Balkondaki Adam

Tekst
Sari: Martin Beck #3
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

4

“Evet,” dedi Ahlberg, “işte şöyle oldu. O gece hava bayağı soğukmuş, adam yatağının yanına elektrikli ısıtıcılardan birini koymuş. Uykusunda battaniyesini üstünden atmış, battaniye ısıtıcının üstüne düşüp alev almış.”

Martin Beck başıyla onayladı.

“Gayet olası,” dedi Ahlberg. “Teknik soruşturma bugün tamamlandı. Sana telefon etmeye çalıştım ama yola çıkmıştın.”

Borenshult’taki yangın mahallindeydiler ve ağaçların arasından gölü ve üç yıl önce bir kadın cesedi buldukları kanal havuzunu görebiliyorlardı. Yanan evden geriye tek kalan temeli ve bacanın tabanıydı. İtfaiye ekibi, küçük bir müştemilatı kurtarmayı başarmıştı.

“Orada birtakım çalıntı mallar vardı,” dedi Ahlberg. “Şu Larsson denen adam bir eskiciydi. Ama daha önce hüküm giymişti, o yüzden şaşırmadık. Eşyaların listesini çıkaracağız.”

Martin Beck tekrar kafasını sallayıp, “Stockholm’deki erkek kardeşine baktık. Geçen bahar ölmüş. Kalp krizinden. O da eskiciydi,” dedi.

“Demek ailede varmış,” dedi Ahlberg.

“Kardeşi hiç yakalanmamış ama Melander onu hatırladı.”

“Ah, evet, Melander… fil gibi hafızası vardır, hiç unutmaz. Artık birlikte çalışmıyorsunuz, değil mi?”

“Sadece ara sıra. Kungsholm Caddesi’ndeki merkezde şimdi. Kollberg de bugünden itibaren orada olacak. Ha bire yerimizi değiştirmeleri ne saçma.”

Yangın mahalline sırt çevirip sessizce tekrar arabaya döndüler.

On beş dakika sonra, Ahlberg karakolun önüne yanaştı. Prast Caddesi ve Kungs Caddesi’nin köşesinde, sarı tuğlalı, alçak bir binaydı. Ana meydana ve Baltzar von Platen heykeline biraz yakındı. Martin Beck’e yarı dönerek şöyle dedi:

“Madem buradasın, yapacak bir işin yok, gelmişken iki gün kal.”

Martin Beck başıyla onayladı.

“Motorla açılabiliriz,” dedi Ahlberg.

O akşam City Hotel’de akşam yemeklerini yiyip Vattern Gölü’nden çıkan somonun tadına baktılar. Birkaç kadeh içki de içtiler.

Cumartesi günü motorla gölde gezdiler. Pazar da. Pazartesi günü, motorlu tekneyi Martin Beck ödünç aldı. Salı günü de. Çarşamba günüyse Vadstena’ya gidip kaleyi gezdi.

Motala’da kaldığı otel modern ve rahattı. Ahlberg’le iyi anlaşıyordu. Kurt Salomonson’un yazdığı Dışarıdaki Adam adlı romanı okudu. Keyfi yerindeydi.

Hak etmişti. Kış boyunca çok çalışmıştı ve ilkbahar berbat geçmişti. Sessiz bir yaz olacağı umudunu taşıyordu hâlâ.

5

Gaspçının havayla hiçbir derdi yoktu.

Öğleden sonra yağmur yağmaya başlamıştı. İlk başta bardaktan boşanırcasına, arkasından saat yedi sularında sona eren aralıksız bir çiselemeyle yağdı. Fakat gökyüzü hâlâ karanlık ve boğucuydu, yağmur herhalde tekrar yağmak üzere toplanıyordu. Şimdi saat dokuzdu, alacakaranlık ağaçların altından yayılmaya başlamıştı. Işıkların yanmasına bir yarım saat daha vardı.

Gaspçı ince plastik yağmurluğunu çıkarmış, parktaki bankta yanına koymuştu. Ayağında spor ayakkabıları, haki bir pantolon, göğüs cebinde markası olan, düzgün, gri naylon bir kazak giymişti. Geniş, kırmızı bir bandana boynuna gevşekçe bağlanmıştı. İki saatten uzun süredir parktaydı ya da park civarlarındaydı, insanları yakından ve alıcı gözle gözlemliyordu. İki sefer yoldan geçenleri özel ilgiyle incelemişti ve her seferinde de, tek kişi değil iki kişiyi izlemişti. İlk çift genç bir oğlan ve kızdı; ikisi de ondan gençti, kız sandalet ve siyah beyaz, kısa bir yazlık elbise giymişti. Oğlan şık bir ceket ve açık gri pantolon giymişti. Parkın en korunaklı köşesindeki izbe patikalara girmişlerdi. Sonra durup sarıldılar. Kız sırtını bir ağaca vermiş duruyordu ve birkaç saniye sonra oğlan sağ elini kızın eteğinin altına soktu, külotunun lastiğinin içine girip parmaklarıyla bacaklarının arasında oynamaya başladı. “Birisi gelebilir,” dedi kız mekanik bir sesle ama ayaklarını yana açtı. Bir saniye sonra gözlerini kapatıp kalçalarını ritmik bir edayla salladı, aynı zamanda sol eliyle oğlanın ensesindeki kısacık kesilmiş saçlarını okşuyordu. Sağ eliyle ne yaptığı görülemiyordu, gerçi gaspçı onlara o kadar yakındı ki beyaz dantelli külotu seçmişti.

Sessiz adımlarla onları takip ederek çimlerde yürümüş ve bir buçuk metre ötedeki çalının arkasında çömelip kalmıştı. Artıları ve eksileri dikkatlice tarttı. Saldırı fikri hoşuna gidiyordu ama öte yandan, kızın çantası yoktu, ayrıca çığlık atmasına engel olamayabilirdi, bu da işini zorlaştırırdı. Ayrıca oğlan ilk bakışta sandığından daha güçlü, daha geniş omuzlu duruyordu ve cüzdanında para olduğu da kesin değildi. Saldırı fikri akılsızca geldi gaspçıya, bu yüzden geldiği kadar sessizce sıvışıp gitti. Dikizcinin teki değildi, yapacak daha önemli işleri vardı; her neyse, zaten görülecek pek bir şey de yoktu. Çok geçmeden genç çift parktan çıktı, artık aralarında münasip bir mesafe vardı. Karşıdan karşıya geçmiş, tam orta sınıfa hitap eden bir apartmana girmişlerdi. Kız giriş kapısında iç çamaşırını, sutyenini düzeltti ve parmağını ıslatıp kaşlarını geriye itti. Oğlan saçlarını taradı.

Saat sekiz buçukta gaspçının ilgisi başka bir ikiliye kaydı. Sokağın köşesindeki nalburun önünde kırmızı bir Volvo durmuştu. Ön koltukta iki adam oturuyordu. İçlerinden biri arabadan çıkıp parka girdi. Kafası keldi, bej rengi bir yağmurluk giymişti. Birkaç dakika sonra, ikinci adam da inip başka bir yönden parka girdi; tüvit ceket giyip şapka takmıştı ama paltosu yoktu. Yaklaşık on beş dakika sonra arabaya geri dönmüşlerdi, yine farklı yönlerden ve birkaç dakika arayla. Gaspçı sırtı onlara dönük, nalburun vitrinine bakarak durmuş ve adamların söylediklerini net bir şekilde duymuştu.

“Eee?”

“Hiçbir şey yok.”

“Şimdi ne yapıyoruz?”

“Lill-Jans Korusu’na gidelim mi?”

“Bu havada mı?”

“Eh…”

“Tamam. Ama sonra kahve içelim.”

“Tamam.”

Arabanın kapılarını çat diye çarpıp yola çıktılar.

Şimdiyse saat dokuza yaklaşıyordu ve gaspçı bankta oturmuş, bekliyordu.

Kadın parka girer girmez gözüne ilişti ve anında hangi patikadan yürüyeceğini anladı. Paltolu, şemsiyeli ve kocaman bir çantası olan, tıknaz, orta yaşlı bir kadındı. Yağlı biri. Belki manav ya da küçük dükkânı vardı. Gaspçı ayağa kalkıp yağmurluğunu giydi, kestirmeden çimenlerden gidip çalının arkasına çömeldi. Kadın patikadan yürüdü, neredeyse tam dibindeydi. Aralarında beş saniye, taş çatlasın on vardı. Gaspçı sol eliyle kırmızı bandanayı burnunun üstüne çekti ve sağ elinin parmaklarına muştayı geçirdi. Kadın birkaç metre ötedeydi sadece. Gaspçı çabuk hareket edip ıslak çimenlerde hiç ses çıkarmadı.

Hemen hemen hiç. Kadının yetmiş santim arkasındaydı ki kadın arkasını döndü, onu gördü ve bağırmak için ağzını açtı. Gaspçı hiç düşünmeden, ağzına olabildiğince sert vurdu. Bir çatırtı duydu. Kadın şemsiyesini düşürüp sendeledi, sonra diz çöküp çantasına iki eliyle sarıldı, sanki bebeğini koruyordu.

Gaspçı kadına tekrar vurdu ve parmaklarındaki muştanın altında burnu çatırdadı. Kadın arkaya düştü, bacakları kıvrılırken gıkı çıkmadı. Kan revan içindeydi, şuuru açık gibi görünmüyordu ama adam yine de yerden bir avuç toprak alıp kadının gözüne attı. Çantasını açmasıyla aynı saniye kadının başı bir yana düştü, çenesi açıldı ve kusmaya başladı.

El çantası, cüzdan, bir kol saati. Fena değildi.

Gaspçı parktan çıkış yolundaydı. Sanki bebeğini koruyordu, diye düşündü. Çok daha temiz bir iş olabilirdi. Geri zekâlı kaltak karı.

On beş dakika sonra evindeydi. Saat dokuz buçuk, tarih 9 Haziran 1967, Cuma’ydı. Yirmi dakika sonra yağmur yağmaya başladı.

6

Bütün gece yağmur yağdı fakat pazar sabahı yine güneş vardı, sadece arada sırada masmavi gökyüzünde uçuşan beyaz bulutların arkasında kalıyordu. 10 Haziran’dı, yaz tatili başlamıştı ve cuma akşamı şehirden çıkış yolunda uzun bir araba kuyruğu vardı. İnsanlar, kırsaldaki evlerinin, tekne iskelelerinin ve kamp alanlarının yolunu tutmuştu. Fakat şehir hâlâ kalabalıktı, ne de olsa hafta sonu hava güzeldi ve buradaki insanlar park ve havuzların yarattığı yapmacık kırsal hayat algısıyla yetinecekti.

Saat dokuzu çeyrek geçiyordu ve Vanadis Havuzları giriş kulübesinde kuyruk oluşmuştu bile. Güneşe hasret Stockholm’lüler, biraz yüzme açlığı içinde Sveavägen’den çıkan patikalara üşüşmüştü.

Frej Caddesi’nde iki şüpheli gölge kırmızı ışıkta geçti. Biri kot ve merserize kazak giymişti, diğeri siyah pantolon ve sol yandaki göğüs cebi şüpheli bir şekilde kabarık duran, kahverengi bir ceket. Güneşe uyku mahmuru gözlerle bakarak yavaş yavaş yürüdüler. Ceketinde kabartı olan adam yalpaladı, az daha bir bisikletliye çarpacaktı. Açık gri bir yazlık takım elbise giymiş, arkasındaki bagaj kutusunda ıslak bir mayo taşıyan, 60 yaşlarında, atletik bir bisikletliydi. Bisikletli adam sendeleyip tek ayağını yere koymak zorunda kaldı.

“Sakar salaklar!” diye bağırdı ve havalı havalı pedal çevirerek uzaklaştı.

“Aptal moruk bozuntusu,” dedi ceketli adam. “Tam milyoner tipi var. Ulan, asıl sen beni yere devirecektin neredeyse. Yere düşüp şişeyi kırabilirdim.”

Kaldırımda sinirlenerek durdu, felaketin kıyısından nasıl kıl payı kurtulduğunu düşününce ürperdi ve ceketindeki şişeye elini koydu.

“Peki sence parasını öder miydi? Hiç sanmam. Norr Mälarstrand’da güzel dairesinde oturmuş, buzdolabının içi şampanya doludur ama orospu çocuğu, zavallı bir herifin içki şişesini kırsa, onun bile parasını ödemek aklının ucundan geçmez. Pislik!”

“Ama kırmadı ya,” diye sessizce karşı çıktı arkadaşı.

İkinci adam ondan çok daha genç yaştaydı; siniri zıplamış arkadaşının koluna girip onu parka soktu. Eğimi tırmandılar, diğerleri gibi havuzlara değil giriş kapısından uzağa geçtiler. Ardından Stefan Kilisesi’nden çıkan, tepeye giden patikaya saptılar. Dik bir yokuştu, hemen nefes nefese kaldılar. Yokuşun yarısında genç olan şöyle dedi:

“Bazen kulenin arkasındaki çimenlikte bozuk paralar oluyor. Bir gece önce poker oynamışlarsa tabii. Tekel kapanmadan bir yarım şişelik daha para toplayabiliriz…”

 

Günlerden cumartesiydi ve tekel saat birde kapanıyordu.

“Çok beklersin. Dün hava yağmurluydu.”

“Evet,” dedi genç olan iç çekerek.

Patika havuzların bulunduğu kapalı alanın etrafında dönüyordu, her taraf yüzmeye gelenlerle doluydu. Kimileri o kadar yanık tenliydi ki siyahilere benziyorlardı, bazıları gerçekten siyahiydi fakat çoğunluğu uzun bir kışın ardından Kanarya Adaları’na bile gidememiş olduklarından bembeyazdı.

“Hey, bir dakika,” dedi genç olan. “Hadi gel, kızlara bakalım.”

Yaşı daha büyük olan adam yürümeye devam edip omzunun üstünden cevap verdi:

“Hayatta olmaz. Hadi gel, susuzluktan dilim damağıma yapıştı.”

Parkın en tepesindeki su kulesine doğru yürümeye devam ettiler. Kasvetli binanın etrafından dönünce su kulesinin arkasındaki arazinin onlara kaldığını görüp sevindiler. Yaşı büyük olan adam çimenlere oturdu, şişeyi çıkarıp kapağını açmaya başladı. Daha genç olan adam diğer taraftan yokuşun en tepesine tırmanmaya devam etti, kırmızıya boyalı ahşap bir çit bel vermişti.

“Jocke!” diye seslendi. “Gel burada oturalım. Bakarsın birileri geçer.”

Jocke ayağa kalktı, burnundan astımlı gibi soluyarak, elinde içki şişesiyle diğer adamı takip etti, genç adam yamaçtan aşağı inmeye başlamıştı.

“Bak burası tam ideal,” diye seslendi genç, “şu çalının yanında…” Ansızın durup öne eğildi.

“Tanrım!” diye fısıldadı boğazı kuruyarak. “Yüce Tanrım!”

Jocke arkasından geldi, yerdeki kızı gördü, yana dönüp kustu.

Kız, vücudunun üst kısmı, bir çalının altına yarı gömülmüş vaziyette yerde yatıyordu. İki yana ayrık duran bacakları nemli kumlara uzanmıştı. Suratı bir yana dönüktü, mavimsiydi ve ağzı açıktı. Sağ kolu başının üstünde kıvrılmıştı ve sol eli avucu yukarı bakacak şekilde kalçasının dibinde yerdeydi.

Uzun, sarımsı saçları yanağının üstüne düşmüştü. Kızın ayakları çıplaktı, üstünde bir etek ve çizgili tişört vardı, tişörtü açılmış, beli ortadaydı.

Yaklaşık dokuz yaşındaydı.

Hiç kuşku yoktu ki ölüydü.

Jocke ve arkadaşı, Surbrunns Caddesi’ndeki karakola vardığında saat ona beş vardı. Vanadis Parkı’nda gördüklerini o sırada nöbette olan Granlund adlı bir polise anlatırken geveleyip durdular, oldukça gergindiler. On dakika sonra Granlund ve dört polis, olay yerindeydi. Bundan on iki saat önce bir gasp vakası için parkın başka bir noktasına dört polis çağrılmıştı. Saldırı ile ihbar arasında yaklaşık bir saat geçmişti, herkes saldırganın parktan ayrıldığını varsaymıştı. Dolayısıyla alanı detaylı incelememişlerdi ve o esnada kızın cesedi orada mıydı, değil miydi, söyleyemezlerdi.

Beş polis, kızın ölü olduğuna kanaat getirdi. Anlayabildikleri kadarıyla, kız elle boğulmuştu. Şu an için tek yapabildikleri buydu.

Olay yeri inceleme ve teknik departmandan gelecekleri beklerken oradaki görevleri, meraklı bir kalabalığın birikmesini engellemekti.

Suç mahalline göz atan Granlund, merkezdeki adamların işinin kolay olmayacağını anladı. Ceset oraya konduktan bir süre sonra çok yağmur yağmıştı. Öte yandan, kızın kim olduğunu bildiğini düşünüyordu ve bu bilgi onu pek mutlu etmedi.

Bir gece önce, saat 11’de, endişeli bir anne polis karakoluna gelmiş ve kızını aramaları için yalvarmıştı. Kız sekiz buçuk yaşındaydı. Saat yedi civarı oyun oynamak için dışarı çıkmıştı ve o saatten beri çocuktan haber alınamıyordu. Dokuzuncu bölge, merkezi alarma geçirmişti ve devriye gezen polislere kızın eşkâli gönderilmişti. Hastanelere bakılmıştı.

Maalesef, verilen tarifle bu kız uyuyordu.

Granlund’un bildiği kadarıyla, kayıp kız bulunamamıştı. Ayrıca, Vanadis Parkı yakınlarında Sveavägen’de yaşıyordu. Bundan hiç şüphesi yoktu.

Kızın anne babasının evde diken üstünde bekleyişlerini düşündü ve içten içe, onlara gerçeği açıklayan kişi olmak istemiyordu.

Nihayet olay yeri memurları geldiğinde Granlund sanki ezelden beri güneşin altında, kızın yanında dikiliyormuş gibi hissetti.

Uzmanlar işlerine koyulur koyulmaz, Granlund onları rahat bıraktı ve karakola doğru yürüdü, ölü kızın görüntüsü gözlerine kazınmıştı.

7

Kollberg ve Rönn, Vanadis Parkı’ndaki olay yerine vardıklarında, su kulesinin arkasındaki alan şeritle çevrilmişti. Fotoğrafçı işini bitirmişti ve doktor, cesedin rutin incelemesiyle meşguldü.

Zemin hâlâ nemliydi ve cesedin yakınındaki izler tazeydi, çok büyük ihtimalle kızın cesedini bulan iki adama aittiler. Kızın sandaletleri ta ileride kırmızı çitin yakınlarındaki eğimde duruyordu.

Doktor işini bitirince Kollberg ona gidip, “Eee?” diye sordu.

“Boğazlamışlar,” dedi doktor. “Bir çeşit tecavüz. Olabilir.”

Omuz silkti.

“Ne zaman?”

“Dün akşam saatlerinde. En son ne zaman yemek yemiş öğrenelim ve…”

“Biliyorum. Sence burada mı olmuş?”

“Burada olmadığına dair bir işaret bulamadım.”

“Hayır,” dedi Kollberg. “Bu kadar çok yağmur yağmasa olmazdı sanki.”

“Hıh,” dedi doktor, arabasına doğru yürüyüp gitti.

Kollberg bir yarım saat daha orada kaldı, sonra Surbrunns Caddesi’ndeki istasyona gitmek için dokuzuncu bölgeden bir arabaya bindi.

Başkomiser masasında bir ihbarnameyi okurken Koll-berg odasına girdi. Adama merhaba deyip raporu kenara koydu. Bir sandalyeyi işaret etti. Kollberg oturdu ve, “İğrenç bir iş,” dedi.

“Evet,” dedi başkomiser. “Herhangi bir şey buldun mu?”

“Bildiğim kadarıyla hayır. Sanırım yağmur her şeyi berbat etmiş.”

“Sence ne zaman olmuş? Dün akşam orada bir saldırı vakası da olmuş. Ben de tam onun raporunu okuyordum.”

“Bilmiyorum,” dedi Kollberg. “Onu taşıdıktan sonra bakacağız.”

“Sence aynı adam olabilir mi? Kız onun saldırıyı yaptığını görmüştür falan?”

“Eğer tecavüze uğradıysa, aynı adam olma ihtimali çok düşük. Aynı zamanda sapık bir gaspçı… Biraz fazla,” dedi Kollberg muğlakça.

“Tecavüz mü? Doktor öyle mi dedi?”

“Mümkün dedi.”

Kollberg iç geçirip çenesini sıvazladı.

“Beni arabayla buraya getiren çocuklar, kızın kim olduğunu bildiğinizi söyledi.”

“Evet,” dedi başkomiser. “Öyle gözüküyor. Granlund az önce içerideydi ve dün gece annesinin getirdiği fotoğrafa bakarak kimliği teşhis etti.”

Başkomiser bir dosya açtı, bir fotoğraf çıkarıp Kollberg’e verdi. Vanadis Parkı’nda şu anda ölü yatan kız, burada bir ağaca yaslanmış, güneşe bakarak gülüyordu. Kollberg başıyla onaylayıp resmi geri verdi.

“Anne babasının haberi var mı…”

“Hayır,” dedi başkomiser.

Önündeki not defterinden bir sayfa koparıp Kollberg’e verdi.

Kollberg, “Bayan Karin Carlsson, Sveavägen 83 numara,” diye sesli okudu.

“Kızın adı Eva’ymış,” dedi başkomiser. “İyisi mi biri… sen gitsen iyi olur. Şimdi. Annesi daha tatsız bir biçimde öğrenmeden.”

“Durum yeterince tatsız zaten,” diye iç geçirdi Kollberg.

Başkomiser onu ciddiyetle süzdü ama hiçbir şey demedi.

“Neyse, burası sizin bölgeniz sanıyordum,” dedi Koll-berg. Yine de ayağa kalkıp devam etti:

“Tamam tamam, ben giderim. Birisi yapmak zorunda.”

Kapının eşiğinde arkasını dönüp konuştu:

“Teşkilatta neden az adam var, belli oldu. Polis olmak için deli olmak lazım.”

Arabasını Stefan Kilisesi’nin orada bıraktığı için Sevavägen’e yürümeye karar verdi. Ayrıca kızın anne babasıyla tanışmayı geciktirmek istiyordu.

Güneş parlıyordu ve gece yağan yağmurun bütün izleri kurumuştu. Kollberg onu bekleyen görevi düşününce biraz midesi bulandı. En iyi ifadeyle gönülsüzdü. Daha önce de buna benzer görevlere zorlanmıştı fakat şimdi, mesele ölen bir çocuk olduğundan önündeki sıkıntı daha fenaydı. Keşke Martin burada olsaydı, diye düşündü; o böyle konularda benden çok daha iyi. Ardından Martin Beck’in bu tür durumlarda hep ne kadar depresif göründüğünü hatırlayıp şöyle düşündü: Hah, bunu kim yaparsa yapsın, herkes için zor bir durum.

Ölen kızın yaşadığı apartman Vanadis Parkı’nın tam karşısındaydı, Surbrunns Caddesi ile Frej Caddesi’nin ortasındaydı. Asansör çalışmıyordu ve Kollberg beş katı yürüyerek çıkmak zorunda kaldı. Bir saniye ayakta durup nefesini düzene soktuktan sonra zili çaldı.

Kadın kapıyı neredeyse anında açtı. Üstünde kahverengi, uzun bir elbise ve ayaklarında sandalet vardı. Sarı saçları darmadağınıktı, sanki durmadan parmaklarını arasından geçirmişti. Kollberg’i görünce hüsranla yüzü düştü, sonra ifadesi umut ve korku arasında gidip geldi.

Kollberg kimliğini gösterip kadına çaresiz, soru soran gözlerle baktı.

“Girebilir miyim?”

Kadın kapıyı ardına kadar açıp arkaya adım attı. “Onu bulamadınız mı?” dedi.

Kollberg cevap vermeden içeri girdi. Daire iki odadan oluşuyor gibiydi. Dış taraftaki odada bir yatak, kitaplık, bir çalışma masası, televizyon, şifonyer ve alçak, tik bir sehpanın iki yanında tekli iki koltuk vardı. Yatak topluydu, tahminen o gece kimse orada uyumamıştı. Mavi yatak örtüsünün üstünde bir bavul açık duruyordu, hemen yanında da düzgünce katlanmış giysiler. Bavulun tutma yerine ütülenmiş iki yazlık elbise asılmıştı. İçteki odanın kapısı açıktı; Kollberg kitap ve oyuncaklarla dolu, maviye boyanmış bir kitaplık gördü. En üstte beyaz bir oyuncak ayı vardı.

“Sakıncası yoksa, oturabilir miyiz?” diye sordu Koll-berg ve tekli koltuklardan birine oturdu.

Kadın ayakta kalıp şöyle dedi:

“Ne oldu? Onu buldunuz mu?”

Kollberg kadının gözlerindeki dehşet ve paniği gördü, onu sakin tutmaya çalıştı.

“Evet,” dedi. “Lütfen oturun, Bayan Carlsson. Kocanız nerede?”

Kadın, Kollberg’in karşısındaki koltuğa oturdu.

“Kocam yok. Boşandık. Eva nerede? Ne oldu?”

“Bayan Carlsson, ne yazık ki kızınız ölü bulundu.”

Kadın bakakalmıştı.

“Hayır,” dedi. “Hayır.”

Kollberg ayağa kalkıp kadının yanına gitti.

“Yanınızda olacak bir yakınınız var mı? Anneniz ya da babanız?”

Kadın olumsuz anlamda kafa salladı.

“Bu doğru değil,” dedi.

Kollberg elini kadının koluna koydu.

“Çok ama çok üzgünüm, Bayan Carlsson,” dedi beceriksizce.

“Ama nasıl? Şehir dışına çıkacaktık…”

“Henüz emin değiliz,” diye cevap verdi Kollberg. “Kızınızın… öldürüldüğünü düşünüyoruz…”

“Öldürüldü mü? Cinayet mi?”

Kollberg başıyla onayladı.

Kadın gözlerini kapadı, kaskatı ve kıpırtısız oturdu. Sonra gözlerini açıp başını iki yana salladı.

“Eva değildir,” dedi. “Eva değildir. Siz sakın… sakın bir hata yapmış olmayın.”

“Hayır,” dedi Kollberg. “Ne kadar üzüntü duyduğumu anlatamam, Bayan Carlsson. Arayabileceğim birisi yok mu? Buraya çağırabileceğim birisi? Anneniz, babanız ya da herhangi birisi?”

“Hayır, onlar olmaz. Kimseyi burada istemiyorum.”

“Eski kocanız?”

“Malmö’de yaşıyor galiba.”

Kadının suratı kül gibiydi, gözlerinin içi boştu. Koll-berg, kadının olan biteni hâlâ tam kavramadığını gördü, zihinsel bir bariyer koymuştu ve hakikatin oradan geçmesine izin vermiyordu. Kollberg aynı tepkiyi daha önce de görmüştü ve kadının daha fazla direnemediğinde çökeceğini biliyordu.

“Doktorunuz kim, Bayan Carlsson?” diye sordu Koll-berg.

“Doktor Ström. Çarşamba günü oradaydık. Eva’nın günlerdir karnı ağrıyordu ve köye gidecektik, en iyisi dedim onu…”

Birden susup diğer odanın girişine baktı.

“Eva hiç hasta olmaz. Bu karın ağrısı da hemen geçti. Doktor üşütmüş dedi.”

Bir süre sessizce oturdu. Arkasından, Kollberg’in kelimeleri zor yakalayabileceği kısık bir sesle şöyle dedi:

“Şimdi yine iyi.”

Kollberg kadına baktı, kendini çaresiz ve salak gibi hissediyordu. Ne diyeceğini ya da ne söyleyeceğini bilmiyordu. Kadın yüzü kızının odasının kapısına dönük oturuyordu. Kollberg çılgınlar gibi diyecek bir söz arıyordu ki kadın aniden ayağa kalkıp yüksek, tiz bir sesle kızının adını çağırdı. Sonra diğer odaya koştu. Kollberg onu takip etti.

Oda aydınlıktı ve hoş döşenmişti. Bir köşede kırmızıya boyanmış bir kutuda oyuncaklar ve dar yatağın ayak ucunda eski moda bir bebek evi yer alıyordu. Çalışma masasında bir yığın okul kitabı vardı.

Kadın hâlâ yatağın ucunda oturuyordu, dirseklerini dizlerine dayamış, yüzünü avuçlarına gömmüştü. Öne arkaya sallandı ve Kollberg ağlayıp ağlamadığını duyamadı.

Kadına bir an baktı, sonra telefonu gördüğü hole çıktı. Telefonun yanında bir rehber duruyordu ve tam tahmin ettiği gibi, Doktor Ström’ün numarasını oracıkta buldu.

Kollberg durumu açıklarken doktor dinledi ve beş dakika sonra geleceğine söz verdi.

Kollberg hâlâ bıraktığı yerde oturan kadının yanına gitti. Kadın hiç ses çıkarmıyordu. Kollberg onun yanına oturup bekledi. İlk başta kadına dokunmaya cesaret edebilir miyim diye merak etti fakat sonra bir kolunu, dikkatlice kadının omzuna koydu. Kadın, onun varlığından bihaber gibiydi.

Doktorun zili çalmasıyla odadaki sessizlik bölünene kadar bu şekilde oturdular.