Savoy Cinayeti

Tekst
Sari: Martin Beck #6
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

5

Viktor Palmgren, perşembe akşamı saat yedi otuz üçte ölmüştü. Ölümüne dair yapılan resmî açıklamadan yarım saat önce, durumuyla ilgilenen doktorlar, bünyesinin sağlam olduğunu ve sağlık durumunun da ciddi bir tehlikesi olmadığını söylemişti.

Adamın tek sorunu, kafasında bir kurşun olmasıydı.

Ölüm esnasında karısı, iki beyin cerrahı, iki hemşire ve Lund polis merkezinden dedektif komiser yanındaydı. Ameliyatın yüksek risk taşıdığına dair ortak bir karara varılmıştı ki sıradan bir insan bile bunun mantıklı olduğunu anlardı. Çünkü Palmgren’in ara sıra şuuru açılıyordu, hatta bir keresinde, onunla iletişim bile kurabilmişlerdi.

O esnada perişan hâldeki polis, ona iki soru sormuştu: “Sizi vuran adamı iyice görebildiniz mi?” ve “Adamı tanıyor muydunuz?”

Verdiği cevaplar muğlaktı, birinci sorunun cevabı olumluydu ve ikincinin cevabı olumsuzdu. Palmgren katili olacak kişiyi görmüştü ama hayatında ilk ve son kez.

Yani bu bilgilerle durum daha da açıklığa kavuşmuyordu. Malmö’de ise Månsson’un suratı ağır çizgilerle buruşmuştu ve yatağının ya da en azından temiz bir gömleğin özlemini çekiyordu.

Dayanılmaz derecede sıcak bir gündü ve polis merkezinde klima yoktu.

Elindeki tek ufacık ipucunu kaçırmışlardı. Ah şu Stockholm’lüler, diye düşündü Månsson.

Ancak Skacke’yi düşündüğü için dışından söylemedi bunu. Bu genç polis hassastı.

Ayrıca, bu ipucu çok da değerli miydi, onu da bilmiyordu.

Belki de koftu.

Yine de işte. Danimarka polisi, Springeren çalışanlarını sorguya çekmişti ve Malmö’den Kopenhag’a akşam dokuz seferindeki gemide, bir adam hosteslerden birinin dikkatini çekmişti çünkü adam otuz beş dakikalık yolculuğun ilk kısmı boyunca kıç güvertesinde kalmak istemişti. Dış görünüşü, en çok da giysileri verilen tarife uyuyordu.

Elde bir şeyler var gibiydi.

Gerçek şu ki bu deniz otobüslerinin güvertesinde ayakta durulmazdı çünkü bunlar gemiden çok uçağa benzerdi. Hatta yolculuk esnasında açık havada durmanıza bile izin verilmeyebilirdi. Adam sonunda aşağı yürümüş ve koltuklardan birine oturmuştu. Vergisiz çikolata, alkol ya da sigara satın almamış ve bu nedenle arkasında herhangi bir yazılı not bırakmamıştı. Bir şey satın almak için, basılı bir sipariş formu doldurmak gerekiyordu.

Bu kişi, neden olabildiğince uzun süre güvertede kalmaya çalışmıştı acaba?

Belki de suya bir şey atmak için.

Ama ne?

Silahı mı yoksa?

Eğer aynı kişiyse, bu durumda silahtan kurtulmak istemiş olabilirdi.

Eğer bahsi geçen adam deniz tutmasından korkuyorsa, bu yüzden temiz hava almak istemiş de olabilirdi.

“Eğer, eğer, eğer,” diye kendi kendine mırıldandı Månsson ve dişlerinin ortasındaki kürdanı kırdı.

Çok berbat bir gündü. İlk olarak, içeride oturmak mecburiyetindeysen, sıcaklık tahammül edilemez raddedeydi. Dahası, pencerelerin ardında, yakıcı ikindi güneşine tamamen maruz kalıyordunuz. İkincisi, eli kolu bağlı beklemek de dayanılacak gibi değildi. Bilgi beklemek, onlarla bir türlü temasa geçmeyen tanıkları beklemek zorundaydı.

Olay yeri incelemesi kötü gidiyordu. Yüzlerce parmak izi bulunmuştu fakat bunların Viktor Palmgren’i vuran adama ait olduklarını varsaymak için hiçbir neden yoktu. En büyük umutları penceredeydi fakat camda kalan birkaç iz de tespit edilemeyecek kadar bulanıktı.

Backlund, boş kovanı bulamadığı için çok sinir olmuştu.

Bu yüzden defalarca telefon etti.

“Nereye gitmiş olabilir, anlamıyorum,” dedi sinirle.

Månsson bu sorunun cevabı o kadar kolay ki Backlund bile çözebilmiş olmalıydı, diye düşündü. Bu yüzden inceden alayla şöyle dedi, “Bir teorin olursa haber ver.”

Hiçbir ayak izi de bulamadılar. Yemek salonunda o kadar insan dolaştığından ve duvardan duvara halıda ayak izi çıkarmak zor olduğundan bu sonuç da oldukça doğaldı. Pencere dışında, adam bir pervaza basmış, oradan kaldırıma atlamıştı. Çiçekleri bir güzel ezmişti fakat Adli Tıp uzmanlarına pek bilgi bırakmamıştı.

“Şu akşam yemeği,” dedi Skacke.

“Evet, ne olmuş?”

“Özel bir toplantıdan çok, sanki iş yemeğine benziyor.”

“Olabilir,” dedi Månsson. “Masada oturanların listesi elinde mi?”

“Hemen burada.”

Viktor Palmgren, yönetim kurulu başkanı, Malmö, 56

Charlotte Palmgren, ev kadını, Malmö, 32

Hampus Broberg, bölge müdürü, Stockholm, 43

Helena Hansson, özel sekreter, Stockholm, 26

Ole Hoff-Jensen, bölge müdürü, Kopenhag, 48

Birthe Hoff-Jensen, ev kadını, Kopenhag, 43

Mats Linder, başkan yardımcısı, Malmö, 30

“Hepsi de Palmgren’in şirketlerinde çalışıyor olmalı,” dedi Månsson.

“Öyle görünüyor,” dedi Skacke. “Hepsi bir kez daha kapsamlı bir sorguya çekilmeli, tabii ki.”

Månsson derin bir nefes verip coğrafi dağılımı düşündü. Jensen çifti bir önceki akşam Danimarka’ya dönmüştü bile. Hampus Broberg ve Helena Hansson, sabah uçağıyla Stockholm’e gitmişti ve Charlotte Palmgren Lund’daki hastanede kocasının yatağının başındaydı. Sadece Mats Linder hâlâ Malmö’deydi. Ondan bile emin değillerdi. Palmgren’in sağ kolu olarak sık sık seyahat ediyordu.

Böylece talihsizlikler, ölüm haberiyle birlikte doruğa ulaşmıştı. Haberi sekize çeyrek kala aldılar ve dosya otomatik olarak cinayet dosyasına dönüştü.

Ama durum daha da kötüleşecekti.

Saat on buçuktu, oturmuş kahve içiyorlardı, gözleri çukura kaçmış, avurtları çökmüştü. Telefon çalınca Månsson açtı.

“Evet, benim, Dedektif Komiser Månsson.”

Hemen arkasından:

“Anladım.”

Bu cümleyi üç kere tekrarladı, hoşça kal demeden telefonu kapattı.

Skacke’ye bakıp şöyle dedi, “Bu artık bizim davamız değil. Merkezden birisini gönderiyorlar.”

“Kollberg olmasın,” dedi Skacke tedirgince.

“Hayır, tabii ki sadece Martin Beck. Yarın sabah gelecekmiş.”

“Şimdi ne yapacağız?”

“Eve gidip yatacağız tabii ki,” diyen Månsson ayağa kalktı.

6

Stockholm’den kalkan uçak Bulltofta’ya indiğinde Martin Beck kendini iyi hissetmiyordu.

Uçmaktan hiç hoşlanmazdı ve bu cuma sabahı da dün akşamki partinin olumsuz etkilerini taşıyordu. Bu durum seyahatini daha da tatsızlaştırmıştı.

Bir nebze serin olan kabinden iner inmez onu sıcak, ağır hava karşıladı ve daha merdivenleri inmeden terlemeye başladı. İç hatlar geliş terminaline yürürken asfalt ayaklarının altında yumuşacıktı.

Taksinin içi, açık cama rağmen hamam gibiydi ve arka koltuğun sahte deri döşemesi, incecik gömleğinden alev alev yakıyordu.

Martin Beck, Månsson’un onu emniyette beklediğini biliyordu ama önce otele gidip duş almak ve üstünü değiştirmek istedi. Bu kez her zaman yaptığı gibi St Jörgen’de değil Savoy’da bir oda ayırtmıştı.

Kapıdaki görevli onu o kadar abartılı selamladı ki Martin Beck bir an için onu uzun zamandır beklenen önemli bir müşteri sandıklarını düşündü.

Oda ferah ve serindi, kuzeye bakıyordu. Martin Beck pencereden kanalı ve tren garını, limanın ötesini ve Kockum rıhtımının ilerisinde de Öresund Boğazı’ndan Kopenhag’a doğru yola çıkmış, mavilikte gözden kaybolan beyaz bir deniz otobüsü görebiliyordu.

Martin Beck soyunup odada çıplak gezerek bavulunu boşalttı. Sonra banyoya girip uzun, soğuk bir duş aldı.

Temiz iç çamaşırı ve temiz bir gömlek giydi, giyinmesi bitince gar saatinin tam on ikiyi gösterdiğini fark etti. Polis merkezine taksi tuttu ve doğruca Månsson’un odasına yürüdü.

Månsson avluya bakan tüm pencereleri ardına kadar açmıştı, günün bu saatinde güneş almıyordu. Gömlekle oturuyor, bir yığın kâğıdı karıştırırken bira içiyordu.

Selamlaşmalarından sonra Martin Beck ceketini çıkardı, boş sandalyeye oturdu ve bir Florida yaktı; Månsson da ona kâğıt yığınını verdi.

“Başlangıç olarak bu rapora bakabilirsin. Gördüğün üzere, olay daha en başından kötü ele alındı.”

Martin Beck sayfaları dikkatlice okudu ve sonra Månsson’a sorular sordu, o da raporda yazmayan ayrıntılar hakkında onu aydınlattı. Månsson aynı zamanda Kristiansson ve Kvant’ın Karolinskavägen’deki davranışının Rönn tarafından yumuşatılmış bir versiyonunu aktardı. Gunvald Larsson bu olayla alakadar bile olmak istemiyordu.

Martin Beck okuduktan sonra kâğıtları önündeki masaya koydu. “Öncelikle tanıkları adamakıllı sorguya çekmeliyiz, orası belli. Bu gerçekten de pek verimli olmamış. Şu garip tabirle ne demek istemişler ki?”

Sayfalardan birini çıkarıp okudu, “‘Suç işlendiği esnada olay yerinde bulunan saatlerin farklı zamanı göstermeleri göz önünde tutularak…’ Bu ne demek oluyor ki?”

Månsson omuz silkti.

“Bunu yazan Backlund,” dedi. “Backlund’la tanışmışsındır?”

“Ah, o. Anladım,” dedi Martin Beck.

Backlund’la tanışmıştı. Bir kere. Yıllar önce. O da yetmişti.

Bir araba avluya girip pencerenin tam altında durdu.

Sonra gürültüler duyuldu, kapılar çat diye kapandı, insanlar koştu ve Almanca bağırış çağırışlar oldu.

Månsson yavaşça kalkıp dışarıya baktı.

“Gustav Adolf Meydanı’nda iyi bir temizlik yaptılar herhâlde,” dedi, “ya da rıhtımda. Orada güvenlik önlemlerini genişlettik ama çoğunlukla yakalananlar, cebinde bir avuç esrarla takılan ergenler oluyor. Büyük sevkiyatları ya da gerçekten tehlikeli torbacıları enselediğimiz az olmuştur.”

“Bizde de durum öyle.”

Månsson pencereyi kapatıp oturdu.

“Skacke nasıl?” diye sordu Martin Beck.

“İyi,” dedi Månsson. “Hırslı bir çocuk. Evde oturup her gece ders çalışıyor. İyi de iş çıkarıyor, çok dikkatli, daha temkinli. O hatasından büyük ders çıkarmış. Bu arada, Kollberg değil de senin geldiğini duyunca çok rahatladı.”

Bir yıldan kısa süre önce, Benny Skacke, Kollberg’in, Arlanda havaalanında birlikte tutuklamak üzere oldukları adam tarafından karnından bıçaklanmasına doğrudan sebep olmuştu.

“Futbol takımı için de iyi olmuş diye duydum,” dedi Månsson.

 

“Öyle mi?” dedi Martin Beck ilgisizce. “Şimdi ne yapıyor?”

“Palmgren’in grubundan birkaç masa ötede oturan şu adama ulaşmaya çalışıyor. Adamın adı Edvardsson ve Arbetet gazetesinde düzeltmen. Geçen çarşamba sorguya alacaktık ama çok sarhoştu ve dün de ona ulaşamadık. Muhtemelen akşamdan kalma hâlde evdeydi de kapıyı açmadı.”

“Eğer Palmgren vurulduğunda sarhoşsa, tanık olarak pek işe yaramaz,” dedi Martin Beck. “Palmgren’in karısını ne zaman sorguya alabiliriz?”

Månsson birasından bir yudum alıp ağzını elinin tersiyle sildi.

“Bugün öğleden sonra umarım. Ya da yarın. Onunla sen ilgilenmek ister misin?”

“Kendin yapsan daha iyi olabilir. Palmgren hakkında benden daha fazla bilgi sahibisindir.”

“Pek sanmıyorum,” dedi Månsson. “Ama tamam, karar senin. Skacke adama ulaşırsa Edvardsson’la sen konuşabilirsin öyleyse. İçimden bir ses, her şeye rağmen onun en değerli tanığımız olduğunu söylüyor. Bira ister misin? Maalesef ısınmış.”

Martin Beck hayır anlamında başını salladı. Susuzluktan ağzı kurumuştu ama ılık bira ilgisini hiç çekmiyordu.

“Kantine gidip biraz maden suyu alsak ya?” dedi.

İkisi birlikte barda dikilip birer maden suyu içtiler, sonrasında Månsson’un odasına geri döndüler. Benny Skacke ziyaretçi sandalyesinde oturmuş, defterinden bir şey okuyordu. Onlar içeri girince hemen ayağa kalktı, Martin Beck ile tokalaştılar.

Månsson, “Eee, Edvardsson’a ulaştın mı?” diye sordu.

“Evet, nihayet. Şu anda gazetedeymiş ama saat üçte eve dönecekmiş,” dedi Skacke.

Notlarına göz attı.

“Kamrer Caddesi, 2 numara.”

“Arayıp üçte geleceğimi söyle,” dedi Martin Beck.

* * *

Kamrer Caddesi’ndeki apartman, bir dizi yeni bina içinde ilk biten binaya benziyordu; sokağın karşı tarafında yakında daha yeni ve büyük apartmanlara yer açmak için buldozerlerin hışmına uğrayacak, boşaltılmış eski evler yer alıyordu.

Edvardsson en üst katta oturuyordu, Martin Beck zili çalar çalmaz kapıyı açtı. Yaklaşık elli yaşındaydı, zeki bir yüzü, dikkat çeken bir burnu ve ağzının kenarlarında derin çizgileri vardı. Kapıyı ardına kadar açmadan evvel Martin Beck’e gözlerini kısarak, “Başkomiser Beck mi? İçeri girin,” dedi.

Martin Beck önden odaya girdi, içerisi az mobilyayla döşenmişti. Duvarlar kitap raflarıyla doluydu ve cam kenarındaki çalışma masasında bir daktilo, rulosunda da yarı yazılmış bir sayfa duruyordu.

Edvardsson odadaki tek koltuğun üstünden bir tomar gazeteyi kaldırdı. “Lütfen oturun, size içecek bir şeyler getireyim. Dolapta soğuk biram var.”

“Bira çok iyi olur,” dedi Martin Beck.

Adam mutfağa girdi, elinde iki bardak ve iki şişe birayla geri döndü.

“Beck birası,” dedi. “Çok yakıştı, hı?”

Birayı bardaklara boşaltınca koltuğa oturup bir kolunu koltuğun sırtına attı.

Martin Beck biradan büyük bir yudum içti, soğuktu ve bu bunaltıcı sıcakta çok iyi gelmişti. Sonra şöyle dedi, “Yani, neden geldiğimi zaten biliyorsunuz.”

Edvardsson başıyla onaylayıp bir sigara yaktı.

“Evet, Palmgren hakkında. Vefatına çok da üzüldüğümü söyleyemem.”

“Onun hakkında bilginiz var mıydı?” diye sordu Martin Beck.

“Şahsen mi? Yok, tanımıyordum. Fakat ona rastlamamak mümkün değil. Bende otoriter, kibirli bir adam izlenimi bırakmıştı, eh, ben öyle tiplerle hiç geçinemem.”

“Ne demek bu? ‘Öyle tipler’ yani?”

“Paranın her şey olduğuna inanan ve parayı edinmek için her yolu mübah bulan tipler.”

“Hakkındaki düşüncelerinizi netleştirmek isterseniz sizden Palmgren hakkında daha fazlasını daha sonra dinlemek isterim fakat önce bir şey öğrenmek istiyorum. Saldırganı gördünüz mü?”

Edvardsson elini saçında gezdirdi, saçları biraz dağınıktı ve alnına dalga dalga düşüyordu.

“Maalesef bu konuda çok yardımcı olamayacağım. Ben oturmuş bir şeyler okuyordum ve adam pencereden çıkmak üzereyken ancak tepki gösterebildim. İlk önce Palmgren dikkatimi çekti, sonra saldırganı gördüm ama göz ucuyla. Çok hızlı kaçtı, tekrar pencereye doğru baktığımda, adam sırra kadem basmıştı bile.”

Martin Beck cebinden buruşuk bir Florida paketi çıkarıp bir tane yaktı.

“Dış görünüşü hakkında bir fikriniz var mı?” diye sordu.

“Koyu renk giysiler giydiği kalmış aklımda, herhâlde takım elbise ya da birbirine uyumsuz bir spor ceket ve pantolon. Bir de sanırım genç birisi değildi. Ama bu sadece aklımda kalan bir izlenim; adam otuz, kırk ya da elli yaşında olabilirdi ama bundan çok daha yaşlı ya da genç olacağını sanmam.”

“Siz restorana girdiğinizde Palmgren’in grubu masada oturuyor muydu?”

“Hayır,” dedi Edvardsson. “Onlar geldiğinde ben yemeğimi yemiş, bir viski içmiştim. Burada yalnız yaşıyorum ve bazen bir restoranda oturup kitap okumak hoşuma gider, sonuçta orada bayağı uzun süre otururum.”

Durakladı, biraz sonra ekledi, “Bana bayağı tuzluya mal olsa da tabii.”

“Bu toplantıda Palmgren haricinde dikkatinizi çeken birileri oldu mu?”

“Karısı ve Palmgren’in sağ kolu olduğu söylenen o genç adam vardı. Diğerlerini tanımıyordum ama bence onlar da çalışanlarıydı. İkisi Danca konuşuyordu.”

Edvardsson pantolonunun cebinden bir mendil çıkarıp alnındaki teri sildi. Beyaz gömlek giymiş, kravat takmıştı, altında polyester pantolon ve ayakkabı vardı. Gömleği terden sırılsıklamdı. Martin Beck kendi gömleğinin sıcaktan vücuduna yapıştığını hissetti.

“Ne konuştuklarını duyabildiniz mi?” diye sordu.

“Doğrusunu isterseniz, evet, duydum. Ben çok meraklıyımdır ve insanları incelemek çok eğlenceli, o yüzden evet, biraz kulak kabartmıştım. Palmgren ile Danimarkalı iş konuşuyordu, neyle ilgili olduğunu tam duyamadım ama birkaç defa Rodezya ismi geçti. Palmgren’in kırk tarakta bezi vardı. Kendisi bile bir kez bu deyişi kullanmıştı. Bir sürü karanlık iş çeviriyormuş, böyle anlatıldığını duydum. Kadınlar, bu tip kadınların genelde konuştuğu şeyleri konuşuyordu yani kıyafetler, seyahatler, ortak arkadaşlar, partiler falan. Bayan Palmgren ve diğer ikisinden genç olan, sarkık göğüslerini yaptırmış birisini anlatıyordu, memeleri çenesinin altından fışkıran iki tenis topu gibi olmuş. Charlotte Palmgren New York’ta ‘21’deki bir partiyi anlatıyordu, sözde Frank Sinatra da gelmiş ve Mackan denen birisi bütün gece herkese şampanya ısmarlamış. Bunun gibi bir milyon şey daha. Twilfit’te 75 krona muhteşem bir sutyen varmış. Yazları peruk kafayı terletiyormuş, o yüzden her gün saçlarını yapmak zorundalarmış.”

Martin Beck, Edvardsson’un o gece kitabını pek okuyamadığını anlamıştı.

“Diğer adamlar peki? Onlar da mı iş konuşuyordu?”

“Hayır, pek değil. Akşam yemeğinden önce toplantı yapmışlardı sanki. Dördüncü adam yani Danimarkalı olan ve genç olan değil, öyle bir şey söyledi. Hayır, onların muhabbeti de pek üst düzey değildi. Mesela uzunca bir süre Palmgren’in kravatını dillerine doladılar, maalesef göremedim çünkü bana sırtı dönük oturuyordu. Çok özel bir kravat olmalıydı çünkü hepsi hayrandı ve Palmgren bunu Paris’te Şanzelize’den 95 franka aldığını söyledi. Kızı, bir zenciyle aynı eve taşınmış. Palmgren de kızı pek siyahinin olmadığı İsviçre’ye göndermesini söyledi.”

Edvardsson ayağa kalktı, boş şişeleri mutfağa taşıyıp iki şişe bira daha getirdi. Şişeler sıcakta hemen buhar yapmıştı ve çok çekici görünüyorlardı.

“Evet,” dedi Edvardsson, “masadaki muhabbetten en çok hatırladıklarım bunlar. Pek yardımcı olamadım, değil mi?”

“Olamadınız,” dedi Martin Beck dürüstçe. “Palmgren hakkında ne biliyorsunuz?”

“Fazla bir şey bilmem. Limhamn taraflarında, en büyük, eski üst sınıf malikânelerden birinde yaşar. Kamyon yüküyle para kazandı, karısı ve o eski ev harici başka bir sürü yere de kamyonla para harcardı.”

Edvardsson bir süre sessiz durdu. Sonra o bir soru sordu: “Siz Palmgren hakkında ne biliyorsunuz?”

“Bundan daha fazlasını değil.”

“Polis, Viktor Palmgren gibiler hakkında benim kadar az bilgiye sahipse, Tanrıya emanetiz,” dedi Edvardsson ve birasından büyük bir yudum aldı.

“Palmgren tam vurulduğu sırada bir konuşma yapıyordu, değil mi?”

“Evet, hatırlıyorum, ayağa kalkıp bir şeyler gevelemeye başladı, zırvaladı işte. Onlara hoş geldiniz dedi, emekleri için teşekkür etti ve hanımlara nutuk çekip eğlendi. Bayağı yetenekliymiş bu konuda; gayet şen şakraktı. Otel personeli de onları rahatsız etmemek için uzaklaştı; hatta müzik bile durdu. Garsonlar ortadan kayboldu, bense orada oturmuş, buz küplerimi emiyordum. Palmgren’in ne yaptığını sahiden bilmiyor musunuz, yoksa bu bir polis sırrı mı?”

Martin Beck bira bardağını süzdü. Aldı. Dikkatlice bir yudum içti.

“Açıkçası benim pek bilgim yok,” dedi. “Ama muhtemelen daha fazla bilgi sahibi olanlar var. Stockholm’de bir sürü yabancı iş yeri ve bir emlak şirketi.”

“Anladım,” dedi Edvardsson ve düşüncelerine gömüldü.

Bir saniye sonra, tekrar konuştu, “Katili çok az gördüm, dünden önceki gün de onlara anlattım. Polisten iki kişi üstüme düştü. Birisi saatin kaç olduğunu sorup durdu ve biraz daha zeki, daha genç bir polis daha vardı.”

“O sırada pek ayık değildiniz, değil mi?” dedi Martin Beck.

“Hayır. Tanrı biliyor ya, hiç değildim. Sonra dün de bir daha kafayı çektim, o yüzden hâlâ akşamdan kalmayım. Şu bitmeyen sıcaktan herhâlde.”

Şahane, diye düşündü Martin Beck. Akşamdan kalma başkomiser, akşamdan kalma tanığı sorguya çekiyor. Çok verimli.

“Bilirsin işte,” dedi Edvardsson.

“Evet, bilirim,” dedi Martin Beck. Arkasından bardağı alıp kafasına dikti. Ayağa kalkıp, “Teşekkürler. Sizinle tekrar iletişime geçebiliriz,” dedi.

Durdu ve bir soru daha sordu:

“Bu arada, katilin kullandığı silahı görebildiniz mi?”

Edvardsson tereddüt etti.

“Düşünüyorum da şimdi, galiba gözüme çarptı, adam tam cebine sokarken. Silahlardan pek anlamam ama uzun, bayağı ince bir şeydi. Silindirli ya da her ne deniyorsa, ondan olan bir şeydi.”

“Altıpatlar,” dedi Martin Beck. “Hoşça kalın, bira için teşekkürler.”

“Yine beklerim,” dedi Edvardsson. “Ben şimdi beni kendime getirecek bir şeyler içmeliyim, sonra da buraları toparlayayım.”

* * *

Månsson hâlâ masasında, aynı pozisyonda oturuyordu.

“Ne demeliyim?” dedi Martin Beck içeri girince. “Nasıl geçti? Eee, nasıl geçti?”

“İyi bir soru. Bayağı kötüydü bence. Orada durum nasıl?”

“İyi değil.”

“Duldan ne haber?”

“Yarın bakacağım. Dikkatli olmakta yarar var. Kadın yasta.”

7

Per Månsson, Malmö’nün Möllevång Meydanı civarında işçi mahallesinde doğup büyümüştü. Yirmi beş yıldan uzun süredir polisti. Ömrü boyunca Malmö’de yaşamış birisi olarak şehri herkesten daha iyi bilir ve severdi.

Buna rağmen şehrin bir bölgesi vardı ki burayı tanıma şansı hiç olmamıştı ve bu bölge onu hep huzursuz ederdi. Burası Västra Förstaden’di, hep zengin ailelerin yaşadığı Fridhem, Västervång ve Bellevue gibi mahalleleri vardı. Yirmiler ve otuzlardaki kıtlık yıllarını iyi hatırlıyordu, küçük bir çocukken Limhamn yolundaki malikânelerin arasında tahta sabolarıyla yürürdü, bazen akşam yemeği için ringa bulabilirdi. Pahalı arabaları ve üniformalı şoförleri, siyah elbiseli, önlüklü, kolalı başlıklı hizmetlileri ve tül etekli, denizci giysileriyle zengin çocuklarını unutamazdı. Bunlar o kadar uzaktı ki ona tüm bu ortam akıl almaz gelirdi, sanki bir masal gibi. O şoförler ve hizmetçi kızlar gitmiş olmasına ve zengin çocuklar dışarıdan bakıldığında diğer çocuklardan çok farklı görünmemesine rağmen, bir şekilde burası hâlâ öyle bir his taşıyordu.

Sonuçta patates ve ringa kötü bir beslenme türü değildi ki babasız ve fakir büyümüş olsa da Månsson iri ve büyük bir adam olmuş, ‘zor yolu’ seçmiş ve sonunda başarılı olmuştu. En azından, kendini öyle görüyordu.

Viktor Palmgren de bu bölgede yaşamıştı; sonuç olarak dul eşi de hâlâ burada yaşıyordu.

Månsson şimdiye kadar o talihsiz akşam yemeği sofrasındaki insanların sadece resimlerini görmüştü ve haklarında bilgi sahibi değildi. Charlotte Palmgren hakkında sadece olağanüstü güzel bulunduğunu ve bir zamanlar Miss Bilmem-ne tacını aldığını biliyordu. İsveç güzeli miydi, yoksa kâinat mı? Sonra da manken olarak şöhrete ulaşmıştı ve kariyerinin zirvesinde, yirmi yedi yaşındayken Bayan Palmgren olmuştu. Şu anda otuz iki yaşındaydı, dışarıdan bakıldığında pek değişmemişti, çocuk doğurmamıştı. Dış görünüşüne çok vakit ve sınırsız para harcayabilen kadınlar nasıl görünüyorsa öyleydi. Viktor Palmgren ondan yirmi dört yaş büyüktü, bu da evliliğin hangi çıkarlara dayandığının göstergesiydi. Adam muhtemelen iş arkadaşlarına sergilemek için güzel bir şey istiyordu, kadınsa bir daha asla iş namına bir şey yapmak zorunda kalmamasını sağlayacak kadar para. Evlilikleri böyle yürümüştü.

Buna rağmen, Charlotte Palmgren duldu ve Månsson biraz da olsa görgü kuralına uyabilirdi. Dolayısıyla, hiç hoşuna gitmese de siyah bir takım elbise, beyaz gömlek giydi ve kravat taktı, arabasına binip Regements Caddesi’nden Bellevue’ye kısacık bir yolculuk yaptı.

 

Palmgren malikânesi, Månsson’un çocukluk anılarıyla tamamen örtüşen cinstendi, belki de anıları yıllar içinde hafif bir abartı tozuyla şişmişti. Sokaktan bakınca evin küçük bir kısmı görülebiliyordu, yani çatının bir köşesi ve rüzgâr gülü. Çit niyetine ekilmiş çalılar hem çok iyi biçilmiş hem de çok uzun ve gürdü. Månsson yanılmıyorsa, arkalarında dökme demirden bir parmaklık da olmalıydı. Arsa çok büyüktü ve çimenliği parklara benziyordu. Garaj yoluna giren parmaklıklı kapı da çalılar kadar geçilmezdi; bakırdandı, zamanla yeşillenmişti, geniş, yüksek ve kıvrımlı desenlerle süslüydü. Kapının bir yarısında abartı büyüklükte harfler vardı, artık tanıdık gelen şu isim okunuyordu: Palmgren. Diğer yarısındaysa bir posta kutusu, elektrikli kapı zilinin düğmesi ve onun tam üstünde, ziyaretçiler, içeri kabul edilmeden önce incelenebilsin diye kare bir açıklık. Elbette elini kolunu sallayarak girilebilecek bir yer değildi burası. Månsson dikkatlice tokmağa bastırırken neredeyse bir yerlerde bir alarmın çalmasını bekledi. Kapı kilitliydi elbette ve pencere kapalıydı. Posta aralığından hiçbir şey görülmüyordu. Elbette burası da başka birkapalı metal kutuya açılıyordu.

Månsson elini zile doğru kaldırdı fakat fikrini değiştirip sol kolunu indirdi ve etrafına bakındı.

Kendi eski Wartburg’u haricinde kaldırıma iki araba park etmişti. Kırmızı bir Jaguar ve sarı bir MG. Charlotte Palmgren’in sokağa iki spor araba park etmiş olması mümkün müydü? Månsson orada hareket etmeden durdu ve bir an için parkın içinden belli belirsiz sesler duyar gibi oldu. Sonra sesler yok oldu, belki de sıcak ve basık havada buharlaşıp yok olmuşlardı.

Ne yaz ama, diye düşündü Månsson. Her on yılda bir yaşanır böylesi. Sen de burada kravat, gömlek ve ceketle tam bir kalın kafalı gibi dikiliyorsun, hem de Falsterbro’da plajda uzanmak ya da evde şortla, içkin elinde takılmak dururken!

Sonra başka bir şey geçti aklından. Malikâne eskiydi, muhtemelen yüzyılın başından kalmaydı, kesinlikle bir iki milyona yeniden düzenlenip modern bir görünüme kavuşmuştu. Bu evlerin genellikle arka girişi olurdu; bahçıvan, aşçı, hizmetçiler, uşaklar ve bebek bakıcıları arkadan girip çıkarlardı. Böylelikle evin bey ve hanımının gözüne takılmamış olurlardı.

Månsson çit boyunca yürüyerek yandaki sokağa saptı. Evin bulunduğu arazi, koca bir blok uzanıyordu sanki çünkü çit hiç değişmiyordu, bozulmadan, geçit vermez hâliyle devam ediyordu. Månsson tekrar sağa saptı, arkaya doğru dolandığında aradığı şeyi buldu. Dökme demirden iki giriş kapısı vardı. Buradan bakınca ev görünmüyordu, uzun ağaçlar ve sık çalılarla örtülüydü. Ancak Månsson’un gözüne yeni yapılmış, kocaman bir garaj takıldı. Hemen yanında daha eski, daha küçük bir bina vardı. Buraya bahçe malzemelerini koyuyor olmalıydılar. Arka kapıda isim levhası yoktu.

Månsson ellerini giriş kapısının iki yanına koyup bastırdı. Kapılar kenara kayıp açıldı. Kapının kilitli olup olmadığını anlamasına gerek kalmadı yani. Ağaçların gölgesi altına girince, havanın ne kadar sıcak olduğunu anladı; yakasının altında ter damlacıkları birikti, kürek kemiklerinin arasından sırtına süzüldü. Månsson kapıları kapattı.

Garaja giden çakıl taşlı yolda tekerlek izleri göze çarpıyordu; bahçeye doğru kıvrılan patikalar granit karolarla kaplıydı.

Månsson ağaçların altından, evden tarafa doğru çimlerde yürüdü. Sarısalkımların ve yaseminlerin arasından geçti, tam tahmin ettiği gibi evin arka tarafına çıktı, burası sessiz ve ıssızdı. Pencereler, mutfak ve kiler merdivenleri kapalıydı ve bir sürü tuhaf ek bina vardı. Månsson bakışlarını eve doğru kaldırdı fakat çok yakın olduğundan pek bir şey göremedi. Sağa giden patikayı takip etti, çiçek tarhından yukarı devam etti, köşeden gizlice baktığında gösterişli şakayıkların arasında heykel gibi donakaldı.

Karşısındaki manzara birçok açıdan nefes kesiciydi. Çimenlik çok geniş ve yeşildi, İngiliz golf sahaları gibiydi. Ortada fasulye şeklinde bir havuz vardı, yanları açık mavi fayanslarla kaplıydı ve içi pırıl pırıl yeşil suyla doluydu. En uzak ucunda bir sauna, paralel barlar ve can simitleri vardı. Saunanın yanında bir egzersiz bisikleti duruyordu. Tahminen burası Viktor Palmgren’in o dillere destan mükemmel fiziğini koruduğu yerdi. Havuzun kenarında Bruno Mathsson koltuğuna benzeyen bir şeyde Charlotte Palmgren oturuyor, daha doğrusu gözleri kapalı, çıplak, sere serpe uzanıyordu. Çok iyi bronzlaşmıştı, bütün vücudu eşit şekilde bronzdu. Sarı saçlıydı. Eğer kadının doğal sarışın olmadığına dair bir şüphe varsa, bronz teninin üstünde neredeyse beyaz görünen, bacak arasında bir üçgen oluşturan ince tüyler bu teoriyi rahatlıkla çürütebilirdi. Yüzü incecik, duygusuz hatlara sahipti, profili belirgin, ağzı dümdüzdü. Çok zayıftı, kalçaları neredeyse doğal olamayacak kadar dardı ve beli küçücüktü. Genç kızlara yakışır göğüsleri vardı. Meme uçları küçük ve uçuk kahveydi, etrafları da cildin diğer kısmından daha açık tondaydı. Kadında, Månsson’u çeken hiçbir özellik yoktu. Bir mağaza vitrinindeki cansız mankenden farkı yok denebilirdi.

Şuna baksanıza, çıplak bir dul!

Hem neden olmasın ki? Dul kadınlar da bazen çıplak olabilir. Månsson şakayıkların arasında dururken kendini bir röntgenci gibi hissetti, ki aynen de öyleydi.

Ancak onu orada kalmaya iten sebep gördükleri değil de duyduklarıydı. Yakın civarda, fakat gözle görünemeyecek bir yerde hareket eden ve bir şeyler yapan birisinden şıngır şıngır sesler geliyordu.

Arkasından Månsson ayak sesleri duydu ve bir adam evin oluşturduğu gölgeliğin içinden çıktı. Charlotte Palmgren kadar olmasa da o da bronzlaşmıştı. Üstünde çiçekli bermuda şort vardı ve içinde açık kırmızı bir sıvı bulunan, iki uzun bardak taşıyordu. Pipet ve buz. Fena fikir değil.

Månsson adamı hemen fotoğraflardan tanıdı. Mats Linder’di bu, daha öleli kırk sekiz saat bile olmamış Viktor Palmgren’in en yakın iş ortağı ve sağ koluydu.

Adam çimenlerden havuza doğru yürüdü. Şezlongda arkasına yaslanmış kadın sol bacağını kaldırıp bileğini kaşıdı. Gözlerini bile açmadan sağ kolunu uzattı ve adamın elindeki bardaklardan birini aldı.

Månsson evin köşesine doğru geri çekildi. Dinledi. Önce Linder konuştu, “Çok mu keskin olmuş?”

“Yok, iyi,” dedi kadın.

Månsson kadının bardağı fayansa koyduğunu duydu.

“Ne fenayız değil mi?” dedi Charlotte Palmgren duygusuzca.

“Aman neyse, yine de güzel.”

“Evet, doğru.”

Kadının sesi hâlâ aynı kayıtsız tondaydı.

Bir süre ortalık sessizdi. Arkasından dul kadın davetkâr ve etkileyici bir ses tonuyla, “Mats, şu aptal şortu çıkarsana?” dedi.

Linder cevap verdiyse de Månsson asla öğrenemeyecekti çünkü şakayıkların arasındaki yerinden hemen ayrıldı.

Hızlı ve sessiz adımlarla gerisin geri yürüdü, kapıyı arkasından kapattı ve çitleri takip ederek iki sokak köşesini de dönüp bakır ön kapının önünde durdu. Bir saniye bile tereddüt etmeden zili çaldı.

Uzaklarda zil sesi yankılandı. Bir dakika geçmeden ayak sesleri yaklaştı. Dikiz deliği açıldı, açık mavi-yeşil bir göz ona baktı. Månsson bir tutam sarı saç ve abartılı uzun, teknik açıdan kusursuz kirpikler gördü.

Månsson kimliğini çıkarmış, aralığa doğru uzatmıştı.

“Rahatsız ettiğim için özür dilerim,” dedi. “Adım Månsson. Komiser.”

“Ah,” dedi kadın çocuk gibi. “Tabii ki. Polis. Birkaç dakika bekleyebilir misiniz?”

“Tabii ki. Bölmüyorum ya?”

“Ne? Yok, yok canım. Sadece iki dakika benim…” Anlaşılan sözünü uygun bir şekilde tamamlayamadı. Deliğin kapağı kapandı, hızla kapıdan uzaklaştı.

Månsson kol saatine baktı.

Kadının geri dönüp kapıyı açması sadece üç buçuk dakika sürdü. Gümüş rengi sandalet ve tiril tiril, gri bir elbise vardı üzerinde.

Altına bir şey giymeye vakti olmamıştır, diye düşündü Månsson, hem zaten gerekli de değildi. Kadının gösterecek ya da saklayacak özel bir şeyi yoktu.

“Buyurun lütfen,” dedi Charlotte Palmgren. “Beklettiğim için özür dilerim.”

Kapıyı kilitleyip adamın önünden evin içine doğru yürüdü. Dışarıda, sokakta bir araba çalıştı. Anlaşılan dul kadın haricinde hızlı davranan başka biri daha vardı.

Månsson ilk kez evi tüm heybetiyle görme fırsatı bulunca buraya hayran kaldı. Aslında burası bir ev gibi değildi, kubbeleri, kuleleri ve garip çıkıntıları olan mini bir şatoydu. Her şey, müteahhidin müthiş bir megaloman olduğunun ve bu tasarımı bir kartpostaldan kopyaladığının kanıtıydı sanki. Daha modern bir görünüm vermek için yakınlarda eklenen sundurma ve cam verandalar da genel izlenimi daha da iyi kılmamıştı. Malikâne tam bir felaketti ve insan gülse mi, ağlasa mı, yoksa bir yıkım ekibi mi yollasa karar veremiyordu. Bina son derece kallaviydi; ancak dinamitle yerinden oynatılabilirdi. Garaj yolunda Kayzer Almanyası’nda bulunan türden bir dizi iğrenç heykel duruyordu.

Olete lõpetanud tasuta lõigu lugemise. Kas soovite edasi lugeda?