Kazaklar

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

III

Olenin Orta Rusya’dan uzaklaştıkça orayla ilgili anılardan da uzaklaşıyor, Kafkasya’ya yaklaştığı ölçüde de ruhu duruluyordu. Düşünceye dalarak “Ah!” diyordu ara sıra. “Temelli gitmek ve bir daha dönmemek; bir daha ortaya çıkıp âleme görünmemek!.. Burada gördüğüm kimseleri adam yerine koyduğum yok. Hiçbiri tanımaz beni. Benim Moskova’da bulunduğum sosyetelerde bulunmuş olamaz hiçbiri. Geçmişimi, ne olduğumu bilemez. Bu adamların içinden hiçbiri, hiçbir zaman benim içyüzümü öğrenemez.”

Şimdi, bütün o geçmişin pençesinden kurtulmuş olmak duygusu yeni bir çekicilikle onu sarıyor ve yolda karşılaştıkları kaba saba adamlara Moskova’da tanıdıklarından farklı birer yaratık diye bakıyordu. Bura halkı ne kadar kaba ve uygarlıktan yoksun ise o da kendisini o kadar serbest buluyordu.

Stavropol şehrini bir baştan bir başa geçmek zorunda kaldığında keyfi kaçtı. Mağazaların tabelaları, hele Fransızca olanları, faytonlardaki hanımlar, meydanda müşteri bekleyen kiralık arabalar, ağaçlıklı cadde ve gelip geçenleri yan gözlerle süzerek caddede kolaçan eden iki çatal şapkalı, askerî palto giymiş şu veya bu mösyö, bütün bu gördükleri üzerinde kötü bir etki yarattı. “Bu adamların içinde, Moskova’daki arkadaşlarımdan herhangi birini tanıyanlar olmalı, bana öyle geliyor.” diye düşündü ve kulübü, terzisini, iskambil destelerini, devam ettiği meclisleri kafasından geçirdi yeniden…

Ama Stavropol’dan sonra işler yoluna girdi. Her şeyde vahşi bir güzellik vardı ve dahası herkes savaşçıydı. Neşesi giderek yerine geldi Olenin’in. Bütün bu Kazaklar, bu posta sürücüleri, konakladıkları yerlerin hancıları çok basit yaratıklardı gözünde. Onlarla senli benli konuşup şakalaşabilirdi. Toplumun hangi tabakasından geldiklerini düşünmeye yer yoktu. Hepsi insandı. Bundan ötürü, hepsini içten gelen bir duyguyla seviyordu. Onlar da ona karşı dostça davranıyorlardı.

Don Kazakları topraklarına ayak bastıklarında kızağı bırakarak bir araba aldılar. Zaten Stavropol’dan öteye havalar öyle ısınmıştı ki, kürkünü sırtından çıkarmak zorunda kaldı Olenin. Bahar demekti artık; vaktinden önce gelmiş ve Olenin’in içini sevinçle dolduran bir bahar… Geceleri köy sınırlarının dışına çıkmak doğru değildi. Hatta akşamın alaca karanlığında bile bunun tehlikeli olduğu söyleniyordu. Vaniyuşa korktu. Hayvanlar değiştirildikçe dolu bir tüfek bulundurmayı ihmal etmedi. Olenin’e gelince; tam tersine, sevinci daha da artmıştı onun. Konakladıkları yerlerin birinde, korucu, yakın günlerde, yolda işlenmiş olan korkunç bir cinayeti anlattı. Çok geçmeden silahlı adamlarla karşılaştılar. Olenin “Hah, çarpışma saati geldi işte!” diye geçirdi içinden.

Olenin, karlı dağları bekliyordu hep. Karlı dağların tasvirleriyle kulağı öylesine doluydu ki! Bir akşam sürücü Nogay, kırbacının ucuyla, bulutların ardındaki dağları gösterdi ona. Olenin, açgözlü çocuklar gibi o yana baktı ama bir şey göremedi. Hava kararmıştı. Bulutlar ufku kapamaktaydı. Kül rengi, beyaz, tiftiklenmiş ipek gibi yığınlar gördü uzaklarda. Ne var ki ballandıra ballandıra anlatılıp yazılan bu dağların güzelliğinden, bütün iyi niyetine rağmen hiçbir şey anlayamadı. Bulutlarla dağların birbirlerine çok benzediklerini, karlı dağların güzellikleri üzerine yapılan öykülerin şişirme bir balondan başka bir şey olmadığını ve bunun, Bach’ın müziği veya varlığına inanmadığı aşk gibi bir efsaneden ibaret olduğunu içinden geçirip tepeleri gözlemekten vazgeçti. Ertesi gün sabah serinliğiyle arabanın içinde bir ürperme duyarak erkenden uyandı, sağ tarafına kayıtsızca bir göz attı. Açık gök mavisiydi hava.

Birdenbire yirmi adım ötede -ona öyle gelmişti ilkin- gökyüzünün uzak maviliklerinde, göz kamaştırıcı bir beyazlıkla yumuşak dalgalanmalar yapan tepeleri açık seçik gördü. Ama tepelerini gördüğü o dağlarla arasındaki uzaklık hakkında bir fikir edindiği, ufuktaki bu dağların ululuğunu ve sonsuz güzelliğini ruhunda duyduğu an, rüya gibi esrarlı bir manzara ile karşılaşmışçasına benliğini bir korku kapladı apansız. Kendine gelmek için silkindi. Her zamanki aynı dağlardı onlar.

“Bu ne kuzum? Ne bunlar?”

Sürücü Nogay, onun bu sorusuna kayıtsızca cevap verdi:

“Ne olacak, dağlar!”

Vaniyuşa söze katıldı:

“Ben de ne zamandan beri onlara bakıyorum. Ne güzel, ne güzel! Bizim taraflarda inanılmaz buna.”

Düz yolda arabanın hızlı gidişi, güneş ışıklarıyla pembeleşen bu sıradağları, bir kafile hâlinde harekete getiriyordu.

Bu manzara, Olenin’de, sadece hayret uyandırdı ilkin. Ama çok geçmeden bu hayret yerini derin bir hayranlığa bıraktı. Bir siyah çizginin ardına gizlenmeyip doğrudan doğruya stepten çıkmış gibi görünen bu art arda karlı yüksekliklere baktıkça onun güzelliğini kavradı ve dağın ne demek olduğunu ta içinden “duydu”. O andan sonra, bütün düşünceleri, bütün duyguları dağların etkisiyle, yeni, sert ve görkemli bir karaktere büründü. Moskova’ya ait anıları, geçmişin ona verdiği utanç ve pişmanlık, Kafkasya’ya ait bayağı hayaller… Bütün bunlar, bir daha geri dönmemek üzere silinip gitti. Ve karlı bir sis, ona şöyle sesleniyordu sanki: “İşte her şey şimdi başlıyor.” Uzakta kendini gösteren Terek yolu, Kazak köyleri, ahali… Hiç şaka götürür yeri yoktu bunların. Gözlerini yukarı kaldırıyor, karşısında dağları görüyor, aşağı indiriyor, Vaniyuşa’ya bakıyor ama gördüğü hep o dağlardır. İşte iki Kazak süvarisi kınları içindeki tüfekler, arkalarında sallanıyor. Atların ayakları, kır ve doru, birbirine karışıyor durmadan; oysa dağlar… Terek yolunun öte yanında bir aulun2 tüten dumanları görünüyor; yine dağlar… Güneş yükseliyor ve sazlıkların ardından görünen ırmağı parlatıyor; yine dağlar… Köyden bir araba çıkıyor, kadınlar geçip gidiyor, genç ve güzel kadınlar; ama yine dağlar… Stepte tırıs giden abriyoklara3 raslanır. Ben yoluma giderim, korkum yok onlardan. Tüfeğim var, güçlü kuvvetliyim, gençliğim var; ya dağlar… Değişmeyen, var olan yalnız dağlardır, her şey hiçtir; egemen onlardır.

IV

Bütün kıyısı boyunca Terek Kazakları köylerinin serpildiği Terek Nehri’nin seksen fersahı geçen bu kesimi, durum ve ahali bakımından bir birlik gösterir. Kazaklarla dağlılar arasında bir sınır meydana getiren Terek Nehri hızlı ve bulanık akardı. Buralarda, geniş olduğu için daha durgundur. Sağ kıyısı sazlık ve basıktır. Bu kıyılara kül rengi bir kum bırakan nehir, sol kıyısını durmadan oymaktadır. Yüksekliği az ama yalçın ve dik olan bu kıyılarda yüz yıllık meşe kütükleriyle çürümüş çınarlar genç fidanlara karışır. Ruslarla karışık ama hâlâ için için kaynayan Müslüman köyleri var sağ kıyıda. Sol kıyı boyunca, nehirden yarım fersah içeride, yedi sekiz fersah aralıklarla, Kazak köyleri görülür. Her yıl biraz daha dağlardan kuzeye doğru uzaklaşan Terek Nehri, bir zamanlar, çoğu nehrin tam kıyısında yer alan bu köyleri yavaş yavaş kemirip bitirmiştir. Şimdilerde, onlardan meydanda kalan, çalılarla örtülü harap duvarlar arasında yeniden yabanileşmiş bağlarla etrafını böğürtlenlerin bürüdüğü terk edilmiş armutluklar, kavaklar, pelesenkler ve ıhlamurlar görülür. Kimselerin oturmadığı bu boş yerlerin kumlarındaysa bu yerlerden hoşlanan kurt, geyik, tavşan gibi hayvan izlerinden başka bir iz görülmez.

Orman içinde top menzili uzunluğunda açılmış bir yol, Kazak köylerini birbirine bağlar. Yol baştan başa Kazaklarca korunmaktadır. Muhafız postaları arasında, nöbetçi karakolları olan gözetleme postaları vardır ayrıca. Kazak, vaktinin çoğunu ya bu kordonun altında, askerî seferlerde ya da avda, balık avında geçirir. Hemen hemen hiçbir zaman evinde çalışmaz. Stanitsaya4 pek seyrek uğrar. Zevk ve safa peşindedir daima. Votkalarını ceplerinde taşırlar hepsi de ve sarhoşluk onlar için genel bir alışkanlıktan çok dinî bir ödevdir ki terk eden günaha girer.

Kazak’ın gözünde kadın, zevk ve rahatını sağlayan bir aletten başka bir şey değildir. Eğlenmek, yalnız kızlara bir hak olarak verilmiştir. Kız evlendikten sonra, ihtiyarlayıncaya kadar kocasına hizmet etmek zorundadır. Bütün Doğulularda olduğu gibi, erkeğe hizmet ve itaatle yükümlüdür. Kadın, bu törelerin sonucu olarak maddi ve manevi bakımdan gelişir ve görünüşte kocasına itaatle yükümlü olsa da bütün Doğu kavimlerinde olduğu gibi, gerçekte, Batı kadınlarına oranla daha büyük bir nüfuza ve aile hayatında daha yüksek bir otoriteye sahiptir. Sosyetik hayattan uzak olması ve erkeklerin yapacağı zor işlere alışması da kendisine, o derece önemli bir yer kazandırır. Başkalarının yanında, bırakın iyi davranmayı, kötü davranmamayı bile bir şerefsizlik ve haysiyetsizlik sayan Kazak, baş başa kaldıklarında kadının üstünlüğünü tanımaktan kendini alıkoyamaz. Ev işleri, eşyanın bakımı ve ekim işlerinin düzene konması, kadının gayret ve çalışmasına bakar. Bir Kazak, çalışmanın yakışıksız bir şey olduğuna ve çalışmayı Nogay işçisi ile kadına bırakmanın doğruluğuna istediği kadar kendini inandırsın, pekâlâ farkındadır ki kullandığı ve benim dediği bütün bu eşyalar o çalışmaların ürünüdür ve bunlardan kendini yoksun bırakmak, kölesi gibi davrandığı -ana veya karı- o kadının elindedir. Ayrıca, başardığı o erkek işleri bu ülkenin kadınlarına, kendilerine göre bağımsız bir erkeklik vermiş, vücutlarını göze çarpacak derecede geliştirip sağlamlaştırmış, güçlerini arttırmış, onları dayanıklı ve doğru düşünceli yapmıştır. Bunların çoğu, erkeklerden daha dinç, daha zeki, daha bilgili ve güzeldirler. Güzellikleri, halis Çerkez tipi ile Kuzey kadının güçlü ve zengin mizacının birleşmesinden meydana gelmiş dikkate değer bir özellik gösterir. Kazak kadınlarının kıyafeti; Çerkez kostümü, Tatar bluzu, Kazak ayakkabısından oluşur. Ama Rus kadınlarının modasına göre başlarına bir mendil bağlarlar. Temizlik, şıklık, giyim kuşama önem verme, kulübelerini süsleyip bezemek, Kazak kadınları için bir alışkanlık ve hayat ihtiyacı hâline gelmiştir. Erkeklerle ilişkilerinde kadınlar ve özellikle genç kızlar çok serbesttirler.

 

Kazak sokakları her zaman tenhadır. Yazın, özellikle tatil günleri dışında, Kazak erkeği ya kordon boyu nöbetindedir ya da askerî bir göreve gitmiştir. Yaşlıları da ya balık avındadır ya da kadınlarla birlikte bağlarda, yemiş bahçelerinde çalışmaktadırlar. Evde kalanlar, ancak pek ihtiyarlar, hastalar ve çocuklardır.

V

Kafkasya’ya özgü o eşsiz akşamlardan biriydi. Güneş dağların ardına çekilmiş olmakla birlikte ortalık hâlâ aydınlıktı. Karlı tepelerin mat beyazlığı, göğün alaca karanlığı içinde daha da belli oluyor, gözü alıyordu. Hava sakin, hafif ve tınlayıcıydı. Dağların, birkaç fersah uzunluğundaki gölgeleri, stepte boylu boyunca uzanıyordu. Nehrin öte yanında, ovada, yol boyunca bozkırdı her taraf. Arada sırada, uzaktan atlılar görünür. Kordondan dönmekte olan bu Kazak süvarilerini kulübelerinden merak ve kuşkuyla seyreden Çeçenler, bu şüpheli adamların ne olabileceğini anlamaya çalışırlar. Akşam olunca herkes birbirinden korktuğundan el ayak çekilir, insanlar evlerine kapanır ve ortalığın bu tenhalığında serbestçe kolaçan eden kurtlar, kuşlar ve yabani hayvanlardan başka canlı yaratık görülmez. Yemiş bahçelerinde kamçı örmekle uğraşan Kazak kadınları, tatlı sohbetlerini bırakarak daha güneş batmadan dönerler. Her yanda olduğu gibi bahçelerde de kimsecikler kalmaz. Ama özellikle köyün toplantı yeri günün her saatinde canlıdır. Oraya, atlı veya gıcırdayan arabalarla her yandan gelenler olur. Belleri birer kemerle sıkılmış kızlar, ellerinde ince birer değnek, şakrak cıvıltılarla kapı önlerinde davarları karşılarlar. Davarlar, stepte yüklendikleri sivrisineklerle, toz toprağa bulanmış olarak toplu bir hâlde gelirler. Karınları iyice doymuş olan ineklerle dombaylar, yol boyunca yayılır ve açık renkli parlak entarileriyle kadınlar sürüye katılırlar. Kadınların ince sesleri, şen kahkahaları ve keskin çığlıkları arasında, hayvanların böğürmeleri duyulur. Cephe gerisine alınmış silahlı bir Kazak, kulübesine yaklaşır ve pencereye eğilip iki üç kere vurur. Genç ve güzel bir baş görünüverir ve aralarında tatlı sözler, tatlı gülümsemeler geçer. Elmacık kemikleri çıkık ırgat takımından biri, bir Nogay, stepten getirdiği kamış yüklü arabasını subayın pek temiz tutulan geniş avlusunda gıcırtılar yaparak çevirir; sabırsızlanan öküzlerin boyunduruğunu çıkarırken efendisiyle Tatarca konuşurlar biraz. Yolun hemen her yanını kaplamış bir bataklık ki, yıllardan beri, kenardaki kazıklarla yapılmış sete sürünmeden geçmek için nice zorluk çekilir, çıplak ayaklı bir Kazak kadını beyaz bacaklarını örten eteklerini kaldırmış, sırtındaki çalı demetiyle geçmektedir oradan. Evine gitmekte olan bir avcı, uzaktan kadını gördüğünde şakalaşır ve nişan alarak “Az daha kaldır, utanmaz!” diye seslenir. Kadın eteklerini indirirken çalı demetini yere düşürür. Paçaları sıvalı bir ihtiyar, kıllı göğsü meydanda, balık avından dönmektedir; ağın içinde gümüş gibi parlayan ringalar oynaşıyor hâlâ. Kestirme olsun diye komşusunun yıkık duvarından aşıp orada asılı duran yün yeleğini alıyor. Bir köylü kadın, kuru bir ağaç dalını peşine takmış sürüklüyor, bir yandan da balta sesleri geliyor. Yol boyunca çocuklar, nerede bir düzlük bulurlarsa orada şakrak çığlıklarla topaçlarını çeviriyorlar; kadınlar setin etrafından dolaşmaktansa üstünden atlamanın kolayına bakıyorlar. Tütmekte olan ocaklardan, odun yerine kullanılan sıkıştırılmış tezek kokuları geliyor. Her avluda, gecenin dinlendirici havasını yansıtan bir hazırlık var. Kadınlar, burada böyle vakit geçirirken işe yarayacak erkekler, ötede, kordon boyunca nöbetleşe pusu kurmuş bekliyor ve şüpheli birinin sınıra yaklaştığını görür görmez dangadak vuruyorlar.

Ertesi gün, bir Kafkas piyade alayına bağlı iki bölük asker Novomlenskaya’ya gelip yerleşmişti. Hayvanları alınmış arabalar meydanda duruyor. Aşçı takımı, kazanları koyacakları hendekleri kazmış, odunları taşımış, bulgur çorbası pişen kazanları yerleştirmişti. Çavuşlar erleri çalıştırıyor, seyisler, beygirleri bağlamak için yere kazık çakıyorlardı. Konakçı subaylar, sanki kendi evlerindeymişler gibi, yollarda, sokaklarda dolaşarak subay ve erlere yatacakları yerleri gösteriyorlar. Şurada yeşile boyalı cephane sandıkları, orada taşıt arabaları, koşumlar; daha ötede, aşçıların kazanları, bakır takımları…

Yüzbaşı, teğmen ve Subay Vekili Onisim Mihayloviç oradaydılar. Bütün bu adamların, ağırlıklarıyla birlikte, stanitsa adı verilen bu Kazak yurdunda yerleşmek emri aldıkları anlaşılıyordu. Bu iki bölük asker, bundan dolayı, kendilerini kendi evlerinde sayıyorlardı. Ama buraya neden gelmişlerdi? Bu Kazaklar ne biçim adamlardı? Evlerine askerlerin gelip yerleşmesinden hoşnut muydular?.. Düşünen yoktu bunu. Askerler, toz toprak içinde, yorgun argın, “rahat” emri alır almaz, tıpkı yeni bir kovan arayan arı sürüsü gibi, meydanlara, sokaklara karman çorman dağılmışlardı. Yerli halkın surat asmasına metelik vermediklerini gösteren bir kesinlikle silahlarını şakırdatıp, aralarında neşeli kahkahalarla konuşa güle, kulübelere ikişer üçer dalıyorlar, çantalarını yere bırakıp kadınlarla şakalaşmaya koyuluyorlardı.

Bulgur çorbasının piştiği yer, erlerin, çevresinde dolandıkları en sevgili yerdir. Kalabalık bir piyade topluluğu, oracıkta, ağızlarında pipoları kâh kazanlardan usul usul çıkıp yükseklerde beyaz bir bulut hâlinde yayılan dumanları gözleriyle izliyor kâh ordugâhta yakılan ve alevleri berrak havada bir cam parıltısıyla titreyen ateşleri seyre dalıyor kâh da âdetleri hiç de Ruslarınkine benzemeyen kadınlı erkekli yerli halkın gelenek ve göreneklerine gülüp işi alaya döküyorlardı.

Avlular hep askerle dolu. Bir yandan onların gülüşmeleri, bir yandan da evlerini onlara karşı koruyan, su, kap kacak vermek istemeyen kadınların keskin ve öfkeli çığlıkları duyuluyor. Aralarına sokulan kızlı oğlanlı çocuklar, hiç görmedikleri bu askerlerin neler yaptıklarına şaşkın ve korkulu bakıyor ve uzun mesafelere kadar gözleri onlara takılıp kalıyor. Yaşlı adamlar kulübelerden çıkıp üzüntülü ve sessiz, evlerinin içine bakan toprak setlere oturuyor, bütün bu hareketleri, sabır ve tevekkül içinde gözetliyor ve bu gidişle daha neler olacağını hiç düşünmek istemiyorlardı.

Üç ay önce Kafkas alayına junker yazılmış olan Olenin, köyün en güzel evlerinden birine, yani İlya Vasilyeviç’in, daha doğrusu Nita ninenin evine yerleşmişti.

Üzerindeki Çerkez kıyafetiyle bir kabardey atına binmiş, beş saat süren bir yürüyüşten sonra, hoşnut bir hâlde, avluya girdiğinde Vaniyuşa heyecanla sordu efendisine:

“Dimitriy Andreyeviç, hâlimiz ne olacak bu gidişle?”

Olenin, eliyle atının gerdanını okşarken neşeli bir bakışla baktı uşağına: Vaniyuşa, kan ter içinde, saçları dimdik, perişan, taşıdığı bagajları açıp içindekileri çıkarmaktaydı.

“Ne var, İvan Vasilyeviç?” diye sordu.

Bambaşka bir adam kılığına bürünmüştü Olenin. Traşlı hafif bir bıyık ve ufaktan bir sakal bırakmıştı. Uykusuz geçen gece âlemlerinin verdiği yorgunluk ve solgunluk kaybolmuştu; yanakları, alnı, boynu, sağlığının adamakıllı yerinde olduğunu gösteren güneş yanığı bir renk almıştı. O tertemiz ve yepyeni siyah frak yerine, geniş pileli, kirli beyaz bir Çerkez bluzu giymiş ve silahlanmıştı. Koladan yeni gelmiş beyaz yaka yerine, şimdi güneşten yanmış boynunu, Çerkez bluzunun kırmızı ipek yakası çevirmişti. Ama bu Çerkez kılığını pek de becerememişti. Görenler, onun bir Kafkas Kazağı değil de bir Rus olduğunu anlardı. Bir bakıma öyleydi ama bir bakıma değil. Bununla birlikte, sağlığı ve neşesi yüzünden fışkırıyor, kendinden hoşnut olduğu görülüyordu.

Vaniyuşa söze devam etti:

“İnanmıyor musunuz? Ama bir kerecik de kendiniz gidip bu adamla konuşun bakalım. Geçemezsiniz aralarından, yol vermezler. Onlara tek laf ettirmenin imkânı da yoktur.”

Vaniyuşa, bunları söylerken elindeki kovayı öfkeyle kapının eşiğine fırlattı.

“Köyün muhtarını bulup anlatman gerekmez miydi?”

“Ne bileyim ben?”

Uşak, bu cevabı hiddetle vermişti. Olenin onu süzdü:

“Sen neye kızıyorsun bu kadar?”

“Hepsinin canı cehenneme! Tuu! Allah kahretsin. Başımız dertte bunlarla! Evin büyüğü kim belli değil. Sordun muydu, balığa gitti derler. Evin kocakarısı tam bir cadı! Tanrı, cümlemizi şerrinden koruya! Nasıl yaşayacağız burada! Bunu anlamıyorum. Gerçekten söylüyorum, Tatarlardan da beter bunlar. Bir de kendilerini adam sayıp Hristiyanlıktan dem vuruyorlar. Ne kadar da uzak! Tatar olaydılar keşke. Bin kere iyiydi. ‘Balığa!’ Rica ederim hangi balığa, sorarım size!”

Uşak, bunu söyledikten sonra, sözü sona erdirmek ister gibi arkasını döndü.

Olenin, atının üzerinde, işi şakaya vurdu:

“Ne sandın ya! Kendini Rusya’da, kendi evimizde mi sandın?”

Vaniyuşa, bu yeni yaşayışın kendisine verdiği titizliği yenmeye çalışarak tevekkülle “Hiç olmazsa ata acıyın efendim.” dedi.

Olenin, attan inmek üzere eyere el attı:

“Demek Tatarlar bunlardan daha iyi. Öyle mi Vaniyuşa?”

“Siz eğlenmek istiyorsunuz!” Öfkesi üzerindeydi. “Eğlenin bakalım!”

“Sinirlenme İvan Vasiliç.” Gülüyordu. “Biraz sabret. Ben gerekenlerle konuşurum, her iş yoluna girer. Sen üzülme, keyfine bak!”

Vaniyuşa cevap vermedi. Gözlerini kırpıştırıp başını salladı, güvensiz bir edayla efendisine bakmakla yetindi. Olenin’e bakılırsa Vaniyuşa bir uşaktan başka bir şey değildi. Arkadaş oldukları kendilerine söylenecek olsa ikisi de şaşırırdı buna. Ama onlar ne düşüncede olurlarsa olsunlar, arkadaştılar. Vaniyuşa, on bir yaşındayken, bir evlatlık olarak onların evine kapılandığında Olenin de hemen hemen aynı yaştaydı. Küçük bey on beşine geldiğinde uşağının öğrenimiyle bir süre uğraşıp ona Fransızca okumayı öğretti. Vaniyuşa, bu bilgisiyle böbürlenir ve keyifli olduğu zamanlarda, salak bir gülüşle ağzından ikide bir Fransızca kelimeler kaçırdığı olurdu.

Olenin, saman örtülü kulübenin merdiven basamaklarını bir sıçrayışta çıkıp kapıyı ittiğinde güzel bir kızla karşılaştı. Kazak kadınlarının ev giyimlerine uygun olarak sırtına pembe bir entari geçirmiş olan bu vahşi dilber hemen kaçtı, duvara dayandı ve kolunun geniş Tatar yeniyle yüzünün gözlerinden aşağısını sakladı. Olenin kapıyı biraz daha ittiğinde kulübenin alaca karanlığı içinde bu genç irisi kızın boyunu posunu, ölçülü endamını fark etti… Ve gençliğin açgözlü bakışıyla o ince Hint kumaşı entarinin içindeki körpe kız vücudunun hatlarını sezmekten geri kalmadı. Kızın siyah güzel gözleri, ürkek bir merak ve çocukça bir korkuyla bakıyorlardı. Olenin “Tamam, aradığım bu olacak!” dedi içinden. Sonra ekleyiverdi: “Hele bir bakalım, daha neler var, kim bilir!” Böyle düşünerek öbür kapıyı açtı.

Yaşlı bir kadın, elinde süpürge, iki büklüm olmuş, ortalığı süpürmekteydi. Arkası dönüktü. Olenin seslendi:

“Günaydın… Eve bakmaya geldim…”

Kadın doğrulmadan ona doğru döndü. Güzelliğini hâlâ koruyan sert bir yüzle ve kaşlarını çatarak delikanlıya yan yan baktı:

“Ya, öyle mi?.. Benimle eğleniyor musun sen? Alay etmek gerekiyorsa gülmek bana düşer asıl. Buradan cehennem olup gider misin sen?”

Olenin hep sanırdı ki bağlı bulunduğu kahraman Kafkas ordusu yorucu seferler sırasında her uğradığı yerde canla başla karşılanır. Hele hele silah arkadaşları demek olan Kazaklardan böyle bir davranışı hiç mi hiç beklemiyordu. Buna pek içerledi, ama öfkesine belli etmeyerek evin kirasını vereceğini tatlılıkla anlatmaya çabaladı.

Kocakarı ise sözü ağzına tıkadı:

“Sen ne arıyorsun burada? Canın dayak istiyor galiba! Şebek maymunu! Biraz dur da efendi gelsin, sana gösterir yerini. Bir de kalkmış, para vereceğini söylüyor. Senin paranın bize gereği yok! Görülmüş şey mi bu? O pis tütününün kokusu dünyayı tutmuş, ne o para verecekmiş. Canı çıkasıca bu musibet de nereden çıktı başımıza!”

 

Hiç ağız açtırmadan çığlığı koparıyordu. Olenin “Vaniyuşa’nın hakkı var!” dedi içinden. “Tatar’dan da betermiş bunlar!” Ve kocakarının azarları arasında kulübeden çıktı. Tam çıkacağı sırada genç kız, yine öyle sırtına yapışan pembe entarisi, ama bu defa gözlerine kadar büründüğü beyaz bir atkıyla gelip yanından geçti. Çıplak ayaklarıyla merdivenleri gıcırdatarak avluya indi, durdu. Delikanlıya bir göz attı. Gülen gözlerinin gizli bir bakışı vardı. Ve evin köşesinden dönüp kayboldu.

Olenin bu görüntüden daha da çarpıldı. Sağlam yürüyüşü, beyaz atkısının altından çıkan parlak ve ürkek gözleriyle bu yosma dilber onu allak bullak etmişti. İçinden “Aradığım mutlaka budur!” dedi ve artık kafasında, bulacağı konuttan çok genç kızla uğraşarak Vaniyuşa’nın yanına geldi. Vaniyuşa’nın öfkesi yatışmış gibiydi. Bagajlarla uğraşırken “Hepsi böyle!” dedi. “Bu da öbürleri kadar vahşi!”

Sonra da sesli sesli gülerek ekledi:

“Tam bir step kısrağı!”

Akşama doğru balıktan dönen ev sahibi, bu gelenlerin para vereceklerini anlayınca karısını yatıştırdı ve Vaniyuşa’nın tekliflerini kabul etti.

Bu yeni eve yerleştiler. Ev sahipleri ısıtılan bölüme geçtiler. Ocak-sız, soğuk odayı da üç lira aylıkla gelenlere bıraktılar.

Karnını doyurdu Olenin, uzandı ve uzun süre uyudu. Uyandığında akşam olmuştu. Kalktı. Elini yüzünü yıkadı, temizlendi. Akşam yemeğini yedi ve bir sigara tellendirerek sokağa bakan pencerenin yanına oturdu. Günün sıcaklığı geçmişti. Küçücük evin oymalı çatısıyla birlikte mavi ve eğik gölgesi, karşıki evin aşağısında kırılıncaya kadar tozlu sokağın üstünde uzanıp gidiyordu. Kulübenin sazlardan yapılmış sivri damı, ömürsüz güneşin son yaldızlarıyla parlamaktaydı. Hava enikonu serinlemişti. Köyün her yanında bir sessizlik vardı. Askerler yerleşmiş, didinmeleri bitmişti. Sürüler henüz gelmemiş ve yerliler işten dönmemişlerdi.

Olenin’in bir odasını kiraladığı bu kulübe, köyün en ücra bir köşesindeydi. Vakit vakit uzaklardan, Terek Nehri’nin öbür kıyısından ve dolanıp geldiği yaylalardan boğuk silah sesleri gelirdi. Şu üç aylık askerî göçebe hayatından pek hoşnuttu. Yıkandıkça yüzüne bir canlılık geldiğini anlıyordu. Kamp hayatında pek temizlik yapılamadığı hâlde, Olenin, sağlam vücudun daha temiz, dinlenen bütün organlarının güçlü ve rahat olduğunu görüyordu. Ahlak ve morali de aşınıp tazelenmiş gibiydi. Yaptığı seferleri, geçirdiği tehlikeleri gözünün önüne getirdi. Kendi kendine, namusluca davrandığını ve bu işte başkalarından hiç de daha kötü olmadığını düşündü. Onu kahraman Kafkas üyeliğine kabul etmişlerdi. Moskova anıları kim bilir nerede kalmış, unutulup gitmişti. Eski varlığı silinmiş, onun yerine yeni bir varlık, büsbütün başka bir varlık canlanmıştı. Bu yeni varlık, günahsız bir varlık olacaktı artık. Bu yeni insanlar arasında yeni bir insan olacak ve kendisine karşı eski saygısını yeniden elde edecekti. Küçük yaştakilere özgü o sebepsiz sevinci şimdi içinde bulurken kâh evin gölgesinde topaç çeviren çocuklara bakıyor kâh içeride her şeyi düzeninde görerek yabancısı olduğu bu Kazak topraklarında ne hoş bir hayat süreceğini düşünüyordu. Gözlerini dağlara, gökyüzüne çevirdiğinde bütün düş ve anılarına hükmeden vakar ve yücelikle dolu bir tabiatın karşısında siniyordu. Yeni başlamakta olan bu hayat, Moskova’dan ayrılırken tasarladığı hayata uymuyordu. Onun bu kadar güzel olabileceğini ummamıştı. Bütün düşüncelerinin, bütün duygularının ekseni ulu dağlardı, hep o dağlardı şimdi.

Tüfeği omuzunda kemerinde birkaç sülün asılı bir ihtiyar avdan dönmekteydi. Topaç çeviren çocuklar oyunu bırakıp ihtiyarı kızdırmak için takılmaya başladılar:

“Eroşka Dayı! Eroşka Dayı! Avucunu yala, avucunu yala!..”

Eroşka kızdığını belli etmeyip cevap yetiştirirken bir yandan da sokağın iki tarafındaki kulübelerin pencerelerini gözetliyordu.

Olenin, bu çapkın yaramazların ihtiyar avcıya karşı davranışlarına bakarak şaştı. Ama daha çok Eroşka Dayı dedikleri bu ihtiyarın zeki ve anlamlı yüzü ile güçlü kuvvetli görünen yapısı dikkatini çekti. İhtiyara seslendi:

“Hey!.. Kazak! Babalık! Şu yana geliver hele!”

Pencereye döndü ve durdu ihtiyar. Saçları dipten kesik olduğundan dazlak görünen başını açarak “Günaydın delikanlım!” dedi.

“Günaydın, yiğidim! Bu çapkınlar senden ne istiyorlar?”

Eroşka Dayı pencereye yaklaştı.

“Ne isteyecekler, kızdırmak istiyorlar beni. Kurt kocayınca köpeklere maskara olmaz mı? Ama ziyanı yok, onların takılması hoşuma gidiyor. Varsın Eroşka Dayı onları eğlendirsin!”

Yaşlı ve saygıdeğer kimselere has bir tonda ve tam bir ahenkle söylüyordu bunları. Sonunda sordu:

“Bu askerlerin başısın sen, öyle değil mi?”

“Hayır, sadece bir Junker’im. Bu sülünleri nerede vurdun?”

“Ormanda vurdum bu tavuğu. Görmek ister misin?”

Arkasını döndü ihtiyar; üç sülün, başlarından kemerine asılmış, sallanıyordu. İhtiyarın ceketi kana bulanmıştı. Yüzünü dönüp söze devam etti:

“Sülün görmedin mi sen? İstersen al, şu bir çifti sana vereyim.”

Ve sülünlerin ikisini pencereden uzatırken sordu:

“Eh, sen? Avcı mısın sen de?”

“Ona ne şüphe, sefer sırasında, dört tane de ben vurduydum.”

“Dört tane ha!.. Fena sayılmaz!..”

Alay eder gibiydi biraz.

Yeniden sordu:

“İçki kullanır mısın? Mesela bir bardak şarap?”

“Neden içmeyecekmişim? Hayır demem buna.”

“Görüyorum ki hovarda bir delikanlısın sen. Biz seninle kunak5 olacağız anlaşılan.”

“Gel, gel hele, bir tek atalım.”

“Fena olmaz, geliyorum. Alsana sülünleri!”

Olenin’den hoşlanmıştı ihtiyar. Yüzünden belliydi. Delikanlı ile birlikte oldukça beleşten şaraba konacağını anlamıştı. Bunun karşılığında sülün feda edilebilirdi.

Eroşka’nın sağlam yapısı, çok geçmeden kulübenin kapısında belirdi. Olenin, ancak o zaman bu dev yapılı ve güçlü kuvvetli adam hakkında bir fikir edinebildi. Kırmızı-esmer bir yüz; beyaz, süpürge gibi bir sakal… Bir sakal, bir yüz ki, çalışmayla geçen ilerlemiş bir yaşın derin izlerini taşıyor. Bacak, kol, omuz adaleleri, ancak delikanlılarda görülecek kadar sağlam ve yuvarlaktı. Kısa kesilmiş saçlarının dibinde derin yara izleri var. Kalın ve adaleli boynu bir boğa gerdanı gibi katmerli. Nasırlı elleri yara bere ve tırmık içinde. Çevik ve rahat bir adımla kapının eşiğini geçti. Tüfeğini bir köşeye bıraktı. Odadaki eşyaya çabuk ve bilgili bir göz attı, ayaklarında sandallar, hiç gürültü çıkarmadan ilerledi. İçeri girmesiyle keskin bir koku yayıldı odaya! Rakı, şarap, toz, kurumuş kandan meydana gelen ve pek de nahoş olmayan bir koku…

Eroşka Dayı, kutsal tasvirlere doğru eğildi sakalını sıvazladı ve Olenin’e yaklaşarak kararmış kocaman elini ona uzattı.

Koşkildin!6 dedi. “ ‘Sağlınızı dileriz.’ anlamına gelen bu Tatarca sözün tastamam çevirisi, ‘Barış ve selamet sizinle beraber olsun!’ demektir.”

Olenin elini uzatarak karşılık verdi:

Koşkildin, evet o demektir bilirim.”

Bu cevaptan hoşnut kalmadı Eroşka Dayı. Başını olumsuz bir işaretle sallayarak “Hayır!..” dedi. “Hiç de bilmiyorsun! Öyle mi cevap verilir? Ahmak, sen de! Sana biri ‘koşkildin’ dediğinde sen ona ‘koşkildin’ değil, ‘Allah razı bozun.’7 diyeceksin. Tanrı seni korusun demektir. Ne sandın babam! Buranın töresi böyle. Ben seni biraz yola getirmeliyim. Sizin Ruslardan biri aramıza girmişti bir vakit. Onunla kunak olduktu. İyi bir çocuktu; sarhoş çapulcu, avcı. Ama ne avcı, bilsen! Onu ben yetiştirdiydim.”

“Peki, bana ne öğreteceksin?”

Olenin, ihtiyara yavaş yavaş değer vermeye başlamıştı.

“Ne mi öğreteceğim? Çoook! Ava götürürüm seni, balık avlamayı öğretirim. Sana Çeçenleri gösteririm. Dilersen sana güzel de bir eş, bir arkadaş bulurum. Benim nasıl bir adam olduğumu gördün ya! Şakayı severim.” Gülmeye başlamıştı ihtiyar. “Yoruldum babam, oturayım. Hadi bakalım, şarap ısmarla şimdi, muhakkak bir erin olacak senin. Var değil mi?” Haykırdı: “Adı da İvan’dır! Burada bütün erlerin adı İvan’dır. Seninki de bu İvanlardan biridir muhakkak, öyle değil mi?”

“Evet, hakkın var. Vaniyuşa! Git ev sahiplerinden biraz şarap isteyiver ve hemen al getir.”

“Vaniyuşa da İvan gibi bir şey. Nasıl oluyor da sizde, bütün erlerin adi İvan oluyor. İvan, oğlum! Söyle de açılmamış fıçıdan versinler. Bunların şarabı köyde birinciliği kazanmıştır. Ama biliyor musun litresine otuz kopekten fazla verme. Kocakarıya bu kadarı yeter de artar bile!” Vaniyuşa’nın çıkması üzerine ihtiyar, saf bir tavırla devam etti: “Söz aramızda, bizim insanlarımız aptaldırlar, on para etmezler! Siz onların gözünde insandan sayılmazsınız. Tatar’dan da betersiniz. Ruslar onlarca, yok edilmesi gereken yaratıklardır. Ama bence, sen, asker ol, er ol, ne olursan ol, yine de bir insansın. Sende de başkaları gibi bir yürek var. Hakkım yok mu Tanrı aşkına, İlya Mosetiç? O dediğim Rus da askerdi ama ne değerli bir adamdı. İşin doğrusu bu değil mi, sen söyle! İşte böyle doğrusunu söylediğim için bizim adamlarımız beni sevmezler. Ama sevmezlerse sevmesinler, umurumda bile değil! Neşeli bir adamım ben, herkesi severim. Eroşka’yım ben, işte o kadar!”

2Tatar, Başkır, Kırgız ve dağlı Kafkasyalıların köylerine aul denir. Tatarca bir kelimedir. (ç.n.)
3Abriyok, dağlıların dilinde, türlü sebeplerle veya öç almak için rahat ve huzurunu, belirli bir süre için ailesini, araba ve dostlarını bırakıp giden adam demektir. Korku nedir bilmeyen abriyok için kutsal hiçbir şey de yoktur. (ç.n.)
4Stanitsa: Rusya’da Kazak köylerine verilen genel ad. (e.n.)
5Kunak: Arkadaş. (e.n.)
6“Hoş geldin.” demek istediği anlaşılıyor. (ç.n.)
7“Allah razı olsun.” demek olacak. (ç.n.)
Olete lõpetanud tasuta lõigu lugemise. Kas soovite edasi lugeda?