Safiye Sultan

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

Duçe de sersemdi, bir çınar dibine düşmüş cılız bir sarmaşık durumunda olduğunu seziyor ve bu kudretsizlikten utanıyordu. Bununla beraber vazifesini, çevirmek istediği dolapları unutmuyordu. Onun için salona girer girmez çehresini ciddileştirdi, küme küme yerlere eğilen başlara keskin bakışlarıyla cüret ve zekâ dağıtmaya koyuldu, sonra Kubat Çavuş’a sokuldu.

“Asaletmeap…” dedi. “Size bir sürpriz hazırladık.”

Ve onun sormasına meydan vermeden eliyle salonun en uzak köşesini gösterdi:

“İki Türk misafirimiz daha var. Umarım ki Venedik’te ve duçeler sarayında iki hemşehri görmek, ana dilinizi duymak hoşunuza gidecektir.”

Kubat Çavuş, haber verilen cemilenin kıymetini geniş bir tebessümle duçeye hissettirdikten sonra başını çevirdi.

“Bir değil…” dedi. “İki hatta üç sürpriz. Çünkü davet ettiğiniz adamlar gelişigüzel birer Türk olsaydı, yine memnun olacaktım. Hâlbuki onlar bizim yurdumuzda adları masallara geçmiş babayiğitlerdir, çok ünlü denizcilerdir. Birine Deli Cafer, birine Kara Kadı derler. Akdeniz’in dalgaları da balıkları da onları tanır. Kendilerini önüme çıkarmakla iki sürpriz birden yapmış oluyorsunuz. Çok teşekkür ederim.”

Merakını yenemeyen Duçe sordu:

“Üç sürpriz var buyurmuştunuz?”

Kubat Çavuş, iki Türk denizcisinin oturduğu köşeye doğru elini uzattı:

“Bizim kurtların…” dedi. “Yanındaki kuzuyu kastediyorum. Kurt kucağında kuzu görmek de mühim bir sürpriz değil midir?”

Küçük Bafa’yı gösteriyordu. Elçinin bu körpe güzelliğe daha uzaktan numara verişi, alaka gösterişi, duçeyi sevindirdiğinden hemen anlatmaya koyuldu:

“Korfu Adası’ndaki valimizin kızıdır. İki üç güne kadar babasının yanına gidecektir.”

Ve sesini son derece hafifleterek ilave etti:

“Ben bu güzel kızın İstanbul’u görmesini, Türk hayatına alışmasını isterim. Hatta babasını balyoslukla İstanbul’a göndermeyi de tasarlamıştım. Lakin yaptığım istimzaca garip bir cevap verdiğinden fikrimde ısrar edemedim.”

Salonun ortasında durmuş ve kulağına fısıldar gibi konuşan duçeyi dinlemeye koyulmuş olan Kubat Çavuş bu bahse büyük bir ilgi gösterdi ve sordu:

“Korfu valisinin garip bulduğunuz cevabını eğer bir mahzur yoksa öğrenebilir miyim?”

“Sizi başka elçilerle bir tutmuyoruz, dost ve kardeş tanıyoruz. Onun için söyleyebilirim: Korfu Valisi Sinyor Leonar dö Bafa, Osmanlı İmparatorluğu mukadderatında Portekizli bir Yahudi’nin müessir olduğunu duymuş, balyoslukta o Yahuda ile temas etmek zorunda kalırsa müteessir olacağını hesaplamış. İşte şu güzel kıza nefis bir şark seyahati yapmak fırsatını kaçırtan sebep!”

Kubat Çavuş cevap vermedi, yürüdü, kendilerine kılavuzluk eden baş teşrifatçının delaletiyle ilerledi, Deli Cafer ve Kara Kadı’nın bulundukları köşedeki hususi mevkiye kadar geldi. Denizci Türkler, ayağa kalkmışlar ve bir ellerini bıçaklarının kabzasına koyarak elçiyi -güler yüzle- karşılamışlardı. Kubat, her iki Türk’ün ayrı ayrı ellerini öptü. “Sizi burada görmek ne mutlu!” diye sevincini açığa vurdu ve onları resmî surette duçeye, duçeyi de onlara tanıttıktan sonra Bafa’ya yaklaştı:

“Dikenle…” dedi. “Gül arasında tabiat bir yakınlık yaratmıştır. Bu hâlden cüret alarak size sokuluyorum: Sizi çok nefis bulduğumu söylemekliğime müsaade eder misiniz?”

Kara Kadı gülümseyerek söze karıştı:

“Bizi istersen şahit göster. Hem kalbimizi hem kalıbımızı basarak bu küçük hanımın yeryüzünde eşi olmayan bir güzel idüğine şehadet ederiz.”

Bafa, yarım saat önce Deli Cafer’le Kara Kadı’ya yaptığı gibi bu sefer de Kubat Çavuş’un önünde diz kırdı, şuh bir reverans yaptı:

“Cariyenizim…” dedi. “İltifatınızdan iftihar duyuyorum!”

Şimdiki kurtlar üçleşmiş ve duçeye bu üç kurdun tek bir kuzuya gösterdikleri derin sevgiyi muvazeneli tutmak vazifesi düşmüştü. O, kendine pek çetin görünen bu işi nasıl başaracağını düşünürken Kubat Çavuş “Davetlilerinizi tanıyalım.” dediğinden tanıma ve tanıtma merasimi başladı. Salonda bulunan erkekler ve kadınlar, uzak veya yakın birer alakadar istifade ederek çift bir durum alıyorlar ve o hâlde Kubat Çavuş’un önünden geçiyorlardı. Baş teşrifatçı her çifti kısaca elçiye tanıtıyor ve bu tanımadan, tanınanların göz bebeklerinde kalan yadigâr, Kubat Çavuş’un küçük bir tebessümü oluyordu. Bununla beraber o, Venedik asilzadelerinden bir kısmının isimlerine aşina çıkmaktan geri kalmıyordu. Mesela Antuvan Grimani, Mark Antuvan, Jerom Pesaro gibi isimlerle kendine takdim olunan kimselerin vaktiyle yapılmış harplerde, Türklere karşı silah kullanan kumandanlara mensup olduklarını hatırlıyor ve o gibilerle bir iki kelime konuşmak tenezzülünde bulunuyordu.

Bu merasim bittikten ve biraz daha konuşulduktan sonra, yemek odasına gidildi. Şeref mevkisi, duçe tarafından elçiye bırakılmıştı. Elçi de bu mevkiyi Kara Kadı’ya terk ettiğinden bütün program altüst oldu. Lakin küçük Bafa, uzun bir lahza süren hercümerce rağmen iki denizcinin arasından çıkmadı. Onun sağında Kara Kadı, solunda Deli Cafer, karşısında da Kubat Çavuş oturuyordu.

Sofralar bir değil, birkaç taneydi. Fakat -Şark usulüne göre- baş sofra demek olan elçi sofrasına kadınların en güzelleri oturtulmuştu. Bu suretle midelerden ziyade gönüllere ziyafet çekilmiş ve damaklardan çok daha fazla ruhlar doyurulmuş oluyordu. Muhtelif tipte ve çapta güzelliklerden sofraya dökülen rengü nur gerçekten sarhoşlatıcı bir hava ve sahne yaratıyordu. Duçe bu havanın ve bu sahnenin tesirini çoğaltmak için şarap sürahilerini ve billur bazuları harekete geçirmekte istical gösterdiğinden sofradaki yüksek vakar, yavaş yavaş bulutlanmak üzereydi.

Şimdi her kadın, muaşeret kaidelerini ve cinsî gurur icaplarını ayak altına alarak, elçiye ve iki tacir Türk’e şarap sunmak kaygısına düşmüştü. Bu tehalükten çok kıvrak bir kargaşalık, boy boy ve renk renk kolların uzanıp çekilmesinden, birleşip çözülmesinden doğma yumuşak ve muattar bir anarşi vücuda geliyordu. Her Türk’ün ağzına üç beş yalvaran tebessüm ve üç beş kadeh birden uzanıyordu.

İşte bu neşeli haylar, huylar arasında Kubat Çavuş, sofradan bir ara geri çekildi.

“Hanımlar…” dedi. “Boş yere yoruluyorsunuz, beni de üzüntü içinde bırakıyorsunuz. Her elçi, ne kadar büyük salahiyet sahibi olursa olsun, nihayet bir emir kuludur. Ben de şevketlu efendimin iradesine, fermanına göre hareket etmeye mecburum. Benim kudretlu, azametlu padişahım Venedik’te bulunduğum müddetçe, kendi has hazinelerinden verilen altın tası kullanmaklığımı emir buyurmuşlardır. Başta Duçe Hazretleri olmak üzere hepiniz bilirsiniz ki Sultan Fatih devrinden beri Venedik’e gelen Türk elçileri hep bu tasla su, şerbet ve şarap içmişlerdir. Aynı şeyi yapmaklığım ferman buyurulduğundan güzel ellerinizle sunduğunuz kadehleri kabul edemedim, üzüldüm. Müsaade ederseniz o ziyanları telafi edeyim.”

Ve belindeki sahtiyan kutulardan birini açtı, yarım kilo şarap alabilecek büyüklükte görünen altın bir tas çıkardı, Bafa’ya uzattı.

“Lütfen doldurunuz!”

Altın kitaba Bafa adının yazılması ihtimalini düşünerek hep birden kıskançlığa kapılan öbür kadınlar, başka yoldan aynı hedefe yürümek düşüncesiyle teker teker veya çifter çifter yerlerinden fırlıyorlardı. Bir kısmını içmiş oldukları kadehlerini Deli Cafer’e, Kara Kadı’ya sunuyorlardı. Onlar zaten naz etmiyor, niyaz da ettirmiyorlardı. Her sunulan kadehi tek cür’a7 bırakmadan içiyorlardı. Fakat sofra halkı -Kubat Çavuş’la duçe müstesna- çakırkeyif kesildikleri hâlde bu çok yaşamış genç Türklerde küçük bir değişiklik görülmüyordu.

Fakat neşeliydiler, boyuna Bafa’yla şakalaşıyor ve onu kahkahayla güldürüyorlardı. Elçinin altın tası güzel kıza uzattığını görünce el çırptılar, bir ağızdan takıldılar:

“Kubat Çavuş kanatlanmak istiyor, kanadı da küçük hanımın elinde arıyor.”

Fakat elçi, bu latifeye cevap vermedi, Bafa’nın doldurduğu tası bir çırpıda boşalttıktan sonra, başka bir kadına uzattı ve gelen doluyu boşaltır boşaltmaz üçüncü bir madamın sakiliğine çanak tuttu. Kubat Çavuş altın kadehi sıra ile her kadına doldurtarak içiyordu. Bu çılgın hareketin sonu şüphe yok ki tavus kuyruğuyla karışık iğrenç bir sızış olacaktı. Fakat kadınların sevine sevine, duçenin düşüne düşüne, Deli Cafer’le Kara Kadı’nın da üzüle üzüle bekledikleri bu netice belirmedi. Kubat Çavuş vakarından bir zerre dahi kaybetmedi, yalnız yüzünü ekşitti, altın tası bir havlu ile güzelce kurutup kutusuna soktuktan sonra iskemlesini sofradan biraz daha uzaklaştırdı.

“Biz Türkler…” dedi. “Bir çanak ayranın hakkını kırk yıl tanırız. Şu hâlde benim duçe hazretlerinden, senatörlerden, müşavirlerden ve hele madamlardan gördüğüm ikramı ömrüm oldukça unutmaklığıma imkân yoktur. Her fırsatta Venediklilerin kibarlığını söylemekten ve Venedik hükûmetine elimden gelen yardımları yapmaktan geri kalmayacağım. Fakat biz Türkler, doğru özlü ve doğru sözlüyüz de. İçimiz neyse dışımız da odur. Düşündüğümüzü saklamayız, açığa vururuz. Onun için -yine başta duçe hazretleri olmak üzere has müşavirlere, senatörlere ve iltifatlarını görmekte olduğum güzel madamlara- küçük bir öğüt vermek isterim.”

Öbür sofradaki erkekler ve kadınlar da sıra sıra gelmişler, baş sofra etrafında heyecandan titreyen bir halka çevirmişlerdi. Kubat Çavuş, kısa bir lahza düşündükten sonra sözüne devam etti:

“Şevketlu efendimin ahırında birkaç bin at, bahçesinde üç beş bin it bulunduğu gibi, çeşit çeşit hizmetlerini görmek için beslenen sayısız uşakları vardır. O atların, o itlerin şevketlu efendime bir fikir aşılamaları, haşa ve haşa yol göstermeleri nasıl hatıra gelmezse o uşaklardan herhangi birinin padişahımıza akıl öğretmesi de hatıra gelmemek lazım gelir. Hiç yerin göğe ışık saldığı görülmüş müdür? Kulun da mevlasına fikir vermesi mümkün değildir. Hâlbuki Venedik’te garip garip rivayetler dolaşıyor. Güya Don Mikez adlı bir Yahudi uşak, şevketlu efendimin zihnine girmiş ve padişahı Venedik’in aleyhine kışkırtmaktaymış!”

 

Birden sesini yükseltti:

“Bunlar yalan, tamamıyla yalandır. Şimdi Jozef Nasi diye adlanan Don Mikez’i tanırım. Bir at uşağı, bir seyis neyse o da şevketlu efendimin hizmetkârları arasında öyledir. Devlet işlerinde yol göstermek sadece onun değil, hiç kimsenin haddi değildir. Zaten Venedikli ile aramızda bugün bir tatsızlık da yok. Zanta için beş yüz, Kıbrıs için sekiz bin duka vergi veriyorsunuz. Arnavutluk gibi, Dalmaçya’daki hudutlarımıza da saygı gösteriyorsunuz. Balyoslarınız nazik adamlar. Nabza göre şerbet vermeyi biliyorlar. Şevketlu efendim size neden incinsin, neden kızsın? Josef Nasi’yi Kıbrıs’a kral mı yapacağız? Rodos gibi, Sakız gibi Kıbrıs’tan hiç de aşağı olmayan adalara kral koymadık da bizim olmayan Kıbrıs için mi kral seçeceğiz… Böyle sözlerin konuşulması çirkin, yayılıp duyulması da tehlikelidir. Aslanla şakalaşılmaz. Bunu da unutmamalıyız.”

Kubat Çavuş, Osmanlı sarayında dönüp dolaşan dedikoduları Venediklilerin omzuna yüklemekle büyük bir siyaset gösteriyor, aynı zamanda o küme küme kadına verilen vazifeyi kıymetten düşürüyordu. Zeki Çavuş, duçeden en küçük rütbeli Venedikliye, Bafa’dan en çirkin kadına kadar herkesin bu Don Mikez işiyle ilgili olduğunu, kendisini tuzağa düşürüp söyletmek istediklerini kavramıştı. İşret âleminde sinirlenerek bir veya birkaç kadının kalbini kırmamak için meseleyi kökünden söküp atmak istiyordu.8

Bu açık sözler, Don Mikez hikâyesi üzerinde ısrarı manasızlaştırmakla beraber altın kitaba girmek ümitlerini de silip süpürdüğünden kadınlardan bir kısmı neşesizlenmişti. Fakat Venedik millî hazinesindeki altın kitaptan daha kıymetli olan bir kitapta, Elçi Kubat Çavuş’un yüreğinde bir satır, bir cümle hatta bir kelime veya bir nokta olmak iştiyakını taşıyan madamlar, Don Mikez işinin bu şekilde neticelenmesinden bilhassa memnun olmuşlardı. Çünkü hükûmet hesabına değil, kendi hesaplarına hareket etmek ve heybetli elçiden bir hatıra uğrulamaya çalışmak imkânına kavuşmuş oluyorlardı.

Fakat Kubat Çavuş, hadiselerin dizginini kendi elinde tutuyordu. Kimseye hamle fırsatı vermiyordu. Nitekim siyasi nutkunu bitirdikten sonra şu veya bu taraftan mukabele edilmesine veya bir teklifte bulunulmasına da imkân bırakmadı. Yüzünü Deli Cafer’e çevirdi.

“Ammi…” dedi. “İzin verirsen bir ricada bulunacağım.”

Ve onun tavrını bozmadan “Söyle evlat!” demesi üzerine şu dileği ileri sürdü:

“Rahmetli Turgut Reis’le bile Cebre çemberinden nasıl kurtuldunuzdu?.. Zahmete katlanıp hikâye edersen bu hanımlar, bu efendiler sayende tatlı bir kıssa dinlemiş olurlar.”

Deli Cafer, naz etmedi. Fakat gurura da kapılmadı. Sanki herkesin elinden gelir bir işten bahsediyormuş gibi gösterişsiz bir lisanla meşhur Cebre menkıbesini anlattı. Malum olduğu üzere bu menkıbe, Türk denizcilik tarihinde hatta bütün dünya denizciliği tarihinde yegâne sayılan vakıalardandır, bir deha hamlesidir ve şu suretle tekevvün etmiştir:

Turgut Reis henüz korsanlık hayatı yaşarken Tunus civarındaki Mehdiye Limanı’nı ele geçirmişti. Oradan İspanya, Sicilya ve Napoli sahillerini tehdit ediyordu. İmparator Şarlken, krallar kralı ve taçdarlar taçdarı vaziyetini takınan, tam manasıyla el kıran ve baş koparan kesilip koca Akdeniz’i avcu içine alan bu meşhur Türk’ü o limandan çıkarmak istedi, uzun hazırlıklar yaptı ve bütün Hristiyan âleminin güneşi sayılan Andreya Dorya kumandasında bir donanma yollayarak Mehdiye’yi ansızın muhasara ettirdi.

Turgut Reis o sırada İspanya sahillerinden vergi topluyordu. Baleara adalarına da aynı salgını tattırarak Mehdiye’ye döndüğü vakit şehrin ve limanın ateşten bir çember içine alındığını gördü, Cerbe Adası’na çekildi.

Oradan sık sık Tunus kıyılarına geliyor, dört yüz gemiden mürekkep bir filo ile on binlerce kişiden teşekkül eden bir kara ordusuna haftalardan beri kapıları kapalı tutan Mehdiye’ye yardım etmeye savaşıyordu. Bu küçük şehir, o büyük düşman kuvvetlerine karşı tam beş ay göğüs gerdi, her şehide bedel en azından yirmi İspanyol neferi feda ettirdikten sonra bir yığın toprak hâlinde İmparator Şarlken ordusuna teslim oldu.

Şimdi sıra Turgut’la boy ölçüşmeye gelmişti. Amiral Anderya Dorya, sayısı yüzleri aşan donanmasını Cerbe Adası’na -umulmaz bir günde- götürdü ve meşhur korsanı -kırk yedi gemilik filosuyla-orada bastırdı. Hesap, mantık, akıl, muhakeme ve her şeyi Turgut Reis’in orada ya yanıp kül olmasını yahut Anderya Dorya’ya boyun eğmesini zaruri gösteriyordu. Harbe girişmek düpedüz delilikti ve bu delilikten hayırlı bir netice çıkmasına asla imkân yoktu. Fakat gücünün şiarı muhali mümkün kılmaktı ve o gücün harekete geçtiği yerlerde alevin yakmak, suyun boğmak, kasırganın yıkmak hassalarını kaybettiği çok görülmüştü. Onun için Anderya Dorya’nın limana doğru sürmek istediği gemilere Turgut tarafından yol verilmedi, karaya çıkarılan bataryaların isabetli ateşiyle filo açıklara sürüldü.

Bununla beraber tehlike, dört yüz harp gemisi hâlinde, Cerbe Limanı’nı göz hapsine almış demekti. Bugün değilse yarın veya öbür gün bu büyük filo o küçük adayı kuru bir çıra gibi mutlaka tutuşturacak, alev alev yakacaktı. Bu vaziyette Turgut Reis’le arkadaşlarına ve gemilerine nasip olacak akıbet ise o çıra yangını içinde tutuşup mahvolmaktan başka bir şey olamazdı.

Amiral Anderya, bu kanaatteydi, ona yoldaşlık etmekte bulunan kara askeri kumandanı General Toledo bu kanaatteydi, müstakil bir fırkaya başbuğluğuyla şeref veren Sicilya Hıdivi Vega bu kanaatteydi. Minimini bir şehri bir Türk korsanının elinden -fakat o korsanın bulunmadığı bir günde- almak şerefine ortak olmak hırsıyla Mehdiye önlerine alay alay asker getirmiş olan eski Rodos Şövalyeleri bu kanaatteydi. Hatta millî İspanya kahramanlarından Lui Vargas -bir Türk kurşunuyla vurulup ölmeden önce- bu kanaatteydi.

Belki Cerbeliler de bu kanaatteydi. Fakat başta Turgut Reis olmak üzere Türkler başka bir iman besliyorlardı. Anderya Dorya’ya yenilmeyeceklerine şüphe etmiyorlardı. İşte bu iman onları hep birden harekete geçirdi ve tarihin eşini kaydetmediği bir hamleyle o tuzaktan kurtulmak imkânını kendilerine verdi.

Hamlenin şerefi, şüphe yok ki Turgut’a aittir. Lakin arkadaşlarının da o şerefte büyük bir hisseleri vardır. Çünkü düşünen başa, yapan el yardım etmezse düşünülen şey, ekseriya hülyadan ibaret kalır. Cerbe’de de Turgut Reis, bütün filonun -düşman ateşine açık duran- limandan kaldırılıp adanın öbür tarafına, düşman donanmasına görünmeyen yönüne götürülmesini düşündü ve bütün reisler, kaptanlar, leventler bu fikri münakaşasız kabul ederek tahakkuk sahasına çıkarmak için ortaya atıldı.

Fatih’in -İstanbul’u muhasara sırasında- Türk donanmasını karadan yürüterek Haliç’e indirdiğini biliyoruz. Turgut da aynı işi Cerbe’de yapmış gibi görünürse de her iki büyük Türk’ün bu hamlelere giriştikleri sırada bağlı bulundukları şartlar göz önüne getirilirse Turgut’un kazandığı şerefin daha büyük olduğunu kabul etmek lazım gelir. Çünkü Fatih Sultan Mehmet’in yapmak istediği işe engel olacak bir kuvvet yoktu. Ve emri altında on binlerce insan bulunuyordu. Hâlbuki Turgut, korkunç ve hemen hemen hücuma hazır bir donanmanın tehdidi altındaydı, silah arkadaşlarından başka da yardımcıya malik değildi.

Öyleyken bu yaman işi yapmaya girişti. Bataryaları sık sık işleterek düşmanın gözünü oyaladığı sırada Türk filosunun bulunduğu limandan adanın öbür yakasına kalın tahtalardan geniş bir yol döşetti, bu tahtaların üstüne yağlı bir madde döktürmek suretiyle kayganlık husule getirdikten sonra gemileri tekerlekler üzerine aldırarak geceleyin yürüttü, serbest bir limana indirdi ve hemen yelkenleri şişirip enginlere açıldı.

O esnada -Turgut Reis’in bütün filosuyla- Anderya Dorya’ya teslim oluşunu seyretmek üzere Sicilya’dan birkaç yüz asilzade geliyordu. Turgut, denize açılır açılmaz onları taşıyan büyük gemiye rastladı ve bir kuru sıkı topla gemiyi durdurarak zapt, içindekileri de esir etti. Anderya Dorya, bu işler olup biterken Cerbe Limanı önünde Turgut’a yapılacak muameleyi kararlaştırmak üzere meclisler kurup dağıtmakla meşguldü.

Menkıbe, Deli Cafer’in ağzında sadelikle karışık müessir bir azamet alıyordu. Onun, mesela tahtadan yol döşenmesini tarif ederken vakıayı basit göstermeye özenişi dinleyenler üzerinde ters tesir yapıyor ve o yol ziyafet salonunda binlerce amelenin alın teriyle ve yorulmuş adaleleriyle döşeniyormuş gibi herkesi hülyalı bir hayret sarıyordu. Hele kadınlar, büyülenmiş sanılacak kadar beht9 içindeydi. Fakat bu şaşkınlığın onları mahzuz ettiği de anlaşılıyordu. Başka türlü nasıl olabilirdi ki, karadan filolar yürüten Türkler, gökten yere inmiş veya denizlerin dibinden fırlayıp şuraya buraya dağılmış kimseler değildi. Her milletin efradı gibi onlar da bir babayla bir ananın vücuda getirdiği mahluklardı. Lakin düşünce, duygu, cüret ve hareket bakımından kimseye benzemiyorlardı, tabiata tahakküm için yaratılmış görünüyorlardı, işte bu üstünlük, o menkıbenin anlatılması sırasında, her kadının idrakinde derece derece tebarüz ettiğinden topunu birden tatlı bir şaşkınlık istila edivermişti. Koca koca harp gemilerini karada yürüten Türklerin bir kadın kalbini ne yükseklere ve ne derinliklere götürebileceğini o şaşkınlık arasında düşünmeye savaşanlar ve bu düşüncenin hazzıyla yarı baygınlaşanlar da vardı.

Deli Cafer, işte bu umumi ve derin hayret içinde sözünü bitirdi, yüzünü Bafa’ya çevirdi:

“Turgut Reis’in yanında o gün ben de vardım, Kara Kadı da vardı. Bir koyun sürüsünü suya götürür gibi şarkı ırlıyarak gemileri yürütmüştük. Fakat kuvvet bizim değildi, Turgut’undu. Ona da bu iktidar aşktan geliyordu.”

Bafa, ruhları dalgınlaşan o cemaat içinde ilk uyanan idrak oldu ve mahmur mahmur sordu:

“Turgut Reis âşık mıydı?”

“Evet, âşıktı.”

“Kime?”

“Savaşa!”

Bu kısa cevabın en büyük bir hakikat taşıdığını -aşkla, şevkle-anlatmaya da girişecekti. Fakat Türk celadetini, Türk hamasetini, Türk dehasını tek bir menkıbenin canlı çerçevesi içinde Venediklilere seyrettirmeyi siyaset bakımından doğru ve gerekli bularak Cerbe vakasını Deli Cafer’e naklettirmiş olan Elçi Kubat Çavuş araya girdi:

“Kara Kadı amca…” dedi. “Senden de Nasuh ile Cafer’in hikâyelerini dinleyelim. Bir harp hikâyesinden sonra tatlı bir kıssa dinlemek sinir yatıştırır.”

Ve duçeye hitap ederek nasıl bir mevzu seçtiğini izah etti:

“Nasuh ile Cafer, Kara Kadı amcanın cüceleridir. Ne Osmanoğulları sarayında ne Çin-i Maçin’de ne de bir başka yerde onlardan daha küçük boylu insan yoktur. Rahmetli Sultan Süleyman bu minimini mahlukları haber alınca kendilerinin değil, sahibi olan Kara Kadı’nın ağırlığınca altın verip onları sarayına almak istedi. Fakat o sırada bu ammiler devlet hizmetini bırakıp savuşmuşlardı. İzlerini bulmak, cüceleri almak mümkün olmadı.”

 

Kara Kadı’ya bakarak sustu, o da bu bakıştaki manayı anlayarak anlatmaya koyuldu:

“Nasuh’la Cafer, bir boydadır, bir çaptadır. Teraziye koyuşumda ağırlıkları bir gelir. Ne yarım dirhem aşağı ne yarım dirhem yukarı. İkiz olmadıkları hatta bir memleket halkından bulunmadıkları hâlde, birbirlerine denk olmaları, yüzce de benzer görünmeleri şaşılacak bir şeydir. Ben her ikisini birlikte terbiye ettim, okuttum, yetiştirdim. Şimdi Nasuh kaç dil bilirse Cafer de o kadar dil bilir. Cafer ata ne kadar iyi binerse Nasuh da o kadar güzel at kullanır. Nişancılıkta, cirit oyununda, yüzmekte, gemi kullanmakta ikisi de birinci sınıf ustalardandır. Fakat biri öbürkünden üstün değildir. Zavallıların beceremedikleri tek bir sanat var: Pehlivanlık! Cüsseleri müsait olmadığından o sanatta yaya kaldılar.”

Herkes bu uzun övüşleri -alık alık ve ağızları açık- dinlerken Bafa sordu:

“Cücelerinizin boyları ne kadar?”

“Benim elimin ölçüsüyle üç karış!”

Bafa’nın gözü Kara Kadı’nın kalın ve kuvvetli eline kaydı, koca koca gemileri birer kuzu uysallığıyla karada yürüten o elin kalınlığına ve kuvvetliliğine rağmen fazla bir uzunluk taşımadığını gördü:

“Benim elimle…” dedi. “Beş karış demek. Çok küçük şeyler. Nerede buldunuz bunları?”

Kubat Çavuş müdahale etti:

“Nerede bulunduğunu öğrenmekten bir şey çıkmaz. Şimdi nerede bulunduklarını sorunuz ki talihiniz varsa kendilerini görebilirsiniz.”

Kara Kadı, derin derin Bafa’nın yüzüne baktı ve ağır ağır cevap verdi:

“Cücelerim gemidedir, gemi de biliyorsunuz, Venedik limanındadır. İsteyen teşrif eder, cücelerimi görür, kendileriyle konuşur.”

Bafa, içini çekti.

“Yarın…” dedi. “Yorgunum, öbür gün hazırlıklarımı tamamlamaya mecburum, daha öbür gün yolcuyum.”

Deli Cafer de Kara Kadı da -heyecanla- sordular:

“Ay yolculuk mu var?.. Nereye?”

“Korfu’ya, babamın yanına gidiyoruz. İki gün sonra Venedik’ten ayrılacağız.”

Elçi Kubat Çavuş’un kaşlarını kısa bir lahza çatıklaştıran heyecanlı tavırlarının manasızlığını, daha doğrusu yersizliğini anlamış olan deniz kurtları, soğukkanlılıklarını ele almışlardı. Bafa’nın yolculuğunu vesile yaparak ve onun dilbaz, canbaz, sihirbaz, dekkebaz cüceleri görmekten korktuğu için Korfu’ya kadar kaçmaya hazırlandığını söyleyerek şakalaşıyorlardı. Kubat Çavuş bir müddet bu şakalaşmayı dinledi, sonra kendi de latife ediyormuş gibi görünerek bahse başka bir mecra verdi:

“Sevgili amcalarım…” diyordu. “Küçük hanım bilinmez ve bulunmaz bir yere gitmiyor ki. Korfu, hepimizin bildiğimiz bir yer. Otuz yıl önce, Venedikli dostlarımızla orada küçük bir güreş de yapmıştık, galip, mağlup belli olmadan ayrılmıştık. Siz, dilediğiniz zaman adaya gider, küçük hanıma cücelerinizi gösterebilirsiniz.”

Ve sonra kafataslarının içine, yüreklerin en gizli köşelerine bakar gibi görünen kudretli gözlerini Bafa’nın latif yüzüne dikti.

“Ben…” dedi. “Duçe cenaplarına rica edeyim, siz de babanızı balyosluğu kabul için kandırınız, Korfu’dan İstanbul’a gidiniz. Orada, harp filolarını, koyun sürüsü gibi ıslık çala çala yürüten şu babayiğitlerin binlercesine, hikâyelerini dinlerken ağzınızın sulandığını duyduğunuz cücelerin daha mükemmellerine ve her şeyin en iyisine rast geleceksiniz. İstanbul, Türk olalıdan beri, Tanrı’nın beğendiği yerlerden biri olmuştur, Orada şimdi hava, biraz cennet kokusu taşır. Su, enikonu kevserleşir. Güneş ise bütün İstanbulluları örten kızıl ipekten işlenmiş bir mantoyu andırır. Bu manto, büyülü olduğu için yazın serinlik, kışın sıcaklık hissettirir ve hiçbir mevsimde üşütmez, terletmez. Ya mehtapları…

Sizi inandırmak için dinime yemin ederek söylüyorum: İstanbul’un her mehtabı hemen hemen sizin kadar güzeldir.”

Bafa “Ne güzel yalan söylüyorsunuz elçi bey!” diye kahkahayı koparırken Kubat Çavuş, etrafındakileri telaşa düşürecek derecede ciddileşti.

“Dinime…” dedi. “Yemin ettiğimi söylediğime göre, sözlerime inanmanız lazım gelir. Siz, buralardan görünen mehtaplar kadar değil, İstanbul’un akıllar alan, yürekler hoplatan mehtapları kadar güzelsiniz. Öğüdümü kabul eder de İstanbul’a giderseniz her ay beş altı gün göğe asılan o nurdan aynada kendinizi görebilirsiniz.”

Bunlar, bu sözler Bafa’nın şuuru üzerinde silinmez izler bırakıyor ve sinirlerine karışıklık veriyordu. Deli Cafer, Kara Kadı ve Kubat Çavuş, efsunlu bir müselles gibi dimağında hep birden yer almış olup o dimağ, cazip olduğu kadar garip ve garip bulunduğu kadar da cazip olan bu müsellesin incitmeyen sıkleti altında tatlı tatlı sallanıp duruyordu.

Türkleri, toy kalbinin bütün temizliğiyle artık güzel ve yüksek buluyordu. Türklüğe karşı -müstesna bir zümrüt, eşsiz bir inci için duyulan incizaplara benzer- bir temayül hissediyordu.

Bu hızlı kapılışta, aralarına düştüğü üç Türk’ün bedenî olgunluklarıyla terbiyevi yüksekliklerinin, durumda ve tutumda belirttikleri gösterişsiz zarafetin tesiri pek tabii olmakla beraber, onu kısa bir lahza içinde Türk’e âşık yapan kuvvetli amillerden biri de ziyafet salonunda toplanan hemşehrileriyle o üç Türk arasındaki yaradılış farkıydı. Bafa, o güne kadar, bir duçe başını, bir duçe sarayı kadar muhteşem görüyordu. Bir senatör, bir has müşavir, onun gözünde yarı ilahlaşmış şahsiyetlerdi. Fakat bu gece, o görüş, o telakki temelinden değişivermişti. Çünkü -Sen Marko Meydanı’nda arşınla kumaş satan ve korsanlıktan gelme olduklarını söylemekten çekinmeyen- Deli Cafer’le Kara Kadı’nın, onlarla aynı hamurdan yaratıldığı anlaşılan Kubat Çavuş’un Venedik devlet adamlarını her bakımdan sıfır seviyesine indirdiklerini gözüyle, şuuruyla, kalbiyle görmüş bulunuyordu.

Türkler, duçenin vakarına bakarak, senatörlerin çalımını pabuçlarına çiğneterek, has müşavirleri uşağa çevirerek yürüyorlar ve onlarla konuşurken aslanların tavşanlara birkaç mırıltı ikram etmelerini andıran bir ağız kullanıyorlardı.

İşte bu müşahede, genç kızın idrakinde garip bir değişiklik, kanaatlerinde yaman bir yıkılış vücuda getirmişti. Evvelce korkunç olarak tanıdığı Türkler, şimdi ona başları yıldızların kucağına yaslanmış dağlar kadar azametli görünüyordu. Bu dağlarda çimenin, çiçeğin, rengin ve ıtırın en güzeli vardı ve onların eteğinde dolaşmak bile insanı bahtiyar bir sarhoşluğa kavuşturabilirdi. O sarhoşluğa ki insani ve vicdani olduğu için gelişigüzel uyanıklıklarla ölçülemezdi, tartılamazdı.

Bafa, Türk cazibesine kapılmanın benliğinde uyandırdığı kargaşalıklar arasında gemileri karada yürüten kahramanlarla bin Venediklinin toptan beceremeyecekleri işleri bir karış boylarıyla başarıveren cüceleri de sık sık düşünmekten kendini alamıyordu. Henüz müphem, henüz renksiz ve silik olmakla beraber, genç kızın içinde o kahramanların eliyle itilmek, yürütülmek, uçurulmak ve o cücelerin hünerleriyle hayretten hayrete düşürülmek için bir iştiyak var gibiydi.

Bu rüşeymî duyguda o, yalnız değildi. Salonları dolduran renk renk kadınlar da aynı müphem incizabın, iştiyakın ve ihtiyacın hummasını yaşıyorlardı.

Bununla beraber Bafa, ruhi bir silkinişle kendini toplamaktan geri kalmadı, Kubat Çavuş’a cevap verdi:

“İltifat ediyorsunuz, beni şımartıyorsunuz ekselans. Fakat anlıyorum ki benim İstanbul’a gitmemi gerçekten istiyorsunuz. Bu arzunuz acaba benimle sık sık görüşmeye yol bulmak düşüncesinden mi doğuyor?”

Elçi, litrelerle şarabın sersemletemediği vakur başını şöyle bir kaldırdı. Sofrayı saran kadınları birer birer gözden geçirdi:

“Türk ili dile alındığı zaman biz Türkler kendimizi unuturuz. Ben de memleketimin güzelliklerini saymaya savaşırken kendimi düşünemezdim ve düşünmemiştim.”

“O hâlde ekselans?”

“O hâlde hakikat şudur: Biz Türkler, her şeyin en güzelini memleketimize layık görürüz. Siz de kadın güzelliğinin en yüksek numunelerinden birisiniz, istiyorum ki yurdumuzun bir köşesi sizinle aydınlansın ve sizin ciğerlerinize bizim yurdun temiz havası girsin!”

Manalı manalı Deli Cafer’in, Kara Kadın’ın yüzlerine baktı.

“Siz de…” dedi. “Benim gibi düşünüyorsunuz, değil mi? Öyleyse, ulu Tanrı’nın şu güzel Bafa’yı Türk yurduna nasip etmesi için candan, yürekten dua edelim, sofradan da kalkalım!”

Kadınlardan fazla sarhoş olanlar, “Kıskandık ekselans. Bizi güzel bulmuyorsunuz demek.” gibi sözlerle sarkıntılığa yeltenirlerken, Kubat Çavuş kalktı, Bafa’yı Deli Cafer’in koluna taktı, çakırkeyif madamlardan birini de Kara Kadı’ya yoldaş etti, kendisi duçenin koluna girdi.

“Siz…” dedi. “Yalnız dinlediniz, biz de boyuna konuştuk. Şimdi vaziyetlerimiz değişecek: Dinleme nöbeti bize, konuşma sırası size gelecek!”

Duçe Jerom, iliğine kadar sevinç içindeydi. Çünkü Don Mikez’in Topkapı Sarayı’ndaki seyislerden farksız olduğunu öğrenmiş ve Kor-fu valisinin İstanbul’a balyos olarak gönderilmesi hâlinde birçok kazançlar elde edileceğini de sezmiş bulunuyordu. Bu büyük müjdeleri kendiliğinden vermiş olan elçi Kubat Çavuş’u memnun etmek için günlerce konferans vermeye, nutuklar sıralamaya razıydı. Hâlbuki ziyafet programı, kendisine öyle bir külfet yüklenmesine imkân bırakmıyordu. Yemekten sonra müzik vardı. En şöhretli üstatlar, en kıymetli besteleri -elçi bey şerefine- terennüm edeceklerdi. Daha sonra komik ve trajik sahneler gösterilecekti, arada dans edilecekti.

Duçe, bütün bunları elçi beye hatırlattı ve programın madde madde tatbik edilmesi için izin istedi. Kubat, kendi dolabını çevirmekle meşgul olduğundan bu ricaya ciddi bir ilgi göstermedi, sade bir “hayhay” deyip Kara Kadı ile gizli bir muhavereye girişti. İki Türk ana dilleriyle fakat dudak dudağa konuşuyorlardı. Kelimeleri yanı başlarındaki Deli Cafer’e bile duyurmaktan çekiniyorlardı. Garip olan nokta, Deli Cafer’in -tek kelimesini duymadan- o muhavereyi anlar gibi davranması ve ara sıra Kara Kadı’ya gözüyle, kaşıyla fikirler telkin etmesiydi. Yetmişlik deniz kurdu, bu telkinleri yaparken, diz dize oturduğu güzel Bafa’ya bir şey sezdirmemeyi de göz önünde tutuyor ve eski Türk düğünlerini anlatmak suretiyle toy kızın idrakini kendi iradesi altında bulunduruyordu.

Program işte bu vaziyette madde madde tatbik ediliyordu. Elçi beyle hemşehrilerini eğlendirmek yolunda her zahmet ihtiyar olunuyordu. Bir kısım kadınların programa dâhil olmayan numaraları ise gerçekten eğlenceliydi. Venedik hazinesinin altın kitabına adlarını sokmak fırsatını kaçırmış olduklarını anlayan bu madamlar, şaraptan aldıkları ilham ve kuvvetle, üç Türk’ten birinin mahrem hatıraları arasında yer almaya çalıştıkları için programa bağlı oyunları kıymetsizlendirecek hünerverlikler gösteriyorlardı, akla ve hayale sığmaz vesileler bulup elçinin, Deli Cafer’in, Kara Kadı’nın kolları arasına yükselmeye savaşıyorlardı.

7Cür’a: Bir yudumluk su. İçim, yudum. (e.n.)
8Kubat Çavuş’un hikâye etmekte olduğumuz elçiliği 1566 yılının sonlarına doğru vuku bulmuş olsa gerektir. Çünkü İkinci Sultan Selim, babasının ölümü üzerine 24 Eylül 1566’da İstanbul’a gelip tahtı ve saltanatı tesellüm etmişti. Fakat Kubat Çavuş’un 1569 yılı sonunda da Venedik’e gittiğini biliyoruz. O vakit duçeye ve Venedik Cumhuriyeti’ne Osmanlı sarayının birtakım şikâyetlerini tebliğe memur edilmiş bulunuyordu ki bunların içinde Dalmaçya hududundaki sarkıntılıklar, birkaç Türk korsanına yapılan işkenceler ve Kıbrıs Adası’nın Hristiyan korsanlara sığınak yapılması birinci planda geliyordu. Kubat Çavuş, bir efendinin uşağına karşı dahi kullanmakta tereddüt edeceği derecede küçültücü bir lisan ile yazılan “name-i hümayun”u, senatonun toplu olduğu bir sırada duçeye verdi ve okunurken de hazır bulundu, Frenk tarihleri bu hadiseyi naklederken “Bu kadar amirane bir surette yapılan taleplerin senatoda müzakeresi caiz olmadığından ret ile cevap verildi. Halk, o kadar heyecan gösteriyordu ki Çavuş’un hayatı tehlikede kalmamak için sarayın arka kapısından çıkarılmasına mecburiyet geldi.” diyorlar. Fakat bu, hakikate uygun değildir. Çünkü Venediklilerin Türk elçilerine, yürekleri titremeden bakmalarına bile imkân yoktu. Nerede kaldı ki her biri bir ejdere benzeyen o elçilere hücum etmeyi zihinlerinden geçirebilsinler! Yine tekrar edelim ki Kıbrıs’ın alınması meselesi bu romanın çerçevesi dâhilinde değildir. Yalnız Bafa’yla tanışma sırasında o meseleye de temas edilmek zarureti hissedildiğinden bu notları kaydediyoruz. (y.n.)
9Beht: Şaşkınlık, hayranlık. (e.n.)