Viyana Dönüşü

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

“Toyca konuşma adaş! Sarhoşa ayıl denir mi hiç? Başındaki duman geçmeli ki ayılsın. Bizim devletlilerin de kafaları taşa çarpmadıkça gözlerindeki perde düşmez.”

Semlin’de olduğu gibi Obriesch’de, Sabac’da, Jarak’ta, Loradolukça’da, Vokovar’da da hep bu mevzu üzerinde konuşuldu, gelecek günlerin sakladığı felaketlerin tahminiyle uğraşıldı. Elçi paşa, gereksiz olarak sınırdan sınıra koşturulan, savaştan savaşa sürülen ordunun en iyi unsurlarını kaybetmekte ve için için zayıflamakta olduğunu, düşmanın ise dört yandan yardım alarak gün başına kuvvetlendiğini iddia ediyordu. Onun görüşüne göre yedi düvele meydan okumak zamanı artık geçmişti. Hüner, bu yedi düvelden bir ikisini dost yapmalıydı. Hâlbuki devleti idare edenler hâlâ Sultan Süleyman ağzı kullanıp dört yana yumruk sallıyorlardı.

Kafile Esek’e yaklaşınca Drava Suyu göründü. Elçi paşa, gene Kara Mehmet’i çağırdı, acı acı dert yandı:

“Sultan Süleyman buradan geçerken tam yedi köprü yaptırmıştı. Şimdi bir tane var. O da sallantıda.”

Elçi, Esek’te de aynı acınışı gösterdi, derin derin hayıflandı:

“Burada…” dedi. “Büyük bir bataklık vardı. Viyana’ya giden ordu üç günde onu kuruttu, düz bir yola çevirdi. Fakat şimdi her taraf bataklık. Çünkü sulara köstek vurmak artık elimizden gelmiyor. Biz kilimin dört ucunu suya bırakmışız. Sular da ipten kurtulmuş haramiler gibi azgınlaşıyor, her yanı basıyor.”

Ve uzaklarda o haşmetli ordunun hayalini arıyormuş gibi uzun uzun bakındı:

“Gene burada…” dedi. “Köy yakanların canlarını kıyasıya yakacağını Sadrazam İbrahim Paşa ilan etmişti. Esir yakalamak da yasak edilmişti. Çünkü Türk ordusu çarpışacak düşman taburları arıyordu, silahsız köylülere el kaldırmak onun şanına yakışmazdı.”

İşte her gün ve her konakta bu konuşmalar yapılıyordu, yüz elli yıl önceki tarih -satır satır- tekrar olunuyordu. Kara Mehmet, bütün bu hasbihâllerden heyecan duymakla beraber kendi düşüncelerinin de buhranından kurtulamıyordu, gecelerini Aygut diye tanıttığı Gülbeyaz’ın yanında ve çergede geçiriyordu. Gültekin adını taşıyan Bülbül Hatun yalnız başına büyük çadırda yatıyordu. Bu vaziyeti başkalarına sezdirmemek için Kara Mehmet ihtiyatlı bir hovarda gibi davranıyordu, el ayak sesi kesilinceye kadar çadırda kaldıktan sonra karısını alıp çergeye çekiliyordu. Fakat Gültekin’i yalnız bırakıp da ayrıldığı dakikadan onu ertesi gün tan yeri ağarırken görünceye kadar garip bir iç tatsızlığına kapılıyordu. Deli Murat’ın bu aziz yadigârını matemiyle baş başa bırakıp Gülbeyaz’la bir yastıkta uyumayı kaba ve çirkin bularak üzülüyordu. Bu üzüntüyü karısına sezdirmemek kaygısı da ona ayrı sıkıntı oluyordu.

Dudaklarına tebessüm getiren tek bir meşgale vardı: Erkenden Aygut’la Gültekin’i alıp kafileden ayrılmak, bir saat kadar onlara binicilik ve atıcılık temrinleri32 yaptırmak!.. Herkes kahvaltı alırken ve çadırlar yıkılıp ağırlıklar mekkârelere yükletilirken o, gerilerde veya yanlarda kadınlara ders vermekle bir iki saat oyalanır ve bütün gözlerden uzak tutmaya çalıştığı bu talimler sırasında en çok Gültekin’le alakalanırdı. Geceleri yetim yaşayan bâkir dulun bu alaka ile gönlünü aldığına zahip oluyor ve daha doğrusu her gece tazelenen kabalığını her sabah yenileşen alakasıyla tamire çalışıyordu.

Aygut’un da Gültekin’in de ata binmekte, kılıç kullanmakta gösterdikleri kabiliyetten memnundu. İkisi de dişi olduklarını belli etmeyecek kadar o işlerde meleke sahibi olmuşlardı. Yalnız ok atmakta henüz acemi görünüyorlardı. Yay, onların elinde bir kasnak gibi esniyordu ve ok, bir fiske durumunda kalıyordu. Kara Mehmet, kendi bileğindeki kuvvetten bir parça koparıp da kadınların pamuk bileklerine aşılayamadığı için elem çekiyordu. Fakat onların at üstünde ve kılıç işinde dişiliklerini belli etmemelerinden aldığı tesliyet bu elemi hafifletiyordu.

Drava’nın öte yakasında Evliya Çelebi, yüz elli yıl önceki tarihin heyecanlı bir sahnesini anlattı. Kafilenin çadır kurduğu yerde, Viyana’ya giden ordu da konaklamış ve yaman bir fırtına baskınına uğramıştı. Bilgin seyyah, Kara Mehmet’in koluna yapışarak bütün o mıntıkayı gezdirdi.

“İşte…” dedi. “Şuraya bir yıldırım düşmüştü, dokuz sipahiyi birden yakıp kömüre çevirmişti. Ordu, içlerinden dokuz kurban alan gökten inme felaketi oka tutamadıklarından dolayı sinirleniyordu, homurdanıyordu. Kumandanlar, soğukkanlılıkla orduya yapılacak vazifeyi gösterdiler ve iki yüz elli bin kişiye dokuz yıldırım şehidinin önünde baş eğdirip cenaze namazı kıldırdılar. Dünya kuruldu kurulalı hiçbir ölünün önünde bu kadar baş eğilmedi!..

Bir gün sonra Mohaç’a gelmişlerdi. Elçi paşa da Evliya da artık heyecanın son haddine yükselmişlerdi, Bali Bey’in çevirme hareketiyle bu sahrada kralından son neferine kadar yok edilmiş olan düşman ordusunun nasıl eritildiğini anmakta ve anlatmakta âdeta yarış yapıyorlardı. Tabiatın bir ova olarak yarattığı Mohaç, Türk’ün o şanlı zaferinden sonra Avrupa’nın göğsüne işlenmiş bir tarih yaprağı olmuştu. Elçi ile Evliya derin bir vecd içinde yazısı kıyamete kadar silinmeyecek olan bu yaprağın nurlu satırlarını okuyorlar ve yanındakilere dinletiyorlardı.

Evliya bu hikâyeler sırasında Kral Zapolya’nın Mohaç’ta Sultan Süleyman’la nasıl buluştuğunu da anlattı.

“İşte…” dedi. “Şurada, şu önünde bulunduğumuz yüksek noktada hünkârın otağı kurulu idi. Yıl 935. Ay zilkade. (20 Temmuz 1529) Sıcak bir gündü. Zapolya, altı bin atlı ile ayak öpmeye gelmişti. Sadrazam onu elli yeniçeri ve elli süvari ile karşıladı, hünkârın yanına götürdü. Otağın iç tarafında saray ve ordu ağaları sıralanmışlardı. Arkalarında silahlı solaklar, çavuşlar ve müteferrikalar duruyordu. Dışarıda yeniçeri alayları saf saf dizili idi. Onların ilerisinde sipahilerle Rumeli ve Anadolu askeri sağlı sollu yer almışlardı.

Sultan Süleyman Macar Kralı Zapolya’nın otağa girdiğini görünce ayağa kalktı, üç adım ilerledi, elini uzattı. Kral, kendine taç ve ülke ihsan etmiş olan bu eli öpmekle beraber dizüstü geldi, hünkârın ayaklarına yüzünü gözünü sürdü. Sonra verilen işaret üzerine hünkârın sağ tarafında yer aldı, el pençe divan durdu. Üç vezir, İbrahim, Ayas ve Kasım paşalar, solda ve ayakta duruyorlardı.

Hünkâr, hâl ve hatır sorduktan, Şarlken’in kardeşi olup Avusturya tahtını işgal eden Ferdinand’ı da Mohaç’ta bataklığa sürülerek öldürülen Kral Lui’ye yoldaş yapacağını söyledikten sonra Zapolya’ya sırmalı çuhadan dört kaftan giydirtti, Budin’i alır almaz onu Arpatların, eski Macar kralının tahtına oturtacağını vadederek çadırına yolladı.”

Kara Mehmet, bu hikâyeyi dinlerken Erdel Kralı Apafi’nin Sadrazam Köprülü oğlu Fazıl Ahmet Paşa tarafından Uyvar’da nasıl kabul olunduğunu kendisine anlatmış olan Deli Murat’ı hatırladı, gamlı gamlı içini çekti ve elemini avutmak için sordu:

“Zapolya gerçekten Macar iline kral yapıldı mı?”

Evliya Çelebi cevap verdi:

“Budin alındıktan sonra hünkâr sözünde durdu, sekbanbaşıyı Zapolya’nın yanına yolladı, onun eliyle herifi Macar tahtına oturttu.”

“Sekbanbaşı bu iş için küçük gelmez mi?”

“Bir Macar kralı, o zamanlar yeniçeri ağasından küçük görülürdü.”

Erdel kralını bir levent yollayıp ayağına çağırtan Köprülü oğlunu düşünerek Kara Mehmet bu söze hak verdi ve hikâyenin sonunu anlamak istedi:

“Zapolya Macar krallığında çok kaldı mı?”

“Ölünceye kadar. Fakat Nemse kralıyla uyuşmaya çalıştı, Türklerin sevgisini kaybetti. Kellesi tehlikede iken ecel imdadına yetişti, cellat satırından kurtulup rahat döşeğinde can verdi. On beş günlük bir çocuk bırakmıştı. Sultan Süleyman, Budin gibi bir şehri ve Macar ili gibi bir ülkeyi süt emen bir çocuğa bırakamazdı, onun için Budin’i Türk sınırı içine aldı, Zapolya’nın oğluna Erdel hanlığını verdi.”

Kara Mehmet, bir emirle krallıklar deviren, dilediğine tahtlar bağışlayıp dilediğini tahtsız bırakan eski devir hükümdarlar ile avdan başka bir şey düşünmeyen şimdiki hünkâr arasında zihnî mukayese yürütüyor ve Türk gücüne dayanmayı, o güçle en güç işleri başarmayı bilen eskilerin yerinde Avcı Mehmet gibilerin yaşamasını bir felaket sayıyordu. Gerçi o günün vezirleri de Erdel krallarına ayak öptürüyorlardı. Lakin beri taraftan Nemse kralına elçi yollayıp sulh istiyorlardı. Demek ki devir değişmişti, Türklüğün şerefi, artık tavşan avlamak zevkine feda ediliyordu. Bu yakışıksız davranışa karşı gelmek, hiçten sebeplerle kanları dökülen Deli Murat gibilerin de öcünü almak gerekti. Kara Mehmet, Evliya Çelebi’yi dinlerken gene bu noktaya zihnini kaptırdı fakat sustu.

Kafile Mohaç’tan Botaszek’e geçti, sonra Szegzard Suyu’nu aşarak o adı taşıyan köye ulaştı, oradan Bintil, Besnyoe yoluyla Kolavar’a vardı. Evliya Çelebi, eski Viyana seferine gidilirken bu konak yerinde Sadrazam İbrahim Paşa’ya seraskerlik beratının verildiğini anlattı. Sultan Süleyman vezirine bu unvanı verirken üç milyon akçe de yıllık tahsis ediyordu.33

 

Kara Mehmet, bir adama yılda bu kadar para verilmesini çoğumsamış ve gece yarısından sonra çergesine çekilip Gülbeyaz’la baş başa kalınca düşüncesini ona da söylemişti. Kadın, Osmanoğulları’nın parayı nasıl israf ettiklerini herkesten iyi bilenlerdendi.

“Aman yiğidim…” dedi. “Bunda şaşılacak ne var? Şimdiki hünkâr, bir sülün vurup getirene yüz altın veriyor, Vezir İbrahim Paşa, senin dediğine bakılırsa ülkeler almış bir adam. Ona verilen parayı niçin çok görmeli?”

Kara Mehmet, eski devir yeniçerilerinin -ortalama- bin akçe yıllık aldıklarını ve şu hesaba göre İbrahim Paşa’ya üç bin yeniçeriye verilen yıllık kadar para bağlandığını söylemek istedi. Fakat Gülbeyaz, aşk konuşulacak bir yerde, geçmiş günlerin muhasebesiyle uğraşılmasını hoş bulmadı, zarif bir tebessümle bütün o hesapları altüst ettikten sonra kıvrak bir ziya gibi süzüldü.

“Yiğidim…” dedi. “Kuşkulanıyorum.”

“Neden?”

“Ana olmaktan!”

Onların İstanbul’dan ayrıldıkları tarihten beri tam yetmiş gün geçmişti, evlendikleri günlerin sayısı ise doksanı buluyordu. Gülbeyaz, kadın kara cümlesiyle34 günleri, haftaları, ayları hesaplayarak ve müspet alametlere dayanarak böyle zevkli bir şüpheye kendince hak buluyordu. Fakat Kara Mehmet’e bu hesap, Sultan Süleyman’ın veziri İbrahim Paşa’ya verilen üç milyon akçe yıllığın muhasebesini yapmaktan daha karışık göründü ve karısının kanaatine iştirak edebilmek için uzun uzun düşünmek zorunda kaldı. Netice, Gülbeyaz’ın kuşkusunu doğruya çıkarıyordu. Bu bakımdan Kara Mehmet, derin bir sevinç duymakla beraber kaşlarını çatıklıktan kurtaramıyordu. Çünkü Aygut adı altında yaşayan Gülbeyaz’ın dişiliğini belli etmemek uğrunda çektiği sıkıntılar, şimdi on kat ziyadeleşecekti. Bir ay, iki ay, yeni vaziyeti de hissettirmemek belki mümkündü. Lakin kadının bedenî bir nispetsizliğe bürünerek yarı semiz, yarı zayıf bir durum alması üzerine ne yapılacaktı ve başta elçi paşa olmak üzere kafile halkına ne denebilecekti?

Kara Mehmet, bunları düşünürken Gülbeyaz bahtiyar bir hülya içinde gelecek günlerin zevkini terennüme çalışıyordu.

“Bilsen…” diyordu. “Ne kadar seviniyorum. Sarayda bir şehzade doğurmaktan şu çergede sana bir oğul doğurmak çok daha tatlı bir şey. Çünkü şehzadelerden iğreniyorlar, senin gibi yiğitlere imreniyorlar. Ben bunu, senin üzerinde dolaşan erkek gözlerinden anlıyorum. Herkes sana saygı ile bakıyor. Hâlbuki hünkârın çocuklarını şuraya buraya taşırlarken kimsenin dönüp baktığını görmedim.”

Kara Mehmet’in bu geceden sonra gözü yoldan, yolculardan ve hatta canı kadar sevdiği atından ayrılmıştı, karısının beline bağlı kalmıştı. Onun gün başına biraz daha semireceğini düşündükçe yüreği hopluyor ve içine bir eriyiş geliyordu. Yol da büyülü bir şerit gibi uzayıp gidiyordu. Böyle sonu bilinmeyen bir yolculuğun hangi merhalesinde beşik kuracak ve yavrusuna nasıl bir vaziyette ninni söyleyecekti?.. Mert sipahi bu mülahazalarla âdeta hasta bir hâl alıyordu. Yalnız bir teselli noktası vardı: Gülbeyaz’ın analığa namzet olduğunun henüz Bülbül Hatun tarafından da anlaşılmaması!.. Kara Mehmet, bu işin sonuna kadar ondan gizli tutulmasını karısına tembih etmişti. Maksadı da dul kızın kendiliğinden bu durumu ne vakit sezebileceğini sınamaktı. Kadınların feraseti böyle işlerde çok keskinleşir. Bülbül’ün de kafiledeki erkeklerin bu sırrı sezmelerinden önce kuşkulanması gerekti. Kara Mehmet, işte bu kuşkuyu görünceye kadar kendini emniyet altında bulmak istiyor ve ancak ondan sonra korunma tedbirleri almayı tasarlıyordu.

Kafile, onun heyecanından bihaber yürüyordu. Abhalom ve Szazhalom geçilerek Budin bağlarına varılmıştı, ertesi gün Türk gücünün Avrupa göbeğinde kurduğu bu muhteşem hâkimiyet abidesine kavuşulacaktı. Elçi paşa, bağlar önünde kafileye askerî bir nizam vermek istedi, Kara Mehmet’i yanına çağırdı.

“Sen…” dedi. “Bundan geri başbuğsun, daire halkını savaşa giden bir alay gibi yürüteceksin. Çünkü artık kefere diyarına yaklaştık. Budin’de de hayli Macar var. Türk elçisinin boyunu bosunu ölçmek için gözlerini arşına çevirmişlerdir. Temiz ve güçlü görünelim.”

Kara Mehmet, üç yüz kişilik kafileyi üç bölüğe ayırarak ve mehterhaneyi öne katarak ileriye doğru düzenli bir yürüyüş hazırlarken Bu-din Valisi Gürcü Mehmet Paşa’nın gönderdiği alay sökün etti. Babaları, dedeleri, büyük dedeleri hep Budin’i korumak ve Budin’e daha ilerideki düşman ülkelerinde kazanılmış zaferlerden haleler getirmek uğrunda can vermiş olan on yedi bin asker, harekete getirilmiş ve çeliğe kaplanmış ehram büyüklüğünde birer mermer sınır taşı mehabetiyle elçi kafilesini selamlamaya geliyordu.

Vali Mehmet Paşa, vezir olduğu için elçi paşayı karşılamaya çıkmamıştı, kendini temsil eden kethüdasını göndermişti. Kafile, hiçbir düşman ordusunun o güne kadar yıkamadığı o canlı sınır taşlarının önünden geçti, ova kapısından orta kaleye girdi, paşa sarayına ulaştı. Bağların ucundan kale kapısına kadar giden o uzun yol, seyirciden geçilmiyordu, dişili erkekli binlerce halk üst üste yığılıp İstanbul’dan Viyana’ya selam ve sulh götüren elçi paşayı görmeye savaşıyordu. Bu kalabalık içinde, Türk sefirinin Budin’e geldiğini öğrenip hudut muhafızlarına bildirmek üzere Viyana’dan gelmiş bir heyet de vardı. Onlar, iki yüz elli tanesi baştan başa müsellah olan kafilenin şu durumunda bir elçi dairesinden ziyade bir fatih ihtişamı görerek üzülmüşler ve hemen Budin valisine adam koşturarak bu müsellah haşmetin Viyana’da hoş görülmeyeceğini haber vermişlerdi.

Elçi paşa, o adamın henüz ayrıldığı bir sırada vali sarayına girdi ve Vezir Gürcü Mehmet’ten ilk söz olarak şu cümleleri duydu:

“Seni miskin ve dardağan görseydim hemen cellada verecektim, yerine kethüdamı elçi yapıp Beç’e yollayacaktım. Irzımızı gözetip gösterişli geldiğini Beçlilerin telaşından öğrendim, hazzettim. Buyur, dinlen!..”

Ve kendine yapılan müracaatı anlattı:

“Herifler…” dedi. “Şimdiden tasalanıyorlar. Üç yüz silahlı Türk’ün yerinde üç yüz silahlı yıldırım olabileceğini düşünüp sayınızı azaltmak istiyorlar. Ben tınmadım, hele elçi gelsin, görüşelim, bir şey yaparız, dedim. İçin için de sevindim… Elçi, adam kılığına girmiş devlet demektir. Onun bakışında donanma toplarının heybeti, adımlarında hücuma kalkmış orduların kudreti görünmelidir. İyi bir sulhu ancak böyle bir elçi yapar.”

Elçi paşa, dairesi halkının çokluğundan şikâyet eden Viyanalıları niçin kovmadığını validen sordu ve kendinin mevkisini hatırlattı:

“Ben Rumeli beylerbeyiyim. Kanun mucibince üç bin askerle ata binerim. Hâlbuki nazik davrandım, üç yüz kişi ile yola çıktım.”

Onlar böyle konuşurlarken Evliya Çelebi de Kara Mehmet’i yakalamıştı.

“Ben…” diyordu. “Budin’i daha önce görmüştüm, karış karış bilirim. Yirmi bir camisi, on altı mahalle mescidi, yedi medresesi, yetmiş sebili, beş tüccar hanı, sekiz ılıcası, yetmiş mesiresi vardır. Kanuni Sultan Süleyman bir hamlede bu büyük şehri ele geçirdi, sonra Viyana’ya yürüdü.”

Kara Mehmet. Budin’in azametine hayran olmakla beraber karısının durumunu bir türlü hatırından çıkaramıyordu. Bir aralık elçiden izin alıp orada kalmayı düşündü. Sonra bunu mertliğe yakıştıramadı, Allah’a sığınarak yolunda yürümeye karar verdi. İşin henüz Bülbül Hatun tarafından bile sezilmemesi yüreğine ümit ve kuvvet veriyordu.

Kafile eski Macar payitahtında ancak bir gün kaldı ve Peşte’yi geçip Sengotar, Vayiç, Tarcay, Hiristos, Çapa Pepeçel yoluyla Değirmenderesi Boğazı’na vardı. Bu geçit, korkunç bir yerdi. Yolkesenlikle yaşamak yolunu tutan birçok Macar çeteleri burada pusu kuruyorlardı. Kara Mehmet, elçiden aldığı emirle boğazda öncülük yaptı, şurada burada burunlarının ucu görünen haydutları birer nara ile dağıttı, kafileyi selametle geçirdi.

Artık dinlenmeksizin yürüyorlardı. İki yüz elli bin kişilik ordunun binlerce deveyi, sığırı, katırı ve atı da ardında sürüterek yüz elli yıl önce -bir ağaç devirmeden, bir ev yıkmadan, bir tarla bozmadan, bir çiçek ve bir tutam ot koparmadan- geçtiği bu yolu elçi kafilesi de emin ve neşeli adımlarla aşıyordu.

Toray, Hatvan, Çandar, Kapona menzilleri hep böyle geçildi, Bazma’ya gelindi. Bilgin seyyah Evliya, burada Kara Mehmet’i bir köşeye çekti.

“Ağam…” dedi. “Bu köyün güzeli meşhurdur. Delikanlısı ahuya, genç kızları sülüne benzer. Gözüne biraz cila vermek istersen şöyle bir dolaşalım.”

Kara Mehmet, bu teklifi manasız bulmakla beraber reddetmedi, kafile karargâhından Evliya Çelebi ile ayrılıp köye doğru gitmeye hazırlandı. Aygut’la Gültekin, kendi çadırlarının önünde duruyorlardı, yavaş bir sesle konuşuyorlardı. Onun geveze imamla yürümeye başladığını görünce bağırdılar:

“Nereye ağa?”

Ve cevap beklemeden ilerlediler, biz de geliriz deyip köyde güzel seyretmeye kalkışan iki erkeğe katıldılar. Evliya Çelebi, onların yoldaşlığından memnundu. Çünkü Kara Mehmet’in veldeşleriyle -kafileye katıldığı günden beri- dostlaşmak istiyordu. Bir çift gölge gibi ünlü sipahinin yanından ayrılmayan, hiçbir kimse ile temas etmeyen yakışıklı gençlerin içyüzlerini anlamak ona merak olmuştu.

Bu sebeple kendiliğinden peyda oluveren fırsatı kaçırmamak istedi, Kara Mehmet’in kulağına fısıldadı:

“Bırak gelsinler. Bazma kızlarını biz senin veldeşlerle büyülemiş oluruz ve daha iyi çöpleniriz.”

Evliya’nın tahmini doğru çıktı. Türk bayrağı altında yaşayan Baz-ma köyünün kocamış erkekleriyle kadınları aralarına gelen Türklere tavuk filan satmak hırsıyla kulübelerinin kapılarını ardına kadar açarken bütün genç kızlar da birer satılık piliç hüviyetine bürünerek dört yoldaşın izine takılmışlardı, kanatlaşmış gözlerle onlardan rağbetli birer bakış dileniyorlardı.

Aygut’la Gültekin pek başka biçimde giyinen, pek başka bir dil konuşan köylüleri seyretmekten, dinlemekten hoşlanıyorlardı ve bu masum hazzın tadı arasında kendilerini saran kadın gözlerindeki hayreti hissetmiyorlardı. Biraz sonra bu hayret sırıtan bir ağız ve daha sonra yalvaran dil oldu. Sağdan soldan yumuşak kollar uzanarak erkek kılığındaki kadınları okşamaya savaşıyordu. Bunda, bu sarkıntılıkta güllerin yapraklarına el değdirmekten zevk alan bir incizabın korkak hâli vardı ve köy kızları erkek sandıkları genç kadınları işte o vaziyette okşamak, koklamak istiyorlardı.

Evliya Çelebi, yeme koşan piliçler gibi veldeşlerin dört yanını halkalayan köy kadınlarının sersem hareketlerini yan gözle süzdükten sonra Kara Mehmet’e eğildi.

“Şu ülkeleri…” dedi. “Elde tutuşumuzun bir sırrı da işte bu. Türk güzelliği, Türk silahı kadar keskin. Askerimiz yalnız kalelere değil, kadın gönüllerine de kolaylıkla girebiliyor. Her düşen düşman bayrağının yanında düşmanlıktan dostluğa geçiveren bin kadın kalbi açılıyor. Bak, senin veldeşler de aynı efsunlamayı yaptılar, köy avratlarını ateşlediler. Hepsi diz çökmek için küçük bir işaret bekliyor. Demek ki şu köy bir kale olsaydı senin veldeşler, bir boy gösterişiyle, bir dudak büküşüyle onu içeriden yıkabileceklerdi, birer fatih oluvereceklerdi. Güzelliğin bazen toptan, tüfekten daha yaman olduğunu anladın, değil mi?..”

Kara Mehmet gülümsedi. Bu gülümseyişte Aygut’la Gültekin’i erkek sanarak heyecana kapılan köy kadınlarına acıyan bir eda vardı. Evliya Çelebi bu edayı sezmedi.

“Biraz…” dedi. “Duralım, şu avratlara takılalım.”

Her telden çalmayı başaran Evliya, her dilden konuşmayı da beceriyordu. Bu kabiliyet kuvvetiyle kadınlarla konuşmaya girişti ve içlerinden en güzelini çekerek sordu:

“Adın ne senin bakalım piliç?”

“Terez!”

“Bu, Türkçe teresin Macarcası. Ad olmaz amma sana takmışlar!.. Anan, baban, kardeşin var mı?”

“Var.”

“Tarlan, tumbun?”

“Var.”

“Türkleri sever misin?”

“Sevmez olur muyum hiç! Biz onların kılıcı altında yaşıyoruz. Türkler olmasa Almanlar bizi kıtır kıtır keser.”

“Peki. Bir Türk seni almak istese varır mısın?”

Kızın gözleri Gültekin’in güneşten esmerleşmiş nefis yüzüne dikildi, süzgünleşti, dudaklarında müphem bir emel titredi ve parmağı ona doğru uzandı:

“Böylesi olursa hayhay!”

Onların ne konuştuklarını anlamamakla beraber Kara Mehmet de Aygut da Gültekin de Evliya Çelebi’nin tehlikeli bir mevzuya temas ettiğini seziyorlardı. Köylü Macar kızının gözlerini süze süze, dudaklarını büze büze Gültekin’i göstermesi ise üç yoldaşı ayrı ayrı mülahazalara düşürmüştü. Kara Mehmet, nahoş bir sahne doğmasından endişeleniyordu. Gülbeyaz, güzel arkadaşını erkek sanan Macar kızına acıyordu. Gültekin, bir kadın tarafından beğenilmekten utanarak oraya geldiğine pişman oluyordu.

 

Fakat Evliya Çelebi, macera âşığı bir adamdı, genç sipahinin yaptığı tesiri görünce latifeyi bırakıp ciddi davranmaya ve bu durumdan bir sergüzeşt çıkarmaya hazırlanmıştı, âdeta heyecanla Macar kızını sorguya çekiyordu.

“Peki amma Terez, sen İsa kulusun. Bu delikanlı Muhammed ümmetinden. Onunla nasıl evlenirsin?”

“O isteye görsün ağa. Ben kanatlanıp gelirim.”

“İsa gücenmez mi?”

Kız, çapkın bir tebessümle Gültekin’i süzdü. Sonra elini göğe kaldırdı:

“İsa orada kim bilir neler yapıyor. Bizim yüreğimize karışmaya ne hakkı var?”

Evliya Çelebi, Terez’le Gültekin’i hemen nikâhlamak istiyordu fakat yaptığı sorularla aldığı cevapları ve kendi düşüncesini Kara Mehmet’e söyleyip de “Deli misin hoca! Ne idüğü belirsiz bir kâfir kızı ile bu toy oğlanı ben evlendirir miyim?” itabını35 duyunca biraz bozuldu, fikrini müdafaa için birkaç kelime mırıldandı, sonra bir plan tasarladı.

“Hakkın var yoldaşım…” dedi. “Ters düşündüm. İki üç tatlı sözle gönlünü alayım da dönelim.”

Ve Macar kızına döndü, telaşsız bir şive ile şunları söyledi:

“Ben seninle şu delikanlıyı baş göz etmeye karar verdim. Lakin yanındaki kurt homurdanıyor. Sen, sözünde sadıksan şimdi hiç tınma. Gün battıktan sonra bizim çadırların kurulduğu yere gel, elçi paşaya dert yan. Ben de orada bulunurum, sana yardım ederim, düğününü yaptırırım.”

Evliya, öbür kızların ve kadınların duymaması, köy erkeklerinin de kuşkulanmaması için bu sözleri Terez’e fısıldamıştı. Fakat ilk konuşma açık yapıldığından bütün köy halkı heyecan içindeydi. Bir Türk delikanlısına İsa’yı feda etmekten çekinmeyeceğini haykıran kız, herkesi kızdırmıştı. Erkekler bu hareketi küstahlık ve yaşlı kadınlar günah sayıyorlardı. Genç kızlar ise kıskanarak hırslanıyorlardı, yurttaşlarını bir kaşık suda boğmak istiyorlardı. Evliya’nın, kıza sokulup da bir şeyler fısıldaması, o karışık heyecana bir de merak katmıştı. Herkes, şu gizli konuşmanın nasıl bir netice getireceğini anlamak için sabırsızlanıyordu.

Terez, büyük bir müjde dinler gibi Evliya’nın öğüdüne kulak verdi, sonra ruhunun bütün iştiyakıyla Gültekin’i süzdü, “Peki!” dedi. Macera delisi Evliya, iyi bir sergüzeşt hazırladığından dolayı memnundu, sinsi bir istihza ile Kara Mehmet’e tekerleme dinletiyordu:

“Kızın gönlünü aldım, yaptığım şakadan dolayı bana darılmamasını söyledim. Sen de kırdığım potu hoş gör arkadaş.”

Fakat Evliya’nın tohumunu attığı maceranın dal budak salması mukadderdi. Terez, gerçekten Gültekin’e gönül kaptırmıştı ve onun eşi olmak için köyünü, yuvasını, anasını, babasını, dinini, imanını feda etmeye karar vermişti. Türklerin uzaklaşmasıyla beraber kimi söverek kimi tükürerek üzerine saldıran köylülere mağrur bir eda ile sırtını çeviriyor ve bütün hücumları tek bir cümle ile karşılıyordu:

“Gönül benim değil mi, ister Türk’e ister Alman’a veririm. Kimse bana karışamaz.”

Bununla beraber köylüler onun nasıl bir öğüt aldığını tahmin edemiyorlardı. Yalnız takındığı tavrı telin ediyorlardı. Kendinden bir yaş küçük olan erkek kardeşi bu vaziyette ona el uzattı, başkalarının sitemlerine, hakaretlerine karşı ablasını müdafaaya girişti. Dil kavgası da nihayet tavsadı, herkes evine çekildi ve hayli yorgun düşen iki kardeş bir köşeye sığınarak baş başa kaldı. Terez, bu sakin yerde kardeşinin boynuna sarıldı:

“Jozef…” dedi. “Bir Türk her şeydir, değil mi?”

“Öyledir Terez.”

“Biz altının adını duyuyoruz, yüzünü görmüyoruz. İpeğin giyildiğini işitiyoruz, ne biçim şey olduğunu bilmiyoruz. Yediğimiz kuru ekmek, giydiğimiz çul. Bütün dedelerimiz ömürlerini kaplumbağa gibi sürünerek geçirdiler. Sen de yaya doğdun, yaya yaşıyorsun ve yaya öleceksin. Hâlbuki Türkler altın içinde, sırma içinde, ipek içinde… Ayakları yere değmiyor, kartal gibi uçuyorlar. Ben, bütün bunları bilip dururken, elime de fırsat geçmişken neden bir Türk’e kul olmayayım?”

Jozef, ablasının ellerini okşaya okşaya cevap verdi:

“Hakkın var amma Terez, seni isteyen kim?”

“O genç sipahi!”

“Onunla konuşmadın ki?”

“Macarca bilen adam bana söz verdi, beğendiğim delikanlı ile evlenebileceğimi söyledi.”

“Ya sözünde durmazsa?”

“Türk yalan söylemez Jozef!”

“Peki, ne yapmak istiyorsun?”

“Onların çadır kurdukları yere gideceğim, paşayı göreceğim, dinimi değiştirip meramıma ereceğim.”

Jozef, derin derin düşündü, gamlı gamlı mırıldandı:

“Gitmek kolay, dönmek güç!”

“Türkler, kapılarına uzanan eli boş çevirmezler Jozef!”

Delikanlı biraz daha düşündükten sonra yerinden fırladı:

“Ben de beraber geleceğim Terez. Seni yalnız bırakmam.”

“Ben evlenmek istiyorum kardeşim, sen Türklerin arasına girip ne yapacaksın?”

“Ateşe yakın oturan ısınır, mum dibine oturan aydınlanır. Ben de Türklerin içinde yaşayıp parlamak istiyorum. Köylerinde kulübesi olmayan yüzlerce Macar, din değiştirdiler, Türk adı aldılar, ülke sahibi oldular. Elbette ben de aç kalmam, çıplak kalmam.”

İşte bu kardeşçe anlaşma, Evliya Çelebi’nin attığı tohumun ilk filizleri oldu ve onların elçi paşa çadırına gelip ihtida etmek istediklerini söylemeleri üzerine macera filizleri tomurcuklandı, çiçek açmak ve meyve vermek kabiliyetini kazandı.

Elçi paşa, kendiliklerinden din değiştirmeye gelen bu iki Macar gencini -ananeye uyarak- güler yüzle kabul etti, daire halkından olup iyi Macarca ve Almanca bilen bir Sırp mühtedisinin tercümanlığıyla çocukları sorguya çekti, adlarını ve maksatlarını öğrendi, sonra gene ananeye riayetle onlara mutat olan öğüdü verdi:

“Din…” dedi. “Ne yorgandır ne çorap, öyle ulu orta değiştirilemez, sizi zorlayan varsa açık söyleyin, cezasını vereyim. Yok, yüreğinize Tanrı ışık vermişse mübarek olsun diyeyim, bir hoca çağırıp size telkin yaptırayım.”

Sırp mühtedisi tercüman, elçi paşanın öğüdünü temelinden değiştirdi, Müslümanların sayısını çoğaltmaya lüzum olmadığından yapılan müracaatın kabul edilemeyeceğini ve bel kemikleri kırılıncaya kadar dayak yemek istemiyorlarsa hemen köylerine dönmelerini söyledi. Hain tercüman bununla da iktifa etmedi, kendisinin üç beş yıl önce zorla Türk yapıldığını ve şimdi öküz gibi çalıştırıldığını anlattı.

“Paşanın…” dedi. “Sizi kovmasını nimet sayınız. Kendilerini yeryüzünün efendileri tanıyan bu beli bıçaklı, eli nacaklı adamların yanında uşaklık etmektense kendi sığırınıza çobanlık yapmak daha iyi.”

Jozef şaşırmıştı, Terez ağlıyordu fakat kız, aşkın yarattığı derin bir hassasiyet içindeydi, bu sayede vaziyetin hakikatini kavramakta gecikmedi, elçinin gülümseyen yüzü ile tercümanın inciten sözü arasındaki aykırılığı ölçtü, gözyaşlarını minimini elinin tersiyle sildi.

“Biz…” dedi. “Dönmek için gelmedik. Sövülsek de dövülsek de kalacağız. Paşaya böyle söyle.”

Sırp mühtedisi tercüman, bu cevabı da kendi meramına göre değiştirip Elçiye söyleyecek ve iki kardeşe gerçekten dayak attırmak yolunu bulacaktı, lakin Evliya Çelebi’nin o sırada çadıra girmesi üzerine şaşaladı, başka ağız kullanmak zorunda kaldı.

“Efendimiz…” dedi. “Bu köylüler galiba birkaç akçe ihsan koparmak istiyorlar, umduklarını bulurlarsa Müslüman olmaktan vazgeçeceklerine şüphe yok.”

Evliya hemen müdahale etti, köydeki sahneyi yağlandıra ballandıra anlatmaya koyuldu, Terez’in Gültekin’e baygın baygın bakışlarını, Sipahi Kara Mehmet’in homurdanışlarını, hikâye sırasında taklit de ettiği için elçi paşa kahkahalarla gülüyordu. Bir aralık Evliya’nın sözünü kesti:

“Aşk da bir hidayettir, yürek aydınlatır. Fuzuli Hazretleri de ‘Saliki rah-ı hakikat aşka eyler iktida.’ buyurmuyorlar mı?.. O hâlde şu kızın sevdalanıp din değiştirmek istemesini de dalalet değil hidayet olarak kabul ederiz. Kardeşini de o hidayetten feyiz almış sayıp dinimize sokarız. Haydi sen hocam, besmeleyi çek, şu çocukları imana getir.”

“Başüstüne efendimiz amma kızcağıza yeni dinin tadını hissettirmeliyiz. Ona, gönül verdiği delikanlıyı vadetmek lazım.”

“Benim tarafımdan vadediver. Bizim yiğit adaş nasıl olsa yola gelir.”

Sırp mühtedi, garip bir yüz ekşiliği ile muhavereyi dinliyordu, gözlerini de Terez’in güzel yüzünden ayırmıyordu. Evliya, onunla meşgul olmadı, eşe dosta tatlı tatlı anlatılacak meraklı bir hikâye mevzusu yaratmaktan doğma bir hazla Terez’e yanaştı, elçi paşanın vaadini müjdelemek için ağzını açtı. Fakat kız, çılgın bir telaşla koştu, onun ellerine yapıştı.

“Sen de…” dedi. “Bu uşak kılıklı tercüman gibi acı şeyler söyleyeceksen sus: Ben kendi yaramı kendim saracağım, o genç sipahinin ayaklarına kapanacağım, hatta gömleğimi kefen gibi boynuma sarıp senin kurt dediğin yiğit Türk’ün de elini eteğini öpeceğim, dileğime ermeye çalışacağım. Anlıyorum ki paşanız gönül hâlinden anlamıyor, sevdayı rüya sanıyor.”

Evliya Çelebi şaşkın şaşkın sordu:

“Bu adam size ne dedi ki?”

“Müslümanlar arasında açık yer yokmuş. Paşanız bizi dövdürecekmiş, filan filan.”

Sırp mühtedisi, yüzüne yapışan sarsıntıyı çarçabuk gidererek bağırdı:

“Yalan!..”

Bu kelimeyi Macarca söylediğinden Terez onun sözlerini kelime kelime tekrarladı, Jozef de teyit etti. Bunun üzerine Evliya keyfiyeti paşaya anlattı:

“Velinimetim…” dedi. “Bu çok kötü bir şey. Abdül, size ve şerefinize ihanet etmiştir. Yarın mühim bir durumda onu gene tercüman olarak kullanırsanız mümkün ki aynı ihaneti yapsın ve ırzınıza halel getirsin.”

Elçi paşa vaziyeti anlar anlamaz küplere bindi, hızlı hızlı el çırpmaya ve otağa üşüşen uşaklara haykırmaya başladı:

32Temrin: Alıştırma. (e.n.)
33Bu berat münasebetiyle şu dikkate değer fıkrayı yazalım: “İbrahim Paşa beratta has tayin olunan üç milyon akçeyi (bugünkü rayiçle altı yüz bin lira) azıksanarak Fatih Sultan Mehmet kendi veziriazamı Mehmet Paşa’ya dört milyon vermiştir. Bana da öyle verilse deyince Sultan Süleyman ‘Onlar İstanbul’u almışlardır. Daha ziyade ihsan etseler caizdir.’ cevabını verdi. İbrahim Paşa ‘Budin de bir payitahttı.’ diyecek oldu. Hünkâr, yüzünü ekşitti: ‘İstanbul hâlâ payitahtımızdır, başka şehirlere kıyas edilemez. Hem bizim onlara benzemeye çalışmak ne haddimiz?’ diyerek bahsi kapadı.” (Peçevi, c. I, s. 124 ve 130.)
34Kara cümle: Aritmetikte dört işlem. (e.n.)
35İtab: Tekdir etmek. Şiddetle hitap etmek. (e.n.)
Olete lõpetanud tasuta lõigu lugemise. Kas soovite edasi lugeda?