yerinde insanlar şarkı söylüyordu.

Teised selle autori raamatud