Safiye Sultan

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

Bu hâlde kendisi Kanuni Sultan Süleyman’dan da oğlu Sultan Selim’den de bahtiyardı. Çünkü onların eline düşmeyen bir güzellik hazinesine malik oluyordu, eşsiz bir zevk âleminin anahtarını elde etmiş bulunuyordu.

Şehzade Murat, hayretten hazza, hazdan sarhoşluğa intikal ederek Bafa’yı süzerken, işte bu mülahazaları da perişanlaşmış kafasında dolaştırıyordu, sevinçle gururu birbirine karıştırarak garip bir istiğrak içine dalıyordu. Fakat korsanlara bir şey söylemek, gökten ayrılmış bir melek olduğuna inanıverdiği Venedik dilberini de ayakta ve erkekler arasında durmak sıkıntısından kurtarmak lazımdı. Ondan ötürü, sersemleşmiş iradesini müşkül bir iç hamlesiyle topladı, dardağan bir biçimde bulunan kavuğunu yay şeklindeki kumral kaşlarının üstüne yıktı.

“İhtiyarlar!” dedi. “Çektiğiniz zahmetin yerinde olduğuna inandım, getirdiğiniz armağanı da beğendim. Kız, hemen içeri götürülsün, Raziye Kalfa’ya teslim edilsin. Siz de birkaç gün konuğum olunuz, sarayımda dinleniniz. Sonra işinizin başına -güle güle- gidiniz. Hazinedarım sizi birazdan görecektir.”

Deli Cafer, deminden beri kabaran sinirlerini bir nebze olsun yatıştırmak iştiyakıyla hemen atıldı:

“Şehzadem…” dedi. “Hazinedarınızla görüşmemize sebep yok. Çünkü biz buraya halayık satmaya, ihsan almaya, bahşiş toplamaya gelmedik. Sayenizde bizim dahi birer hazinemiz var. Fırsat düştükçe yoksullara ikram ediyoruz, gönül kazanıyoruz, dua alıyoruz. Onun için izin ver de elini öpelim ve sen yataktan çıkmadan biz yola düşelim.”

Şehzade, bir ayak önce kızı hareme yürütmek istediği için bu mevzu üzerinde tevakkufa lüzum görmedi, kelimeleri birbirine karıştırarak son emrini vermeye yeltendi:

“Peki, peki. Sizin dediğiniz olsun. Ben adlarınızı unutmam. Siz de başınız sıkılırsa bana arzuhâl sunmaktan çekinmeyiniz. Haydi uğurlar olsun!”

Korsanlar onun elini öperek, Bafa’yı da “Hoşça kal, bahtın gibi alnın da açık olsun.” diye selamlayarak ayrılırlarken güzel kız, yüzünü ciddileştirdi.

“Durunuz…” dedi. “Acele etmeyiniz. Prensiniz ne diyor, beni yanında alıkoymak mı yoksa başka bir yere mi göndermek istiyor? Burada alıkoyacaksa vaziyetim ne olacak? Beni, esir pazarından üç beş altın verilerek alınan kızlarla bir mi tutacaklar? Yoksa taşıdığım asil kana hürmet mi edecekler? Sonra cücelerimden ayrılacak mıyım? Bütün bu meçhuller üzerinde beni tenvir etmeden gitmenize rıza göstermem. Çünkü ben, size itimat edip buraya güle güle geldim. Aynı itimadı asaletmeap prens de bana telkin etmezse burada bir dakika bile durmam, ardınıza takılıp giderim!”

Şehzade Murat yepyeni bir istiğrak rakikası yaşıyordu. Çünkü kızın sesinde bambaşka bir güzellik bulmuş ve o sesin konuşurken bile terennüm hissettirdiğine iman getirerek ruhi bir küçülüş içinde bu muhayyel terennümü dinlemeye koyulmuştu. Kelimelerle alakası yoktu. Zaten İtalyanca da bilmiyordu. Fakat Bafa’nın ağzından bir ahenk şelalesi döküldüğünü sanarak kulaklarını, kalbini, ruhunu ve bütün benliğini bu ahenge açık tutuyordu.

Kara Kadı, tercümanlık yapmak suretiyle onu bu garip sarhoşluktan uyandırdı, kızın sözlerini kelime kelime tercüme etti ve sonunda sordu:

“Ne emrediyorsunuz şehzadem, kıza nasıl cevap verelim?”

İradesini çoktan Bafa’nın yeşil gözlerine feda etmiş, yüreğini onun sarı saçlarına atıvermiş olan Murat, hiç düşünmeden şu cevabı verdi:

“Kendileri esir değildir, çok kıymetli bir dosttur ve sarayımın ebedî süsü hatta ışığı olacaklardır. Hareme girer girmez dairelerinin hazırlandığını, önlerinde dizi dizi halayıkların diz çöktüğünü göreceklerdir. Bu vaziyetin, ben sağ oldukça devam edeceğine inanmalarını rica ederim. Cücelerim dedikleri şeyler, ufak ufak adamlar ise sarayımda onlardan üç beş tane vardır. Kendilerininkini de onlara katarız.”

Kara Kadı bu cevabı İtalyancaya çevirip Bafa’ya anlattı, o da değme aklın tahammül edemeyeceği kadar zarif bir tebessümle memnun kaldığını hissettirdikten sonra, elini Şehzade Murat’a uzattı, bir imparatoriçe vakarıyla ve amir bir sesle vazifesini hatırlattı:

“Elimi tutunuz, beni daireme kadar götürmek lütufkârlığında bulununuz!”

Korsanlar, bu laubalilikten şaşırıp kalmışlardı. Hele Şeyh Şüca küçük ve büyük dillerini yutmuş gibi derin ve muzdarip bir hayret içinde sahneye bakıyordu. Fakat Şehzade Murat ne şaşırdı ne kızdı. Kendine uzatılan zarif eli mesut bir heyecanla tuttu, odadaki üç erkeğe selam vermeyi dahi hatırlatmayan bir neşeli telaş içinde Bafa’yı yürüttü, uzaklaşıp gitti.

O, Şeyh Şüca’nın dairesinde ve korsanların yanında memnu bir meyve, memnu bir çiçek durumuna düşen Venedik dilberini helal bir meyve ve helal bir çiçek hâline çevirebilmek için kendi odasına hemen kapanmak ihtiyacındaydı. Bafa’nın bir çift kızıl yakut üzerinde belirttiği tebessüm o ihtiyacı coşkunlaştırmış, elini uzatması ise şehzadede şuur namına bir şey bırakmamıştı. Aç bir yürek ve aç bir ruh ile dairesine doğru koşuyor, iliklerine kadar gülümseyen Bafa’yı da kendine uydurup koşturuyordu.

Odadakiler uzun bir lahza bu şahane maskaralığın hayretini taşıdılar, sonra birbirlerinin yüzüne baktılar. Deli Cafer’le Kara Kadı, kısa bir bakış içinde kanaatlerini mübadele etmişlerdi ve bu kanaatler aynı şekilde olup şehzadenin bir kadın delisi olduğunu gösteriyordu.

Fakat Şeyh Şüca’nın düşüncesi başkaydı. O da korsanlar gibi şaşkındı, şöyle böyle mürit edindiği şehzadenin bir Frenk kızına çarçabuk tutkunluk göstermesine akıl erdirememişti. Lakin şimdi onları düşünmüyordu. Kendi budalalığını ölçerek elemleniyordu ve korsanların ağızlarını kapamak için çareler araştırıyordu.

Budalalık değil. Çünkü şeyh, Bafa’yı gördükten sonra yaptığı densizlikten bilhassa nedamet getirmişti. Kız onun da mufassal bir dayak yemesine rağmen sarsılmamış olan şuuru üzerinde derin tesirler yapmıştı. Korsanları kızdırmayarak kızı şehzadeden önce niçin görmediğine ve görür görmez de niçin gizli bir köşeye kapamadığına hayıflanıyordu. Fakat iş işten geçmişti, artık o bir içim suyu şehzadenin dudağından geri çekmek mümkün değildi. O hâlde yapılacak şey, korsanların her dolaştıkları yerde şu dayak hadisesini anlatmamalarını ve kendi haysiyetini yıkmamalarını temin etmekten ibaret kalıyordu.

Şeyh Şüca işte bu düşünce ile -henüz odadan ayrılmayan- korsanlara yanaştı.

“Yiğitlerim…” dedi. “Sikkeme ve cübbeme saygı göstermediniz, beni incittiniz. Lakin bir şeyh kin tutmaz, kimse için hınç taşımaz. Ben de işlediğiniz günahı unutacağım, sizi pirime havale edip cezalandırmayacağım.”

Deli Cafer, acı acı gülerek onun sözünü kesti:

“Bizi…” dedi. “Pirine mi havale edeceksin? Ulan, pirin yerin dibine geçsin! Biz de seni ulu Tanrı’ya havale ederiz!”

Ve kollarını kavuşturarak sert sert sordu:

“Pirini, pireni bırak da ne istediğini söyle. Çünkü dilinin altında bir bakla döndüğünü görüyoruz.”

Şeyh Şüca bu ihtar üzerine dileğini açığa vurdu, şurada burada adının hakaretle anılmamasını ve dayak yediğinin kimselere söylenilmemesini rica etti. Deli Cafer, dövülmekten değil de dövüldüğünün duyulmasından korkan bu eli nasırlı şeyhe bakıp bakıp başını sallıyordu, nihayet dayanamadı.

“Sen…” dedi. “Budala mısın nesin! Biz, işimizi gücümüzü bırakıp seni mi düşüneceğiz? Yoksa adam dövmek hüner midir ki onunla diyar diyar övünelim? Bununla beraber işin gülünç tarafı var: Bizim şu eşikten çıkar çıkmaz seni unutacağımıza şüphe yok. Fakat dayak yediğin sırada bizi çevreleyip seyre dalanların ağzını nasıl kapayacaksın?”

Şeyh efendi, onları da susturmaya çalışacağını söylediğinden iki yiğit denizci odadan ayrıldılar, sofada dolaşan uşaklardan birini önlerine katarak dairelerine doğru yollandılar. Sarayın bütün selamlık dairelerinde, ahırlarında, mutfaklarında, bahçelerinde, odunluklarında, çamaşırhanelerinde, muhafız koğuşlarında bulunanlar, Deli Cafer’le Kara Kadı’nın şeyh efendi hazretlerine dayak attıklarını, şehzadeyle de senli benli görüştüklerini duymuşlardı. Onun için adım başında üç beş kişi kenara çekilerek boyun kırıyorlar ve ünlü korsanlara saygılarını hissettirmeye savaşıyorlardı.

Onların bu selamlarla ve selamlanmalarla ilgilendikleri yoktu. Her boyun kıran kümeye veya adama “Aleykümselam.” demekle iktifa edip yollarına devam ediyorlardı. Fakat boylu boslu, pek yakışıklı ve pek zarif giyimli bir delikanlının verdiği selam onları avlunun ortasında âdeta mıhladı, ayaklarını yürümekten alıkoydu. İkisi de onu tanıdıklarına zahip olmakla beraber umulmayan bir tesadüfün verdiği hayretle duralayıvermişlerdi. Hâlbuki o güzel ve şık genç, kendilerini tanımamış gibi görünerek adım adım uzaklaşıyordu.

Bu vaziyete Kara Kadı, hafıza hatasıyla elemlenmek istemedi, hemen seslendi:

“Bire doğancı, savuşma, dur!”

Genç erkek başını çevirdi, geri dönmeye lüzum görmeden sordu:

“Beni mi çağırıyorsunuz?”

“Hele anladın. Bari beri gel de bizim kim olduğumuzu dahi anla!”

O, sırmalı kostümünün içinde salına salına fakat nahoşnut, döndü, denizcilerin yanına geldi.

“Ne istiyorsunuz ağalar…” dedi. “Bana bir emriniz mi var?”

Kara Kadı, kaşlarını çatarak onu isticvaba girişti:

“Sen, Beşinoğlu Kaya Bey’in yanında değil miydin?”

“Evet!”

“Bir zamanlar adın da Artin’di. Sonra sünnet oldun, hak dinine girdin, Mehmet adını aldın. Bu da doğru değil mi?”

“Evet!”

“Ey, burada ne arıyorsun?”

“Kaya Bey beni doğancı yapıp yetiştirdikten sonra şevketlu hünkâra armağan etti. O da devletlu şehzadenin av merakını düşünüp beni buraya yolladı. Şimdi şehzade hizmetindeyim. Adım da Kara Mehmet’tir.”

“Memnun olduk. Lakin bizi henüz tanımadığını da görüp şaştık.

Ben korsan Kara Kadı değil miyim, yoldaşım da yine korsan Deli Cafer değil miydi? Kaya Bey’in çiftliğine az mı gelirdik?”

Kara Mehmet, dalgınlığının affedilmesini rica etti, denizcilerin elini öptü.

“Vallahi…” dedi. “Sizlerin buraya kadar geleceğinizi ummazdım. Hatta iki deniz kurdu bir Venedik kuzusunu yakalayıp devletlu şehzadeye getirmişler, Şeyh Şüca’yı da ısırmışlar diye kulağıma demin bir laf çalınmışken incelemedim, ‘nemarek – neme gerek’ deyip adınızı bile sormadım. Meğer koca sarayı ayağa kaldıran sizmişsiniz! Gerçekten memnun oldum.”

 

Belki bir el daha öpüp ayrılacaktı. Fakat Deli Cafer onun koluna girerek ayrılmasına imkân bırakmadı:

“Biz…” dedi. “Şu karşıki odalarda konuğuz. Yarın erkenden yola çıkacağız. Ancak içimizde birkaç düğüm peyda oldu. Onları çözmek zahmetine sen katlanacaksın. Bizimle gel, o düğümleri çöz!”

Kendi cemaziyülevvelini çok iyi bilen denizcileri kızdırmak Ermeni’den dönme doğancının elinden gelemezdi. O sebeple “Hayhay!” demek zorunda kaldı ve kendileriyle birlikte yürüdü. Fakat korsanlar onu uzun müddet tutmak niyetinde değillerdi. Bu sebeple odaya girer girmez sorguya giriştiler:

“Bize ilkin şu Şeyh Şüca’yı anlat. Kimin nesidir, hangi dergâhın şeyhidir bu herif?”

Genç doğancı, hemen kapıyı kapadı, korsanların da güç duyabilecekleri bir sesle cevap verdi:

“O şeyh filan değildir, bahçıvanlıktan gelmedir. Haremde Raziye adlı bir kâhya kadın var. Şeyhin çalıştığı bahçeye -hava almak için- gittikçe onu görür, beğenirmiş. Şüca, hayırsever bir adamın himmetiyle küçüklüğünde biraz mürekkep yalamış, anasından da akıllı doğmuş bir adamdır. Kâhya kadının kendisine tatlı tatlı baktığını görünce meyve devşirip sunmaya, soğuk ayranlar hazırlayıp içirmeye başlar. Sonunda ikisi arasında bir dostluk yüz gösterir. Şüca, Çinganlardan öğrenerek bakla falı açar, kâğıt üzerinde de remil atarmış. Hele rüya tabirinde herkesi kafese kormuş. Bir gün devletlu şehzadenin gördüğü düşü de -Raziye Kadın’ın yardımıyla- hoşça tabir ettiğinden şehzade efendimize çatar. Şimdi burada dairesi, şehirde ayrıca konağı vardır. Bir dediğini devletlu şehzade iki etmez.”14

“Peki. Devletlu şehzadenin yanına girip çıkanlar arasında hatırı sayılan daha kimler var?”

“Kadı Üveys.”

“Ne kadısı bu?”

“Tire kadısıydı. Bir gün devletlu şehzadeyle ava giderken Yamanlar Dağı’nın eteğinde buna rastladık. Kerli ferli bir adamdı. O koca sarığıyla uzaktan çok heybetli görünüyordu. Meğer herif, göründüğü gibi kaba değilmiş, yol ve erkân bilir kişilerdenmiş. Çünkü şehzade efendimizi görür görmez atından sıçrayıp yere indi, cübbesinin göğsünü kavuşturdu, el pençe divan durdu ve şehzade yaklaşınca bağıra bağıra bir şeyler okumaya başladı. Baba tutmuş siyah köleler gibi sağına soluna sallanıyor, başını hiç durmadan eğip kaldırıyor, ellerini ayaklarını hokkabazca oynatıyordu. Devletlu şehzade, böyle maskaralıkları çok sever. Onun için atlarının başını çektiler, herifin yaptığı oyunu güle güle seyre daldılar. O, aşk ile şevk ile oyununa devam etti, tadını kaçırmadan da bağırıp çığırmayı bıraktı, şehzadenin üzengisine dudaklarını yapıştırdı, şapır şapır ve uzun uzun öptü sonra geri çekildi.15

‘Kulun…’ dedi. ‘Tire kadısı Üveys’im. Aşo’yu Bekir’e boşatmaktan, Hasan’ın bıraktığı malı mirasçılara bölüştürmekten, Mehmet’in alacağını Mahmut’a ödemekten bunaldıkça kılkuyrukcağızımı önüme katarım, ava çıkarım. Çektiğim çile artık dolmuş olacak ki şevketlu, kudretlu, mehabetlu şehzademe rastladım. Bundan geri bana ne mahkeme ne muhakeme gerek. Senin ahırında seyislik edip felekten kâm alacağım.’

Devletlu şehzade kıs kıs gülüyordu. Kadı susunca sordu:

‘Kılkuyruk yoldaşın nerede?’

Üveys av borusu kadar kuvvetli bir ıslıkla oraları inletti ve koşa koşa gelen bir tazıyı göstererek cevap verdi:

‘Yoldaşım işte budur. Fakat ehliyetli mahluktur. Ne tavşana göz açtırır ne kekliğe. Hele ava çıkmadan önce iyi bakılmış olursa turna sürüsüne bile süzülmek ister!’

Şehzade efendimiz, avcı kadıyı da köpeğini de beğenmişlerdi ve hemen emir vermişlerdi:

‘Efendi bundan böyle dairemiz halkındandır. Sarayda odası olacak ve bizden ayrılmayacaktır.’

O gün, bugün Kadı Üveys bizimledir. Bir hafta kadar oluyor, devletlu şehzadenin iltiması üzerine şevketlu hünkârın fermanı geldi, kadı eskisi hoca, dairenin defterdarı oldu.”

Ve sesini biraz daha kısarak ilave etti:

“Size de malumdur ki şehzade katında defterdar olanlar, devletin, başdefterdarlığına kendilerini nişanlamış sayılırlar. Onun için Kadı Üveys biraz ağırlaştı. Fakat halvet âleminde kürkü ters giymekten, kafayı çekip raksa kalkmaktan geri kalmaz.”

Kara Mehmet sustu, fazla gevezelik ettiğine zahip olarak biraz da korktu. Bununla beraber yakasını kurtaramadı. Çünkü Deli Cafer yine sormuştu:

“Dışarıda yahut içeride daha kimlerin borusu ötüyor?”

“Ben gelmeden önce devletlu şehzadenin hocası öldüğünden Hasan Canoğlu Hoca Sadettin’i İstanbul’dan hoca yaptılar. Devletlu şehzade ona çok saygı gösteriyor. Hoca da şaka bilmez, kimseden perva etmez bir yaman kişi. Ben anlamam ama anlayanlar onun bilgisini derin, kalemini hançer gibi keskin buluyorlar.”

“Başka?”

“Haremde de Raziye Hatun var. Kendisi kâhya kadındır. Sarayın haremine de selamlığına da hükmü geçer. Şeyh Şüca, onun emriyle oturup kalktığı gibi Kadı Üveysler, hazinedarlar, imrahorlar ve herkes sayar. Daha doğrusu şerrinden korkar. Çünkü şehzade hazretleri, onun her dileğini yerine getirir.”

Bu isticvap belki biraz daha sürecekti. Fakat oda kapısı ansızın açıldı, içeriye sellemehüsselam bir harem ağası girdi, kendine mahsus şiveyle bir irade tebliğ etti:

“Şehzade efendimiz ferman buyuruyorlar, yeni gelen halayığın oyuncaklarını istiyorlar.”

Cüce Nasuh ve Cafer Ağalar da o odadaydılar. Yan yana büzülüp uyku kestiriyordular. Kara Kadı’nın biraz yüksek sesle “Yavrular, uyanın!” demesi üzerine yerlerinden sıçradılar, “Lebbeyk, lebbeyk!” diye korsanların karşısına dikildiler. Kara Kadı, şefkatli bir baba elemiyle içini çekti.

“Eh…” dedi. “Kader yerini buluyor, ayrılmamız lazım geliyor. Şimdi devletlu şehzadeden emir geldi. Hareme, Bafa’nın yanına gideceksiniz. Artık oradan ayrılmak yok. Bahtınız Bafa’nın bahtına, şehzadenin de keyfine bağlı, gözünüzü dört açın, kendinizi sevdirin, şımarıklık yapmayın, etliye sütlüye karışmayın.”

Kara Mehmet, o sırada yavaşça sıvışmış, ağaların yanından uzaklaşmıştı. Deli Cafer onun, haremden gelen ağadan korktuğunu sezdi ve kaçışının farkında olmamış gibi davrandı. Aynı zamanda cücelere yapılan öğütleri de fazla buldu:

“Yeter kardeş…” dedi. “Yeter! Nasuh da Cafer de akıllı kişilerdir. Başlarına konan devlet kuşunun elbette kıymetini bilirler, alıklık edip o kuşu kaçırmazlar. Sen boş lafı koy da kendileriyle helalleş.”

Cüceler de Kara Kadı da samimi bir teessür içinde öpüştüler, koklaştılar. İhtiyar korsan yere çömelmek suretiyle bu musafahayı mümkün kılmıştı. Fakat Deli Cafer onun gibi davranmadı. Minimini dostlarının ikisini birden kucağına aldı, yüzlerini gözlerini öptü ve kendi yüzünü de onlara öptürdü, sonra kendilerini yere bıraktı:

“Haydi…” dedi. “Uğurlar olsun!”

Yalnız kalınca kaşlarını çatmışlardı, birbirlerine küsmüşler gibi birer köşeye çekilip somurtmuşlardı. Önlerine sofra kurulurken, yemek yenirken hatta yataklar serilirken, bu çatık kaşlılık devam ediyordu. Ancak yatağa girecekleri sırada vaziyetleri değişti, başlar yan yana geldi ve Deli Cafer, arkadaşına fısıldadı:

“Başımızdan büyük bir iş gördük. Tekkesiz şeyhlere, mahkemesiz kadılara sakalını kaptırmış bir devletluya kız armağanladık. Üstelik cüceleri de elden çıkardık. Niçin, neden?..”

Kara Kadı, derin derin ahladı, pufladı:

“Niçini, nedeni var mı ya, Venedikli kıza tutulduk, aynaya bakınca da utandık. Onu unutmak, unutabilmek için çare aradık, kendisini bir daha açamayacağımız, içine bakamayacağımız bir mezara gömmeye karar verdik. Şimdi o mezarın eşiğinde işlediğimiz suçun ağırlığını duyup bunalıyoruz. Fakat tahammül gerek!”

“Ya cüceler?”

“Onlar, kendi dileğimizle saray denilen ışıklı mezara gömdüğümüz kızın yoluna feda ettiğimiz kurbanlardır. Haydi, sus. Ebkem ol!”

III
ÇIRA GİBİ TUTUŞAN GÖNÜL!

Harem halkı -güllere, zambaklara, karanfillere el sürmeyi zül sayan, en güzel kızlara ayağını öptürdükten sonra lütfen yanağını uzatan- şehzade hazretlerinin bir kadınla el ele ve güle güle geldiğini görünce hayretten parmaklarını ısırmaya koyulmuşlardı. Gece yarısından sonra olsa efendilerinin fazla içtiğine ve ne yaptığını bilmediğine hükmedip şu hâlini hoş göreceklerdi. Fakat daha gün batmadan onun böyle küçükleşmesini havsalalarına sığdıramadıklarından şaşkın tavuğa dönmüşlerdi, bulundukları yerde kalakalıvermişlerdi.

Onların, o dizi dizi ve düzine düzine kızların, kadınların, harem ağalarının idraklerini altüst eden bu hadise aynı zamanda zavallıları kıskançlık ateşine atmıştı. Şehzadenin güpegündüz bir kızla sarmaş dolaş oluşunu -çünkü bu zavallılar bir erkeğin bir kadına el vermesini sarılıp oynaşmaktan farksız görürlerdi- değil, bir kızın şehzadeye hâkimiyet ihsas eden bir durum taşımasını kıskanıyorlardı. Harem ağaları da bu kıskançlıkta müşterekti. Zira şehzadenin bütün dünya kadınlarıyla sevişmesini terviç eden hatta gerekli bulan bu zavallılar aynı adamın tek bir kadın tarafından zebun edilmesine tahammül edemezlerdi ve efendilerinin ancak kendi nüfuzları altında yaşamasını isterlerdi. Şimdi bir kadının saadetlu şehzadeyi meclup etmiş gibi göründüğüne şahit oluyorlar ve için için kuduruyorlardı.

Bu, ilk tahassüsler idi. Bir lahza sonra duygular büsbütün mahlut bir hâle geldi. Çünkü şehzade tarafından sürüklendiği hâlde şehzadeyi ardında sürüklüyormuş hissini uyandıran kızın güzelliği de sersemleşmiş, şaşılaşmış gözlere çarptı ve yürekler bir daha sızladı. Şimdi şehzadenin küçükleşmesiyle ilgilenmiyorlar, bir kızın kendilerinden üstün tutulmasına içleniyorlardı. Ka’bına varılmaz bir güzelliğin ışığı içinde derin ve ızdıraplı bir hayret dakikası geçiriyorlardı.

Göklerde uçtuğuna inanan Şehzade Murat bir ayak önce son menzile ulaşmak azminde, iştiyakında idi. Kamaşmış gözler, yanık yürekler arasından süzülüp geçiyor, Bafa’yı da beraber uçuruyordu. Fânilerle münasebetli ve fânilerle ihtiyacı olduğunu ancak kendi dairesi önünde hatırladı, sabırsızlığını hissettire hissettire duraladı, halayık ve köle kümelerine başını çevirip haykırdı:

 

“Kâhya hatun nerede? Tiz yanıma gelsin!”

Ve dairesinin esrarlı boşluğuna dalar dalmaz Bafa’yı belinden yakalamak, doymaz bir iştiha ile sevip okşamak istedi. Şeyh Şüca’nın odasında içine düşen ihtiras kıvılcımı, kızın parmaklarından sızan ateşle beslene beslene üç beş dakika içinde yaman bir yangına münkalip olmuştu ve acıktığı yerde sofrayı kurdurmaya, susadığı yerde pınarları akıtmaya alışkın olan genç prensin iradesi bu yangında yanıp kül olduğundan işte bu hamleyi yapmıştı.

Tanrı’nın tek yarattığına inandığı kızın o eşsiz güzelliğinde temessül eden tat hazinesinden orada ve ayaküstü bir iki yudum almak istiyordu. O hazineyi iradesine mahkûm, keyfine ram bir vaziyette telakki ederek işte acele etmişti. Bir ve hatta yarım saniye içinde dudaklarının -tabiat çerçevesine henüz girmemiş- ilahi bir tatla mesut olacağına kani bulunuyordu.

Fakat o telakkiler ve bu kanaatler -yine bir saniye içinde- eridi, tat hazinesinin bir meyve dolabına, bir mutfak kilerine benzemediği anlaşıldı. Çünkü Bafa, beline dolanmak isteyen ihtiras çemberinden -bir dilim nur gibi- sıyrılmış, uzaklaşmış ve üç adım ileride durarak İtalyanca haykırmıştı:

“Uslu durunuz!”

Şehzade kırılmış bir kemer gibi iki yanında sarkıp duran kollarında bir sızı tevehhüm ediyor, hain kızın o kolları sınf ile çözüp kaçtığını sanıyor ve muzdarip bir öfkeyle Venedik dilberini süzüyordu. Onun ne dediğini anlamış değildi. Fakat durumundan kendine kolayca ram olamayacağını anlıyordu.

Bu hâlet, onun idrakine çok aykırı gelen bir şeydi. Fatih’in, Yavuz’un, Kanuni Süleyman’ın torunu ve onlar gibi şehinşah olmaya namzet bir şehzadeden dudağını, yanağını hatta hayatını esirgeyecek bir kadın yeryüzünde -onun zu’muna göre- mevcut olamazdı. Gerçi Bafa da güzellik bakımından yegâne denilebilecek bir seviyede idi. Lakin yine bir kadındı ve bu saraya zorla getirtildiği için de nihayet bir esir idi. Bu durumda bir dişinin, kendisine naz etmesi inanılamayacak cüretlerdendi.

Bununla beraber, öfkesi, soğukkanlılığını kaybettirecek kadar feveran etmiyordu. O sebeple biraz adil düşünmek istedi. Henüz yol yorgunluğunu çıkarmamış, yeni bir âleme girmek üzere bulunmak dolayısıyla da sersemleşmiş toy bir kıza böyle sofalarda ulu orta saldırmanın manasız olduğunu hatırladı ve kızın o hamleden korktuğunu sanarak acıdı.

“Haydi…” dedi. “Odaya gidelim. Korkma seni incitecek değilim.”

Kızın Türkçe bilmediğini unutuyor ve bu sözlerinin anlaşıldığını zannediyordu. Lakin Bafa, onun gözlerinde insaflı davranmak temayüllerini okuduğundan elini uzattı, yine emir verdi:

“Rehberim olunuz fakat çocukluk etmeyiniz.”

Bu emre karşı idraki hissiz kalan Murat’ın iradesi o pençeye takılmakta gecikmedi ve iki genç el yine birleşti. İşte tam bu sırada kâhya hatun Raziye de yetişmişti. Şehzadeyi etekleyerek, Bafa’yı da selamlayarak rehberliğe başlamıştı. Fettan bir mahluk olduğu bakışlarından, gülümseyişlerinden kolayca anlaşılan kâhya hatun, bir yandan yan yan yürüyor, bir yandan da soruyordu:

“Efendimiz büyük odaya mı çinili sofaya mı hamamlı daireye mi teşrif etmek istiyorlar?”

Şehzade Murat, elindeki muattar eli ihtiyarsız sıktı, hülya dolu gözlerini Bafa’nın muhteşem endamı üzerinde dolaştırarak cevap verdi:

“Hamamlı daireye! Elbette sen hamamı yaktırmışsındır, değil mi?”

“Yaktırmaz olur muyum hiç? Her gün ilk işim efendime dua etmek ise ikinci işim hamamı yaktırmaktır. Güneş söner, efendimizin hamamı sönmez!”

Şehzade Murat’ın karakteristik zevklerinden biri de hamam eğlencesi idi, padişah olduktan sonra Topkapı Sarayı’nda yaptırdığı zarif ve muhteşem dairenin yanı başında da hamam vardı. Manisa’da ise İstanbul gibi son derece geniş bir muhite ve son derece bol eğlence vasıtalarına sahip olmadığından, gününün, gecelerinin büyük bir kısmını saray hamamında geçirirdi.16

Şimdi Bafa’ya da ilk sevgi nişanesi olmak üzere bir hamam safası teklif edecekti. Kızın deminki sert durumunu unutmuştu. Sefih bir düşünce ile onu, tanıştıklarının birinci saati içinde, tellak durumuna düşürmek istiyordu. Asıl garip olan nokta bu çirkin teklifi, Venedikli güzelin fahr ile sevinçle kabul edeceğine inanmasıydı. Dediğimiz gibi şehzadelik bu zavallı delikanlıda çok garip kanaatler tekevvün etmesine sebep olmuştu. O cümleden olarak her düşündüğünü mutlaka yapacağına ve yaptıracağına inanıyordu.

Hamamı, kafesli bir kapı ardında olduğu için yabancı gözlere kolay kolay görünmeyen mükellef daireye girildiği vakit Bafa, elini şehzadenin elinden çekerek bir sedire oturuvermiş ve tavandaki, duvarlardaki çinileri, resimleri seyre girişmiş idi. Murat Sultan onun böyle teklifsiz davranmasından, ömründe görmediği bir şey olduğu için hoşlanıyordu. Yan gözle kızın durumunu süzüp gülümsüyor ve aynı zamanda Raziye Hatun’la konuşuyordu.

“Nasıl bir kız?”

“Efendimize layık bir güzel, hemen ulu Tanrı safayı hatır versin, güle güle eğlenin.”

“İyi ama Türkçe bilmiyor. Ona yıkanıp temizlenmesini, bizim âdetimize göre taranmasını, kokular sürünmesini, giyinip kuşanmasını nasıl anlatacağız?”

Kâhya kadın, çapkın bir tebessümle efendisine baktı ve cevap verdi:

“Buraya gelen kızların hangisi Türkçe bilir ki?.. Lakin biz Babil Kulesi’nde kâhyalık ediyormuşuz gibi hiç telaş etmeyiz. Almanca konuşana da Rusça söyleyene de başka dil geveleyene de üç beş ay içinde Türkçe öğretiriz. Bu kızcağızı da onlar gibi terbiye ederiz, efendimizin hizmetine veririz. Zaten zavallı, kaba büyütülmüş. Bakın huzurunuzda nasıl oturuyor?”

Şehzade kaşlarını hafifçe çattı:

“Yoook…” dedi. “Bu kız halayıklar koğuşuna gitmeyecek, benim dairemde kalacak. Dil meselesini ben düşünürüm, hallederim. Kendisinin oturmasına, kalkmasına da kimse karışmayacak. Çünkü öyle sözleştik. Onun için sen dadılığa hazırlanma. Yalnız şu hamam işini başar.”

Kendi elinden geçmeden, kendi hizmetinde geceler geçirmeden bir halayık parçasının -ne kadar güzel olursa olsun- şehzade dairesinde yer almasına Raziye Hatun bin yıl yaşasa akıl erdiremezdi. Çünkü ortada kanun vardı, teamül vardı, anane vardı ve bunlar herhangi bir cariyenin gözdelik nimetine erebilmesini birçok kayda, şarta bağlı bulunduruyordu. Sonra şehzadelerin, padişahların kendi dairelerinde hiçbir kadın, tek başına kalamazdı ve o daireye her gözde, her haseki nöbetle girip çıkabilirdi hâlbuki Şehzade Murat, ne idüğü belirsiz bir kızı terbiye ettirmeden yanına almak ve yanında alıkoymak istiyordu. Şu vaziyette öbür gözdelerin, hasekilerin hakları ve koğuşlarında ikbal güneşinin doğmasını, şehzadenin bir kere de kendilerini okşamasını bekleyen kızların istikbali ne olacaktı?

Raziye Hatun bir lahzada bunları düşünmekle beraber mütalaa yürütmeye -tabiatıyla- cesaret edemedi, yalnız göz ucu ile Bafa’yı hain hain ısırdı, sonra efendisine döndü:

“Siz…” dedi. “İstirahat buyurun, işi cariyenize bırakın.”

Ve emir beklemeden Bafa’ya yaklaştı, sahteliği pek belli bir tebessümle onu okşadı, eliyle de “Benimle beraber gel.” manasını ifade eden birtakım işaretler yapmaya koyuldu. Kız, bu basit işaretleri hemen anlamış olduğu hâlde acele yahut merak edip yerinden kımıldamadı, henüz ayakta duran şehzadenin yüzüne baktı. Gözlerinde vuzuhla konuşan bir hâlet vardı. O bir çift yeşil zümrüt dile gelmiş gibiydi. Murat, birçok şairlerin yazılarından daha beliğ olan bu bakışların mefhumunu kavradı, gülerek bir tasdik işareti yaptı, Bafa da -kaşları hafifçe çatkın olarak- ayağa kalktı, Raziye Hatun’un ardına düştü, odadan çıktı. Eşiği atlarken başını döndürüp prense bakmış ve onun hayran bakışlarla kendini teşyi ettiğini görünce, eliyle selam işareti yaparak iltifatta bulunmuştu.

Kâhya kadın, şu hamam faslı sırasında kendi kuvvetini, kendi ehemmiyetini genç Venedikliye hissettirmeyi tasarladığından yüzünü ciddileştirmişti, ağır bir tavır almıştı. Hamama gelince yüzünü Bafa’ya çevirdi, “Beni takip et.” işaretini tekrarladı ve mermer döşeli methalde duralayarak -kendi aklınca- anlatmaya koyuldu: “Ben senden büyüğüm, beni kızdırırsan, seni döverim!” demek istiyor ve kızın yavaşça kulaklarını çekiyordu. Sonra soyunulacak yere geçerek kızı sedire oturttu, işaretle tarif etmek suretiyle soyunmasını teklif etti. Bafa, sessizdi ve dikkatle etrafını tetkik ediyordu, içeriden sızıp gelen sıcak hava onun tenine çarçabuk jaleler sıralamıştı. Altın tacının telleri dibinde katre katre inciler peyda oluyordu. Sükûtuna rağmen kafası işliyordu. Çünkü Raziye Hatun’un kendisini nasıl bir yere getirdiğini ve soyunmasını teklif etmekle nasıl bir maksat güttüğünü anlamıştı. Yalnız aldanmamak ve yapacağı işte hataya düşmemek istediğinden hissine hâkim olmaya çalışıyordu.

Raziye, şehzade sarayında kâhya kadın olmanın ve yüzlerce halayığa, her dediğini yaptırmanın kendine verdiği gururla, âdeta sabırsızlanıyor ve kızın hemen soyunmasını istiyordu. Onun kayıtsız ve sessiz durmakta inat ettiğini görünce kaşlarını çattı, işaretlerini tekrarladı ve emrini, hızla yaptırmak için de şehzadenin dahi oraya gelmek üzere bulunduğunu anlatmaya koyuldu. Eliyle bıyık işareti yapıyor ve o bıyık sahibinin, hamama geleceğini ifhama çalışarak kızı harekete geçirmek istiyordu.

Bafa bu son işaretleri alınca kalktı, hamamın iç taraflarını örten kapıyı açtı, kurnaları ve küçük mikyastaki mermer göbeği gördü, sonra döndü, Raziye’nin yanına geldi, ondan iğrendiğini göstermek istiyormuş gibi bulantı işaretleri yaptı ve kadıncağızın bir kulağını yakalayarak hamamdan dışarı sürümeye başladı. Raziye, hiç ummadığı bu hücum karşısında şaşırdığından bağırmayı da beceremiyordu, ulumakla inlemek arasında bir besteyle genç kızı takip ediyordu.

Hamamla Şehzade Murat’ın beklediği oda arasında on on beş adımlık bir koridor vardı. Bu kısa mesafeyi Bafa somurta somurta, Raziye de uluya uluya geçmişlerdi. Kulağını genç parmaklardan kurtaramayan kâhya kadın, şehzadenin yanına varır varmaz, bu işkenceden halas olacağını hatta zalim ve had bilmez kızın cezalandırılması suretiyle kendinin hoşnut edileceğini umduğundan Bafa’yı takipte acele ediyordu.

Lakin zavallının ümitleri tamamıyla boşa çıktı. Çünkü Bafa, yakaladığı kulağı şehzadenin önünde de bırakmadı, Raziye Hatun’u salon kapısına kadar götürdü, orada biçarenin beline bir tekme savurdu, sofanın ortasına kadar fırlattı.

Şehzade hayran hayran vakıayı seyrediyordu. O anda umulmaz bir oyun seyretmenin verdiği hazla hoş bir şaşkınlık geçiriyordu. Ne dövülenin lehinde ne dövenin aleyhinde bir düşüncesi yoktu. Fakat Raziye’yi sofaya fırlatıp attıktan sonra yanına gelen, sert sert bir şeyler söylemeye koyulan Bafa’yla baş başa kalınca şehzadeliğini, saray kanunlarını, harem nizamını hatırladı, büyük bir suç işlemiş olan güzel kıza sertçe kelimelerle öğüt vermek istedi.

Kendisinin İtalyanca, Bafa’nın da Türkçe bilmemesi değil, en nefis bir musiki ahengiyle harıl harıl terennüm eden ağzın güzelliği, o ağza yakışan bir letafetle pırıldayan gözlerin cazibesi, bu arzuyu gelip geçen bir düşünceden ibaret bırakmıştı. Artık Şehzade Murat, Raziye Hatun’un dayak yemesiyle, harem nizamına, saray ananelerine vurulmuş olan darbeyi düşünmüyordu, Bafa’nın lahuti sesine ruhunu vererek ondaki saçların nuru, ondaki gözlerin zarafeti, ondaki dudakların tadı, ondaki gerdanın şiiri ve ondaki endamın sihri içinde gaşyolup gidiyordu.

14Peçevî bu rüya vakıasını (C: 2. s. 34) şöyle anlatır: “Bir gece yirmi basamaktan fazla bir merdivene çıktıklarını, yirmi otuz kadar yüksek kubbelerin ayakları altında kaldığını görürler. Ol mahalde şehzadeleri Sultan Mehmet ve Sultan Mahrut’u görmek isterler, göremezler. Ol merdivenden üç dört basamak inerken uyanırlar. Ertesi gün harem dairesinde bu rüyayı anlatırken kethüda Raziye Hatun, Şeyh Şüca’yı bilir ve vakıa tabir ettiğini işitirmiş. Şehzadeden izin alır ve rüyayı yazılı şeyhe gönderir. O da merdiven basamaklarının her biri bir yıl demek olduğunu, şehzadenin o basamaklar sayısınca padişahlık yapacağını, dört basamak inişin de 4 güne veya 4 haftaya kadar saltanat müjdesi geleceğini bildirir. Gerçek de böyle çıkar ve o günler içinde saltanat müjdesi gelir.” Bu kayda göre Seyh Şüca’nın Bafa’dan sonra şehzadeye intisap etmiş olması iktiza ederse de yazma bir Peçevî tarihinde ve bu rüyanın hikâyesi sırasında şehzadelerden bahsedilmediğine, inilen merdiven basamakları da on olarak gösterildiğine göre bahçıvanın daha Kanuni Süleyman ölmeden ve İkinci Selim tahta çıkmadan önce Şehzade Murat’a intisap ettiği anlaşılıyor. Zaten basma Peçevî’deki “Raziye Hatun’un terbiyesi mukarenetiyle bir iki defa şehzade meclisine girer ve bilcümle saadetlu padişahın bervechile hüsnü itimadına bais olurken kutbi alem ildüğünde iştibahı kalmaz ve İstanbul’a bile gelirler.” diye bir kayıt var. Bundan da istidlal olunur ki Şeyh Süca, dört gün veya dört haftalık bir müddet içinde Şehzade Murat’la anlaşmış değildir. Bununla beraber şu rüya işi üzerinde uzun uzun durmaya lüzum yok. Biz. Şehzade Murat’ın muhitini ve karakterini tebarüz ettirmek için o mevzuya temas ettik. Zaten Frenk tarihçileri de rüyanın uydurma olduğunu anlayarak eserlerinde ona yer vermemişlerdir. (y.n.)
15Peçevî (C: 2. s. 6) Kadı Üveys ile Şehzade Murat’ın tanışmasını şöyle hikâye eder: “Tire kadısı iken bir gün saadetlu şehzade hazretlerine av sırasında heminanlık (dizginbaşı beraber yürümek) şerefi elverir. Adabı müluktan haberi olan bir kişi olmakla şehzadenin gönlüne girer. Tesadüf, o esnada defterdarları vefat etmekle pederi büzürkvarlarına arz edip defterdarlıkların kendiye verdirir.”
16Topkapı Sarayı’nın mimari kıymeti belki yüksek değildir fakat tezyinî sanat bakımından o sarayda çok kıymetli köşeler vardır ve Üçüncü Sultan Murat dairesi işte o nefis köşelerin en mühimlerinden biridir. İstanbul’da oturan veyahut İstanbul’a gelip giden sanatseverlerin bu daireyi bir değil, birkaç kere görmeleri -yine güzel sanatlara sevgi namına- lazımdır kanaatindeyim. (y.n.)
Olete lõpetanud tasuta lõigu lugemise. Kas soovite edasi lugeda?