Krallar Avlayan Türk

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

“Sipahi, yaya yürümez, değil mi baba?”

Oyvad, oğluna cevap verdi:

“Hay bunu bileydin. Kanatsız Türk olur mu ki atsız sipahi olsun!”

İnce Balaban, çocuğu yere bırakırken takıldı:

“Sipahilik öbür yakada kaldı oğul. Burası yayalar yurdudur. Babanın sırtına binmek de yok. Çarığı çekip bizimle yürüyeceksin.”

İlkin Sevindik’e yapılan takılmalar, şakalar yavaş yavaş Kara Boğa’nın endamına, Doğan Bey’in yarasına intikal ettiriliyor, onlar da Aygud’un dilsizliğine, Balaban’ın inceliğine, Kara Abdurrahman’ın bıyık büküşüne takıldıkları için karşılıklı kahkahalar devam edip gidiyordu. Uzun ve güç bir yüzüşün yorgunluğunu sanki bu latifelerle gideriyorlardı. Nihayet Kara Abdurrahman, en zeki ve en doğru gören arkadaş sıfatıyla, yoldaşlarını vazife başına çağırdı.

“Yârenlik yeter!” dedi. “İşimize bakalım. Mademki altı buçuk kişilik olduk, pusu kurmaya, gizlenmeye lüzum yok. Açıktan açığa yürüyelim, şu görünen köye girelim, bir dil (esir) yakalayalım.”

Oyvad sordu:

“Dil alıp ne yapacağız?”

“Karşıya götürüp söyleteceğiz. Beyler ona göre karar verecekler!”

“Öyleyse sana uğurlar olsun. Biz buraya dönmemek için geldik. Köy mü şehir mi, ne ele geçirirsek bayrağı dikip oturacağız. Ardımızdan gelenleri yeni evimizde ağırlayacağız.”

“Çocukluk etme Oyvad. Altı kişi bu işi nasıl yapar!”

“Altı Türk, devlet kurar be! Bilmiyorsan yazık sana!”

Abdurrahman da adım attıkları şu sahilin gerilerinde dönüp dolaşmak, çeşit çeşit maceralara atılmak istiyordu. Fakat Süleyman Paşa’ya verdikleri sözü unutmak kabil değildi. Oraya onun emriyle ve istikşafta bulunmak fikriyle gelmişlerdi. Bu sebeple kendi düşüncesine, kendi dileğine, kendi iştahına uygun düşen şu mülahazaya karşı koymak zorunda kaldığından içini çekti.

“Evet, Oyvad…” dedi. “Hakkın var. Altı Türk birleşince yeni bir devlet kurabilir. Lakin biz buraya devlet kurmak için değil, kurulu olan devletimize hizmet etmeye geldik.”

“İyi ya. O işi sen yap. Bizi de kendi hâlimize bırak.”

Kara Abdurrahman’ın arkadaşları Balaban da Aygud da şöhretli sipahiye uyuyorlardı, “Geldik, gördük, artık dönmeyiz!” diyorlardı. Babasının sırtında deniz geçmekten pek hoşlanmış olan Sevindik bile geri dönmek sözünden sıkılarak huysuzlanıyor ve Kara Boğa’nın kalın baldırlarını çimdikleyerek mırıldanıyordu:

“İri emmi, dönmeyelim, beni sayarsan dönmeyelim!”

Kara Abdurrahman bu müşkül vaziyette bütün talakatini kullandı. Siyasetten, devlet idaresinden, inzibat usullerinden bahsetti. Kendilerinin çetecilik edemeyeceklerini anlattı. İnatçı arkadaşlarını kandırmak için uzun uzun dilbazlıkta bulundu, yüz dereden su getirdi. Lakin Aygud’la Oyvad şöyle dursun, küçük Sevindik’i bile kandıramadı. Onlar bir kere Nuh deyip durmuşlardı, bir türlü peygamber demiyorlardı.

Kara Abdurrahman, kendi muhariplik duygularına pek uygun gelmekle beraber, mantık bakımından aykırı bulduğu bu inat önünde şaşırmıştı. Arkadaşlarına uymak da uymamak da elinden gelmiyordu. Hâlbuki güneş doğmak üzereydi. Kolayca bir iki esir yakalayıp ve onları denizde önlerine katıp yüze yüze geri dönmek imkânı neredeyse eriyecek ve halkın uyanmasıyla beraber bu işin zorla yapılması lazım gelecekti.

Münakaşa böyle bir çıkmaz içinde sürünürken Kara Aygud’un gür sesi yükseldi:

“Susun!”

Hepsi bu yersiz ihtarın sebebini anlamak için sabırsızlanırken o, haber verdi:

“Yer oynuyor!”

Evet, yer oynuyordu. İlk küçük sarsıntıyı Aygud sezmişti ve sarsıntının çoğala çoğala devam etmesi üzerine büyük bir zelzele içinde bulunulduğu anlaşılmıştı. İnce Balaban bir müddet sessiz durduktan sonra dayanamadı.

“Oynuyor ama…” dedi. “Yine yerinde duruyor. Bir parmak bile ileri, geri gitmiyor.”

Yer, bu şakacı gence sitem etmek, ağır bir cevap vermek istiyormuş gibi bir kere daha sarsıldı ve biçimsiz şekli sabahın ilk kuvvetli ışığı altında tamamıyla meydana çıkmış olan civardaki köy istikametinden, yıkılma, çökme sesleri işitildi. Şimdi Türkler, yeni güne korkunç tarrakalar7 içinde göz açan mahmur köye bakıyorlardı. Bu küçük ve fakir yurt, gazabına geldiği toprağın zalim sallayışlarıyla âdeta parçalanıyor, yer yer yıkılıyordu.

Yıkım velvelesini, kısa bir lahza sonra köylülerin çığlığı takip etmişti. Yarı giyimli, yarı çıplak halk, hazin çığlıklar kopararak sahile doğru koşuyorlardı. Ocak ve soy sop bağlarının bu korkunç hadise karşısında dağılıverdiği apaçık görünüyordu. Kocalar karılarını, analar çocuklarını aramıyor ve yatağından fırlayan, çılgın bir telaş içinde köy dışına atılıyordu.

İnce Balaban, can korkusuyla akıllarını kaybeden bir kalabalığın kendilerine doğru koştuğunu görünce haykırdı:

“Hazır olun. Bizi karşılamaya geliyorlar!”

Aygud homurdandı:

“Geliyorlar ama, ağlayarak!”

Evlerini yıkan tabiat tekmesi sanki arkalarından şahlana şahlana yürüyormuş ve köy dışında da başlarına bir şeyler yıkılacakmış gibi şuursuz bir koşuşla sahile doğru yuvarlanan karışık kütle, altı Türk’ün heybetli endamını görür görmez duraladı, ağlayan gözlerin yaşı birdenbire kurudu, inleyen dudaklar sustu, yüzlerce insan, taş kesilivermişçesine hareketsiz kaldı. Türkleri börklerinden ve bilhassa yatağanlarıyla palalarından tanıyan köylüler, kendilerini evlerinden, barklarından uzaklaştıran zelzeleyi onların yaptıklarına zahip olmuşlardı. Kumsallar üstünde dimdik duran bu altı Türk, sanki birer volkandı ve bu volkanların, bellerinde kuşandıkları yıldırımlar kâfi gelmiyormuş gibi, bugün ellerine birer de zelzele aldıkları görülüyordu.

Kara Abdurrahman, her hakikati ve her ihtimali kucaklayan derin bakışlarıyla sahneyi bir müddet süzdü, “Allah böyle istedi.” diye mırıldandı ve sonra görgülü bir kumandan gibi hareket ederek arkadaşlarına vazifelerini gösterdi:

“Haydi Oyvad, Doğan, Boğa, ileri!.. Biz bu sürüyü eğleriz. Siz köyü tutun!”

Üç sipahi, elleri palalarında, seğirterek geçerken kadın ve erkek bütün köy halkı diz çökmüşlerdi. Rumeli’nin fatihlerini selamlıyorlardı. Onlar, iki üç yüz kişilik şaşkın kütleye ne müstehzi ne merhametli bir bakış atmaya lüzum görmeyerek köye doğru koşuyorlardı. Sevindik, o minimini Türk de kısa adımlarının müsaadesi nispetinde, heybetli sipahilere ayak uyduruyordu, tabiatıyla geri kaldığı için üç kişilik kıtanın dümdarı8 gibi görünüyordu.

Kerpiçten yapılma kalesi zelzelenin kuvvetli darbeleriyle baştan başa yıkılmış olan bu sahil köyü, meşhur Çempe idi. Bugün Çanakkale Boğazı’nı geçenler üç sipahinin beş yüz yetmiş küsur sene evvel yıkık kalesinin ayakta kalabilen tek bir kulesine Türk bayrağını asmış oldukları Çempe köyü yerinde Akbaş kariyesini görürler.9

Köylüler, zelzelenin iliklerine ve şuurlarına verdiği sarsıntıdan sıyrılmışlardı, Türk yüzü ve Türk silahı görmekten ileri gelme yaman bir korkuyla zangır zangır titriyorlardı. Üç sipahinin yanlarından geçişi, gözlerine dolgun mevcutlu bir alay askerin akışından daha uzun görünmüştü. Oyvad’la arkadaşları, hatta dümdarları köye girdikleri hâlde onların ayaklarından çıkan ve zelzeleyi de bastırmış görünen kuvvetli ses, henüz kulaklarında uğulduyordu.

Dizleri yerde, kolları havada, korkuyla karışık bir tezellülle, put gibi hareketsiz duruyorlardı.

Abdurrahman, atsız sipahilerin köye girmeleri üzerine arkadaşlarına döndü.

“Haydi Aygud, Balaban…” dedi. “Sıra bizim.”

Ve onları yanına alarak ağır ağır ilerledi, Çempelilerin yanına kadar geldi, Bizans diliyle emir verdi:

“Kalkın, dizilin!”

Yarı çıplak halk, kendilerini köyden dışarı atan zelzelenin daha kuvvetlisini şimdi yüreklerinde hissediyorlardı. Kara Abdurrahman’ın iki kelimelik iradesi hepsinin canını ağızlarına getirmişti ve bir ipe bağlı yüzlerce kukla gibi hepsi birden ayağa kalkıvermişti. Abdurrahman, kadınlarla erkeklerin nispetsiz surette karışık olduklarına dikkat ederek amir sesini bir daha yükseltti:

“Ev ev ayrılın, dişi, erkeğini bulsun! Çocuklar babalarına yanaşsın!”

Bu emri yerine getirmek köylülerce kolay olmadı. Can korkusu hepsinin idrakini altüst ettiği için karılar kocalarını bulamıyordu. Bu sersemliği, yine Türk muharibin kuvvetli sesi giderdi:

“Eşini bulamayan denizi boylar!”

Artık herkesin idraki düzelmiş, gözlerin seçme ve tanıma kuvveti yerine gelmiş, denize atılmak korkusu o perişan kütleye şuur getirmişti. Şimdi Çempe halkı ev ev kümeleniyordu, erkekler eşlerini ve çocuklarını yanına alarak sıraya giriyordu. Kara Abdurrahman ihatalı bir bakışla bu ilk tutsakları saydı ve arkadaşlarına döndü:

 

“Altmış dokuz ev, iki yüz yedi baş. Her birimize otuz dört baş düşüyor. Büyük yoldaş Sevindik için de üç adam kalıyor. Böyle paylaşalım mı, yoksa bunların topunu birden Oyvad’la arkadaşlarına mı bırakalım?”

Kara Aygud reyini verdi:

“Payımız onların olsun.”

İnce Balaban da aynı fikirde bulundu ve üstelik vakit geçirilmeden ileri gidilmesini, kalelerde gedik açmak suretiyle kendilerine kılavuzluk eden zelzeleden istifade olunmasını teklif etti. Kara Abdurrahman, öbür yakaya dil göndermek meselesini yine hatırladı:

“İyi ama…” dedi. “Ötede dil bekliyorlar.”

Münakaşa tazelenmek üzereydi. Ne Aygud ne Balaban geri dönmek niyetinde olmadıklarını, Abdurrahman da kolaylıkla ellerine geçen Çempe gibi yakın köylerden hiç olmazsa bir tanesinin daha işgal olunabileceğini düşündüğü için öteye haber uçurmak işine şekil vermek müşkül görünüyordu. Üç arkadaş bu nazik mevzuyu ne suretle idare edeceklerini ayrı ayrı düşünürken altmış dokuz parça hâlinde sıralanan Çempeliler hep birden denize bakmaya başlamışlardı. Sırtlarını suya çevirmiş olan delikanlılar, iki yüz çift gözün ansızın denize dikildiğini görünce başlarını döndürdüler ve iki gölgenin, ayakta durarak sahile doğru ilerlediğini gördüler.

İnce Balaban gülümsedi.

“İşte…” dedi. “Bu yahşi… Denizi yürüyerek geçiyorlar.”

Aygud, keskin gözlerini engine dikti ve biraz sonra haber verdi:

“Sal!..”

Çempeliler, böyle teker teker denizi geçen kahramanların teker teker bütün Rumeli şehirlerini zapt edeceklerine çoktan iman getirdikleri için her Türk’ün ayağı dibince koca bir kalenin yıkılışını temaşa ediyorlardı. Onların zihinlerinde atalar mirası olarak yaşayan hurafeler, bu güzel denizi kimlerin gelip geçtiğine dair belledikleri masallar, son yıllarda cazibelerini kaybetmişti. Truva efsaneleri, Agamemnon hikâyeleri, Safu tekerlemeleri, on binler gevezeliği zavallı köylüler için uyuşturucu birer gıdaydı. Binlerce ve binlerce adam, uzun bir zaman bu hurafelerle idraklerini beslemişler ve mevhum kahramanların vârisleri olduklarına inanarak kendilerini dalaletle sürüklemişlerdi. Ancak Türk savletinin10 başlamasıyladır ki gözlerindeki gaflet perdesi düşmüş, efsanelerin yaşattığı mağrur itimat göçmüş ve bu muhitte yepyeni bir uyanıklık belirmişti.

Çempeliler de o gaflet dünyasına mensup biçarelerdi ve Türklüğün ancak harikalar yaratıcı bir kuvvet olduğuna, yirmi otuz yıldan beri inanıyorlardı. Bu inanç pek derin ve pek engindi. O derece ki, kendilerini sıraya dizen şu üç Türk’ün kayıklarla, yelkenlilerle sahile geldiklerini görseler şaşacaklar ve alelade fânilere yakışan bu geçiş tarzını onlara layık bulmayacaklardı. Şimdi de Aygud’un sal dediği şeyin bir kilim, bir seccade olabileceğini ve bir kısım Türklerin de öyle bir nesneye binerek denizi aşmakta olduklarını tevehhüm ediyorlardı.

Böyle bir kuruntu onlar için zaruriydi. Çünkü asırlardan beri vehmî ve hayalî bir âlem içinde yaşamışlardı. Türklerle temasta bulunmak sayesinde, Paris’in bir hayal, Aşil’in bir masal, Hektor’un bir dedikodu olduğunu öğrenmişlerdi. Yine o temasın yarattığı uyanıklıkla Bizans saraylarında bile telakkiler, zevkler değişmişti. Artık oralarda da Argononlar, Eksenofonlar okunmuyordu. Yalnız Akça Kocaların, Konur Alpların, Kara Alilerin menkıbeleri söyleniyordu.

Uzaktan belirmiş olan sal biraz daha yaklaşınca içindekileri tanımak mümkün oldu ve Kara Abdurrahman, neşeli bir “Oh!..” çekerek haykırdı:

“Gözüm aydın, gözüm aydın, beyler geliyor! Artık bana tasalanmak kalmadı!”

Görüş doğruydu, gelenler Fazıl ve Ace beylerdi. Onlar, çarçabuk hazırlattıkları bir salla yüzgeç delikanlıların izlerine düşmüşlerdi. Şarktan garba doğru esen hafif bir rüzgâr bu çok sade ve çok nazik nakil vasıtasını sürükleye sürükleye aynı noktaya, altı Türk’ün çıkmış olduğu sahile getirmişti. Beyler, hayli uzaktan karadaki kalabalığı görmüşler ve endişelenmişlerdi. Bu endişe yüzünden yerlerinde oturamadıkları için de ayağa kalkmışlardı. İki gölgenin denizde yürür gibi görünmesi işte bu kalkıştandı. Onlar, coşkun kanlı gençlerin bir felakete uğramasından korktukları cihetle yaklaşır yaklaşmaz kumlara atladılar ve bağırdılar:

“Hayrola çocuklar, savaş mı var?”

Kara Abdurrahman, güle güle cevap verdi:

“Savaş filan yok, şu köylüler selamınıza duruyor.”

Çempelilerin vaziyeti bu cevabın kuvvetini artırdığından her iki bey geniş birer nefes aldılar, mübarek sahneyi gözden geçirmeye koyuldular. İşte, yaşlarının yekûnu bir asrı doldurmayan üç delikanlı, birçok asırların hatıralarını taşıyan şu topraklar üzerinde, Türk hâkimiyetini kurmuşlardı. İki bey, iki yüz küsur esirin miskin durumunda bu parlak hakikati görüyorlar ve derin bir sevinç içinde bahadır delikanlıları alkışlıyorlardı:

“Berhudar olun çocuklar, ilk av temiz olmuş!..”

Ufukta bütün azametiyle belirmiş olan güneş, bu alkışa iştirak ediyor gibiydi ve biraz sonra Çempeliler, her iki beyin önünde, o civar kalelerine dair mükemmel malumat veriyorlardı.

II
DİLSİZ İLYA

Ace Bey’le arkadaşlarının geri dönüp gördüklerini Süleyman Paşa’ya söyledikten sonra verilen karar üzerine başlayan salla geçme hareketinin tasvirini tarihe terk ediyoruz ve okuyucularımızdan, bizimle beraber Burgaz önüne kadar gelmelerini, orada cereyan eden bir muharebeyi seyretmelerini istiyoruz. Dimetoka Kumandanı Mihal’le Edirne Muhafızı Vice-Roi Dimitri İştovan tarafından Burgaz civarındaki Türk kuvvetleri aleyhine yapılmak istenilen bir baskın, tasvir etmek istediğimiz harbi doğurmuştur.

Dimetoka ve Edirne kumandanları saray üstünlüğünün verdiği güvenle bu baskını tasarlamışlardı. Onlar, on bin kişilik bir ordu, Türklerse bin kişilik bir müfreze teşkil ediyorlardı. Her iki kumandan, Termopil önlerinde üç yüz kişiyle üç milyonluk ordular tarumar eden kahramanların damarlarındaki kanı, hiç su karışmamış biçimde, taşıdıklarına iman getirmişler gibiydi. Çünkü ortadaki rakamlar, on binle bin, böyle bir iman yaratacak kadar sarihti. Fakat ihtiyatlı davranmamak da ellerinden gelmediği için açık bir taarruz yerine baskın yapmayı tercih ediyorlardı.

Burgaz önündeki Türk müfrezelerinin başbuğluğu sipahi Oyvad’a verilmişti. Kara Abdurrahman, Kara Aygud, Kara Boğa, İnce Balaban ve Yaralı Doğan da onunla beraber bulunuyorlardı. Kendilerine bir baskın hazırlandığı haberi gelir gelmez Oyvad, bütün arkadaşlarını topladı.

“Baskın var!” dedi. “Nidelim?”

Aygud’un cevabı kısa oldu:

“Söz kılıcındır, bize susmak düşer!”

Abdurrahman, bu düşünceyi eksik buldu:

“Düzene düzen gerek.” dedi. “Biz de pusu kurmalıyız.”

Boğa, Balaban ve Doğan aynı mülahazayı ileri sürdüler, başbuğu da fikirlerine meylettirdiler. Yoldaşlar meclisinin kararı, Aygud muhalif olmak şartıyla, şu şekilde tecelli ediyor demekti: Baskın yapacakları baskına uğratmak!.. İşte seyredeceğimiz harp budur ve biz, Bizanslıların güya tepeden inme bir saldırışları üzerine yüz gösteren heyecanlı bir çarpışmaya şahit olacağız.

Vakit erkendi. O kadar ki son yıldızlar henüz sönmemişlerdi. Ortalığa alaca bir karanlık hâkim. Baskın yapmak suretiyle gaflet içinde yakaladıklarına zahip oldukları Türklerin umduklarından da az mevcutlu, topu topu üç yüz kişi olduğunu görüp anlamak Bizanslıların cesaretini artırdığından neşeli naralarla ortalığı çınlatıyor, bir hamlede şu üç yüz Türk’ü yok etmek azmiyle şen şen saldırıyorlardı.

Türkler şaşkın görünüyorlardı, öteye beriye dağılıyorlardı. Şurada on beş, beride yirmi, daha ötede elli kişilik kümeler var. Birbirlerine bağlı görünmeyen bu gruplar, kendilerinin on ve belki yirmi misli düşmanla ayrı ayrı pençeleşiyor. Ümitsiz çarpıştıkları belli, şu kadar ki hiçbir küme yerini bırakmıyor, geri çekilmiyor, en tuhafı, içlerinde ölen de yok. Her Türk yıkılmaz bir ağaç gibi sert ve dik. Dört taraftan başlarına indirilmek istenen kılıçlar, en küçük bir bere bile açamıyor, teker teker kırılıyor. Bu sebeple baskıncıların bir kısmı silahsız kalıyor ve selameti geri çekilmekte buluyor.

Bu, Türklerin sayı bakımından üstün kuvvetler önünde ustalıkla tatbik ettikleri “Canlıkale” tabiyesiydi. Uzun bir saat bu tabiye devam etti, baskıncılar yorulmaya başladı. Kumandanlar, evvelce dağılış, kaçmaya hazırlanış sandıkları bu dört köşe, dört köşe ayrılışın kıymetini, ehemmiyetini yavaş yavaş anlamışlar, kötü kötü düşünmeye koyulmuşlardı.

İşte bu sırada, sağdan soldan müthiş bir velvele koptu, bölük bölük Türk’ün iki yandan da sahneye atıldığı görüldü. Baskınlarının baskınla karşılandığını gören Bizanslılar sayıca üstünlüklerinin elden çıktığı korkusuyla cesaretlerini kaybederek ve karşılarındaki Türk kümelerini bırakıp yeni gelenlere göğüs vermeyi de beceremeyerek bocalarken o yirmişer, otuzar kişilik murabbalar birdenbire açılmış, yayılmış, önlerine gelen Bizanslıları doğramaya başlamıştı.

Bu harbin ertesi günü yazılan zafernamenin şu fıkralarından vakıanın hakikatini daha canlı surette anlayabiliriz.11

“Nagâh sehere karib kefere-i fecere meydana dökülüp dürtüşmek ve döndürüşmek üzere iken pusuda olan mücahidler, kâfirin iki tarafını alup aslan sığına (İri ve benekli geyik demektir.), kurd koyuna dokunur gibi yanların kuşadıp kılıç sunduklarından hemen her birin bir tarafa dağıdup sabah oldukta…”

Evet, o günleri bizzat yaşamış olan kâtibin dediği gibi sabah oldukta on bin kişilik büyük ordudan kalan yadigâr, bir sürü başsız cesetle birkaç yüz esirden ibaretti. Üst tarafı çil yavrusu gibi dağılmıştı.

Rumeli yakasında ilk kaleye ilk olarak Türk bayrağını astığı için “sipahi yiğitbaşılığı” ile mükâfatlandırılan Oyvad Bey, bu parlak zafer sonunda tutsakları dizi dizi sıralarken Kara Abdurrahman yanına sokuldu:

“Oyvad…” dedi. “Bir şey tasarlıyorum.”

“Hayrola!..”

“Sevindik’i bana yoldaş eder misin?”

“Vay, benim oğlan sana yoldaş olacak kadar büyük mü? Vallahi bilmiyordum.”

“Tam çalışacak çağdadır. Artık terkiye binmekten vazgeçsin, bizimle dolaşsın.”

“Gizli bir iş mi var, bir yere mi aşacaksın?”

“Biraz eğlenmek istiyorum. Sevindik de bana yardım edecek.”

Elini, minimini hançerinin kabzasına koyarak muhavereyi dinleyen Sevindik, hemen yalvardı:

“Elini öpeyim baba! Beni Kara Rahman amcama ver. Sana bol bol armağan getiririm.”

Heybetli sipahi, küçük Sevindik’in güzel yüzüne şöyle bir baktı ve onun minimini ellerini Kara Abdurrahman’ın geniş avcuna koydu.

“Evlat…” dedi. “Benim değil, senindir. Yanında gezsin, yeri göğü görüp bellesin, gözü gönlü açılsın. Baban gibi, senin gibi ünlü bir yiğit olsun.”

Abdurrahman’la Sevindik bu suretle yoldaş olduktan sonra nereye gittiler, ne yaptılar bilmiyoruz. Kendilerine Dimetoka yolunda ve bir sürü muhacir arasında tesadüf ettiğimiz zaman, Burgaz Harbi üzerinden, iki yıl geçmiş bulunuyordu. Sevindik hayli büyümüştü, hayli serpilmişti. Fakat üst baş bakımından çok berbattı. Kir ve çamur içindeydi.

Hemen söyleyelim ki bu kirlilik onun bir Bizanslı köy çocuğu kılığına girmesinden ileri geliyordu. Nitekim Abdurrahman da yırtık bir gömlek, kirli bir don taşıyordu ve Sevindik’le birlikte Bizanslı rolü oynuyordu.

Böyle bir biçime girmek herhangi bir Türk için pek güçtü. Mösyö Bronguier’nin dediği gibi Türkler “elbise temizliği hususunda dünyanın en üstün milletiydiler”. Bizans köylüleriyse -başta imparatorların kayıtsızlığı olmak üzere içli dışlı birçok sebepler yüzünden- pisliğin timsali hâline gelmişlerdi. Bu sebeple Kara Abdurrahman’ın o kılığa girmesi hem güç hem üzücü bir işti. Fakat kutsi tanıdığı bir maksat uğrunda nefsini zorlayıp tam bir Bizans köylüsü gibi pisleşmişti.

Kendine yapılan telkinlere, tembihlere pek çabuk ayak uyduran Sevindik, hiç dinmeyen hıçkırıklarıyla korku delisi muhacirlerin perişan uğultularından da üstün gürültü yapıyordu. Bizans dilini en ince nüktelerine kadar bilen ve konuşan Kara Abdurrahman bu fasılasız zırıltıyı kesmek için sık sık bağırıyordu:

“İlya, sus, yoksa seni Türklere bırakırım!”

Öbür muhacirleri kuvvetli birer kamçı yemişler gibi biraz daha fazla konuşmak zorunda bırakan bu söz, Sevindik’in üzerinde hiçbir tesir yapmıyor ve o, yine durmadan, dinlenmeden ağlıyordu. Türk’ün adından yersiz bir korkuya düşüp emniyetli sığınak aramaya çıkan şaşkın köylüler nereye gideceklerini tasarlamış değillerdi. Bir köy halkının yarısı şimale kaçıyorsa yarısı garba savuşuyordu. Bir iki uzuvlarının sabit hassasiyeti istisna edilirse, hepsinin benlikleri erimiş gibiydi. Kimlerle arkadaşlık ettiklerini değil, kendi kendilerini göremeyecek kadar sersemleşmişlerdi. Gözler yalnız sığınacak yer arıyordu. Kulakları, kovalanıp kovalanmadıklarını anlamak kaygısıyla hep geriyi dinliyordu. Bu hâl, Kara Abdurrahman’ın kurduğu planı kolaylaştırıyordu. Kimsenin ondan şüphelenmesine imkân yoktu ve yiğit Türk, tasarladığı işi yapmak yolunda pervasız yürüyebiliyordu.

 

Sevindik’in inlemesi dinmeden Dimetoka’ya yaklaşmışlardı. Kasabanın bir tepe üzerindeki mahruti12 kalesi, kaçak köylüler için kalın göğüslü bir imdat heykeli gibi cazip görünüyordu. Kadın, erkek bütün bu kaçaklar yerlere kapanarak, önlerinde yükselen kurtuluş ocağına varabildiklerinden dolayı, din ulularına şükranlarını sunuyorlardı. Kara Abdurrahman da onlara uymaktan geri kalmadı ve yüksek sesle birçok dualar okuduktan sonra Sevindik’e müjde verdi:

“İşte kurtulduk, buraya Türkler gelemez. Sen de sesini kes, zırıltıyı bırak!”

Şimdi Dimetoka Kalesi’nin etekleri uğultulu bir panayır yerini andırıyordu. Anasız sıpaların yanık anırtısı, meme arayan buzağıların mahzun böğürtüsüne, çocukların perde perde ve çeşit çeşit çıkardıkları sesler kadın çığlıklarına karışıyor, insanla hayvan yan yana ve kucak kucağa kaynaşıyordu. Bu panayırın sermayesi inlemekten, hareketi de acıklı bir perişanlıktan ibaretti. Kaledeki asker, bu gürültüyü doğuran can korkusuna yabancı değildi. Çünkü iki yıl evvel Burgaz önünde Türklere baskın yapan ve sonra selameti kaçmakta bulan bahadırların bir kısmı kendileriydi. Bu sebeple mültecilerin elemlerini, endişelerini, ızdıraplarını pek iyi anlıyorlardı ve kucaklarını onlara açmak için sabırsızlanıyorlardı. Lakin Dimetoka’yı malikâne gibi idare eden taçsız bir kral durumunda bulunan muhafızın düşüncesi bambaşkaydı. Eski Türk tarihçilerinin tekfur diye kaydedip geçtikleri müstakil valiler zümresine mensup bu kumandan, alay alay mülteciyi kaleye aldığı takdirde iaşe işinin güçleştiğini göz önünde bulundurduğundan köylerini bırakıp sürüne sürüne oraya kadar gelmiş olan millettaşlarına kale kapılarını açtırmak fikrinde değildi.

Mülteciler ummadıkları bu istiskal üzerine ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Kardeş bildikleri Dimetokalıların kendilerine sığınacak bir duvar dibi bile göstermemeleri son derece güçlerine gidiyordu. Birçoğu, bu vaziyette yurtlarından ayrıldıklarına pişman oluyordu. Türklerin kendilerinden alacakları nihayet bir cizye, basit bir vergiydi. Onu vermemek ve harp şamatası duymamak için buraya kadar kaçmanın, hele millettaşlarından yardım ummanın alıklık olduğunu artık anlıyorlardı.

Fakat yere diz çöküp ve kollarını göğe kaldırıp yalvaran kızların, kadınların acıklı inleyişlerine kulak asan yoktu. Bu kayıtsızlık o kütlenin iradesini de felce uğratmış gibiydi. Düşünemiyorlar, baş başa veremiyorlar, yalnız ağlıyorlardı. Zaten ne düşüneceklerdi?.. Geriye dönmek güçtü, ileri gitmekse -şu örneğe göre- faydasızdı.

Erkekler, birlikte getirdikleri öküzlerin boyunlarına dayanarak; kadınlar, ellerini göğüslerine sokarak şuursuz bir intizar devri geçirirlerken Kara Abdurrahman’ın gür sesi yükseldi:

“Böyle kötü kötü düşünmekten ne çıkar?.. Beni dinlerseniz şu bizim dilsize bir kâğıt verelim, içeri gönderelim. Belki hâlimize merhamet ederler, kapıları açarlar.”

Bütün mülteciler o fikrî felçten sıyrılmış gibi kımıldamışlardı, ortaya bir düşünce atan delikanlının etrafına yığılmışlardı. Sahte Bizans köylüsü anlattı:

“Benim dilsiz, hünerli oğlandır. İşitmez, söylemez, ama elinden her iş gelir. El birliğiyle bir arzuhâl yazalım, kale kumandanına yollayalım. İlya ne yapar, yapar, içeridekileri merhamete getirir.”

Şimdi herkesin gözü dilsiz denilen ve o kafileye katıldığı dakikadan beri hıçkırığı kesilmeyen Sevindik’e dikilmişti. Yırtık gömleğiyle, sümüklü burnuyla, çamurlu ayaklarıyla bakanlar üzerinde iyi bir tesir uyandırmayan bu çocuğun, kale kumandanını acındıracağına ihtimal veren yoktu. Lakin denize düşenlerin köpüğe sarılmaları kabilinden bütün o ümitsiz kütle de şöyle bir teşebbüse girişmenin aleyhinde bulunmuyordu. Şu kadar ki kâğıt, kalem bulmak bir meseleydi. Kaçak köylüler arasında yazmayı bilen olmadığı için yazı vasıtaları taşıyan da bulunmuyordu.

Kara Abdurrahman bu güçlüğü de yenmekten geri kalmadı. Bir beyaz bez buldu, bir ağaç parçasından kalem yaptı, bir ineğin bacağından kan sızdırarak onu da mürekkep diye kullandı, iki üç satırlık bir pusula yazdı; sonra köylülerden birkaç bıçak topladı. Sevindik’in bol suyla yüzünü yıkadı, ayaklarını temizledi, parmaklarıyla saçlarını tarayıp düzeltti, yapma kirleri ve çapakları giderdi, çocuğun o eşsiz güzelliğini açığa çıkardı.

Gamlı kadınlar, elemli kızlar ve hatta erkekler birdenbire pek melih, pek latif bir sima alan Sevindik’e hayran hayran bakıyorlardı, “Ne güzel çocuk, ne güzel çocuk!” diye mırıldanıyorlardı. Kara Abdurrahman iki yıldan beri büyük bir dikkatle terbiye ettiği sipahi yavrusuna, inek kanıyla yazılan pusulayı ve bıçakları verdi, eliyle Dimetoka Kalesi’nin yüksek duvarlarını gösterdi, yüksek sesle vazifesini anlattı:

“Haydi İlya, çık! İsa namına kapıyı açmalarını içeridekilere söyle!”

Ve tırmanma işareti yapa yapa çocuğu duvarların dibine götürdü. Yüzlerce göz, Sevindik’in ayaklarına takılmıştı, onun ne yapacağını takibe koyulmuştu. O, hiç tereddüt göstermedi, düşünmedi, sendelemedi; sanki yemiş toplamak için bir ağaca çıkıyormuş gibi düz duvara tırmanmaya başladı.

Köylüler gibi, kale duvarları üstündeki asker de halk da pervasız çocuğun gösterdiği hüneri şaşkın şaşkın temaşa ediyordu. Sevindik, belindeki bıçaklardan kademeli ve kurulup bozulur bir merdiven yaparak, altta kalan basamağı önde bir tutamak temin ettikten sonra ileriye alarak yavaş yavaş yükseliyordu. Onun eğilip kalkışında, hiç durmadan yükselişinde bir örümcek çevikliği göze çarpıyordu.

Kaledekiler, ölümün insafsız ağzına doğru tırmanmaya çalışır gözüken çocuğu muhakkak bir felaketten korumak için bağırıyorlardı:

“Küçük, düşeceksin. Tırmanmayı bırak, kapıya gel!”

O, dilsiz ve sağır rolünü unutmayarak bu çığırışları işitmemiş gibi davranıyordu. Kara Abdurrahman, kolları göğsüne bağlı ve gözleri alev dolu, onun yükselişine bakıyordu. Mülteciler de seslerini ve nefeslerini keserek aynı temaşaya daldıkları için yanı başlarındaki düzme Bizans köylüsünün gözlerinde yanan endişeyi göremiyorlardı. Macera sever ve cesur delikanlı helecanını yenmeye çalışarak ve gözlerinin ışığıyla Sevindik’in ellerini, kollarını kuvvetlendirmek istiyormuş gibi bütün benliğini çocuğun hareketine bağlayarak üzüntülü dakikalar geçiriyordu.

Artık ne kaledeki ne dışarıdaki halk arasında çık yoktu. Herkes yedi yaşında bir çocuğun dümdüz bir duvar üzerinde yürüyüşünü, heyecanlı bir rüya yaşar gibi, seyrediyordu. Kral kudretli muhafız da karısı da çocuğu da halkla beraber kalenin o cephesinde bulunuyorlardı. Endişeli bir sükûn, helecanlı bir merak binlerce kişiyi pençesine almıştı ve Sevindik, işte bu umumi hayret arasında yükselişine devam edip gidiyordu.

Cesur çocuk, nihayet son irtifaya geldi. Bir saniye sonra ellerini duvarın üzerine, düzlüğe koyacak ve kaleye girmiş olacaktı. Bu durumda muhafız kumandan kendini tutamadı, koştu, küçük sipahinin ellerine yapışarak yukarı çekti, alnından öperek bağırdı:

“Senin gibi bin çocuğumuz olsa bu memleket kurtulurdu!”

Ve onun akıllara durgunluk verecek kadar güzel bir mahluk olduğunu görünce de karısını çağırdı.

“Bak…” dedi. “Allah neler yaratıyor. Hüneri gibi kendi de güzel!”

Sevindik, saray terbiyesi almış adamların takdirini kazanacak bir nezaketle boyun kırdı, boynundaki bez pusulayı çıkardı, işaretle onu kime vereceğini sordu. Kumandan bu tuhaf mürekkepli arzuhâli gülerek aldı ve çocuğun dilsizliğinden duyduğunu elemi karısına anlattı:

“Her güzelin bir kusuru olur derler. Doğruymuş. Bu yavrunun dili yok!”

Sevindik, o anda bütün Dimetokalıların yüreğini kazanmış olduğundan getirdiği iltimas da reddedilemez bir mahiyet almıştı. Kale kumandanı bu sebeple güzel çocuğu yanında alıkoydu, kapıların açılarak mültecilerin içeri alınmasını emretti. Biraz sonra, Türk korkusuyla yurtlarını bırakıp yollara düşen birkaç yüz sersem köylü ve onlarla beraber Kara Abdurrahman, Dimetoka’ya girmiş bulunuyordu.

Kumandanın ilk işi Abdurrahman’la görüşmek oldu. Nereden geliyorlardı, ne suretle ulaşmışlardı. Türkler hakkında ne gibi bilgileri vardı?.. Bu noktaları birer birer sordu. Kara Abdurrahman’ın cevapları zaten hazırdı. Ganos Dağı eteklerindeki bir köy halkından olduklarını, Türklerin bu dağ yakınlarında ilerlemeye başlamaları üzerine Rados’a (bizim Tekirdağ) kaçtıklarını, Türklerin oraya da gelmeleri yüzünden serseri bir duruma düştüklerini ve nihayet Übros’un (bizim Meriç) beri tarafına geçtiklerini anlattı. Sevindik hakkında da “Bu çocuk benim yeğenimdir, kardeşimin oğludur. Babası para canlı bir adamdır. Türklerle alışveriş edip bire on kazanmak isterdi. Onun için karşı yakaya, boğazın öte kıyısına mal götürürdü, Pega’dan (bizim Biga) Nise’ye (bizim İznik) kadar dolaşır, dururdu. Küçük İlya’yı da hem alışverişe alıştırmak hem Türklere ısındırmak için yanında bulunduruyordu. Çocuk bu gidişlerde, gelişlerde birçok şeyler öğrendi. Türkler onu daha beş yaşındayken ata bindirdiler, cirit oyununa soktular, tepelere tırmandırdılar, suda yüzdürdüler. Allah ıslah etsin, kendilerine benzettiler. Habis oğlan şimdi bir Türk gibidir. Ne attan yılar ne itten. Ele sığmaz, avuca sığmaz. Biz can korkusuyla taban teperken o, yol boyunca şeytanlık düşünüyordu. Fakat bir iyiliği vardır. Eli kanda olan adamları ne yapıp yapıp güldürür. O kadar akıllıdır, hünerlidir. Dili olsaydı imparator hazretlerine nedimlik yapabilirdi.” dedi.

Kara Abdurrahman bu tekerlemeyi söylerken Dimetoka Kalesi kumandanının karısı, gözleri yana yana delikanlıyı süzüyordu. O yırtık pırtık elbise içinde, o derme çatma başlık altında parlayıp duran muhteşem gençlik, şöyle böyle bir kraliçe sayılan madamın derece derece dikkatini uyandırmıştı.

7Tarraka: Gümbürtü. (e.n.)
8Dümdar: Artçı. (e.n.)
9Çempe yahut Çempi veya Çemni, Nara Burnu’nun karşısındadır. İlk fatihler devrinde bu kaleye verilen isim Virancahisar’dı. Sonraları orada Gündüz Alp’in oğlu Akbaş’ın (Akdemir Bey) defnolunması üzerine köyün ismi Akbaş’a çevrilmiştir. Çempe’nin alınışı kitaplarda başka türlü yazılıdır. Tam tarih bakımından -evvelce de söyledik- Türklerin Rumeli’ye geçişleri hem tekerrür etmiş bir hadisedir hem gemi iledir. Salla geçiş son müverrihlerce kabul olunmuyor. Fakat o devrin gaza iştahından ilham alınarak ve müspet harikalar göz önünde tutularak o iştaha ve o harikalara mülayim surette ileri sürülen tasavvurlar hoş görülmelidir. (y.n.)
10Savlet: Şiddetli saldırı, hücum. (e.n.)
11Feridun Bey münşeatı, c. 1, s. 71.
12Mahruti: Konik. (e.n.)