Tasuta

Her Yol Mübah

Tekst
Autor:
Märgi loetuks
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

51. Bölüm

Saat 01:50

Bowie, Maryland – Washington Doğu Banliyöleri

Araç konvoyu, gecenin içinden hızla buraya gelmek için hızla ilerlemişti.

Çoğu cip ve benzeri olan bir düzineden fazla araç vardı. Hepsi siyahtı, üzerlerinde hiçbir işaret yoktu. Sonuncusu ise, mevcut olayla bir alakası olmayan, içine mahkumların bindirildiği, bir çeşit hapishane arabasıydı. Araçlar, evden iki bina öteye sessizce park ettiler. Mahalle banliyöde bir çıkmaz sokağa kuruluydu. En azından sokaklar tek yöndü. İki cip girişte burun buruna park etmişti.

20 kişilik saldırı ekibi, evi çevrelemişlerdi.

Sekizi önden yaklaştı, yanlardan da beşer kişi. İki kişi, ekip liderleri, geride, arabaların arkasına çömelmişlerdi. Bulundukları yeri gözlem ve emir noktası olarak kullanabilirlerdi. Adamların hepsi Kevlar vücut giysileri ve başlıkları giyiyorlardı. Tüm başlıkların dahili telsizi vardı.

Sekiz kişilik ekip iki arabalık garajın önüne sessizce konuşlanmışlardı. En öndeki adam, bir ya da iki manevrada ön kapıyı kırıp geçecek,  yaklaşık 15 kilogramlık bir şahmerdan taşıyordu. Hepsinin birer sersemletici el bombası Plan ön kapıyı geçtikten sonra sersemletici bombaları içeri fırlatmaktı. Eğer her şey yolunda giderse, bombalar ve çıkardıkları ışık evdekileri sersemletip etkisiz hale getirecek ya da evden kaçmalarına sebep olacak, o zaman da ekibin geri kalanı dışarıda onları yakalayacaktı.

Sıradaki üçüncü kişi, Rafer adında genç bir adamdı, gözlerine akan terleri sildi. Doğrusunu söylemek gerekirse, kaygılıydı.

Bağırsaklarında garip bir his vardı, daha önce ateşli çatışma sırasında da olduğu gibi, ishal olacakmış hissi. Pantolonunu kirletmesi an meselesiydi. Gülümsedi. Bozuk bağırsaklar onun totemiydi. Irak ve Afganistan’da üç tur göreve gitmiş, savaşta burnu bile kanamamıştı.

Kes şunu. Dikkatini ver.

Aklını başına topladı. Sıra, garaj kapısına doğru meyillenmişti. Ön kapının basamakları sağda 3 metre ilerideydi. Hızlı olmalıydı. Aklında canlandırdı. BAM! Kapı yıkıldı, sersemletici bombaları fırlattılar. Onunki ikincisiydi. Geri çekilip, patlamaları bekleyip, içeri gireceklerdi.

Yakından bir yerden, ses geliyordu.

Susturulmuştu, ama araba motoru gibi ses çıkarıyordu. Ve tam olarak garajın diğer kapısının arkasından geliyor gibiydi.

Önündeki adam, Rafer’e baktı. Gözleri büyüdü. İkisi birden dönüp kapıya baktılar.

* * *

Walter Brenna’nın kapalı garajındaki Suburban’ın şoför koltuğunda Luke oturuyordu. Yanında Brenna, arkada ise Susan Hopkins ve Charles Berg. Brenna M1’ini yanına almıştı, dizlerinin yanında duruyordu. Chuck’ın dokuz milimetre Beretta’sı vardı. Susan’ın silahı yoktu. Luke onların babası gibiydi. Sanki küçük bir aileydiler.

Elleri direksiyonu kavramıştı. cipin içinde neredeyse sessizlik hakimdi. Garajın köşesinde küçük bir monitör vardı. Garajın dışında olup biteni gösteriyordu. Adamlar dışarıdaydı, özel silahlar ve taktikler timi gibi giyinmişlerdi. Luke’un, kim olduklarına ya da kimi temsil ettiklerini düşündüklerine dair hiçbir fikri yoktu.

Darbe olduğunu biliyorlar mıydı? Gerçek başkanın burada olduğunu biliyorlar mıydı? Belki de sadece birkaç teröristi indireceklerini sanıyorlardı.

Kafasını salladı. Fark etmezdi. Evi vurmak üzereydiler, bu da onların kötü adamlar oldukları anlamına geliyordu.

“Bu onlara sürpriz olacak.” dedi sessizce. “Yani avantaj bizde. Ama bununla bitmeyecek.”

“Adamları öldürmeyi mi planlıyorsun?” dedi Susan.

“Evet.”

Anahtarı deliğinde çevirdi ve motor çalışmaya başladı. Artık geri dönüş yoktu.

Arabayı vitese taktı ve derin bir nefes aldı.

“Hazır mısınız?”

“Çok ağır bir arabadır.” dedi Brenna. “İyice yüklenmen gerek.”

Luke gaza abandı.

Lastikler garajın beton zemininde çınladı, Suburban ileri doğru atıldı, kapıya çarptı, paramparça ederek yere indirdi. Cip, gecenin içine atılmıştı. Bir şeylere çarparak etrafa sıçratmışlardı, kapı parçaları, kasis, adamlar, Luke bilmiyordu ve umurunda da değildi.

Sağında ve sonunda siyah giyinmiş adamlar koşturuyordu.

Gazdan ayağını hiç çekmeden sola döndü. Adamlar çömeldi ve ateş etmeye başladı, arabanın yan tarafı kurşun yağmuruna tutulmuştu.

TA-TA-TA-TA-TA

Susan çığlık atıyordu.

“Susan!” dedi Luke. “Başını, Chuck’ın kucağına kadar, aşağı eğ. Camların ne kadar dayanacağını bilmiyoruz. Kırıldıklarında kafanın orada olmasını istemiyorum.”

Cip hız kazanmıştı. Luke ivmeyi hissedebiliyordu.

İki blok ötede, iki koyu renkli cip burun buruna, sokağın ortasına, park etmişti. Arkalarında adamlar pozisyon almış bekliyorlardı. Luke silahlarının namlusundan çıkan alevi görebiliyordu. Çoktan ateş etmeye başlamışlardı.

“Nereye gidiyoruz Walter?”

“İleri. Tek çıkış yolu o.”

“Camların ne kadar dayanacağını az sonra anlayacağız sanırım.”

Luke gaza, tekrar, sonuna kadar abandı. Arabaların gittikçe yaklaşışını izledi. Yakın, daha yakın. Bir düzine siyah giyinmiş adam silahlarını ateşlediler. Mermiler, ön cama böcek gibi yağdı.

İki adam ciplerin tamponuna uzanmış, hala ateş ediyordu.

“Hadi bakalım!”

BOOM!

Suburban, iki cipin arasına çarptı, metal metali kesiyordu. Aniden aralarını açtı, kaydırdı, oyuncak gibi etrafa saçtı. İki tetikçiyi altına aldı ve ezdi.

Suburban açıkça yavaşlamıştı.

Luke gaz pedalına yeniden yüklendi. Araba hızlanarak ilerledi.

Arka cama ateş ediliyordu. Susan gene çığlık attı, ama bu sefer o kadar yüksek sesli değildi. Sonra menzillerinden çıktılar, hızlı gidiyorlardı. Luke dikiz aynasına baktı. Adamlar koşuyor, ciplere biniyorlardı.

“Tamam,” dedi Luke. “Hiç fena gitmedi. Otoyol girişi nerede?”

“İleride,” dedi Luke. “Bir buçuk kilometre sonra sağda.”

Araba, sessiz şehri yarıp geçiyordu. Luke otoban girişindeki keskin dönüşü almak için oldukça yavaşladı. Şehre doğru batı yönünde, nerede trafiksiz, 4 şeritli yola bağlandılar.

Araba hala hızlanıyordu. Dijital gösterge önce 120yi gösteriyordu, sonra 140, sonra 160. Araba ileri doğru atıldı, sürüşü kolaylaşıyordu. Bir anlığına, gülümsedi. Suburban karşı tarafın ulaşamayacağı kadar hızlı yok olmuştu.

Arkalarında ilk takip araçları belirdi. Luke, dikiz aynasından farlarını görebiliyordu. Bu arabayla onlardan daha hızlı gidebilir miydi? Sanmıyordu.

Arabaya daha da yüklendi. 160 ile gidiyordu.

Şimdi 180.

Arabanın içi sessizdi. Kimse neşeli değildi. Kimse savaş naraları atmıyordu. Daha hiçbir şey başaramamışlardı, başarmaya yakın bile değillerdi. Herkes bunu anlamış olmalıydı.

Gerilerinde, arabalar sinyal veriyor ve yaklaşıyorlardı. Luke tekrar dikiz aynasına baktı. Kırmızı ve mavi ışıklar yanıyor, hızlı geliyorlardı.

“Az sonra bir sürü eşlikçimiz olacak.” dedi.

Arkalarında, takip araçları yaklaşıyordu. Bir giriş rampası geçtiler. Üç büyük siyah cip daha aralarına katılmış, yanlarına gelmiş, otobanda hızla ilerliyordu. İki yüz metre ileride de, iki tanesi yavaşlayıp, neredeyse durdular. Stop lambaları karanlıkta parlıyordu.

“Stone!” dedi Chuck Berg. “Bizi sıkıştıracaklar.”

“Görüyorum.”

Susan’ın kafası karışmıştı. “Vazgeçsek ne olur?”

“Bizi öldürürler.” dedi Brenna.

“Buna emin miyiz? Yani bu çok saçma. Beni burada görüp, sonra da vuracaklar mı?”

Brenna omuzlarını silkti. “Bunu gerçekten öğrenmek istiyor musun?”

Üç beş kilometrede bir, normalde eyalet polislerinin park edip radarla trafiği kontrol ettiği ya da öylece dönüp gittiği, dönüş noktaları geçiyorlardı. Az sonra bir tane daha geçeceklerdi.

Luke’un sol tarafına bir cip yaklaştı. Bir nişancı arka camdan dışarı uzandı. “Eğilin!” diye bağırdı Luke.

Adam Suburban’ın arkasına ateş ediyordu. Mermiler yağıyordu. Susan çığlık attı. Arka cam çatladı ama kırılmadı. Luke, direksiyonu sertçe sola çevirdi. Zırhlı arabaları, siyah cipe çarptı ve beton duvara doğru sürükledi. Araba sıkıştı, lastikleri parçalandı ve sonra da ters döndü. Suburban gitmeye devam ediyordu.

Luke arkasını dönüp ona baktı. “Susan, sana eğilmeni söyledim. Canın istediğinde değil. Hep. Umurlarında değiliz. Sana ateş ediyorlar. Nerede olduğunu onlara belli etmemeni tercih ederdim.”

Cipler tarafından çevrelenmişlerdi. Üç tane önde, bir tane yanda, iki de arkalarında. Öndeki üç tanesi yavaşladılar, sonra daha da yavaşladılar. Etraflarında geçecek yer yoktu. Arka ışıkları, frene basıp çektikçe, renk değiştiriyordu. Luke hız göstergesine baktı. 100. 90. 80. 70. Hızla yavaşlıyordu. Sıkıştırılmışlardı. Buradan çıkış yoktu.

“Şimdi pek de rağbet görmeyen bir şey yapacağım,” dedi Luke. “Oylamaya açardım ama benden başka kimsenin buna olumlu bakacağına inanmıyorum.”

“Nedir?” dedi Brenna.

Bir sonraki dönüş noktası yaklaşıyordu.

“Bu,” dedi Luke, ve direksiyona tekrar sertçe çevirdi.

Suburban, dönüş noktasına doğru direksiyonu kırdı, bozuk yolun üzerinden atlayarak, otoyolun batıya doğru giden şeritlerinin arasındaydı. Ama doğuya doğru hareket ediyordu.

Karşısında yüzlerce araba farı vardı.

“Tanrım!”

Luke kararlı bir şekilde farların arasına daldı. Gaza yüklendi.

Trafiği yararak gidiyorlar, arabalar yaprak gibi sağa sola saçılıyordu.

Sol taraflarından bir traktör römorku geçti. Bütün araba rüzgarıyla sarsıldı.

“Luke!” diye bağırdı Susan. “Dur!”

Suburban, trafiğin içinde hızlanıyordu. Arabalar dönüyordu. Farları neredeyse kör ediciydi. Arkasına bakacak vakti yoktu. İki eliyle direksiyonu kavrayıp, tam konsantrasyon, gözünü yola kilitledi.

Uzun bir yoldu, sürüyle araba geliyordu. Luke, bir teknenin dalgaları kestiği gibi, trafiği yarıyordu. Kendine güven hissi belirginleşmişti –  o kıpıp kıpır, canlı, Dexy aldığı zamanlardaki his. Dikkatli olmalıydı. Aşırı kendine güven, öldürebilirdi.

Yanlarından geçen araçlar onlara doğru ateşlenmiş birer mermi gibiydi

 

“Bizimle birlikte başka dönen oldu mu?” dedi Luke.

Brenna arkasına baktı.

“Hayır. Kimse o kadar delirmemiş.”

“Güzel.”

Luke en sola kadar önüne gelen her şeye çarparak ilerledi ve bir sonraki giriş rampasında otoyolu hızla terk etti.

52. Bölüm

Saat 02:21

Baş Adli Tabibin Ofisi – Washington, DC

Luke, kollarının arasında M4 tüfeği ile binanın duvarına dayanmış, Ed Newsam’ı gördü.

Bina dört katlı, önü camdı. Beyaz Saray’ın çevresindeki, bir kilometre radyasyon tahliye bölgesinin hemen dışındaydı. Sokaklar tamamen terk edilmişti. İnsanların çoğu bir kilometrenin yeterli olmadığını düşünmüş olmalıydı.

Luke arabanın kaldırıma doğru kayıp, durmasına izin verdi.

“Şimdi ne olacak?” dedi Susan.

“Şimdi dışarı çıkıyorsun. Ed, Chuck ve Walter’la birlikte bu binanın içinde kalıyorsun. Ne olursa olsun, kim gelirse gelsin, onlarla kal. Ed’e olabildiğin kadar yakın ol. Chuck ve Walter da çok iyiler ama Ed bir ölüm makinesi. Tamam mı?”

“Tamam.”

“O zaman bunu hızlıca halledelim.”

Luke arabadan çıktı. Radyatörden duman çıkıyordu. Bütün kapılan kurşun delikleriyle bezenmişti. Dört lastikten üçü parçalanmıştı. Sonuç alarak araba çok iyi dayanmıştı. Luke’un bunlardan bir tane alması gerekti.

“Eleştirilmişsin, ha?” dedi Ed.

Luke gülümsedi. “Orada olmalıydın.”

Arkasında, diğerleri de yukarı çıkıyordu.

“Ed, başkanı hatırlıyorsun değil mi?”

“Tabii ki.”

Ed bina girişinin kapısını itti. Kaldırma gücü çok azdı, bunu yapmak için vücut ağırlığını kullanması gerekti. Ana girişe geldiler. Ashwal, tekerlekli sandalye ile oradaydı. Koyu renk tenli, saçları seyrek, gözlüklü bir adamdı. Luke onu görmeyeli yıllar geçmişti. Tekerlekli sandalyeye bağlı, kısa sarı saçlı ölü bir kadın vardı.  Beyaz, baharlık bir kazak ve kumaş pantolon giyiyordu. Derisi gri ve gevşemişti, ama onun dışında onu uyuyor sanabilirdin.

“Ashwal,” dedi Luke.

Adam ona baktı. “Luke.”

Luke iki eliyle Susan’ı gösterdi. “Ashwal, bu Susan Hopkins, Birleşik Devletler’in başkanı. Yaralı. Onu muayene etmeni ve burada elinde ne varsa onlarla yaralarını tedavi etmeni istiyorum. Onu hastaneye götüremeyiz. Birileri onu öldürmeye çalışıyor.”

Ashwal Susan’a baktı. Gözlerinde yavaşça bir şeyler belirdi.

“Ben artık doktor değilim.”

“Bu gece öylesin.”

Ashwal kafasını salladı, suratı ciddiydi. “Peki.”

Susan cesede bakıyordu.

“Bu, ben miyim?” dedi.

“Evet.”

“Onunla ne yapacaksın?”

Luke omuzlarını silkti. “Onu öldüreceğim.”

53. Bölüm

Saat 02:30

Washington, DC sokakları

Bu arabayı arıyor olmalılardı. Yapılacak en kolay şey, bulmalarına yardım etmek olurdu.

Luke Suburban’ın içinde, yalnızdı. Brenna’nın M1 Garand tüfeği ön koltukta, yanındaydı. Yüksek güçlü, .30-06 zır delici yangın delici mermi ile sekiz atışlık şarjörü doluydu. On şarjör daha, koltuğun önünde, yerde duruyordu.

Arka koltukta, Susan’ın oturduğu yerde, ceset oturuyordu. Emniyet kemeri  bedeni dik tutuyordu. Arabanın hareketiyle, kafası oynuyordu.

Luke, Capitol ve National Mall’ın yanındaki boş sokaklarda yavaşça ilerledi. Radyasyon depolama alanının hemen yanındaydı. Kolombiya eyalet polisleri buralarda bir yerde yolları kesmiş olmalıydı.

İşte oradalardı, sağ tarafında bir sokakta ışıkları parlıyordu. Kesişim noktasını geçti ve arabayı kaldırıma çekti. Çevrede ne bir araba ne de insan vardı.

Polisler iyi insanlardı. Bir başlangıçlardı. Fakat Luke’un ihtiyacı olan kötü adamlardı. Polislerin olan biten hakkında hiçbir fikri yoktu. Bu araba onlara hiçbir şey ifade etmeyebilirdi. Bir dakikalığına bunu düşünerek oturdu. Onlara, otoyolda, şu an nerede olduğu hakkında en ufak bir fikirleri olmayacak kadar izini kaybettirmiş olabilir miydi? Sanmıyordu.

Cep telefonu hala yanındaydı. Atmamasının saçma olduğunu biliyordu ama çok küçük bir ihtimal olduğunu bilmesine rağmen Becca’dan bir mesaj ya da çağrı gelmesini umuyordu. Telefonunu çıkardı ve karanlıktaki korkutucu parlaklığına baktı.

“Allah kahretsin!” dedi. Hızla Becca’nın numarasını çevirdi.

Telefonu kapalıydı. Çalmadı bile.

“Merhaba, ben Becca. Şu anda aramanızı…”

Telefonu kapattı. Bir kaç dakika hiçbir şey düşünmemeye çalışarak sessizce bekledi. Onu belki bulurlardı, belki bulmazlardı. Bulmazlarsa, gidip kendisinin onları bulması gerekecekti. Gözlerini kapattı ve derin derin nefes aldı. Sürücü koltuğuna gömülmüştü.

Gittikçe artan bir ses duyuyordu. Büyük bir helikopterin çıkardığı gürültüydü. Pek bir şey ifade etmemişti. Washington’da, havada bir helikopter olmasının ve hatta askeri bir uçak olmasının bile milyonlarca sebebi olabilirdi. Oturdu ve ön camdan dışarı baktı. Önündeki geniş bulvarı rahatça görebiliyordu.

Helikopter dosdoğru yaklaşıyordu. Yavaş ve alçaktan uçuyordu. Birkaç saniye sonra, tanıdık bir şeye benzemeye başladı.

Burada, şehrin ortasında, düşündüğü şey olamazdı.

Ama öyleydi…

…bir Apaçi silahlı helikopteri.

“Hayır, olamaz.”

Luke arabayı vitese taktı ve gaza bastı. Direksiyonu sertçe sola çevirdi ve sokağın ortasında sesli bir u dönüşü yaptı.

Helikopter, mini silahını ateşledi.

30 milimetre mermiler cipin tavanına yağdı ve arabanın zırhını deldi.

Luke korkuyordu ama sürmeye devam etti. Sert bir sola dönüş daha yaptı ve ara sokağa girdi. Helikopter arkasından geçmişti.

İleride, dört sokak polisi beton bir bariyerin önünde duruyorlardı. Helikopter dikkatlerini çekmişti, gökyüzüne bakıyorlardı. İki polis arabası, iki yana park etmişti, ışıkları yanıyordu. Luke derin bir nefes aldı.

Gerçek polisler! Şu anda teslim olmayı tercih edeceği herhangi bir grup düşünemiyordu. 100 metre kadar ileride, gaza abandı. Suburban hızlandı. Polislere doğru ivmelendi.

Dördü de dağıldılar.

Üç saniye sonra, beton bariyeri ortadan ayırarak aştı ve iki parçasını kendiyle birlikte sürükledi. Patinaj çekerek durdu, birkaç metre geriledi, sonra parçaların etrafından dolanarak ilerledi.

Arkasında, polisler araçlarına binmişti. Saniyeler sonra tanıdık siren, inlemeye başladı.

Luke, Independence Sokağı’na doğru sola döndü. Helikopteri kontrol etmek için yukarı baktı. Duyabiliyor, ama göremiyordu. Suburban’ın isabet aldığı yerlerinden dumanlar çıkıyordu. Onları çok hafife almıştı. Apaçi? Bu arabayı yok edeceklerdi ve kimin ne bildiği umurlarında değildi.

Suburban’ı gidebileceği en yüksek hıza zorladı. Biraz güç kaybetmişti, daha 130’a ulaşamadan maksimum hızına ulaştı. Alışveriş merkezinin güneyinde, Independence boyunca hızla ilerledi. Gel git havzası solundaydı. Trafik ışıkları suyun üzerinde parıldıyordu.

Arkasında, polisler hızla geliyordu.

Apaçi aniden sağında belirdi. Dört kat yukarıdaydı. Mini-silahı tekrar ateşlediler. Mermiler isabet etti. Matkap sesi çıkarıyorlardı. Sağ taraftaki yan pencere patlamış, camlar cesedin üzerine saçılmıştı. Luke ayağını gazdan hiç çekmeden, arabayı deli gibi çevirdi. Yolun ortasından hızla geçti. İleride, solda, ışıklı Lincon anıtını görebiliyordu.

Helikopter tekrar yakınına gelmişti. Mini-silahı kullanmaktan vazgeçmişlerdi. Onun yerine roketlerini ateşlemeye başlamışlardı. Helikopterin sağ yanından bir dizi roket fırlatıldı. Üç, dört, beş.

İlerisinde, yol kırmızı ve sarı tonlarına bürünmüş, patlıyordu. BOM… BOM… BOOM.

Sertçe sola döndü. Cip zincir bariyerlere çarptı ve çimenliğe fırladı. Luke oturduğu yerde savruldu. Elleri sıkıca direksiyonu tutuyordu. Ayağını gazdan çok az çekmişti.

Daha çok roket geliyordu. Bir tanesi bir dizi kiraz çiçeği ağacını vurdu. Etrafında küçük patlama tepecikleri oluşmuştu.

Araba tam arkasından bir darbe aldı.

Luke arabanın arkasının havalandığını hissedebiliyordu. Kapısını iterek açtı ve kendini dışarı attı.

Çimene düştü ve sola doğru yuvarlandı. Arabanın arka tekerlekleri yere indi ve araba yokuş aşağı, suya doğru gitmeye başladı.

Luke bir diğer roketin fırlatıldığını parıltısından fark etti. Havayı delerek geçti, cipin zırhını aştı ve arabanın içine saplandı. Alevler çıkmaya başladıktan hemen sonar, araba havaya uçtu.

BOOOOOOOM.

Luke yere kapandı ve başını korumaya aldı, arabanın ağır zırhı etrafa uçuşuyordu. Bir an sonra, dönüp baktı. Araba hala aşağı doğru kırmızı ve turuncu alevler içinde kayıyordu. Arabanın içinde, kırk yaşlarında, kimliksiz, isimsiz bir kadın yanıyordu. Luke, onun siluetini görebiliyordu.

Araba, alevler içinde, su kenarına doğru kaydı. Gel git havzasının kenarı yamaçtı. Araba kenardan içeri doğru ilerledi. Tamamen suya düşmeden önce, bir süre, olduğu yerde, yarısı suyun içinde yarısı dışında, asılı kaldı. Batarken bile yanıyordu.

Helikopter yön değiştirip uzaklaştı. Saniyeler sonra, artık gök yüzünde uzak ve karanlık bir gölgeydi.

Luke, derin nefes alıp vererek, çimenlerin üzerinde yatıyordu. Sirenleri öten bir hükümet polis arabası tam önünde kayarak durdu. Biri siyahi, biri beyaz iki polis arabadan indi. Silahlarını çekip, el fenerleriyle yaklaştılar.

“Buraya kadarmış. Eller yukarı.”

Luke söyleneni yaptı. Üzerini aradılar. Ellerini arkasına çekip, bileklerinden sıkıca kelepçelediler.

“Sessiz kalma hakkına sahipsin.” dedi polislerden biri.

54. Bölüm

Saat 03:23

Belediye Tutuk Evi – Washington, DC

Her şey beyazdı.

Duvarlar ve yer beyazdı. Tepe ışıkları parlak ve beyazdı. Kayarak açılan ve arkasından çınlayarak kapanan, elektronik, sürgülü metal kapılar beyaza boyalıydı.

Luke’un işlemlerini yapıp yarım düzine adamla birlikte nezarethaneye koydular. Oda büyüktü. Beyazdı ve her tarafında kirli el izleri vardı. Zemin beyazdı ama binlerce çift ayakkabı tabanı ile temas ettikten sonra kirli griye dönmüştü. Duvarlardan birinde pisuar ve tuvalet vardı. Zemin belirli belirsiz, ortaya doğru meyilliydi, ortada açık, yuvarlak bir gider vardı.

Kirli, beyaz bir bank hücrenin duvarlarının neredeyse yarısını çevreliyordu. Luke, diğer adamlar onu izlerken, birkaç dakika boyunca hücreyi adımladı. Odadaki tek beyaz, oydu. Bundan rahatsız olmuyordu. Diğer adamların pek de farkında değildi. Sadece burada kapana kısılmıştı. Eylemsizdi. Buna dayanamıyordu.

Dışarıda bir yerde, Becca ve Gunner kötü adamların elindeydi. Luke kendini kandırıyor olabilirdi, ama içinde bir hiç onların hala hayatta olduğunu söylüyordu. Eğer öyleyse, buradan çıkıp, onları bulmalıydı. Onları tekrar bulana dek, asla, asla durmamalıydı. Ve onları kaçıran adamların tanrı yardımcısı olsundu.

Hayır. Bu yanlıştı. Onlara kimse yardım edemeyecekti.

Eğer ki kıllarına zarar geldiyse…

Buraya sıkıştığı için, içindeki öfkenin köpürmeye başladığını hissetti. Başkan yardımcısı, arabadaki kovalamaca, olanların hepsi kafasını meşgul etmişti. Ama şimdi zihnini dağıtacak hiçbir şey yoktu.

Bir de tabii ki Susan Hopkins vardı. Onu; Ed, Brenna ve Berg ile bırakmıştı. Yetenekli adamlardı, özellikle Ed. Ama Luke eğer ölmediyse, orada olmalıydı.

Çığlık atmak istedi.

Banka doğru yürüdü ve oturdu. Bir dakika içerisinde, bir adam bankın diğer ucundan kalkıp Luke’a doğru sallanarak ilerledi. İri, genç bir adamdı, kaslı vücuduna Chicago Bulls forması giymişti. Kafasında karmakarışık bir kıvırcık saç kümesi vardı. Gülümsedi, ön dişlerinden biri altındı.

Luke’un önünde diz çöktü.

“Selam dostum, iyi misin?”

Hücrede, adamlar arasında sessiz kıkırdamalar vardı.

Luke adama baktı. “Başkan bu gece öldü. Dostum.”

Adam kafasını salladı. “Duydum. Sanırım çok ilgilenmiyorum. O adama hiç oy vermemiştim.”

Luke omuzunu silkti. “Yardımcı olabilir miyim?”

Adam çenesini oynattı. “Botlarını gördüm. Güzeller.”

Şimdi Luke kafasını sallıyordu. Ayağına ve giydiği deri botlara baktı. “Haklısın. Güzeller. Geçen Noel’de, karım almıştı.”

“Markası ne?”

“Ferragamo. Bunlara altı yüz dolar civarında ödemiş olmalı. Karım bana güzel şeyler almayı sever. Benim asla para verip kendime almayacağımı bilir.”

“Onlar bana ver.” dedi genç adam.

Luke kafasını salladı. “Bunu yapamam. Manevi değeri var. Zaten ayağına olacaklarını da sanmam.”

“Onları istiyorum.”

Luke etrafına baktı. Bütün gözler üzerindeydi. Bunun bir başkası için ne kadar yoğun ve korkutucu olabileceğini tahmin edebiliyordu.

“Gidip otursan daha iyi olacak,” dedi Luke. “Keyfim pek de yerinde sayılmaz.”

Çocuğun gözleri öfkeyle parladı, “O ayakkabıları bana ver.”

Luke gözlerini devirdi. “İstiyor musun? Al o zaman.”

Çocuk kafasını salladı ve gülümsedi. Hücredekilere bakış attı. Kıkırdamalar kahkahalara dönüşmüştü. İri, zorlu haydut, beyaz adamın ayakkabılarını çalacaktı. Eğildi ve Luke’un ayağına uzandı.

 

Luke bir saniyeliğine duraksadı sonra çocuğun ağzına tekme attı. Yıldırım çarpması gibiydi. Kafası geriye düştü. Dişleri havaya uçtu, en az üç tanesi. Bir tanesi öndeki, altın olandı. Çocuk geriye doğru düştü. Dizlerinin üzerinde eğilerek, elini ağzının üzerine kapattı.

Luke iç geçirdi. Ayağa kalktı, çocuğun arkasına doğru bir adım attı ve ensesine, tam omurganın, kafatasına bağlandığı yere yumruğu patlattı. Çocuk, kirli yere çöktü. Gözleri kapandı. Birkaç saniye içinde, kendini kaybetti. Sonra da garip bir horlama sesi çıkarmaya başladı.

Luke hücrede etrafına bakındı. Önceden de pek iyi hissetmiyordu. Sadece küçük ayakkabı hırsızı her şeyi daha da kötü yapmıştı. Eğer istedikleri buysa, Luke buradaki herkesi dövebilir, neredeyse öldürebilirdi.

“Benimle uğraşan bir sonraki kişi, bütün dişlerini kaybeder.” dedi herkesin duyabileceği bir sesle.

Hepsi ağzı açık bakakaldılar. Deminki kana susamış gözleri, şimdi başka bir duyguyla kaplıydı, korku.

Teised selle autori raamatud