Viyana Dönüşü

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

Bunu görmek, bunu sezmek beni titretiyordu, içimi altüst ediyordu. Hayran hayran vezire bakıyordum. Boyca, bosça benden çok aşağı olan genç Köprülü şimdi gözüme Erciyes Dağı gibi heybetli görünüyordu. O ince muslin sarık, kıvrımlaşmış beyaz bulutu andırıyordu ve bu başın tacı oluyordu.

Köprülü, iki üç dakika durumunu bozmadı, Erdel kralını görmüyormuş gibi davrandı, sonra ellerini diz kapaklarından ayırmaksızın bir kelime söyledi:

“Otur!”

Vezirin arkasında duran başçavuş, sol tarafta bir iskemle gösterdi. Kral da veziri üç kere selamladı, yan yan yürüdü, iskemleye oturdu.

Sıra Eflak ve Boğdan beylerine gelmişti. Onlar da otağa art arda geldiler, kulluk borcunu yerine getirdiler, yer ve ayak öptüler, lakin otur emri almadılar, vezir ağalarının arasında ayakta kaldılar. Koca çadırda çıt yoktu, herkes önüne bakıyordu. Yalnız ben, içimden gelen meraka kapılarak yan gözle veziri, Kırım şehzadesini, Erdel kralını, Eflak ve Boğdan beylerini süzüyordum. Bir aslan önünde tavşanlar ne biçim alırlarsa bu devletliler de öyle görünüyorlardı, hepsinin yüzleri soluktu, solukları kesikti. Orada herkes gölgeleşmiş gibiydi, kan ve can yalnız vezirdeydi. O da canları dermansız bırakan, kanları kurutan bu kudreti Türklükten alıyordu. Bu sırrı ben, gülde koku sezer, mumda ışık görür gibi apaçık seziyordum, görüyordum, tatlı bir şaşkınlık geçiriyordum.

İşte bu sırada tavşanlarla konuşan bir aslan sesiyle sadrazamın dile geldiğini duydum. Genç vezir, krala ve Eflak, Boğdan beylerine ayrı ayrı bakarak soruyordu:

‘Niçin böyle geç geldiniz? Ne kadar zamandır size ferman geldi, ne kadar zamandır ben Uyvar’ı döveli? Hemen sizleri ve bile getirdiğiniz kalabalığa katletmek gerek!’8

Kralın, voyvodaların korkudan kısırlaştıklarına şüphe yok ya, benim de yüreğim ağzıma geldi. Köprülü oğlu, dediğini yapmaya kalkışırsa benim krala verdiğim söz boşa gitmiş olacaktı, leventlik namusuma kir bulaşacaktı, krala acımasam bile verdiğim söze saygı göstermek borcumdu, onun için tepeden tırnağa kadar kulak kesildim, veziri dinlemeye koyuldum. ‘Cellat!’ der demez atılacaktım; ‘Uyvar’a diktiğim bayrağa bağışla bu adamı!’ diye haykıracaktım. Fakat vezir bu işi yapmadı, onların kuşça canını bağışladı, hatta benim şakadan ortaya koyduğum şarta da değer verdi, konukların kanını korkuya bulayıp bir iyi kuruttuktan sonra dizlerine kilitli duran ellerini çözdü, yana doğru eğilip uzandı.

‘Her zaferin…’ dedi. ‘bir zekâtı vardır, ödenmesi gerektir. Uyvar’ı almak şerefine suçunuzu bağışlıyorum.”

Kırım şehzadesi, Erdel kralı, Boğdan ve Eflak beyleri -bıçak altından kurtulmuş koyunlar gibi- şaşkın şaşkın bakışırlarken Kethüda Bey onlara vazifelerini hatırlattı:

‘Ayak öpünüz!’

‘Onlar genç vezirin ayağına doğru, öndül kokusu alan yarış atları gibi hırs ile koşarken biz bıyık altından gülüyorduk. Fazıl Ahmet Paşa, tabanını yalayıp duran Apafi Mihal’in bu sersem durumunu eliyle önledi:

‘Yeter!’ dedi. ‘Artık kalk. Seni biraz da Deli Murat’a bağışladım. Akıllılık edip ona şart koşturmuşsun. Zavallının ne eşi ne dişilerle alışverişi var. Bol keseden şart etmiş. Lakin ben onun sözünü işte kendi sözüm gibi tuttum, seni incitmedim. Sen de onu hoş tut!..’

Kral Apafi, dudaklarını vezirin ayağından çekerek bana bakıyordu, elimle işaret ederek kalkmasını anlattım. O da kendini topladı. Sadrazamın elini, eteğini, dizini, topuğunu bir kere daha öperek geri çekildi, öbür konuklarla bir sıraya girdi, otağdan çıktı.

Ertesi gün büyük bir ziyafet verildi. Tam üç yüz koyun, elli sığır, üç bin tavuk kesildi. Ellişer kazan çorba, pilav ve zerde pişirildi, iki yüz bin çörek dağıtıldı. Vezir aşçıları, koyun ve sığır kebaplarının içine diri tavşanlar, diri güvercinler koymuşlarmış. Kral takımı kebapları parçalarken bu hayvancıklar çıkıveriyorlar, uçuşarak, kaçışarak etrafı karmakarışık ediyorlardı. Apafi’nin önüne konulan koyun çevirmesinden de bir güvercin çıkmış, kralın tepesine konarak uzun uzun dinlenmişti.

İşte bu yiyip içmeler ve yeni savaşlara hazırlanmalar sırasında kral beni çağırdı, elime iri taşlı bir yüzük tutuşturdu, tercüman ağzıyla şunları söyledi:

‘Sen evli değilmişsin, öyleyken yaptığın şartı yerine getirdin, beni sadrazamın gazabından kurtardın. Ben de sana atalarımdan miras kalan şu yüzüğü veriyorum. Fakat senden söz istiyorum: Yüzüğü ancak nikâhla alacağın kadına vereceksin. Kendin takmayacaksın, Allah etmesin, aç kalsan satmayacaksın. Söz mü?’

O güne kadar evlenmek hatırımdan geçmemişti. Kralı dinledikten sonra içime bir heves çöktü. Ağzım sulanır gibi oldu. Orada, kral otağında oturup dururken gözümün önünde başı arakçinli,9 beli kemerli, kaşı rastıklı, gözleri sürmeli gelinler dolaşıyordu. Bu kuruntulamalar içinde kendimden geçmiş olacağım ki istenilen sözü verdim, yüzüğü aldım.”

Serçeşme Deli Murat, elini koynuna soktu, bir meşin kese çıkardı. Yüzük, kadife kutusu ile beraber bu kesenin içindeydi. Onu arkadaşına gösterdi.

“İşte…” dedi. “Kralın başıma sardığı elmas dert. Dokuz yıldan beri bu derdi taşıyorum. Ne zaman ne de aman bulamadım ki onu bir eksik eteğin parmağına geçireyim!”

Gerçekten krallar hazinesine layık bir değer taşıyan bu yüzüğü şöylece gözden geçiren Kara Mehmet sordu:

“Evlenmek istedin de eş mi bulamadın? Yeryüzünde kadından çok ne var a kardeş?”

“Kadın başka kadıncık başka. Ben yularımı eline alacak, bana her yıl bir küçük Deli Murat doğuracak kadın isterim.”

“Arayan mevlasını da bulur, belasını da. Dokuz yılda hoşuna gidecek birine rastlamadın mı?”

“Dokuz yıldır bir yerde durmadım ki kadın arayabileyim? Uyvar yılı geçince Sengotar yılı açıldı, o kapanınca Girit seferi başladı. Ömrümün dört yılı o adada, Kandiye’nin önünde geçti, kaleyi düşürüp adanın fethini tamamlar tamamlamaz ordu, Lehistan üzerine yürüdü. Deli Murat gene beraber… Şimdi İstanbul’a gelişim bir iş üzerinedir, getirdiğim kâğıtların karşılığını alıp gene Leh sınırına döneceğim. Lakin buraya gelince karar verdim. Bir kız bulup onunla baş göz olmadan İstanbul’u bırakmamayı tasarladım. Sipahiler henüz orduya ulaşmadıkları için seni burada bulacağımı umuyordum. Hesabım yanlış çıkmadı. İşte seni buldum, derdimi de anlattım. Nasıl, benimle gönül birliği yapar mısın?.. İkimiz de ev kurmak, döl almak çağını çoktan aştık, üç beş yıl sonra alacağımız kadınlar yüzümüze değil, elimize bakarlar. Henüz yüzümüze bakılabilirken şu işi başaralım, çifte dernek kuralım. Vakit geçmeden biz de felekten kâm alalım.”

Kara Mehmet, dalgın dalgın mırıldandı:

“Evet, hakkın var. Er davranan yol alır, er evlenen döl alır. Biz geç kalmışa benziyoruz. Fakat kimi almalı?”

“Gözümüzün seçeceği, gönlümüzün çekeceği güzeli!”

“Nerede bulunur onlar?”

“Esir pazarında!”

***

Çemberlitaş’la Çarşıkapı arasında vaktiyle tavuk pazarı kurulurdu ve bu pazar yerinin bir yanında da esir hanı vardı. İlk çağlardan beri insanlar esir alışverişi yaparlar. Eğer bu alışveriş olmasaydı ve milletlerin birbirlerinden esir alıp kullanmaları âdet hâline girmeseydi ne Mısır’ın Ehramları ne Çin Seddi yapılabilirdi ne de büyük deniz savaşlarının tarihi yazılırdı. İlk çağların büyük eserlerinden çoğu esirlerin elinden çıkmıştır ve o çağlardaki deniz savaşlarında gemileri hep esirler yürütmüştür!

Zincirler içinde ve kamçılar altında en ağır işleri görmeye mahkûm edilen esirler yavaş yavaş birer zevk aleti olmaya başladılar. Roma tarihinde imparatorlarla nikâhları kıyılmış köleler, Bizans tarihinde imparatoriçelere ayak öptürmüş esirler vardır. Şark ve Garp tarihi baştan başa esir hikâyeleriyle doludur. Onlardan filozof, müverrih, dil âlimi, kumandan ve her şey yetişmiştir. Fakat esirlerin içinde en büyük rolü oynayan kadınlardır ve onlar, boyunlarına takılan zinciri ekseriya elmas gerdanlıklarla değiştirmek yolunu bulmuşlardır.

Osmanlı Türkleri de kadın esirlere içtimai hayatta büyük yer ve değer vermişlerdir. Yarı dünyaya kılıçları önünde diz çöktüren o Türkler, bir esir bolluğu içinde yaşıyorlardı. Fas’tan Tebriz’e, Varşova kıyılarından Aden Körfezi’ne kadar uzanan uçsuz bucaksız ülkenin sakinleri Türk gücünün yarattığı bu bolluktan istifade ediyorlardı, üçer beşer köle ve halayık sahibi bulunuyorlardı. İtalya, Rusya, Macaristan, Almanya, Lehistan, Habeşistan boyuna Osmanlı ülkesine esir veriyordu. Bu canlı haraçtan Fransızlar, İngilizler, İspanyollar, Felemenkler de istisna edilmiş değildi. Çünkü onların da şu veya bu denizde dolaşan gemilerinden Türk korsanları bol bol esir yakalıyorlardı. Fakat Eski Mısır’ın, Eski Yunan’ın, Eski Roma’nın esirlere yaptıkları işkence Türk ilinde yoktu. Bu ülkede esirler, kolaylıkla hürriyete kavuşabilirdi, hatta en yüksek mevkilere yükselirdi. Çünkü padişahlar, esir kadınlardan çocuk yetiştiriyorlardı, daha doğrusu -Fatih’ten sonraki- Osmanlı hükümdarlarının hepsi esir çocuğu idi. Bu sebeple esir zümresine saray büyük kıymet veriyordu, vezirleri onların arasından seçiyordu. Vezirler de aynı şeyi yaptıkları için esaret, enikonu nimet ve saadet hâlini alıyordu.

 

İmam gülümserse cemaat kahkaha ile güler, derler. Hünkârlarla vezirlerin, büyük hocaların esirlere saygı göstermesinden örnek alan halk da o yola döküldüğünden ve bir çizmeye esir alınıp satılmak derecesinde ucuz devirler görüldüğünden Türk ilinin her köşesi esirle dolmuş gibiydi. Günde bir akçe kazancı olanlar bile evinde esir bulundurabiliyordu.

Bu vaziyetten esircilik sanatı, esir pazarları ve esirhane eminliği çıktı. İlk fütuhat çağları kapanıp esir fiyatları yükseldikten sonra ise o sanat inceleşti, o pazarların kıymeti çoğaldı ve esirhane eminliği mühim bir vazife oldu. Artık “meta” azdı, rağbet çoktu. Vaktiyle bir çizmeye alınabilen kızlar, şimdi üç yüz altına satılıyordu. Fakat alışverişte kesat değil, inkişaf görülüyordu. Gene herkes, satıp savıp bir halayık almaya çalışıyordu. Çünkü bu iş, içtimai zaruretler hâline girmişti.

İşte Serçeşme Deli Murat’la Sipahi Kara Mehmet’in evlenmeye karar verdikleri ve birer kız satın almayı tasarladıkları sırada esir hanı böyle bir ehemmiyet taşıyordu. Bu han üç yüz odalı büyük bir yapıydı, iki yüz esirci orada barındığı gibi onların sermayesini teşkil eden dişili erkekli üç binden fazla esir de gene orada teşhir olunuyordu. Esirciler, küme küme koğuşlarda yatarlardı. Esirler ise odaların büyüklüğüne göre onar yirmişer bir araya kapatılırdı. Onlar, yatak yüzü görmezlerdi, üst üste yığılarak ağıl koyunu hâlinde yaşarlardı. Ancak müşteriye çıkarılacakları vakit üstleri başları düzeltilir, saçları taranır, yüzleri yıkanırdı.

Esirhane emini olan adam, kâhyasıyla, şeyhiyle, çavuşlarıyla, tellallarıyla, kâtipleriyle han yanında oturur, hanın kapısını kilitli tutar ve değirmi büyücek bir delikten müşterileri içeriye sokar, onların alıp çıkaracakları esirleri gene orada kontrol ederek öşrünü alırdı.

O, esircilerin pazara götürüp tellal vasıtasıyla açıktan sattıkları “meta”ları da gene murakabe ederek ve ettirerek harcını tahsil ederdi. Onun bu kârlı alışveriş karşılığı olarak devlet hazinesine her yıl ödediği para yüz keseden ibaret olup bugünkü rayice göre elli bin lira demektir.

Deli Murat da Kara Mehmet de pazara çıkarılan esirlerin işportalık tapon şeyler olduğunu, iyi malların handa görüleceğini biliyorlardı. Bu sebeple pazara başvurmaya lüzum görmemişlerdi, doğruca han kapısına gelmişlerdi.

Garip şey! Kapı, o daima kilitli duran büyük kapı ardına kadar açıktı. Acaba esirler el birliği yapıp zincirlerini mi kırmışlardı yahut bir hayır sahibi çıkarak ve onları toptan alarak azat mı etmişti?.. Binlerce hayatın hürriyetini aşılmaz bir duvar gibi arkasında hapseden bu kapının açık bulunması başka bir sebepten ileri gelmezdi ve bu, gerçekten mühim bir hadiseydi.

Serçeşme Deli Murat, vaziyeti kendi hesabına kötü buldu, kaşlarını çatarak homurdandı:

“Kafes boş galiba. Beyhude taban teptik. Çanak uzatacağımız pınarların kuruyacağını düşünmeliydik. Biz anamızdan alnı kara yazılı doğmuşuz. Yeşermiş ağaca el vursak odun oluyor, sağmal ineğe göz koysak sütü kesiliyor. Böyle talihi kefene sarıp miskinler tekkesine gömmeli.”

Kara Mehmet, bu düşünceye ortak olmadı, eliyle esir hanının avlusunu gösterdi.

“Bak…” dedi. “Orada atlar, uşaklar var. Yukarıda hatırlı kişiler bulunsa gerek. Kapı onların yüzü suyu hürmetine açılmış olacak. Hele içeriye girelim.”

Fakat eşiği atlar atlamaz duruladılar. Çünkü başta esirhane emini olduğu hâlde o hanın bütün işyarları, sıra sıra esirci, yan yan yürüyerek, sık sık selam vererek zifirî siyah yüzlü iki adamı merdivenden indiriyorlardı. O kalabalığın arasında bu iki zenci, sırmalı kostüm giyinmiş iki uzun kömür parçası gibi göze tuhaf görünüyordu. Lakin sezilen tuhaflık, gene onlarda beliren yaldızlı çalımı kıymetten düşüremiyordu. Herifler, koyu karanlık bir geceden kopmuş iki dilim gibi heybet taşıyorlardı ve parçalanmış, ufaklaşmış bir gündüzü andıran o sürü sürü beyaz insanlar arasında yüksek bir endam tebellür ettiriyorlardı.

Deli Murat, içinde kabaran tiksintiyi saklamadı, fısıldadı:

“Saray ağaları esir alışverişi yapmaya gelmişler. Hadım kölelerin halayık almaları, ölünün somun satın almasına benziyor, adamı sinirlendiriyor. Heriflerin cepleri dolu. Para harcamak için yer arıyorlar. Gel de kızma. Ya şu çalımları?.. Sanki İstanbul’u kendileri almışlar gibi davranıyorlar. Hani, kerahet vaktinden biraz sonra karşıma çıksalardı, şarap dumanıyla dayanamazdım, kızıl dudaklarını yüzlerine benzetinceye kadar bükerdim.”

Kara Mehmet, ağır davranmak gerekli olduğunu anlatmak için yavaşça “Sus.” dedi, geveze deliyi kolundan yakalayarak bir köşeye çekti ve saray ağalarının atlanmalarını seyre daldı. Onlar, o iki siyah köle, eteklerine kapanan beyaz başlara basarak ata binmişler ve biraz daha uzayan sırmalı endamlarını gere gere -bir düzineden fazla uşağın çizdiği parıltılı daire içinde- handan çıkmaya hazırlanmışlardı. Şahane bir gurur, kölelerin gözünü perdelediği için yerlere kapanan esir evi adamlarını görmüyorlar gibiydi. Lakin bir köşeciğe yaslanan iki dost, ansızın karşılaşan iki mermer direk gibi onların körlüklerini sendeletti. Her başın eğildiği, her insanın küçüldüğü bir yerde dimdik duran iki adam, bu saraylılara biraz garip ve hayli küstah göründü. Şimdi gözlerindeki perde neşterle açılmış gibi acı duya duya etrafı görüyorlardı ve Deli Murat’la Kara Mehmet’in pervasız vaziyetlerinde kendilerini küçük bulan bir mana seziyorlardı. Onlar hünkârla Tanrı arasında bir soğan zarı kadar mesafe görmeye ve bu görüş yüzünden bütün beşeriyeti bir karınca kılığıyla yerde sürünür tanımaya alışkın zavallılardı. Hâlbuki karşılaştıkları şu iki asker kıyafetli adam, bir fil durumu takınmışa, karıncalıklarını inkâr etmişe, yerden göğe yükselmişe benziyordu. Saraylılar ise buna, bu “gayritabii” görünüşe dayanamazlardı.

İşte bu tahammülsüzlükle her iki harem ağası birden atlarının dizginlerini çekivermişler, kendilerini çerçeveleyen uşak kümesi ortasından ince boyunlarını uzatarak Deli Murat’la Kara Mehmet’e haykırmışlardı:

“Bre yolsuzlar, bre erkânsızlar, şevketlu hünkârın has kulları önünüzden geçerken sırık gibi ne dikelir durursunuz. Selam vermek, saygı göstermek, etek öpmek yok mu?.. Siz dağda mı boy saldınız, çam ağacı gibi mi serpilip çıktınız?”

Kara Mehmet duymazlığa gelirken Deli Murat, yaydan kurtulmuş bir ok gibi fırladı, saraylıların yanına ulaştı:

“Anlamadım.” dedi. “Ne diyorsunuz?”

Hizmette daha eski olduğu anlaşılan biri cevap verdi:

“Salt kör değilmişsiniz, sağırlığınız da varmış! Ne dediğimizi duymadın mı eşek?”

Hadım köle, son kelimeyi kuvvetli olarak söylemiş ve avluda uzun bir “eşek” hecesi titremişti. Bu sürekli aksin uğultusu henüz kulaklarda yaşarken “şırak” diye ondan daha sert, daha tiz ve daha gürültülü bir ses duyuldu, onu ince ve korkak bir “Yandım aman!” feryadı takip etti ve harem ağalarından birinin, Deli Murat’a eşek diyenin attan yuvarlandığı görüldü.

Gözü kan çanağına dönen Deli Murat, böğürür gibi öbür saraylıya soruyordu:

“Şimdi sen söyle, sırmalı marsık! Ne diyordunuz, bize neler söylüyordunuz?”

Hâlbuki o artık marsık değildi, arkadaşına inen sillenin kendi ruhuna aşıladığı acı ile bembeyaz kesilmişti, zangır zangır titriyordu ve kekeliyordu:

“Hiç ağa hazretleri, hiç! Kendi kendimize söyleniyorduk.”

Deli Murat zıvanadan çıkacak kadar kızmış bulunmasına rağmen bu kekeleyişe karşı gülmekten kendini alamadı:

“Ben ağa değilim, hazretleri hiç değilim. Bana Serçeşme Deli Murat derler! Arkadaşımın adı da Kara Mehmet’tir. Haydi, bir tokatta at üstünden yere düşürüp derviş secdesine yatan yoldaşını kaldırt da yoluna git. Bir daha da Uyvar Kalesi’ne bayrak diken Deli Muratlara, Venedik donanmasını bir gülle ile küle çeviren Kara Mehmetlere etek öptürmeye kalkışma. Bizim gibiler, düşmana ayak öptürürler amma kendilerine etek öptürmek isteyenlerin, saraylı da olsalar, derilerini yüzerler!”

Harem ağalarının yanlarındaki baltacı, şatır, yamak gibi uşaklar, ilk lahzada bıçaklarına el atar gibi olmuşlardı. Lakin Kara Mehmet’in sipahi kılığında olması, Deli Murat’ın da yarı çıplak kolunda hem levent hem yeniçeri dövmesi bulunması kendilerini saldırmaktan alıkoymuştu. O devirde sipahilere, yeniçerilere ulu orta el kaldırılamazdı. Padişahlar bile her iki zümre mensuplarından cezalandırmak istedikleri kimseleri kendi zabitleri vasıtasıyla hapse attırırlar yahut boğdururlardı.

Aynı zamanda bu uşaklar, harem ağalarından birinin sillelenmesinden ve birinin korkuya düşürülüp paçavraya çevrilmesinden için için haz alıyorlardı. Çünkü onların densizliklerinden, ahmakça çalımlarından, dillerindeki gemsiz küstahlıktan canları yanıktı. Bütün bunlara Deli Murat’la Kara Mehmet’in kolay yenilir insanlar olmadığını anlamak da katılınca bıçaklara atılmış olan ellerin hareketsiz kalışı tabii görülmek lazım gelir.

Fakat vaziyet harem ağaları için çok acıklı idi. Ağzı burnu kanaya kanaya atının ayağı dibinde upuzun yatmakta olan adam kadar öbürü de etrafa tebessümlü bir acınış telkin ediyordu. Biraz önce onları yarı mabut kudretinde görerek rükûlar, sücutlar içinde uğurlamaya koşanlar şimdi bıyık altından gülüyorlardı, Esirhanenin avluya bakan pencerelerinde kavsikuzahlar açılmıştı, renk renk kızlar manzarayı seyredip fıkırdıyorlardı.

İşte bu sırada Kara Mehmet araya girdi, atlı harem ağasına yanaştı.

“Hoş görün ağa…” dedi. “Bu işi. Siz saraylılar bizim dilimizi bilmezsiniz, biz taşra halkı sizin dilinizi anlamayız. Onun için ayda, yılda bir karşılaşırsak dalaşırız, birbirimizi incitiriz. Görüşmemiş olalım, tatlı tatlı ayrılalım. Sizin için de bizim için de hayır bundadır.”

Ve sonra eğildi, yerdeki harem ağasını şal kuşağından yakaladı, kara kıldan örülme bir çuval tutuyormuş gibi tek eliyle kaldırdı, atına bindirdi.

“Haydi!..” dedi. “Uğurlar olsun. Âdemoğulları için dövmek de vardır, dövülmek de. Bugün senin bahtına tokat yemek çıktı. Hoş bir şey değil amma suç senin. Sövmeyeydin, bu hâle gelmeyeydin.”

Yeni bir münakaşanın yeni bir dayakla neticeleneceğini, bu dev yapılı adamlarla başa çıkamayacaklarını çoktan anlamış bulunan ağalar ağızlarını açmadılar, uzun boylarını boyunlarının büklümü içinde kısaltarak atlarını sürdüler, hünkâra dert yanıp gördükleri hakaretin öcünü almak ümidi içinde oradan uzaklaştılar.

Şimdi esirhane emini, bütün adamlarıyla, Deli Murat’ın ve Kara Mehmet’in önünde eğiliyordu, dalkavukluğa girişerek yapılan işin yerinde olduğunu söylüyordu. Esirciler de saray adamlarını silleleyen yiğitleri korka korka süzüyorlardı. Çünkü onların alışveriş yapmaya kalkışmaları hâlinde çetin bir maslahatla karşılaşmış olacaklarını sezinsiyorlardı. Fakat iki yiğit dosta hakiki numaralarını verenler, pencerelere yığılan esir kızlardı. Onlar, harem ağasını bir sillede al kana boyayıp yere düşüren Deli Murat’ın pençesinde ve bu sillelenmiş iri boy Arap’ı tek eliyle kaldırıp at üstüne atan Kara Mehmet’in bileğinde yüreklerini hoplatan bir şey, bir cazibe, bir büyü görüyorlardı ve heyecan içinde titreşiyorlardı.

Hiddet buhranından yavaş yavaş kurtulan Deli Murat, kendilerini alkışlayıp duran esirhane eminini terslemekte gecikmedi:

“Ağa…” dedi. “Biz buraya ne harem ağası dövmeğe ne seni dinlemeye geldik. Biz alışveriş yapacağız.”

Ağa, sert söylenen bu sözler üzerine esircilerin en ileri gelenlerini yanına çağırdı, emir verdi:

“Şahbazları yukarı çıkarın, bütün kızları gösterin. İnşallah hoşlarına gidecek mal bulurlar da eli boş dönmezler. Böyle yiğit müşterilerin gönüllerini hoş etmek borcumuzdur. Haydi yürüyün, gözünüzü dört açın.”

***

Esir alışverişi hiçbir aksataya benzemez. Bu alıp satma sahnesinde müşteri -ekseriya- şehvettir, hayvani ihtiraslardır. Satılan meta ise öldürülmüş irade, susturulmuş gönül, unutturulmuş hürriyet ve -hepsinden acıklısı- güzelliktir, gençliktir, ettir!.. Şahlanmış hülyalarla esir pazarına gelen şehvet, kızıl ve kıpkızıl iştiha hâlinde harekete geçer, önüne serilen saçları tel tel muayene eder, keyfine bırakılan beyaz, esmer; zayıf, tombul; körpe, olgun etleri mıncıklar, okşar ve o saçların omuzlarda dalgalanışı, o etlerin yürüyüş vaziyetindeki biçimlerini uzun uzun tetkik eder. Sonunda ya hoşnut kalarak sırıtır, bir avuç altın kusarak et kümelerinden birini kucaklar, inine götürür. Yahut homurdanarak döner.

Satılan kızların, kadınların kasap dükkânındaki gövdelerden farkı, sadece canlı olmaktan ibarettir. Yoksa bu metaların da o gövdeler gibi örtüleri deridir ve her yanları açıktır. Çünkü bir kuzu gövdesi nasıl başından kuyruğuna kadar görülmek lazımsa bir esir vücudu da öyle gözden geçirilmek icap eder. Kesilmiş bir kuzuda hoşa gitmeyecek parçalar bulunduğu gibi satılık bir kadında da meşrebe ve zevke göre çirkin görünecek yerler bulunabilir. Bu sebeple esir, yalnız derisiyle teşhir olunur ve müşteri onun benlerini sayar, kalçalarını ölçer, bütün uzviyeti üzerinde arzularını dolaştırır. Esir, canlı bir manken gibi -verilen emirlere uyarak- diz çöker, yan yatar, yüzükoyun uzanır, iki büklüm durur, yürür, oturur, dişlerini göstermek için güler. Yalnız ağlayamaz. Çünkü ağlarsa mal sahibini kızdıracağını ve çıplak sırtına kamçı ineceğini bilir.

 

Müşteri eti beğenince kasabın vazifesi parayı almak ve eti satmaktır. Et, kendine açılan ağza karşı bir şey söyleyemez, mukadder olan akıbetine doğru sürüklenip gider. Esir kızlar da öyledir. Kendilerini alan adamların ne yaşıyla ne kılığıyla alakalanamaz, koyun budu sessizliğiyle müşterisine mal olur.

İşte Deli Murat, Kara Mehmet böyle bir alışveriş sahnesine gidiyorlardı. Fakat onların han avlusunda bir hadise çıkarmış; saray adamlarını hırpalamış olmaları, kendilerine başka müşterilerden farklı bir mevki temin etmişti. Vakıayı pencereden seyretmiş olan esir kızların hepsinde bu iki yiğit adama karşı bir ilgi seziliyordu. Kuvvet, esir kadın kalbini de heyecanlandırır. O kalp, hissetmekten menedilmiş olsa bile yerinde duyar, çarpar. Esir pazarındaki küme küme kızların kalbi de beş on dakikadan beri hızlı hızlı atıyordu ve bu çırpınış, gamlı gözlere garip bir cila getiriyordu.

Mallarını teşhir için Deli Murat’la Kara Mehmet’in yanına katılan esirciler, ilkin dehlizlerdeki düşük kıymetli kızları sıraladılar, usulü dairesinde yürüterek, oturtarak ve terbiyeleri hakkında malumat vererek müşterilerin dikkatini uyandırmaya çalıştılar. Muhtelif milletlere mensup olan bu kızların çoğu kusurlu olup içlerinde göze hoş görünebilenleri de yaşça geçkindi ve hemen hepsi mutfakta çalıştırılabilecek takımdandı.

Arkadaşından daha hararetli görünen Deli Murat, kısa bir temaşadan sonra yüzünü ekşitti.

“Bunlar…” dedi. “Züyuf akçe. Bizim keseye elvermez. Biz ayarı düzgün altın arıyoruz.”

Esirciler, kötü malları sürememekten doğma hoşnutsuzluklarını riyalı tebessümlerle örtmeye çalışarak öne düştüler, iki arkadaşı oda oda gezdirmeye başladılar. Her odada Avrupa’nın, Asya’nın, Afrika’nın muhtelif ülkelerinden derlenmiş düzinelerle kızlar bulunuyordu. Hepsi yarı çıplak yaşatılan bu zavallılar, müşterilerin odaya girmesiyle beraber üstlerindeki örtüyü atıyorlar, boy sırasıyla bir yana diziliyorlar ve sahiplerinin işaretini alır almaz öğrendikleri şeyleri bir makine düzeniyle yapmaya koyuluyorlardı.

Deli Murat, renk renk kumaş arasından nefis bir parça seçmeye çalışan, fakat o bolluk içinde bu işi başaramayan şaşkın bir müşteri durumundaydı, bütün kızları beğeniyor, lakin içlerinden birini ayıramıyordu. Kara Mehmet ise gittikçe çoğalan bir iç bulantısı geçiriyordu. Yetmiş iki milletin bedenî güzelliklerini çıplak tenlerinde temsil eden bu küme küme kız, onda bediî heyecan değil, derin bir istikrah uyandırmıştı. Arkadaşının hatırını kırmaktan çekinmese çoktan hanı terk edip çıkacaktı. Ancak bu endişe ile dişini sıkıyor, içindeki bulantıyı açığa vurmamaya çalışıyordu. Fakat Deli Murat’ın bir aralık kendine dönüp de “Nasıl kardaş, beğeniyor musun yavruları?” demesi üzerine dayanamadı, homurdandı:

“Kusulacak şey! Sana uyup da buraya geldiğime vallahi hayıflanıyorum. Kadını hoş gösteren örtünmesi imiş. Nedir bu maskaralık?”

Deli Murat belinledi:

“Anlamadım arkadaş!” dedi. “Alay alay kız görmek hoşuna gitmiyor mu?”

“Hayır.”

“Zevkine turp sıkayım senin! Bu ne ölü yürek be! Küçükken hiç mi Meryemana kuşağı görmedin, altında el çırpıp oynamadın, işte bunlar, bu gördüğün kızlar o Meryemana kuşağının canlısı. Gözünün çapağını sil de iyi bak. Sarı istersen var, kumral istersen var, beyaz istersen var. Ya hepsinin bir arada bulunuşu!.. Dediğim gibi insan kendini Meryem Ana kuşağına sarılmış sanıyor.”

Kara Mehmet omuzlarım silkti:

“But, bacak, omuz, kalça. But, bacak, omuz, kalça. Nereye baksan hep bu. Sanki salhanede (mezbahada) dolaşıyoruz.”

“Çelebi adammışsın da haberim yokmuş. Vah, yufka yürekli kardeşim vah! Senin böyle ince olduğunu bilseydim rahatını bozmazdım. Suçumu bilgisizliğime bağışla da açık konuş: Bir kız satın almaktan caydın mı?”

“Çoktan!”

“Öyleyse beni kendi hâlime koy. Çünkü evlenmeye karar verdim. Anam, bacım, halam, teyzem yok ki görücü çıkarıp kapı kapı gezdireyim. Öyle bir candan adamım da olsa görücülüğe göndermeyi düşünürüm. Çünkü başkasının gözüyle evlenmek el ağzıyla lokma çiğnemeye benzer. Ben, eşimi kendim seçmeliyim.”

“Bana ilişme de ne yaparsan yap.”

Deli Murat, bütün odaları gezdi, kızları beğendi, fakat seçmek meselesinde gene teenni gösterdi, bıyıklarını büke büke uzun düşünceler geçirdi ve bir aralık Kara Mehmet’e sokularak fısıldadı:

“Esirciler düzenci olurlar. Onların gösterdiklerini değil, göstermediklerini görmeli.”

“Ne demek bu?”

“Şu demek ki ben kuşku içindeyim. Bu handa bizden saklanan kızlar da olsa gerek.”

“Niçin saklasınlar?”

“Herifler cin gibi. Bizi görür görmez paramızı sayıvermişlerdir ve paramıza göre mal çıkarmışlardır.”

“Öyle de olsa gördüklerimiz sana yetmez mi?.. Alacağın bir kız, vereceğin yüz altın. Bu küçük iş için on bin eksik eteğin dişini sayacak değilsin ya.”

“O benim bileceğim iş. Sen karışma, seyirci ol.”

Deli Murat, bu sözü söyledikten sonra bütün esircileri başına topladı, amir ve hâkim bir sesle sordu:

“Başka mal yok mu?”

Hepsi birden cevap verdi:

“Hayır ağa.”

“Ya varsa, ya bizden saklanmak isteniliyorsa?”

Eli palasının kabzasında idi, gözlerinde kavgaya tutuşmak isteyen bir pars bakışı yanıyordu. Esir satıcılar hem o durumu hem o bakışı görmüşler ve sararmışlardı. İçlerinden biri, arkadaşlarının ihanetine, gammazlığına uğramaktan korkuyormuş gibi telaşla kekeledi:

“Bende tek bir kız daha var, fakat peyli!”

“Kime peyli?”

“Saraya!..”

Deli Murat’ın pala kabzasından ayrılan pençesi bu haberi veren esircinin koluna yapıştı ve amir sesi gene gürledi:

“Bana göster o kızı.”

“Ocağına düştüm ağa, zorlama. Bu olmaz iştir. Kız, saray için peylenmiştir.”

“Zararı yok çelebi, zararı yok. Elverir ki kız hoşuma gitsin!”

Esirci, koluna yapışan çelik pençenin tazyiki altında morarıp kararmakla beraber sarayca peylenmiş bir kızı başka bir müşteriye çıkarmaktan doğacak akıbeti düşünerek Deli Murat’a karşı koymak istiyordu. Fakat o çelik pençe yavaş yavaş kırıcı bir kelepçe olmaya ve yapıştığı yere dayanılmaz bir acı aşılamaya başladı. Esirci bu durumda akıbet korkusunu unuttu, yanık yanık inledi:

“Kolumu kırma ağa, kızı göstereceğim!”

Ve öbür esircilere dönerek yalvardı:

“Bu işi zor altında yaptığıma şahit olun.”

Deli Murat da gevrek gevrek gülerek aynı sözü tekrarladı, esircilerle eğlendi:

“Bu işin zor altında yapıldığına şahit olun, mahkemeye çağırılırsanız gördüğünüzü, duyduğunuzu söyleyin.”

Kara Mehmet, harem ağalarının oraya gelişleriyle şu esircinin gösterdiği telaş arasındaki münasebeti sezmekten ve arkadaşının münasebetsizliğini aykırı bulmaktan geri kalmamakla beraber araya girmeyi yersiz görüyordu. Çünkü Deli Murat’ın saklanan kızı görmekle iktifa edeceğini umuyordu. Yüzlerce kız arasında intihap yapamayan Serçeşme’nin sarayca peylendiği söylenen esire balta asacağına ihtimal vermiyordu.

Fakat onun bu düşüncesi yanlış çıktı. Deli Murat, saray adamları tarafından görülüp beğenilmiş ve ayrı bir hücreye konulmuş olan kızdan bir bakışta hoşlandı, şen şen solumaya koyuldu ve hemen pazarlığa kalkıştı.

Serçeşme’nin kızı beğenivermekte hakkı da yok değildi. Bu esir, gerçekten güzel bir mahluktu. Sülün yapılı, ceylan bakışlı, keklik yürüyüşlü bir kızcağızdı. Tepeden tırnağa kadar kusursuzdu. Deli Murat onunla karşılaşır karşılaşmaz heyecanlanmış, yüzlerce kızın arasında dolaşırken göstermediği bir telaşla bıyıklarını burmaya başlamış ve umulmaz bir av gören aç kaplanlar gibi çılgın bir sevince kapılarak haykırmıştı:

“Vay anam, vay! Lokman Hekim’in lokması mısın, bir içim su musun, nesin anlayalım yavrum!”

Kızın sahibi olan esirci, acınacak bir durumdaydı, ellerini ovuşturup dolaşıyordu. Serçeşme de gittikçe artan bir sevinç içinde söylenip duruyordu:

“Evvel mezat, yüz altın. Arttıran varsa karşıma çıksın.”

Esirci işin pazarlığa döküldüğünü görünce dizüstü geldi, yalvarmaya başladı:

“Tabanını yalayım ağa, bu kızdan vazgeç. Başıma dert açarsın, ocağımı küle verirsin. İstediğin bir kız değil mi? Benimkilerden olsun, başka bezirgânlarınkinden olsun, gözüne kestirdiğini seç. Bir para vermeden al götür. Ceremesini ben çekerim. Yalnız buna ilişme.”

Deli Murat, bu yalvarışı duymuyordu bile. Çünkü benliğini önünde gülümseyip duran güzel kıza kaptırmıştı. En koyu bir gecenin üzerinden alınan bir parçadan örülmüş kara sırma bir tacı andıran saçları, güneşin en nurlu tarafından koparılarak badem biçiminde iki inci hâline konulmuş ve keskin ışığı bozulmadan siyaha boyanmış gözleri, sihirli bir kalemle yontulmuş iki gül yaprağına benzeyen yanakları, nurdan dökülmüş gibi görünen burnu ve gerdanı, gerçekten delikanlı olan Serçeşme’nin aklını zıvanadan çıkarmıştı. Kız da bakışında, homurdanışında ve bütün yapılışında bir aslan mehabeti sezilen bu erkekten hoşlanmıştı. Biraz önce kendini görüp beğenen kara yüzlü adamlardan tiksindiği için Deli Murat’a daha çabuk ısınmıştı. Harem ağalarının neci olduklarını bilmediği gibi kimin namına kız aradıklarını da henüz öğrenmiş değildi. Onların kendi hesaplarına alışverişe geldiklerini sandığından ve beğenildiğini de sezdiğinden enikonu muzdaripti. Siyah derili adamların eline düşmeyi istemiyordu ve Deli Murat’ın gösterdiği çılgın alakadan bu sebeple iki katlı bir zevk alıyordu.

8Fazıl Ahmet Paşa ağzıyla yazılan bu soruyu hiç değiştirmeden kelime kelime Evliya Çelebi’den aldık. Erdel kralıyla Eflak, Boğdan voyvodalarının Uyvar önünde Köprülü oğluyla buluşmaları hakkında en iyi tafsilat Evliya’nın “Seyahatname”sinde (c. 6) vardır. (y.n.)
9Arakçin, gelinlerin başına konulan bir hotozdur, iplikle gelinin saçlarına sıkıca bağlanırdı ve bunu çözmek güveylerin vazifesi idi. (y.n.)