Krallar Avlayan Türk

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

Kara Abdurrahman’ın yüzü kirliydi, saçları pasaklıydı, ayakları çamurluydu. Fakat kaşları, gözleri, dudakları, pazıları, göğsü, bütün bu kirler arasında, tozlara bürünmüş elmaslar gibi, göze çarpıyordu. O, kumandanın önünde korkak ve miskin bir vaziyet almıştı. Konuşurken beli bükülüyor, sesi titriyordu. Fakat o kuvvetli vücudun bu eğilişinde servilerin başlarını eğmeleri gibi garip bir azamet, o sesin titreyişinde, ahengini saklayan bir rüzgâr kudreti seziliyordu.

Kumandan, dilsiz İlya’nın hüviyetini -güya- öğrenmekle meşgulken karısı da bu mahrem temaşaya dalmıştı ve korkak tavırlı, aslan yapılı delikanlının bedenî olgunluğunu ölçmeye savaşıyordu. Ne kir ne çamur ne pejmürdelik ondaki dolgun kıymetleri örtemiyordu. Kadın, kendi cinsine has olan derin görüşle bu kıymetleri birer birer görüyor ve etrafa yükseklerden bakmaya çalışan kocasıyla şu delikanlı arasındaki farkın, yaratılış farkının azametini zerre zerre emiyordu.

Karısının neler düşündüğünü kavrayamayan Dimetoka kumandanı, Kara Abdurrahman’ın pürüzsüz bir Bizans lehçesiyle anlattığı hikâyeyi çalımlı bir sükûn içinde dinledi.

“Çocuktan…” dedi. “Hoşnut olmadığın anlaşılıyor. Seni ondan, onu da sefaletten kurtarırsam memnun olur musun?”

Kara Abdurrahman yerlere kapanır gibi göründü:

“Allah ikbalini artırsın. Bu lütfunla beni kendine köle etmiş oluyorsun.”

“Öyleyse İlya’yı bana ver. Oğlumun soytarısı olsun.”

Genç ve güzel kadın, kıvrak sesiyle söze karıştı:

“Yeğenini alıp bu sefil köylüyü yalnız bırakmak günahtır. Onu da bir işe koy ki yaptığın iyilik tam olsun.”

Kral salahiyeti, kral çalımı ve kral düşüncesi taşıyan kumandan, bir lahza dalgın kaldı, sonra gülümsedi.

“Hakkın var Mari.” dedi. “Bu yurtsuz delikanlıyı da kayırmak lazım. Kendisini ahır uşağı yapmak münasip mi?”

“Bahçıvana yamak versen daha iyi olur. Köylü bir genç, ata bakmaktan ne anlar?”

“O hâlde iş bitti demek. Dilsiz İlya bizim Emanoel’i eğlendirecek, amcası da bahçede çalışacak. Nasıl delikanlı, memnun musun?”

Kara Abdurrahman, iki üç dakikadan beri kumandanın kendisiyle yaşıt olan oğluna yanaşarak dilsiz işaretleriyle şaklabanlığa girişen küçük Sevindik’i gösterdi.

“Bakın…” dedi. “İlya vazifesine başladı. Ben de çapayla küreğe yapışmak için emrinizi bekliyorum.”

Bir köylüden beklenmeyen bu zarif cevap, kumandanın değil, fakat karısının dikkatini celbetti. Artık kendi sarayında çalışacak olan kirli dilberi tepeden tırnağa kadar süzerek sordu:

“Güzel konuşuyorsun. Okuryazar mısın?”

“Birkaç yıl Bizans’ta oturdum. Cenevizlilerin yanında çalıştım. Orada kendi dilimizle okuyup yazmayı öğrendim.”

“Adın?”

“Dimitriyos!”

Güzel kadın, bakışlarındaki sürekli süzgünlüğü bir ihtiras pırıltısıyla kapadı.

“Kalem tutan ellere…” dedi. “çapa vermek zulümdür. Zevcimin, bu zulmü kendine yakıştıramayacağını umuyorum.”

Kumandan, soyu sopu belirsiz bir genci himayede karısının pek ileri gidişini nahoş bulacak kadar dar havsalalı değildi. Lakin zemin ve zaman bu yurtsuz köylü hakkında daha fazla ikramda bulunmasına müsait olmadığı için karısına tam müspet cevap vermedi.

“Hele yerleşsin…” dedi. “Yol, yorgunluğunu çıkarsın. Sonra liyakatine göre işini değiştiririz.”

Tereddi etmiş milletlerin belli başlı vasıflarından biri de felaketlerden ibret almamak, gaflet uykusundan kolay kolay uyanmamaktır. Ne harp bozgunlukları ne içten, dıştan dağılmalar ne zelzele ne tufan, yurt sevgisini unutmuş kütleleri uyanıklığa sürükleyemez. Onlar, boğaz ve yatak için yaşarlar. Midelerine atacak lokma ve yataklarını ısıtacak eş buldukça dünyanın altıyla da üstüyle de alakalanmazlar.

Bizanslılar, on dördüncü asrın sonlarına doğru böyle bir tereddi gösteriyorlardı. Yalnız Bizanslılar mı? Balkanlar’ın etrafında yaşayan kütleler de aynı ruh uyuşukluğu, aynı ahlak bozukluğu içinde bulunuyorlardı. Şövalöresk (Chevaleresque) bir hayat geçirmeye yeltenen Orta ve Garbi Avrupa milletleri de Balkanlılardan farklı bir vaziyet sahibi değillerdi. Almanya’da, Fransa’da, İngiltere’de kadın parmağı haileler yaratıyordu. İmparatorlar, krallar peri kılıklı kadınlara uşaklık ediyordu. Dinî tahakkümler, kilise rezaletleri de bu umumi ahlaksızlık arasında ayrıca evler yıkıyor, ocaklar söndürüyordu.

İşte Kara Abdurrahman’la Sevindik böyle günlerde bir Bizans kumandanının, Dimetoka mıntıkasını babadan, dededen kalma bir malikâne şeklinde tasarruf eden bir asilzadenin evine kabul edilmişlerdi. Türk kuvvetlerinin Marmara sahillerinden garba doğru adım adım yayıldıkları, Şarki Trakya’yı ellerine geçirmiş gibi oldukları bir sırada o kumandan, kalesinin sağlamlığına güvenerek, zevk içinde, safa içinde yaşıyordu. Bu asil adam, güzel karısını uyuttuktan sonra kaleyi teftiş etmek bahanesiyle evinden çıkar, gündüzden peylenmiş kızlarla buluşur, sabaha kadar cümbüş yapardı.

Düşmek ve elden çıkmak sırası kendi kalesine geliyordu. Marmara’yı geçen Türklerin Meriç önünde durmayacakları apaçık görünüyordu. Fakat krallar gibi müstakil yaşayan kumandan cenaplarının bu noktayı düşündüğü yoktu. Yeni aşklara bel bağlayarak, kucaktan kucağa geçerek sarhoş bir ömür yaşıyor ve gün geçtikçe büyük tehlikeyi unutuyordu.

İdare olunanların idare edenlere uyması kadar tabii bir keyfiyet olamaz. İradesine gem takılmış milletlerde bu tabii keyfiyet, hayati zaruret hâlini alır ve halk, yüksek tabakanın yürüyüşüne ayak uydurur. Bizanslılar da saraylardan kiliselere kadar bulanık bir su gibi dalga dalga taşıp gelen gülüp oynama, çalıp çırpma ahengine uyuvermişlerdi. Şu farkla ki yüksektekiler dolu mideyle eğleniyorlardı. Berikiler boş midelerini ahmak kahkahalarla doldurmaya savaşıyorlardı. Ekmek azdı, aşk çoktu. Yüz binlerce insan, beşerden ayrı ve beşere aykırı bir küme mahluk gibi, yalnız aşkla tegaddi ediyordu.13 Vatanlarının parça parça ve boyuna elden çıkmasına ağlayan yoktu. Lakin gecesini, herhangi bir sebeple, eşsiz ve oynaşsız geçiren kadınların vaveylası kaldırımları yıkardı. Dimetoka’da da aynı hâl, aynı bulanık su, aynı çılgın hayat vardı.

Kara Abdurrahman öteden beri bütün içyüzünü görüp incelediği, her yanını kantara vurup tarttığı bu kokmuş yaşayışın, umumi bir ölüme kılavuzluk eden bu çılgın zevk severliğin yeni bir bürhanını14 Madam Mari’nin bakışlarında okumuş oldu. Kendi oğluyla sahte dilsizi önüne katarak kale duvarından salına salına ayrılan Mari, o güzel kadın, merdivene ayağını basarken başını çevirmiş ve Bizanslığın o asırdaki hüviyetini bir bakışında toplayarak Türk delikanlısını uzun uzun selamlamıştı. Abdurrahman, sönmez bir ışık hâlinde yakıcı bir kucaklama tesiri yapan bu haris bakıştan ihtiyarsız irkildi, hafifçe kaşlarını çattı ve için için söylendi:

“Kahpe bakmıyor, ısırıyor. Ayağımı denk almazsam iş sarpa saracak!”

Kumandan, karısının ayrılması üzerine düzme Dimitriyos’a emir verdi:

“Bahçede yatıp kalkarsın, bahçıvana yardım edersin. Ekmeğin aslan ağzında kaldığı günlerdeyiz. Bir ye, bin şükret, işine mukayyet ol!”

Üç beş dakika sonra bir uşak, Kara Abdurrahman’ın önüne düşmüş ve onu yamak olarak yanında çalışacağı bahçıvana teslim etmişti. Büyücek ve şık bir evi dört taraftan kucaklayan bahçe, delikanlının hoşuna gitti. Renk renk çiçekler, büyük küçük birkaç havuz, göz okşayıcı kameriyeler, keyif ehli kumandanın iyi yaşadığına şehadet ediyordu.

Beyaz sakallı bahçıvan, kendi eline ve emrine bırakılan genç köylüyü şöyle bir süzdü.

“Hoş geldin arkadaş.” dedi. “Çiçekten anlar mısın?”

“Hayır!”

“Kadından?”

“Hayır!”

“O hâlde arkadaşlığımız az sürecek. Bu bahçeye gelen erkek yeni yeni çiçekler yetiştirmeyi ve onları yerinde, zamanında evin madamına takdim etmeyi bilmeli. Hünerin tükendiği gün rızkın da kesilir. Senin rızkın galiba bugünden kesik!”

“Ben kendim bu işi istemedim. Onlar layık gördüler.”

“Layık gören -işte istavroz çıkarıp yemin ediyorum- muhakkak ki madamdır. Boyunu, posunu iyi bulmuştur. Gözlerini beğenmiştir. Pazularına imrenmiştir. Fakat çiçekten anlamadığın gibi kadından da anlamadığın gerçekse iş değişir. Kokusuz gül gibi görgüsüz erkeğin de bu evde yeri yoktur.”

“Ekmeğimi elimden kaçırmamak için ne yapmalı?”

“Bana candan, yürekten bağlanmalı. Yani bahçeyi temiz tutmalı, çiçekleri güzel sulamalı, göstereceğim her işi yapmalı, beni bu yaşta didinmeden kurtarmalı.”

“Her dediğinizi yaptım sayınız. Ya siz bana ne iyilik yapacaksınız?”

“Her gece eline bir çiçek vereceğim, madama hoş görünmeni kolaylaştıracağım.”

“Anlamadım usta. Bahçede çalışmakla madama çiçek götürmek arasında ne münasebet var? Beni çalıştıracak sensin, madam ne karışır?”

“Bunu bu gece değilse bile yarın gece anlarsın. Dimetoka muhafızının saraylarında imrahorun vazifesi atlara bakmak değildir. Aşçının işi yemekle uğraşmak değildir. Bahçıvan yamaklarının kârı çiçek yetiştirmek değildir. Kâtibin borcu yazıyla oyalanmak değildir. Bunların hepsi sırayla, nöbetle ve gelişigüzel Madam Mari’yi eğlendirmekle mükelleftir. Atlar aç kalabilir. Yemekler yanabilir. Çiçekler solabilir, yazılar unutulabilir. Lakin imrahor, aşçı, bahçıvan yamağı, kâtip, madam cenaplarını memnun etmekte kusur işleyemezler. Çünkü onların hepsi, atlar, tencereler, çiçekler ve defterler için değil, madam için getirilmişlerdir. Nitekim sen de bana yamak olarak getirilmedin, madama hizmet için alındın.”

 

“O hâlde beni buraya göndermemeliydiler, içeri almalıydılar!”

“Sen daha dünyanı anlamamışsın. Kör gözün yanımızda açılacak!”

“Ne göreceğim?”

“Çok şey göreceksin ve akıllı bir adamsan bahçıvan yamaklığıyla girdiğin bu evden kudretli bir insan olarak çıkarsın!”

Kara Abdurrahman tecahül ve tegafül göstermekte devam ederek geveze bahçıvanı biraz daha söyletmek, içine girdiği evin bir kısım esrarını ilk hamlede öğrenip bu bilgiden çıkaracağı kazançları hesaplamak istiyordu. Bu sebeple alık bir köylü tavrı takınarak yalvardı:

“Beni meraka soktun usta. Bu ev tılsımlı mıdır, madamın perilerle akrabalığı mı var, bir donsuz köylüyü nasıl yüceltir? Meryem Ana başı için bana anlat!”

İhtiyar bahçıvan, göğsünün ak kıllarını karıştırarak gülümsedi.

“Ayağının tozuyla…” dedi. “bütün bildiklerimi öğrenmeye kalkışıyorsun. Dur bakalım, biraz anlaşalım. Nesin, kimsin, ne çeşit adamsın, daha anlamadım ki…”

Ve delikanlının eline bir çapa tutuşturdu:

“Haydi iş başına yavrum. Sohbetin sonu akşama kalsın.”

Türklük nam ve hesabına dillerde destan olacak bir iş görmek azmiyle tehlikeli bir maceraya atılan cesur delikanlı, mukaddes ülkü uğrunda çapa kullanmaktan değil, gübre taşımaktan da çekinmeyecek kadar fedakârdı. Dimetoka kumandanının bahçesinde adi bir ırgat gibi çalışırken kendi milletine, kendi vatanına bir hizmet yapmış olduğunu, o bahçede savurduğu çapanın her darbesinden Dimetoka Kalesi’nin temellerinde bir yara, bir delik açılacağını düşünerek gözleri parlıyor, yüreğine sevinç doluyordu. Fakat zihninde bir düğüm vardı, neşesini biraz bulandırıyordu. Bu düğüm bir yandan Sevindik’i, bir yandan bahçıvanın sözlerini hatırlatan kuvvetli bir beyin hareketinden doğuyordu. Sipahi Oyvad’ın oğlu ne yapıyordu, ne yapacaktı?.. Bahçıvan daha ne sırlar açacaktı, ne yollar gösterecekti?.. İşte çapasını toprağa sokup çıkarırken bunları düşünüyordu.

O, kaçak köylüler arasına katılarak Dimetoka’ya gelirken bütün planını Sevindik’in zekâsına ve cesaretine istinat ettirmişti. Bu zeki sipahi yavrusunun kumandan ailesine yanaştırılması, planın ruhunu teşkil ediyordu. Kaleye tırmanmak ve bu suretle dikkat uyandırmak imkânı tesadüfün yardımıyla husule gelmişti. Eğer o netice bu kadar kolay elde edilmeseydi başka çarelere başvurulacak ve Sevindik yine saraya sokulacaktı. Fakat ilk adım umulduğundan çok daha hızlı atılmış bulunuyordu. Şimdi bu adımın plana göre genişletilmesi lazımken önüne bir kadın çıkıyordu. Her şey isteyen ve her şey vadeden bu kadın, mukaddes maksat için elverişli bir alet mi olacaktı, yoksa engel mi?..

Bahçıvanın ulu orta söylediğine bakılırsa kumandanın karısı maymun iştahlı, ruh bakımından çok aşağı bir mahluktu. Böyle bir ahlaksızla temasa girişmekten hem fayda hem zarar görebilirdi. Çünkü nefsine düşkün olan dişi, pençe attığı erkeğin yakasını kolay kolay bırakmaz. Bu gibi alakalardaysa üzücü bir yapışkanlık vardır. Haris kadın, hırsına sükûn gelinceye kadar âdeta sülükleşir, haz aldığı erkekten ayrılmaz. Hâlbuki Abdurrahman, Sevindik’i idare için hür kalmaya, her türlü tarassuttan uzak kalmaya muhtaçtı.

Bununla beraber o kadına yanaşmanın faydaları da vardı. Onun dostu, yakını, yastıktaşı olmak, kumandanın can evine el atmak demekti. Bu vaziyetten, şüphe yok ki birçok suretlerle istifade olunabilirdi.

Kara Abdurrahman, elinde çapa veya kürek, bahçe tarhlarını düzeltirken, şuraya buraya toprak taşırken hep bu düşünceleri geçiriyordu. Binlerce Dimetokalı arasında ve koca bir kalenin içinde kendisiyle Sevindik, geniş bir göle atılmış iki gül yaprağına benzedikleri hâlde hatırına fena ihtimaller gelmiyordu, o gölü, bu yaprakların yavaş yavaş emip yok edebileceğine inanıyordu. Yalnız Madam Mari’ye karşı alacağı vaziyeti kararlaştıramıyordu. Ondan uzaklaşmalı mı, ona yaklaşmalı mı?.. İşte bu mesele kafasında bir düğüm olup bükülüyordu, kıvrım kıvrım kıvranıyordu.

Bir köşeye çömelen ihtiyar bahçıvan, yeni çırağın çalışmasını tecrübeli gözleriyle tetkik ediyordu. Elli yıldan beri bu işle uğraşmış, birçok kapılara girip çıkmış, sürü sürü çırak değiştirmiş olan yetmişlik adam, bu temaşa sırasında yavaş yavaş dalgınlaştı, bakışlarını delikanlının çelik pazularına dikerek derin derin düşünmeye koyuldu. Bu dalgınlık Abdurrahman’ın, gösterilen işi bitirip de yanına gelmesine, “Daha ne yapayım usta?” demesine kadar sürdü ve bu sual üzerine herifin gözleri açılarak dudaklarından kısa bir cevap döküldü:

“Artık konuşalım!”

Şu iki kelime, Abdurrahman’ı için için sevindirmişti. Fakat herifi gevezeliğe biraz daha hırslandırmak için nazlandı:

“Kollarım…” dedi. “henüz yorulmadı usta. İş gösterirsen çalışırım.”

Bahçıvan, manalı manalı ve derin derin, çırağını süzdü:

“Seni yormaya çalışırsam ben yorulurum. Nazlanma da yanıma gel, biraz çene çalalım.”

Ve Abdurrahman yanına gelince iki elini birden yakaladı, gözlerini delikanlının göz bebeklerine dikti:

“Dimitri!” dedi. “Sana bir şey soracağım, doğru cevap verir misin?”

“Elbet veririm.”

“Yemin et!”

Kara Abdurrahman istavroz çıkardı, birkaç da yemin kelimesi mırıldandı. İhtiyar, tereddüt gösteriyor, düşünüyordu. Biraz sonra, o yaşta insanların ekseriya gösterdikleri tecellüt tavrını takındı.

“Senin anan nereli?” dedi.

“Ganoslu!”

“Hiç karşı yakaya gitmiş miydi?”

“Belki gitmiştir, belki gitmemiştir, bilmiyorum. Anam öldüğü zaman ben küçüktüm.”

“Allah ananın günahlarını bağışlasın, babana da rahmet etsin. Birinden şüphe ediyorum, birine acıyorum.”

“Neden?”

“Sen Bizans çocuğu değilsin.”

Kara Abdurrahman gürültülü bir kahkaha kopardı:

“Bu nasıl söz usta. Ben Bizanslı değil de Türk müyüm?”

“Ananın bizden olduğuna şüphe yok. Fakat babanın Türk olduğuna yemin ederim.”

“Anama iftira ediyorsun usta. Gücüme gidiyor.”

“Gücüne değil, hoşuna gitsin!”

Ve birdenbire ciddileşti.

“Dimitri, Dimitri!” dedi. “Hiçbir Bizans genci senin gibi çapa sallayamaz. Deminden beri adımlarına, kollarına, gözlerine bakıyorum. Yere basışında başkalık, kollarının oynayışında başkalık, bakışlarında başkalık var. Ancak bir Türk senin gibi basar, senin gibi bakar. Ben Adreyanosluyum (Etranos). Tam kırk yıl evvel orada Türklerle çarpıştık. Hızır Bey denilen Türk’ün, bizim kumandanımızı yakalayıp tahta çember gibi bir müddet hızlı hızlı çevirdikten sonra boğarak üzerimize fırlattığını gözümle gördüm. Sen tıpkı o Hızırlara, gözümle ne olduklarını görüp sillelerini yediğim korkunç Türklere benziyorsun.”

“Elde parmak, ağızda diş neyse Türk’e de kılıç odur, derler. Mademki benim kılıcım yok, demek ki Türk değilim. Gözünü bir iyi sil de usta, rüyan dağılsın, yüreğin yerine gelsin!”

İhtiyar bahçıvan içini çekti:

“Adreyanos’tan kaçtım kaçalı kendi kendime düşünüyorum; bizim erkekleri Türk’e benzetmek çarelerini arar dururum. Ağaçları aşıladıkça, yeni tohumlar bulup yeni çiçekler yetiştirdikçe içime sızı düşer. Hızır Bey’in bizim kumandanımızı boğuşu da bir gün bile gözümün önünden gitmez. Bizim erkeklerin, bizim delikanlıların ellerini onun pençesi gibi kuvvetlendirmek için, hülya bu ya, bir sürü tedbirler tasarlarım. Benim düşündüğümü senin baban bulmuş. Ne yalan söyleyeyim, memnun oldum. Keşke bizim Kraliçe Mari de ananın tuttuğu yolu tutsa, bir Türk bulup onunla oynaşsa. Böyle yapınca belki bir Dimitri de o doğurur.”

İhtiyarın hatıraları uyanmış, geveze talakati canlanmıştı.

“Bilir misin?..” diyordu. “Türkler ne yaman adamlardır? Sanki Allah bizi çamurdan, onları çelikten yaratmış. Aramızda o kadar fark var. Biz ete düşkünüz, şaraba tutkunuz, uykuya âşığız. Onlar sade şipit (bir nevi yufka) peynir ve yoğurt yerler, ayran içerler. Yine biz çerçöpe benzeriz. Onlar demir gibidir. Ben Adreyanos’ta esir oldum, birkaç yıl Türkler arasında yaşadım. Kadın gördüm ki kocası kadar mükemmel silah kullanırdı. Çocuk tanıdım ki babasından cesurdu. O nur topu gibi kadınların ata binip yarışa çıktıklarını gördükçe ağzım sulanırdı. Sekiz on yaşında yüzü güneşten kararmış çocukların benim kaldıramayacağım kadar ağır kılıçlarla, yaylarla süslenerek, atlarının eyerlerine davullarını asarak yazın yaylaya göç ettiklerini seyrederken Türk doğmadığıma yanardım, gözlerim yaşarırdı, hayıflanırdım.”

Kara Abdurrahman’ın burnu sızlamaya başlamıştı. Yaylaya çıkış, kışlağa iniş hatıraları bütün cazibesiyle zihninde kımıldanıyordu. Ağaç dallarından yapılma altlıklarla (iskemle), her gün bol suyla yıkanan tahta masalarla süslü çadırlar gözünün önüne geliyordu. Beyaz gömleğinin kollarını sıvayarak çadırın bir köşesinde sac katmeri yapan anası, beri tarafta üzüm hoşafını kâselere dolduran kız kardeşi, ötede kilim dokuyan halası, çadır dışında neşeli neşeli kişneyen küheylanlar, medet çeken koyunlar birer birer hayalinde canlanıyordu. İhtiyar bahçıvanın ağzını kapamak, başından o yırtık kara yazmayı atıp şöyle haykırmak istiyordu:

“Ben Türk’üm herif, bana beni anlatma!..”

Fakat nefsini zorlayarak heyecanını yendi ve bahçıvana takıldı:

“Sen Türk’e gönül vermişsin. Bari din değiştirip aralarında kalaydın. Ne diye buraya geldin?”

“Halt ettim, Dimitri, halt ettim! Türk’e uşaklık yapmak bu sarayda muhabbet tellallığı yapmaktan elbette iyiydi.”

Delikanlı güya şaşkınlaştı:

“Amma yaptın usta. Burada bir işin de tellallık mı?”

“Tellallığın en koyusunu yapıyorum. Hem de parasız!”

“İşte bu tuhaf!”

“Tuhafı muhafı yok. Yetmiş yaşında bir ihtiyarın böyle bir evde barınabilmesi için o işi de yapması lazım. Ara sıra efendiye, ara sıra karısına bu yolda hizmet ederiz. İpliğimizi boyamış, yerimizi sağa çıkarmış oluruz.”

Kara Abdurrahman, Madam Mari’nin hususi hayatını uzun uzun söyletmek düşünceleri biraz gülünç olmakla beraber sezişi doğru görünen ihtiyar bahçıvanı bülbüle çevirmek istiyordu. Fakat bahçenin bir köşesinden Sevindik’le kumandan zadenin koşa koşa geldiklerini, Madam Mari’nin de arkasında bir hizmetçi kız, salına salına çocukları takip ettiğini görünce susmak zorunda kaldı. Bahçıvan da kendine çekidüzen veriyor ve fısıldıyordu:

“Gözünü aç Dimitri, madam geliyor. Hem de senin için geliyor!”

Sevindik bir iki saat içinde tamamıyla değişmişti. Yeni ve şık elbiseler, güzel kokulu bir tuvalet, çocuğun eşsiz güzelliğini bir kat daha açığa çıkarmış bulunuyordu. Kumandan zade, gürbüz sipahi yavrusunun yanında karga yavrusu gibi cılız ve çirkin görünüyordu. Fakat Sevindik kendi üstünlüğünü sezmez görünerek boyuna dilsiz şaklabanlıkları yapıyor ve küçük prensi kahkahalarla güldürüyordu.

Çocuklar bahçıvanla yamağının yanına gelir gelmez Sevindik koştu. Üstüne giydirilen ipekli kaftanı, ayağındaki pabuçları Kara Abdurrahman’a gösterdi ve sonra onun kirli gömleğine, çıplak ayaklarına işaretle acımak tavrı aldı. Daha sonra bahçıvanın karşısına dikilerek maskaralığa başladı. Kumandan zade de ihtiyar adamın yüzündeki buruşuklukları sayar görünen Sevindik’e bakıp el çırpıyordu, “İyi say, iyi say.” diye bağırıyordu.

Kirya Mari bu neşeli çırpınışlar arasında geldi, Sevindik’in maskaralıklarını ve oğlunun tebessümlerini alkışladı, sonra Kara Abdurrahman’a sordu:

“Nasıl, Dimitriyos, bahçeyi beğendin mi?”

“Size layık bir bahçe madam. Allah safanızı artırsın.”

“Bahçıvanımı nasıl buldun? Biraz ihtiyardır ama tanımadığı tohum, bilmediği çiçek yoktur. Eşi az bulunur.”

“Sözü de sohbeti de tatlı. Konuşurken ağzından bal akıyor.”

Mari güldü:

“O balı tatmadım. Yalnız ustalığını ve her işe gelir bir adam olduğunu bilirim. Seni çarçabuk kendine ısındırdığına memnun oldum. Başka bir vazife alıncaya kadar sıkılmazsın.”

Sevindik o sırada bahçıvanın göğsündeki beyaz kılları birer birer koparıp kumandanın oğluna vermekle meşguldü. Canı yanan ihtiyar bu tatsız şakadan yakasını kurtarmak için madama şikâyet etti:

“Bu dilsiz de nereden çıktı? Az daha gayret etse beni kılsız bırakacak, uyuz eşeğe çevirecek. Emrediniz de uslu dursun.”

“A, sen işitmedin mi? Bu dilsiz, hüner kumkumasıdır. Kale duvarını tırmanarak aştı. Biz de kendisini oğlumuza maskara tayin ettik. Dimitriyos’un yeğenidir. Ne yaparsa yapsın, aldırma.”

“İyi ama madam, kıllarımı yoluyor.”

“Sana kılın ne lüzumu var, varsın yolsun!”

Şimdi arkasını ihtiyara çevirmiş, Kara Abdurrahman’ı, bir kitap okur gibi, dikkatle süzmeye girişmişti. Delikanlı bu derin bakışların manasını anlamıyormuş gibi kayıtsızdı. Kirpiklerini oynatmadan, yüzüne küçük bir seziş izi çizmeden put gibi hareketsiz duruyordu. Hâlbuki kafası yaman yaman işliyordu. Zevk düşkünü, ahlak yoksulu ve şehvet delisi olduğu söylenen dışı güzel, içi çirkin kadının kendisine ne yolda açılacağını düşünüyordu. Bir yandan da ona karşı alacağı vaziyeti tasarlıyordu. Kadının melahatini15 takdir etmiyor değildi. Fakat hüviyetinden iğreniyordu.

 

Mari’nin güzelliği biraz eksik, cazibesi biraz noksan olsa, lakin ahlakı mazbut bulunsa bu iğrenişten uzak kalacaktı. Ezilmesi, yok edilmesi icap eden bir adamın eşi olmasına rağmen şu kadın için yüreğinde düşmanlık duygusu yoktu. Yalnız, onu iğrenç buluyordu ve bu, ihtiyar bahçıvanın sözlerinden ileri geliyordu.

Bununla beraber o evde bulunduğu müddetçe her şeye tahammül etmek lazım geldiğini unutmuyordu. Küçük bir sendeleyiş kendisini ve bilhassa Sevindik’i tehlikeye düşürebilirdi. Gerçi mukaddes maksat uğrunda ölmek haritada yazılıydı ve böyle bir ölüm, şahsı için büyük bir şerefti. Fakat Sevindik’in hayatını muhataraya koymak istemiyordu. Buna, hakkı da yoktu. Onu sergüzeştler içinde öldürtmek için değil, tecrübeli bir savaş eri olarak yetiştirmek için babasından almıştı. Bu sebeple, Madam Mari’nin kahpeliğinden iğrenti göstermemek, yanlış adım atmak zorunda kalmamak kendisi için pek lazımdı. Kıtalar başında bulunup kumanda etmek, her yerde hürmet görmek hakkını taşırken tek başına büyük işler başarmak emeliyle tehlikeli bir yola girdikten ve aynı emel uğrunda çapa sallayıp toprak taşıdıktan sonra bir sütü bozuk kadının lekesinden teessüre düşmek de zaten manasızdı.

Kara Abdurrahman bu mülahazaları yürütürken Madam Mari de temaşasını bitirdi.

“Dimitriyos!” dedi. “Beri gel!”

Delikanlı yaklaştı. Çıplak ayaklarının parmakları Mari’nin sırma işlemeli mavi terliklerine değecek kadar ilerledi. Kadın, yüz yüze ve nefes nefese gelişin hazzıyla birden sarhoşlamış gibiydi, mırıldanıyordu:

“Biraz daha, biraz daha!”

Kara Abdurrahman’ın gözleri, ihtiyarsız, üç adım ilerideki ihtiyara kaydı. Herif, Sevindik’in soktuğu bir tutam otu ağzından çıkarmaya çalışıyor ve ak kıllara karışan yeşil otlar, ipekler arasında oynaşan tırtılları andırıyordu. Kumandan zadenin kahkahaları, Sevindik’in şaklabanlıkları, ihtiyar bahçıvanı sinirlendirmekle beraber gözü, madamın üzerindeydi. Çırağının kendine baktığını görür görmez manalı bir işaret yaptı ve ağzındaki otlardan bir tebessüm işledi.

Kara Abdurrahman “Mübarek olsun!” mefhumunu gösteren bu tebessümlü işaret üzerine belli belirsiz kızardı. O, iki çocukla bir ihtiyarın ve genç beslemenin önünde kendisini ta burnunun dibine sürükleyen kadında hayâsızlığın, pervasızlığın en yüksek haddini görüyordu, iç bulantısına tutuluyordu. Fakat kadın, âdeta sarhoştu. Kirli gömlekli, çıplak ayaklı bahçıvan yamağının mevzun endamından bir şeyler, haz kelimesiyle de ifade olunamayacak kadar bir şeyler teneffüs ediyordu.

Gözlerini bu mahzuz saniyelerde kapalı tutan Mari, biraz sonra kendini topladı.

“Şimdi git.” dedi. “Bana bir demet çiçek getir!”

Delikanlı hayretle hiddet arasında bocalayarak yürüdü. Çeşit çeşit çiçeklerden birer, ikişer kopararak demet yapmaya girişti. Eli bu işle meşgul olurken dudakları da boyuna bir iki cümle mırıldanıyordu:

“Aman kara oğlan, ayağını denk bas. Bu avrat yaman avrat!”

Yaratılışındaki inceliğin yardımıyla gerçekten zarif bir biçimde hazırladığı buketi sunarken çocuklar da ihtiyar bahçıvanı azat etmiş, Madam Mari’nin yanına gelmiş bulunuyorlardı. Sevindik, amcasının yırtık gömleğini kadına göstererek ve kelimelerden kuvvetli işaretler yaparak yalvarıyor, onun da kendisi gibi giydirilmesini istiyordu.

Mari, şen ve zeki çocuğun bu dilsiz şefaatini mühimsemedi.

“Olmaz İlya.” dedi. “Amcan böyle gezecek. Çünkü onun kıymeti biraz da kıyafetindedir!”

Ve sonra Abdurrahman’ın getirdiği demeti gözden geçirdi.

“Evyesu (aferin) Dimitriyos.” dedi. “Elin işe yarıyor. Sana iyi hem de çok iyi bakmasını ustana tembih edeceğim.”

Artık gidiyordu. İhtiyar bahçıvan, yavaş sesle söylenen emirleri işitmek için zayıf boynunu ileri uzata uzata madamının arkasına takılmıştı. Hizmetçi kız, onun biraz gerisinde yürüyordu. Kumandanın oğluyla Sevindik, Abdurrahman’ın yanında kalmışlardı. Küçük sipahi, öbürlerinin uzaklaşmasıyla beraber sıçradı, delikanlının başındaki kara yazmayı aldı. Mari’yle hizmetçilerin yürüdükleri istikametin aksine koşmaya başladı. Kumandan zade, soytarısının bu yeni oyununu el çırparak alkışlarken Abdurrahman da Sevindik’i kovalıyordu. Yirmi otuz adım ileride ve bir ağaç kümesi arasında Sevindik yakalanmış gibi göründü ve yazmayı Abdurrahman’a verirken fısıldadı:

“Emmi diyeceğin var mı?”

“Bugünlük yok.”

“Ben evin her tarafını gezdim, deliğini gediğini hep öğrendim.”

“İyi yapmışsın. Her gün bahçeye gelmeyi sakın unutma.”

Biraz sonra çocuklar da şakalaşarak, gülüşerek uzaklaşmışlar, ihtiyar bahçıvanla Kara Abdurrahman baş başa kalmışlardı. Usta ve çırak garip bakışlarla bir müddet birbirlerini süzdüler, sessiz durdular. Biri sormaktan, öbürü söylemekten çekiniyor gibiydi. Nihayet geveze ihtiyar, ağzını açtı.

“Müjde.” dedi. “Madam seni görmeye gelecek!”

“Beni görmeye mi gelecek? Niçin?”

“Onu kendisinden öğrenirsin. Ben yalnız müjde veriyorum.”

“O, koca bir madam. Bu sarayın sahibi, büyük isterato pedarklardan16 birinin karısı. Ben kirli bir bahçıvan yamağıyım. Öyle bir kadın bana ne öğretebilir ki?”

İhtiyar, zarif bir tarhın kenarına çömeldi:

“Seni hoş gösteren biraz da kirliliğindir!”

“Kirliliğim mi usta?.. Bizim madam pislikten mi haz alır?”

“Evet. Onun tabiatı böyledir. İltifat edeceği adamın kirli olmasını ister.”

“Vallahi tuhaf. Hiç böyle şey işitmemiştim.”

“Senin yaşındayken ben de işitmemiştim. Sonra neler gördüm neler!.. Fakat bu madam, bütün gördüklerime taş çıkarttı, bana da parmak ısırttı. Yalnız sana bir öğüt vereyim: Madama sakın gönül verme!”

“Öğüde ne hacet usta. Bir uşak parçası, hanımına gönül verir mi?”

“Gönül arsızdır oğul. Güllüğe de düşer, çöplüğe de. Hele erkek yüreği kara sinek gibidir. Konmadığı yer yoktur.”

“Şu sözüne bakıyorum da kendimi şu eve uşak değil, güvey gelmiş sanıyorum. Beni güldürme Allah’ını seversen!”

“Bildiğimi, sezdiğimi söylüyorum. Aslan yapılı bir delikanlısın ama görgün kıt. İnsan, senin yaşında, kadınları melek zanneder. Biraz sonra o meleklerin içyüzünü görmeye başlar, benim yaşıma gelince de kadın ismini ağzına almaz olur. Bizim kadınlardan bahsettiğimi anlıyorsun, değil mi?.. Onlar, bizim dişilerimiz, şeytanın piçleridir. Buna inanmalısın. Hele Madam Mari! O, piçlerin de piçidir.”

Ve birdenbire sözü değiştirerek sordu:

“Darılma ama siz familyaca Türk’e aşılanmışsınız. Bu dilsizin de babasının Türk olduğuna yemin ederim.”

“Senin gözün her yerde Türk görüyor usta. İlya’nın babası benim kardeşimdi.”

“Senin, babası Bizans köylüsü olan kardeşin değil, Bizans imparatoru dahi böyle çocuk yetiştiremez. Daha yedi yaşında ya var ya yok. Parmakları çelik gibi. Benimle şakalaşırken tuttuğu yeri çürütüyordu.”

“Sen ihtiyarsın, çabuk inciniyorsun.”

“Kumandanın oğlu da öteme, berime yapışıyordu. Fakat acı vermiyordu.”

“Biz köylüyüz, o prens!”

“Onlarda Bizans, bizde Türk kanı var, desen daha doğru. Her neyse. Sana madamın emrini söyleyeyim. Bu gece fıskiyeli havuz yanındaki kameriyede kendisini bekleyeceksin!”

Abdurrahman, iki elini yüzüne kapadı ve mırıldandı:

“İstemem, istemem!”

“Senin isteyip istememenin ehemmiyeti yok. O, istiyor ya, kâfi. Yalnız, öğüdüm kulağında kalsın: Elini ver, gönlünü verme!”

İhtiyarın “müjde”si doğru çıktı. Madam Mari gece yarısı kameriyeye geldi. Üstüne beyaz ipekten ince bir maşlah almıştı, aynı kumaştan bir örtüye bürünmüştü. Çıplak ayağıyla, yırtık gömleğiyle orada kendini bekleyen delikanlıyla yüz yüze gelir gelmez, eşini bulan dişi geyik gibi, kısık bir ses çıkardı, tuhaf bir homurdanışla onu yakaladı, kameriyenin bir köşesine sürükledi.

Şimdi o homurtular kelimeli bir şekil almıştı ve Abdurrahman’ın kulağına ılık, çok ılık bir sual akıtıyordu:

“Dimitriyos, güzel Dimitriyos, beni seviyor musun?”

Delikanlı bu sözleri işitmemiş gibi susuyordu. Mari, kameriyenin tatlı bir serinlik püsküren munis karanlığı içinde iki dilber ateşböceği gibi parlayan gözlerinin fosforunu uzun müddet onun durgun yüzüne döktü, sonra üstünden maşlahı ve başından örtüyü attı, topuklarını döven saçlarını dalgalandırdı, kollarını gümüş bir çelenk gibi başının üzerine kaldırdı, kıvrak bir devir yaptı ve alevli bir sesle sordu:

“Beğendin mi Dimitriyos, güzel miyim?”

Abdurrahman’ın gözleri kapalıydı. Gece ve kameriyedeki siyahlık, Bizans güzelinin yarattığı günahkâr fecri, o renk renk pırıltıları örtemiyordu. Delikanlı da ihtiyari bir körlüğe bürünüp bu uğursuz güzele karşı yabancı kalmak istiyordu. Gençti, kuvvetliydi ve erkekti. Ayrı ayrı birer meziyet olan bu şeyler şimdi ayrı ayrı birer tehlike oluyordu ve mert delikanlı zelzeleye uğramaktan korkuyordu. İşte bu korku, vazife hatırlatan vicdani bir işaret gibi onu ayakta tutuyordu.

O, sipahi Oyvad Bey’in küçük oğluyla birlikte bu kasabaya, bu şöhretli düşman kalesine süfli sahnelerde rol almak için gelmemişti. Mari değil, dünyalar güzeli bir kadın önüne çıksa iradesini muzaffer tutmaya mecburdu. Aldığı terbiye, taşıdığı akide de böyle davranmasını emrediyordu. Lakin tabiat, zalim ve müstehziydi. Bir kadının, günaha düşkün ve günaha âşık bir kadının, kendisini ılık bir rüzgâra kaptırarak meçhul akıbetlere sürüklemesini bu tabiat kolaylaştırmak istiyor gibi görünüyordu. Delikanlı bu durumda, körleşmekten başka çare bulamıyordu, gözlerini kapayarak nefsini, yanı başında yanan ateşten korumaya savaşıyordu.

13Tegaddi etmek: Gıdalanmak, beslenmek. (e.n.)
14Bürhan: Delil. (e.n.)
15Melahat: Güzellik, yüz güzelliği. (e.n.)
16İsterato pedark, eski Bizanslılarda başkumandan, serdar demekti. (y.n.)