Ordusunu Arayan Kumandan

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

Ölümün Musavviri

Üçüncü bölüm: “Ölüm”. Gerçekte Üstad’ın şiir dünyasının atardamarı bu kavramdır. Onun en güzel işlediği konuların başında gelir. Daha önceki baskılarda “Şehir” ve “Tabiat” bölümlerinden sonra gelen “Ölüm”, son baskılarda üçüncü bölüme yerleştirilmiştir. Âdeta 1972’den itibaren yazdığı yeni şiirler, onun daha önce adını koyduğu bölümleri / konuları takviye anlamı taşımaktadır. Üstad şiirine “Poetika”sında da belirttiği gibi, “Allah”ı arama payesi biçtiğine göre, şairliğine bu minval üzere çekidüzen verilmesi zaruridir.

İlk baskıların birinci şiiri olan “Ölünün Odası”nda tarif edilen ölüm de sonraki şiirlerinde yine bu çekidüzen verme isteği doğrultusunda mutmain bir nefsin bekleme duygusuna dönüşmüş; fakat ölüm korkusu, daima şairin bütün benliğini işgal etmeye devam etmiştir.

 
“Bir oda yerde bir mum, perdeler indirilmiş;
Yerde çıplak bir gömlek, korkusundan dirilmiş.
Sütbeyaz duvarlarda, çivilerin gölgesi;
Artık ne bir çıtırtı, ne de bir ayak sesi…
(…)
Sarkık dudaklarının ucunda bir çizgi var;
Küçük bir çizgi, küçük, titreyen bir ân kadar.
Sarkık dudaklarında asılı titrek bir ân;
Belli ki birdenbire gitmiş çırpınamadan.
Bu benim kendi ölüm, bu benim kendi ölüm;
Bana geldiği zaman, böyle gelecek ölüm…”
 

Bu tarif, bu gözlem, bu telaş, bu korku, bu ölü ve çevresinin her anını teşhis ve tespit, şairde ölüm korkusunun ve onun yarattığı metafizik duyuşların, daha şairliğinin ilk dönemlerinden itibaren karakterini biçimlediğine delildir.

Mehmed Akif’in şiirindeki o zengin resim, toplumcu şairin ruhçu ama kendi benliğini, şair ruhunu fazla şiirine katmadan tebellür etmektedir. Necip Fazıl’da ise bizde eksik olan kişisel zaafların, benliğin, korkuların, nefsin doğrudan şiirdeki bu resmin mütemmim cüzü hâline geldiğini görüyoruz.

 
“Ya bin yıl, ya bin asır sonra o gün gelecek.
Koklarken küllerimi mezarımda bir böcek
O kadar yanacak ki bir yüksüklük toprağım,
Yerden bir damar gibi kopup fışkıracağım!
(…)
Bir tatlı vehim gibi içimi bayıltacak;
Toprağın, koşacağım, üzerinde yalnayak;
Şehrin dolaşacağım kuş gibi etrafında;
Bir beyaz hayaletin upuzun çarşafında,
Gezeceğim, doğduğum evin odalarını…”
 

Çocukluğuna, doğduğu evin odalarına kadar uzanan şair, bütün şiir dünyasını şekillendiren konağın hem kavram ve değerlerini yaşamakta; hem de o ev, onun dünyevi hayatının ve ötelere açılan kapıların leitmotive’i olmaktadır. Evin odaları, kimi zaman otel odalarına, münzeviliğinin tabii çevresine dönüşüyor; kimi zaman da bir tabut hâlini alıyor.

 
“Her yandan küçülen bir oda gibi,
Duvarlar yanaşmış, tavan alçalmış.
Sanki bir taş bebek kutuda gibi,
Hayalim, içinde uzanmış kalmış.
(…)
Ölenler yeniden doğarmış; gerçek!
Tabut değildir bu, bir tahta kundak.
Bu ağır hediye kime gidecek,
Çakılır çakılmaz üstüne kapak?”
 

Bu bölüm sonunda da bazıları eski döneme, bazıları yeni döneme ait beyitler yer almaktadır. Edebî metinlere çokça girmiş bir uyarıdır bu:

 
“Şu geçeni durdursam, çekip de eteğinden;
Soruversem: Haberin var mı öleceğinden?”
 

1977 yılına ait bir beyitle de bölüm sonunda yine ölüm gibi çetrefilli bir kavram hizaya sokuluyor:

 
“Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber…
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?…”
 

Kaldırımlar Şairinin Şiir Dünyasında İki Şehir

Şehir, şairin baş tacı kavramları arasındadır. Doğduğu konak, konağın içindekiler, kadın, sevgili, anne, nefs-insan, ölüm hissi, sokaklar, kaldırımlar hep o şehrin fikirleridir bir anlamda… Kaldırımlar şairi olarak da bilinen Necip Fazıl’ın bu şiiri “Şehir” bölümünün ilk şiiridir. “Kaldırımlar” üç şiirdir. Burada da daha sonra “Çile Şairi” olacak olan Üstad’ın, geceleyin sokağı tarif edişiyle başlar şiir. Sokakta, geceleyin, bir adam yürümektedir ve bu adam kendinden başkası değildir; şair handiyse bu adamı bir başka gözle takip etmektedir:

 
“Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında;
Yürüyorum arkama bakmadan yürüyorum.
Yolumun karanlığa saplanan noktasında,
Sanki beni bekleyen bir hayâl görüyorum.”
 

Kaldırımlar, şairin benliğiyle o kadar sarmaş dolaş olur ki; artık o, tıpkı kadın fikri gibi bir fikirdir; çilekeş yalnızların annesi olur bazen, bazen de o fikri oluşturacak olan içinde kıvrılan dildir. Kaldırımların çocuğu, onlardan anne şefkati gördüğünden emindir ve ölürken de onun kucağında olmak istemektedir:

 
“Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya;
Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi.
Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir uykuya,
Ölse kaldırımların kara sevdalı eşi…”
 

Ölürken erişilmeyecek bir eş hâline dönüşen kaldırımlar, bir şiirle yetinilmeyecek bir kavram olup çıkmıştır şair için. İkinci şiirde artık bir gayedir o. Bir postnişin. Onu bataktan çekip çıkaran bir mürşit. Fahişe yataklardan kaçtığında ruhunun ateşini söndürebileceği sığınak.

 
“Başını bir gayeye satmış kahraman gibi,
Etinle, kemiğinle sokakların malısın!
Kurulup şiltesine bir tahtaravan gibi,
Sonsuz mesafelerin üstünden aşmalısın!”
 

İkisinin de ne eş ne arkadaşları vardır; sükût gibi münzevi, çığlık gibi hürdürler. Birbirini en iyi ancak ikisi anlayabilir. Kaldırımlar geceyi öyle bir hâle sokar ki gecenin kendisi bile bir kadın, bir esmer kadın olur.14

Şehrin parçalarından biri de otel odalarıdır. Gerçekte “Şehir” bölümü ile “Ölüm” ve “Kadın” bölümleri iç içedir. Bunların hangi bariz vasfından ötürü o bölümde yer aldığı tartışma götürür.

 
“Ağlayın, âşinasız, sessiz, can verenlere,
Otel odalarında, otel odalarında!..”
 

Şehir şair için hep hafakanların, yalnızlığın, kadın ve ölüm duygusunun depreştiği yerlerin yekûnudur. Şehir bölümünde yer alan “Otel Odaları” gibi “Bacalar”, “İstasyon”, “İskele”, “Sokak” şiirleri de ölüm, yalnızlık, beklenen sevgili vs. duyguların ferdîmünzevi bir şairin içe dönük eserleridir. Bu bölümde farklı olan ve şehre değerleriyle birlikte bir kimlik izafe eden; şehri İstanbul olarak ayırt eden iki büyük şiir vardır: “Canım İstanbul” ve “Karacaahmet”.

 
“Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.
İçimde tüten şey; hava, renk, edâ, iklim;
O benim, zaman, mekân aşıp geçmiş sevgilim.
Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.
Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale;
Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale.
İstanbul benim canım;
Vatanım da vatanım…
İstanbul,
İstanbul…”
 

Medeniyet kimliğini bu şiirde terennüm eden şair; tarih, din, müzik, mimari gibi bütün unsurlarıyla şehri tarif ederken yine de arada ölüm duygusunu ve tahlillerini ifade etmekten imtina edemez. Minareler şehadet parmağı gibi göğe yükselirken; Üsküdar’da evlerin camları her akşam batan günün yansımasıyla yangın yerine dönüp de cumbalı odalarda “Kâtibim” çalarken; ölümün yani tarihin, mezardakilerin, yaşanan hayattan daha canlı bir mahiyet arz ettiği, daha canlı unsurlar ihtiva ettiği hatırlatılır.

 
“Tarihin gözleri var, surlarda delik delik;
Servi, endamlı servi, ahirete perdelik…
Bulutta şaha kalkmış Fatih’ten kalma kır at;
Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat…
Şahadet parmağıdır göğe doğru minare;
Her nakışta o mana: Öleceğiz ne çare?
Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet;
Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet…
O manayı bul da bul!
İlle İstanbul’da bul!
İstanbul,
İstanbul…”
 

Ana gibi yâr olmaz, İstanbul gibi diyar; güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyardır.

“Karacaahmet” şiirinde de hayattan daha canlı emareler taşıyan ölüm, kutlu bir müjde ve tarihten bize kalan emanetler gibi durmakta ve terk-i diyar edişte, bir ulvi diriliş umulmaktadır. Deryada sonsuzluğu fikretmeye ne zahmet! Al sana derya gibi sonsuz Karacaahmet! Sahici belde burasıdır. Bu mezarlıkta sonsuzluk duygusu vardır ve gidenlerden kalan her şey bulunmaktadır. Burasıdır varlığa geçit veren nokta. Ölüm duygusu burada ebedî gençlik hissiyatına dönüşür. Ölüler oradan yaşayanları, yaşadığını zannedenleri süzmektedir. O ölüler ki sıfırlarda rakamları bulmuşlar; fikirden kurtularak, ölümden kurtulmuşlar…

 
“Söyle Karacaahmet, bu ne acıklı talih!
Taşlarına kapanmış, ağlıyor koca tarih!”
 

Şehirden kaçış tabiatadır; kıra, köye, sazdan kavala doğrudur.

 
“Al eline bir değnek,
Tırman dağlara, şöyle!
Şehir farksız olsun tek,
Mukavvadan bir köyle.
 
 
Uzasan, göğe ersen,
Cücesin şehirde sen;
Bir dev olmak istersen,
Dağlarda şarkı söyle!”
 

Tabiat Şiirleri

“Tabiat” bölümünün başındaki şiir. “Şehirlerin Dışından” adını taşıyor. Şair şehirden köye çağırıyor bizi. Bu çağrı, senaryolarında, tiyatrolarında da var.

 
“Kalk arkadaş, gidelim!
Dereler yoldaşımız,
Dağlar omuzdaşımız,
Dünyayı seyredelim,
Şehirlerin dışından.”
 

Gerçek renkler, kokular, ilişkiler, gerçek hayat, şehirlerin dışındadır. “Hayat neymiş görürsün!” diyen şair, şehirdeki kölelerin esaret hayatı sürdüğü kanısındadır. “Bırak keyfini sürsün, şehirlerin, köleler!”

 
 
“Kalk arkadaş, gidelim!
İnsanın unuttuğu
Allah’ı zikredelim;
Gül ve sümbül hırkamız,
Sular, kuşlar, halkamız…”
 

1926’da yazılan bu şiir, Anadolucu felsefenin şairi doğrudan etkilediği sonucunu çıkarmaktadır. Arvasi Hazretleri’yle buluşmasından çok öncesine ait olan bu şiirde de Allah zikredilmektedir ve Anadolucu bir çizgi terennüm edilmektedir. İlk dönemlerinde şairde hafakanlı, şehrin vesvesesi ve velvelesinin ağır bastığı şiirler yanında; tabiata yönelik Anadolu halk şiiri ile felsefesini buluşturan şiirler de şairin estetik dünyasını şekillendirmektedir.

Su şiirleri de Üstad’ın fikriyatını ortaya koyan küçük ama önemli şiirlerdir. Beyitler hâlinde 1980’de yazılmış sekiz adet şiirdir. “Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış.” diyen ve poetikasının nirengi noktasına “Mutlak Sanatkâr için sanat”ı koyan şairin, varlıkların en ebedîsi olan “su”yu bulması, ölümüne yakın olmuştur. Cennetteki nurlu kevser, şaheser bir arıtandır.

 
“Kâinatta ne varsa suda yaşadı önce;
Üstümüzden su geçer doğunca ve ölünce.”
 

İnsan, ana rahminde suyun içinde yaşar; doğunca su ile yıkanır, ölünce de su ile yıkanıp defnedilir. Su, gökle toprak arasında kendi mecrasında akıp durur. Yaradılış hikmetini çözebilmek için suyun bu mecrasının farkına varmak gerekmektedir.

Hareket felsefesinin özünde, Allah’a yakın olan, bu yaratılmışların en ezelîsi ve en ebedîsi bulunmaktadır. Suyun sesi esrarlı bir mırıltıdır ve zikir, ahenk, şırıltı bize ilahi bir beste olarak insanın sorumluluğunu hatırlatır. Eşyayı ve insanı kemiren paslardan kurtulabilmek için suya ihtiyaç duyulmaktadır. Su, yerde kire battığında buluta çıkar ve temizlenir. Bu eşsiz devinim, tabiatın özü, bu sirkülasyon suyun şekil-üstü bir ruh olduğunu hatırlatır. Suyun rengi bütün renklerin fevkinde ve bileşimindedir. Su duadır; su yakarıştır, berraklıktır, safiyettir. Su medeniyeti, aynı zamanda şiir medeniyetidir. Türk, İslam veya Osmanlı medeniyeti gerçekte bir su ve şiir medeniyetidir.

Necip Fazıl’ın Şiirinde Kadın

Kadın şiirleri Üstad’ın şiir dünyasında özel bir yere sahiptir. Kadın üzerine yazılan birçok şiir ne yazık ki reddedilmiş; ilk dönemlere ait bazı şiirlere ise sahip çıkılmıştır.

 
“Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze ölüyü mezar,
Ne de şeytan bir günahı,
Seni beklediğim kadar.
 
 
Geçti istemem gelmeni,
Yokluğunda buldum seni;
Bırak vehmimde gölgeni,
Gelme artık neye yarar?”
 

Kadın şiirlerinde Necip Fazıl’ın en gizemli duyuşları bulunur; onun en güzel şiirleri kadın konusundaki şiirleridir. Zira kadın bir fikirdir. Onda, ölüm duygusu, çile, kahır, yalnızlık, hayal, rüya, şehir, şeytan, nefs, hasta, beden, haykırış, korku, hafakan, daüssıla, cinsellik, tereddüt, vuslat vs gibi çok zengin duyuş ve kavramlar yer alır.

 
“Bekleyen” şiirinde şehir, ölüm ve diğerleri baskın kavramlardır.
“Sen kaçan bir ürkek ceylânsın dağda,
Ben peşine düşmüş bir canavarım!
İstersen dünyayı çağır imdada;
Sen varsın dünyada, bir de ben varım!
 
 
Seni korkutacak geçtiğin yollar,
Arkandan gelecek hep ayak sesim.
Sarıp vücudunu belirsiz kollar,
Enseni yakacak ateş nefesim.
 
 
Kimsesiz odanda kış geceleri,
İçin ürperdiği demler beni an!
De ki: Odur sarsan pencereleri,
De ki: Rüzgâr değil, odur haykıran!
 
 
Göğsümden havaya kattığım zehir,
Solduracak bir gül gibi ömrünü,
Kaçıp dolaşsan da sen şehir şehir,
Bana kalacaksın yine son günü.
 
 
Ölürsün… Kapanır yollar geriye;
Ben mezarla sırdaş olur, beklerim.
Varılmaz hayale işaret diye,
Toprağında bir taş olur, beklerim…”
 

Kadın elde tutulamayan, yitip gidecek olandır. Zaten erişilmiş olsa bu fikrin bir anlamı olur muydu? Küçük yaşta kaybettiği kız kardeşi, hep öleceği korkusuyla üzerine titrediği annesi (“Korku” bölümünde yer alan “Vehim” adlı şiirinde: “Her gün elim tokmakta / Bir ân irkiliyorum: / Annem belki yatakta, / Annem belki toprakta.” demektedir.), kimi zaman buldum zannettiği sevgilisi ve küçüklüğünde yaşadığı konakta birer tarih, kimlik, milliyet sembolü olan kadın silüetleri ve davranış biçimleri, hep Üstad’ın değerler dünyasında zengin sembollerin sentezi bir fikir mahiyetindedir. Kadın şehirde kaybolacağı endişesiyle hassasiyetle muhafaza edilmeye çalışılan ama ölüm veya kaçışla ayrı düşülecek bir değerdir.

“Dönemeç” şiirinde de ılık bir havada, kalabalık bir caddede, sokağın köşesinden sapıveren ve şehirde kaybolan kadın ölecek ve bir tabut içinde gidecektir. Kadın bir kalıp değil, bir fikirdir; çölde kaçan bir seraptır, en yakınken en uzaktır, bir timsal, bir misal, bir visal; Allah’a götüren bir vasıtadır.

1923 yılında yazdığı “Veda” şiiri, en güzel aşk şiirleri arasına girmiş ve birkaç defa bestelenmiştir.

 
“Elimde, sükûtun nabzını dinle,
Dinle de gönlümü alıver gitsin!
Saçlarımdan tutup, kor gözlerinle,
Yaşlı gözlerime dalıver gitsin!
 
 
Yürü, gölgen seni uğurlamakta,
Küçülüp küçülüp kaybol ırakta,
Yolu tam dönerken arkana bak da,
Köşede bir lâhza kalıver gitsin!
 
 
Ümidim yılların seline düştü,
Saçının en titrek teline düştü,
Kuru bir yaprak gibi eline düştü,
İstersen rüzgâra salıver gitsin!”
 

“Korku”, “Daüssıla”, “Ukde”, “Hafakan”, “Dekor” ve “Tecrit”, Necip Fazıl’ın şiirdeki üslubunu yakından tanıma fırsatı veren, özellikle ilk dönem şiirlerinin ağırlıkta olduğu bölümlerdir.

Periler, cinler en yakın dostlarıdır. Sürekli duyulan ayak sesleri, duvarlara sinmiş hayaletler, sarışın kediler, siyah kediler, hıçkırıklar, çığlıklar, korku, şiirlerini süsler.

 
“Hep bu ayak sesleri, hep bu ayak sesleri,
Dolaşıyor dışarda, gün batışından beri.”
 

Bir başka şiirinde deniz, engin ve karanlık deniz, ölüm korkusu aşılar. Denizde, gemilerin kalın kalın çalan düdükleri, dalgaların köpükleri ve çığlıklar, fosfor bir iz hâlinde hayatı uzaklaştırmaktadır.

 
“Deniz, bu yerde ölüm korkusu kadar derin;
Kocaman bir kuş gibi geliyor peşimizden,
Ruhu, bu kapkaranlık suda can verenlerin…”
Deniz, “Daüssıla” bölümündeki şiirlerin de konusu olur.
“Hasreti denizlerin,
Denizler kadar derin…”
 

Gece, şairin içinden gelen ahengi bulmasına yardım eden bir sığınaktır. Gece; şehri, gurbeti, kadını, davayı, sokakları her şeyi tartışmak ve yolu bulmak için uygun bir ortam sunar.

 
“İçimde bir mahşer uğultusu var;
Ruhumdur çağıran, tenimi cenge.”
 

Şairin ruhunu harekete geçiren “gece”dir. Şairin gönlü gündüzleri ölgün çiçeklerdir ve ancak onu gece açtırabilir. “Ukde”de yer alan 1934 tarihli “Bu Yağmur” şiiri de bir Necip Fazıl klasiğidir.

 
“Bu yağmur, bu yağmur, bu kıldan ince,
Nefesten yumuşak yağan bu yağmur.
Bu yağmur, bu yağmur, bir gün dinince,
Aynalar yüzümü tanımaz olur.
Bu yağmur, kanımı boğan bir iplik,
Tenimde acısız yatan bir bıçak,
Bu yağmur, yerde taş ve bende kemik,
Dayandıkça çisil çisil yağacak.
Bu yağmur, delilik vehminden üstün,
Karanlık, kovulmaz düşüncelerden.
Cinlerin beynimde yaptığı düğün.
Sulardan, seslerden ve gecelerden…”
 

Necip Fazıl’ın ilk şiir kitabı “Örümcek Ağı”na ismini veren şiir de “Ukde” bölümünde yer almaktadır.

 
“Duvara, bir titiz örümcek gibi,
İnce dertlerimle işledim bir ağ.
Ruhum gün doğunca sönecek gibi,
Şimdiden ediyor hayata veda.”
 

Anne motifi de şairin şiirinde başat bir mevkidedir. “Dekor” adlı bölümde anneye yazılan iki şiir var. İlki 1926’da yazılmış, ikincisi ise 1982’de. Birincisi “Anneciğim”, ikincisi ise “Anneme” başlığını taşıyor.

 
“Ak saçlı başını alıp eline,
Kara hülyalara dal anneciğim!
O titrek kalbini bahtın yeline,
Bir ince tül gibi sal anneciğim!”
 

“Anneme” şiiri, şairin ölümünden bir yıl öncesinde yazılmıştır ve artık vadelerin tamam olduğunu anlatıyor.

 
“Anne girdin düşüme!
Yorganın olsun duam,
Mezarında üşüme!
Anlamam, anlatamam;
Düşen düştü peşime,
Artık vâdeler tamam…”
 

Şiir Kavramları

Necip Fazıl’ın kahramanları ilk baskılarda üç kişiydiler. Bunlar Yunus Emre, Mansur ve Köroğlu’dur. Daha sonra bölüm genişletilmiş; birinci şiirin konusu mürşidi; efendisi olmuştur.

 
“Benim efendim!
Ben sana bendim!
Bir üfledin de
Yıkıldı bend’im.
(…)
Benim efendim,
Feza levendim!
Ölmemek neymiş;
Senden öğrendim.”
 

İkinci kahraman Yunus Emre’dir ve ona iki şiir ayrılmıştır. “Bizim Yunus” ve “Yunus Emre”.

“Yunus Emre” şiiri 1926 yılında yazılmıştır. Bu da şairin metafizik ürpertiye öteden beri muttali bulunduğunu; ruhçu ve maneviyatçı bir karakteri daha baştan taşıdığını göstermektedir.

 
“Kaç mevsim bekleyim daha kapında,
Ayağımda zincir, boynumda kement?
Beni de piştiğin belâ kabında,
O kadar kaynat ki buhara benzet!
Bekletme Yunus’um, bozuldu bağlar,
Düşüyor yapraklar, geçiyor çağlar;
Veriyor, ayrılık dolu semalar,
İçime bayıltan, acı bir lezzet.
Rüzgâra bir koku ver ki hırkandan;
Geleyim, izine doğru arkandan;
Bırakmam, tutmuşum artık yakandan,
Medet ey dervişim, Yunus’um medet!..”
 

Tasavvufi unsurları, şiirde, türkü tarzıyla müthiş bir maharetle hemmizaç kılan şair; bu kolay söyleyişi, hakikati bulma davasına adandığı üstün ruh enginliğine vasıl olduğu dönemde yazdığı şiirlerde bile bulamayacaktır belki. “Allah’ı sır ve güzellik yolundan arama işi” olarak sanatının mihenk taşı yaptığı şairliğini, o yüzden “angaje şair” kategorisine sokan Necip Fazıl, ruhçu ama sınır tanımaz-sergüzeşt tabiatını, belki de sadece disiplin altına almak istemiş ve kendini kategorize etme pahasına şiirinin ikinci ve üçüncü dönemlerinde “bir dava adamı” uğruna kendinden kaçarak bir başka benliğe kavuşmuştur. Şairin kahramanlarının yine şair olması tabiidir.

İlk baskılarda Yunus, Köroğlu ve Mansur biricik kahramanlarıdır. Yunus ve Köroğlu sentezi onu Mansur’a ulaştıracaktır. Sonradan disipline olan şair Peygamber ve beraberinde Şah-ı Nakşibendî, Seyyid Tâhâ’yı kahramanları arasına katar. Kahramanlardan biri de Zeybek’tir; soyut Zeybek. Halk şiirinin en güzel formu a/a/a/b/b kafiyeli beşlikler hâlinde yazılan şiir, 1960 İhtilali’nden sonra yazılmıştır ve muhtemelen Menderes’e bir ağıt anlamındadır. Necip Fazıl, dergilerinde ve çeşitli münasebetlerle kurulan ilişkilerinde “Ya ol, ya öl!” diye uyardığı Menderes’i, sıklıkla tenkit etmekle birlikte destekliyordu. 1964 yılında yazılan şiir, Zeybek’in ölümünden sonra dirilebileceğini; böylece bir davanın yerde kalmayacağını, kalmaması gerektiğini haykırıyor.

 
“Zeybeğimi birkaç kızan vurdular;
Çukurda üstüne taş doldurdular.
Bir de ya kalkarsa diye kurdular…
 
 
Zeybeğim, zeybeğim ne oldu sana?
Allah deyip, şöyle bir doğrulsana!
 
 
Zeybeğim, kalkamaz, dirilemez mi?
Odası mühürlü, girilemez mi?
Şu ters akan sular çevrilemez mi?
 
 
Ne güne dek böyle gider bu devran?
Zeybeğim, bir sel ol, bir çığ ol, davran!”
 

Kır at zincirlenmiştir, ufuk sahipsizdir; han kayıptır, hancı yoktur, konuk sahipsizdir. Baş köşedeki sırma koltuk sahipsizdir. Susarak ölmeli mi diye soran şair, milleti tespihi saçılmış da aranan nineye benzetmektedir.

Şairin ruhçu, tabiatçı, Anadolucu karakteri daha ilk şiirlerinde tebellür eder ve ona doğru yolu işaret eder. Yunus’un ardından Köroğlu gelir:

 
“Sırmalı cepkeni attı koluna,
Tek elle dizgini gerdi Köroğlu.
Tozlarla atılıp dağın yoluna,
Yeşil muradına erdi Köroğlu.”
 

Yeşil murada ermek, azatlığa ermektir. Daha 1923’teki şiirinde Orta Asya Türklüğüne ait bir kavramı kullanması da ilginçtir. Ak saçlı anadan geçilirdi de dağlardan geçilmezdi. Şairin dağlara hasreti, Anadolucu peyzajcılığı diğer şiirlerine de yansır. Başı sıkıştıkça şehirde “Çık dağlara şöyle bir.” demektedir. “Cücesin şehirde sen / bir dev olmak istersen / dağlarda şarkı söyle.”

 

Köroğlu ve dağlar; dağlarda hürriyet… Elbette ki en son hürriyet Hakk’a vasıl olmakladır. İşte bu yüzden Mansur en büyük kahramanlardandır. Anadolucu felsefenin özgün fikir adamı Nurettin Topçu’nun da “İsyan Ahlakı” adlı eserinin sonunda gerçek hürriyeti, Mansur’un felsefesinde bulması boşuna değildir.15

Mansur’un Enel Hakk’ı ve meydanda katledilerek Hakk’ına kavuşması şairde vazgeçilmez bir sahnedir. “Bu meydan âşıktan canını ister.”

 
“Sana taş attılar, sen gülümsedin,
Dervişin bir çiçek attı, inledin,
Bağrımı delmeye taş yetmez dedin,
Halden anlayanın bir gülü yeter!..”
 

Mansur’un ölümü, zaten ölüm duygusunun bütün çetrefil taraflarını şiirine yansıtan Üstad için bir başka güzelliktir. İnsandan muradı zaten odur. Ölümü öldüren insanlar, ötenin ötesinde sonsuz bir kervana katılıp sonsuz bir hayat sürerler. Kahramanlığın esası, ölümü öldürme becerisine ulaşmaktır. Onun dışındaki bütün kahramanlıklar çöplüğe atılmalıdır. Bölümün sonunda yer alan beyitte de Şah-ı Nakşibendî ile ölüme bakışını değerlendirmektedir.

 
“Yüce Şah-ı Nakşibend, Nakkaş ve Nakış onda
Bütün içi dışıyle ölüme bakış onda.”
 

“Dava” ve “Cemiyet” şiirlerinin başına “Büyük Doğu Marşı” yerleştirilmiştir. Allah’ın seçtiği kurtulmuş millet! Güneşten başını göklere yükselt! Bu seçilmiş millet nur yolu izinden gidecektir klavuzun. Elbette ki Üstad’ın en büyük dava şiirlerinin başında hemen her inançlı, milliyetçi gençlik grubu toplantılarında okunan “Sakarya Türküsü” gelmektedir.

 
“İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya;
Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.”
 

diye başlayan şiirde Sakarya diye biten mısrayı taşıyan dört adet beyit vardır ve bunların arasında yedişer beyit yer almaktadır. Gerçekten şiir, lirizm gücü yüksek bir sestir. “Vatan millet Sakarya” diye üçleme yapılarak alay konusu kılınan memleket sevdası ancak böyle bir coşkuyla aktarılabilirdi. Davanın özünü veren bir anlatım vardır ve kavramlar boşuna seçilmemiştir. Bir toprağın vatanlaşabilmesi için mücerret ve müşahhas bütün unsurlarının anlamlı bir bütünü oluşturmaları gerekmez mi? İşte Sakarya’dan başlayarak su ve toprak sentezine ulaşılmakta ve oradan Sakarya’ya akıtılan kanlarla bu milletin bin yıllı aşan Allah davası arasında derin bir ünsiyet kurulmaktadır. Mehmed Akif nasıl “Çanakkale Destanı”yla imparatorluğun yedi düvele karşı müthiş direncini terennüm etmiş ve Mehmetçik’in süngüsü ve kalbi arasında ilahi nefesi yakalayan ses olduysa Necip Fazıl da Sakarya’nın, Kurtuluş Savaşı’nın en güzel destanlarından birini yazarak ama yine aynı asırlara şamil ilahi perspektifi ve Türk’ün ruh kökünü işaret eden coşkulu bir ses olmuştur.

Dava şiirlerinde “Sakarya”nın ardından “Muhasebe”, “Destan” ve “Zindandan Mehmed’e Mektup” gelmektedir.16

 
“Fikrin ne fahişesi oldum, ne zamparası!
Bir vicdanın bilemem, kaçtır hava parası?”
 

Imagemaker’lığın, akademik hokkabazlığın, bilim adamlığı yahut fikir adamlığı sayıldığı çağımızda bu beyiti çarpıcı bir uyarı mahiyetindedir. Vicdanların hava parası tartışma konusudur. Bir fikrî pazarlayan, onu alıp satan bezirgânlar döneminde bu beyite sığınma mevkisindeyiz.

 
“Üstün çile, dev gibi gelip çattı birden! Tos!
Sen, cüce sanatkârlık, sana büsbütün paydos!”
 

Poetikasının bu iki mısrada özetlendiği açıktır. Mutlak hakikati, Allah’ı ararken sır ve güzellik yolundan hareket, şairi üstün çileye, fikir çilesine eriştirir; dolayısıyla artık cüce sanatkârlık terk edilecektir. Bu harekette yoldaş gençliktir ve gençliğe mesajında “gençlikle köprü başı bir genç arayışı”, piramidin teşekkülünü sağlayacaktır.

 
“İşte bütün meselem, her meselenin başı,
Ben bir genç arıyorum, gençlikle köprübaşı!”
 

Öylesi bir genç adam, sürekli kendi kendine “Ben neyim ve bu hâl neyin nesi?” sorusunu soracaktır. Sonsuz varlık muhasebesi yapacaktır.

“Soruverse: Ben neyim ve bu hâl neyin nesi? Yetiş yetiş, hey sonsuz varlık muhasebesi?”

Bu muhasebe nesiller arasındaki korkunç uçurumu da idrak ettirecektir. Üç katlı ahşap ev, şairin doğduğu ve yaşadığı evdir. Bu ev aynı zamanda imparatorluktan giderek küçülen bir devletin ve o devlete sahip cemiyetin dönüşümünü tahlil etmede tipik bir araçtır. Soyağacı gibi olan üç katlı ahşap ev, çürümüşlüğün, çöküntünün bütün unsurlarını taşıyacaktır. Ağaç da konak gibi bir başka unsurdur Üstad’ın şiirinde… Zaten “Büyük Doğu”dan önce çıkardığı derginin adı da “Ağaç”tır.17

 
“Bu ne hazin ağaçtır, bütün ufkumu tutmuş!
Kökü iffet, dalları taklit, meyvesi fuhuş…”
 

Cemiyet, yok edilen ruhu ve yok eden güruhuyla tahlile muhtaçtır; kurtarılmayı, kendi öz benliğine döndürülmeyi beklemektedir. Şair de bu cemiyetin rahminde bir doğum sancısıdır. Böyle bir doğum aynı zamanda mukaddes emanetin de taşıyıcısı olacaktır.

 
“Rahminde cemiyetin, ben doğum sancısıyım!
Mukaddes emanetin dönmez davacısıyım!”
 

Bu gelen Yeni, statükocular tarafından, bu çürümüşlüğün mimarları ve bekçileri tarafından “gerici” yaftasıyla suçlanabilir. Bu suçlayıcılar aslında yükseldiklerini sanırken gerçekte zamanı kokutmakta ve alçalmaktadırlar. Bir saman kâğıdından kopya almanın dışında bu taklitçiler hiçbir şey yapmamaktadırlar. Devrim diye yaptıkları da masaldan ibarettir ve yeniye tahammülleri yoktur. Ne yazık ki bu solmaz, pörsümez yeni, çirkine mahkûm edilmiştir. Bütün iş onu özgürlüğüne kavuşturmaktır. Bir gün hesap görülecek ve gerçek inkılap zuhur edecektir.

 
“Bekleyin, görecektir duranlar yürüyeni;
Sabredin gelecektir, solmaz pörsümez Yeni!”
 

Necip Fazıl’ın ikinci dönem şairliğinin aynı zamanda “Büyük Doğu” dergisi ve mücadelesi sürecinde geliştiği bilinmektedir. 1947’de yazılan bir başka şiir de “Destan”dır. Onda da inkılap kavramıyla cebelleşme devam etmektedir. Kalabalıklar nereye gittiğini bilmemektedir ve bu kör gidişe dur demek vaktidir:

“Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!” haykırışıyla başlayan şiir, tarihimizden, benliğimizden, kimliğimizden büyük kopuşa işaret etmektedir.

“Bir şey koptu benden, şey, her şeyi tutan bir şey.” diyen şair, çöküşü, Sodom-Gomore, Bizans ve Roma’nın çöküşüne benzetmektedir. Şiirde aynı zamanda ekonomik çöküntü ve toplumsal parçalanma da anlatılmakta; gelir dağılımı adaletsizliğine işaret edilmektedir. “Allah’ın on pulunu bekleyedursun on kul / Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul.” şeklinde açıklanan bu taksimin, kurt tarafından bile yapılmayacağı ileri sürülmektedir. Meselesiz ve gerçeksiz hayat, bir kubur faresini andırmakta; karaborsa toplumu sarmalamaktadır. Böyle bir toplumda siyaset kavas, ilim köle, sanat ihtilaçtır. Bülbüllerin vakvaktan dil öğrenmeleri emredilmekte, tarih kitapları ise balığın tırmandığı kavaktan bahsetmektedir. Arslan hakikat ispinoz kafesindedir; vatan ise dalkavuk kefesinde tartılmaktadır. Mukaddes emaneti ne yaptık diye canhıraş bir feryatla soran şair, daha da ileri giderek bu tiyatroyu çok daha acıklı ve alaycı hicvetmektedir:

 
“Ah, küçük hokkabazlık, sefil aynalı dolap;
Bir şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkılap.”
 

Gerçekten de Sakarya ile bu mukaddes emanetin yılmaz bekçisi seçilmiş millet, şanlı bir direniş göstermiş; suyu yokuşlara doğru akıtmayı bilmiş ve fakat sonradan yaptığı eldiven ve şapkadan ibaret inkılaplarla şanını ilerletememiştir. Bu şiirde “inkılap” kelimesinin daha önceki baskılardaki yerinde üç nokta olduğunu biliyoruz. Bu mükemmel hicviye, aynı zamanda Türk milletinin acıklı bir destanıdır da. Üç noktanın söylediği çok şey vardı mutlaka ama artık son baskılarda açık bir tenkit hâlinde şair, “angaje” tarafa son noktayı koymak durumunda kalmıştır.

1947 şiirlerinin biri de tek beyit hâlindeki “Surda Açılan Gedik”tir:

 
“Surda bir gedik açtık; mukaddes mi mukaddes!
Ey kahbe rüzgâr, artık ne yandan esersen es!..”
 

“Büyük Doğu” mücadelesi şairin ikinci dönem şiiriyle teçhizatlandırılarak surda bir gedik açılmasına sebep olmuştur. Artık beis yoktur. İz vurulmuştur. Artık gam yoktur. Gerçekten de camide mahpus Müslüman tipi sokağa taşırılmış, entelektüel seviyede tartışma alanı bulabilmiştir. Bu çok önemli işlevi, şairde zaten güçlü olan benlik duygusuyla da takviye olunarak, kendiyle birlikte bütün cemiyeti (ya da cemaatleri) öz güvene ulaştırmıştır. Öz güven aşılayan bir başka şiiri de “Şarkımız”dır.

 
“Kırılır da bir gün bütün dişliler,
Döner şanlı şanlı çarkımız bizim.
Gökten bir el yaşlı gözleri siler,
Şenlenir evimiz, barkımız bizim.”
 

Yokuşlar kaybolacak, düze çıkılacak ve sonu gelmez gündüze kavuşulacaktır. Dil, tarih, ahlak ve iman kurtulacak; şarkımız her tarlayı sulayacaktır.

 
“Gideriz nur yolu izde gideriz,
Taş bağırda sular dizde gideriz,
Bir gün akşam olur, biz de gideriz,
Kalır dudaklarda şarkımız bizim…”
 

Bu güzel şarkı da 1964’te şairin üçüncü devreye hazırlandığı zaman yazılmıştır. Yine aynı yılda “Tohum saç, bitmezse toprak utansın! / Hedefe varmayan mızrak utansın! / Hey gidi küheylan, koşmana bak sen! / Çatlarsan, doğuran kısrak utansın!” gibi müthiş bir öz güven duygusu aşılayan ve her mısrayı güçlü nidalar hâlinde ortaya çıkan bir şiir de bu açıdan yine bir Necip Fazıl klasiği olarak tebellür etmiştir.

Son dava şiiri olarak “Zindandan Mehmed’e Mektup”a yer vermek gerekmektedir. Zira Üstad’ın dava adamlığı aynı zamanda mahpusluğu ile atbaşıdır ve sıklıkla içeri giren ve sıklıkla yargılanan Üstad’ın ölüm döşeğindeyken bile birçok davası devam etmektedir. Bu şiir 1961’de yazılmış ama bugüne kadar güncelliğini sürdürmüştür.

“Zindan iki hece, Mehmed’im lafta! / Baba katiliyle baban bir safta!” diye başlayan şiir, cezaevini anlatmakta ve bu sefer şair, koğuşu, zindanı ana rahmi olarak telakki etmektedir. Böylece doğuş, bu zindanlardan olacaktır.

 
“Ana rahmi zâhir, şu bizim koğuş;
Karanlığında nur, yeniden doğuş…
Sesler duymaktayım: Davran ve boğuş!
Sen bir devsin, yükü ağırdır devin!
Kalk ayağa, dimdik doğrul ve sevin!”
 

Artık oğlu Mehmed’e öz güven aşılamalıdır. Nasıl ki dava, “Büyük Doğu” cemiyetinin farkına vardığı mesaj olmuştur; bu sefer içeride olan babanın evladına bir mesajı olmak gerekir. Mehmed sevinmelidir, babası eve dönse de dönmese de sevinmelidir. Zira bu tekerlek, tümsekte kalmayacaktır artık.

 
“Yarın elbet bizim, elbet bizimdir!
Gün doğmuş, gün batmış ebed bizimdir!”
 

Necip Fazıl’ın şiirinde üç dönem var. Birincisi etkilendiği çevrenin, konağın ve Fransa’nın şiiri. Bodler’den etkileşim; diğeri 1934 sonrası Abdülhakim Arvasi ile karşılaşmasından sonraki dönem; üçüncüsü de yine kendi sentezini bulduğu son dönem.

14“Bir esmer kadındır ki kaldırımlarda gece / Vecd içinde başı dik hayâlini sürükler.” mısralarıyla başlayan 3. “Kaldırımlar” şiiri.
15“Gerçekte ızdırap, insanı insan kılan şey, insanlığın yaratıcısıdır. Izdırapta, onu kendi içinde var etmeye kadar, mistiklerin ve özellikle Hallac’ın yaptığı gibi onu aşk ile tutku ile istemeye kadar ileri gitmek lazımdır; kendisini mahkûm edenlerin günahlarını bağışlatmak için Hallac, darağacında şu hayret verici şekilde yalvarıyordu: ‘Onları affet ve beni affetme…’ İsyan, mistiğin tavrıdır; Allah’a iştiraki ile kendi uluhiyetinin farkına varan mistik, kendine ve herkese yükümlülük getiren insanlık ile kendini ve herkesi kurtaran uluhiyet arasında seçim yapmak zorunda kalınca kendisinin ve herkesin selameti için lanetlenmiş olarak ölmek ihtirasıyla yanıp tutuşur. Bizim Allah’ımız isyanın Allah’ıdır.” (Nuretin Topçu, “İsyan Ahlâkı”, Dergâh, İstanbul 1995, s. 200, 204)
16Büyük Doğu cemiyetinin ezberlediği bu şiirler, “Gençliğe Hitabe” ile birlikte “İdeolocya Örgüsü”nün ritüelini meydana getiriyordu.
17“Bütün ömrü, 14 Mart ve 29 Ağustos 1936 arasında beş buçuk ay ve on yedi sayıdan ibaret olan “Ağaç”ın ilk altı sayısı Ankara’da çıkar. Yedinci sayıdan itibaren dergi, İstanbul’a nakledilir. Her sayısı kaliteli, yüksek gramajlı kâğıda basılan ve hafif grenli “papye kartone” bir kapağı olan dergi, ağırbaşlı, akademik bir görünüştedir. Hayatı boyunca kendi kıyafetinden tiyatrolarındaki mekân dekorlarına ve bütün yayımlarına kadar daima zengin bir formun ve şık görünüşlerin insanı olan Necip Fazıl’ın genç yaşında ve ilk yayın tecrübesine rağmen “Ağaç”ta eriştiği bu kalite, dergiciliğimiz için kıymetli bir tecrübe olmuştur.”(…) “Aynı yıllarda Ankara’nın devrimci havasına uyarak boy gösteren ‘Kadro’, ‘Varlık’, ‘Yücel’ gibi dergilere bir tepki midir? Yoksa çağın Batı’da materyalist ve pozitivist, Doğu’da Marksist çılgınlıklarına bir karşı çıkma mıdır?”(Orhan Okay, “Kültür ve Edebiyatımızdan”, Akçağ, Ankara 1991, s. 352, 354)