Kılıç Ayini

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

YEDİNCİ BÖLÜM

Erec gözlerini açıp tekrar kendisini Alistair’in kollarında yatarken buldu. Onun sevgi ve sıcaklık ile ışıldayan kristal mavisi gözlerine bakıyordu. Erec’in dudaklarının kenarında ufak bir gülümseme vardı ve Alistair onun ellerinden yansıyan ve kendi vücuduna yayılan sıcaklığı hissediyordu. Kendisini kontrol ederken, sanki hiç yaralanmamış gibi tamamen iyileşmiş, yeniden doğmuş olduğunu hissediyordu. Alistair onu ölümden geri getirmişti.

Erec kalkıp oturdu ve şaşkınlıkla Alistair’in gözlerinin içine baktı. Bir kez daha kendisini onun gerçekten kim olduğunu, nasıl böyle güçlere sahip olabildiğini merak ederken bulmuştu.

Erec oturup kafasını ovarken, hemen Andronicus’un adamlarını hatırladı.  Saldırıyı.  Küçük kanyonun savunulmasını. Büyük kayayı.

Erec ayağa fırladı ve bütün adamlarının sanki ölümden dönmesini ve emrini bekler gibi kendisine bakmakta olduğunu gördü. Yüzlerinden rahatladıkları belli oluyordu.

Döndü ve büyük bir heyecanla Alistair’e “Ben ne kadar zaman kendimden geçtim?” diye sordu. Adamlarını bu kadar uzun zaman terk ettiği için kendini suçlu hissediyordu.

Ama o tatlı tatlı ona gülümsedi.

“Sadece bir saniye,” dedi.

Erec bunun nasıl olabileceğini anlayamıyordu. Kendini sanki yıllarca uyumuş gibi tamamen yenilenmiş gibi hissediyordu. Ayağa fırlarken adımında yeni bir canlılık hissetti ve dönüp küçük kanyonun girişine koştu ve kendi eserini gördü: kendisinin kırdığı koca kaya parçası şimdi yolu tıkıyordu ve Andronicus’un adamları artık buradan geçemiyorlardı. İmkânsız olanı başarmışlar ve çok daha büyük bir orduyu geri püskürtmüşlerdi. En azından şimdilik.

Kutlamaya vakit bulamadan, Erec yukarıdan gelen ani bir çığlık işitti ve yukarı baktı: orada uçurumun tepesinde adamlarından biri çığlık atmış ve sonra sırt üstü geriye doğru yuvarlanmış ve ölü olarak toprağa düşmüştü.

Erec aşağı baktı ve adamın vücuduna saplanmış bir mızrak gördü, sonra tekrar yukarı baktığında bir sürü aktivite gördü, bağrışmalar ve her taraftan gelen çığlıklar yükseldiğini duydu. Gözlerinin önünde, tepede Andronicus’un düzinelerle adamı göründü. Duke’ün adamlarıyla göğüs göğse dövüşüyor, darbeye darbeyle karşılık veriyorlardı ve Erec ne olduğunu anladı: İmparatorluk komutanı kuvvetlerini ikiye ayırmıştı, bir kısmını küçük kanyondan ve diğerlerini doğrudan dağın üzerinden gönderiyordu.

“TEPEYE!” diye emretti Erec. “TIRMANIN!”

Kendisi elde kılıç dosdoğru dağın yüzüne koşarken, Duke’ün adamları onu izleyerek kaya ve toz içinde dik çıkıştan yukarı tırmanmaya çabaladılar. Her bir kaç adımda bir kaydı ve avucunu taşta sıyırarak eliyle tutunmaya çalıştı, tutacak bir yer bulup arka üstü düşmemek için elinden geleni yaptı. Koştu, fakat dağın yüzü o kadar dikti ki, bu koşmaktan çok tırmanmaydı; her adım büyük mücadele gerektiriyordu, adamları dağ keçileri gibi uçurumdan yukarı oflaya puflaya çıkmaya çalışırlarken etrafında zırhlar zangırdayıp duruyordu.

“OKÇULAR!”  diye bağırdı Erec.

Aşağıda, dağa çıkmakta olan Duke’ün okçularından bir kaç düzinesi, durdular ve uçurumun tepesine doğru nişan aldılar. Oklarını bir yağmur gibi salıverdiler ve bir kaç İmparatorluk askeri çığlık atıp geriye doğru savruldular ve uçurumun kenarından aşağı yuvarlandılar. Birisinin vücudu savrularak aşağıya Erec’e doğru geldi; eğilip güçlükle bundan kaçınabildi. Ancak Duke’ün adamlarından biri o kadar şanslı değildi—bir ceset ona çarparak onu çığlıklar içinde, sırt üstü uçarak yere gönderdi ve yere çarpan adam kendi ağırlığı altında öldü.

Duke’ün okçuları kendilerine mevzi kazıp dağın üstüne ve altına konuşlandılar, İmparatorluk askerlerinden biri ne zaman uçurumun kenarından başını çıkarırsa, onları savunmada tutmak için oklarını fırlattılar.

Fakat yukarıdaki çarpışma sıkı, göğüs göğseydi ve okların hepsi hedeflerini bulmadı: bir ok hedefi tutturamayıp kaza eseri Duke’ün kendi adamlarından birinin sırtına saplandı. Asker feryatlar içinde sırtını büktü ve bir İmparatorluk askeri fırsattan yararlanarak onu hançerledi, sırt üstü yere yıkıp çığlıklar içinde uçurumdan aşağı gönderdi. Fakat İmparatorluk askeri kendini gösterince başka bir okçu da onu karnından vurarak öldürdü ve adamın cesedi kenardan yüz üstü aşağı yuvarlandı.

Erec ve etrafındakiler çabalarını arttırdılar ve bütün güçleriyle uçurumdan yukarıya çıkmaya çalıştılar.  Tepeye yaklaşırken, sadece bir kaç adım uzakta, Erec kaydı ve düşmeye başladı; ellerini sağa sola salladı, uzandı ve taştan çıkan kalın bir kökü yakaladı. Hayatını kurtarmak için buna tutundu ve orada asılı kaldı, sonra kendini yukarı çekti, ayağını basacak bir yer buldu ve tepeye çıkmaya devam etti.

Erec diğerlerinden önce tepeye erişti ve bir savaş çığlığıyla, kılıcını yukarı kaldırıp ileri koştu. Tepede pozisyonlarını koruyan, fakat geriye püskürtülmekte olan adamlarını savunmaya yardımcı olma arzusundaydı. Yukarıda adamlarından ancak bir kaç düzinesi kalmıştı ve her biri, bire karşı iki üstünlüğü olan İmparatorluk askerleriyle göğüs göğse çarpışma içindeydi. Her geçen saniye, gittikçe daha fazla İmparatorluk askeri tepenin üstünde peyda olmaktaydı.

Erec, saldırıp bir anda iki askeri birden hançerleyerek, kendi adamlarını kurtarıp deliler gibi savaştı. Bütün Halka’da, savaşta ondan daha hızlı kimse yoktu ve elinde iki kılıçla, her tarafı keserek, Erec İmparatorluğa karşı savaşmak için Gümüş şampiyonu olarak eşsiz becerilerini kullandı. Dönüp, eğilip keserken, gittikçe İmparatorluk askerlerinin yoğun olduğu yere doğru ilerlerken, tek kişilik bir imha dalgası gibiydi. Gelen bir saldırıdan kaçınıp kafa atarak ve önündekileri savuşturarak o kadar hızlı gitti ki, kalkanını bile kullanmak istemedi.

Bir düzene askeri daha kendilerini savunma fırsatı bulamadan yere indirerek, Erec onları bir rüzgâr gibi yırtıp geçti. Ve hepsi onun çevresinde toplanan Duke’ün adamları canlanıp destek verdiler.

Arkasında, Duke’ün adamlarının geri kalanları da, önlerinde Brandt ve Duke olduğu halde tepeye ulaşıp Erec’in yanında savaşmaya başladılar. Çok geçmeden, gidişat yön değiştirdi ve cesetler etraflarında yığılırken, kendilerini İmparatorluk askerlerini geri püskürtürken buldular. .

Erec tepede kalan en son İmparatorluk askeriyle hesaplaştı ve onu geri gitmeye zorlayarak sonra arkaya eğilip bir tekme attı ve adam İmparatorluk tarafından çığlıklar içinde sırt üstü aşağı yuvarladı.

Erec ve adamları orada durup, nefeslerinin geri gelmesini beklediler; Erec önlerindeki geniş açıklıktan ileriye uçurumun İmparatorluk tarafındaki kenarın ucuna yürüdü. Aşağıda ne bulunduğunu görmek istiyordu. İmparatorluk akıllı davranarak buraya, yukarıya adam göndermeyi durdurmuştu, fakat Erec’in içinde hala yedekte bazı kuvvetler olabileceği gibi endişe verici bir his vardı. Adamları da onun yanına gelip aşağı baktılar.

Erec’iyse en uçuk hayallerindeki hiçbir şey dahi onu aşağıda gördüklerine hazırlamamıştı. Yüreği ezildi. Öldürmeye muvaffak oldukları yüzlerce adama, küçük kanyonu başarıyla kapatıp yüksek araziyi ele geçirmiş olmalarına rağmen, geride hala on binlerce İmparatorluk askeri bulunmaktaydı.

Erec buna zor inanabiliyordu. Buraya kadar gelebilmek için her şeylerini ortaya koymuşlardı ve verdikleri bütün zarar İmparatorluğun sonsuz zırhında bir ezik bile meydana getirmemişti. İmparatorluğun bütün yapacağı buraya gittikçe daha fazla adam göndermekten ibaretti. Erec ve adamları daha düzinelerle, belki yüzlerce asker daha öldürebilirlerdi. Fakat neticede binlercesinin kendilerini aşmalarını engelleyemezlerdi.

Erec ümitsizlik içinde orada durdu. Hayatında ilk kez, burada, bu alanda, bugün ölmek üzere bulunduğunu biliyordu. Bundan kaçış yolu yoktu. Bundan pişmanlık duymuyordu. Kahramanca bir savunma yapmıştı ve ölecekse bundan daha bir yol veya yer bulunamazdı. Kılıcını kavradı ve kendisini hazırladı. Tek düşüncesi Alistair’in güvende olmasıydı.

Belki diye düşündü, bir sonraki hayatta onunla geçirecek daha çok zamanı olurdu.

“Ne yapalım, buraya kadar iyi götürdük,” diye bir ses geldi.

Erec döndüğünde Brandt’ın eli kılıcının kabzasında, kendisi gibi kadere razı olmuş, yanı başında durduğunu gördü. İkisi birlikte sayısız savaşta dövüşmüşler, birçok kez kendilerinden büyük kuvvetler karşısında kalmışlardı—ancak Erec arkadaşının yüzünde hiçbir zaman şimdi görmekte olduğu ifadeyi görmemişti. Bu kendi ifadesini aksettiriyor olmalıydı: ölümün burada olduğunun işaretini vermekteydi bu.

“En azından elimizde kılıçlarımızla gideceğiz,” dedi Duke.

Aynen Erec’in düşüncelerini yansıtıyordu.

Aşağıda, İmparatorluğun askerleri, sanki bunları hissetmiş gibi, yukarı baktılar. Binlercesi silahları çekilmiş, uygun adım uçuruma doğru yürümeye başladılar. Yüzlerce imparatorluk okçusu diz çökmeye başladı ve Erec kan dökülmesine ancak saniyeler kaldığını anladı. Kendini hazırladı ve derin nefes aldı.

Aniden gökyüzünde bir yerden, uzakta ufuktan kulak tırmalayıcı bir ses geldi. Erec yukarı baktı ve bir şeyler mi işitmeye başladığını merak ederek gökyüzünü araştırdı. Bir keresinde, bir ejderhanın çığlığını duymuştu ve sesin belki buna benzediğini düşündü. Bu hiç unutmadığı bir ses olmuştu, eğitimi sırasında, Yüzler zamanında işittiği bir ses. Asla tekrar duymayacağını sandığı bir sesti bu. Mümkün olamazdı. Bir ejderha mı? Orada Halka’da mı?

Erec boynunu eğdi ve uzakta, açılan bulutların arasından hayatının geri kalanı boyunca aklına kazınacak olan bir manzara gördü: büyük kanatlarını çırparak, büyük yanan gözleriyle onlara doğru uçmakta olan, kocaman bir mor ejderha. Görüntü Erec’in içini, herhangi bir ordunun doldurabileceğinden daha büyük bir dehşetle doldurdu.

Fakat daha yakından bakınca, bu bir zihin karışıklığına dönüştü. Ejderhanın sırtına binmiş iki kişi görebildiğini sanıyordu. Erec gözlerini kısınca onları tanıdı. Gözleri ona bir oyun mu oynamaktaydı?

Orada, ejderhanın sırtında, Thorgrin ve onun arkasında, onun beline sarılmış, Kral MacGil’in kızı Gwendolyn oturuyordu.

 

Daha Erec görmekte olduklarını hazmetmeye başlamadan, ejderha bir kartal gibi aşağı daldı. Ağzını açtı ve korkunç bir kulak tırmalayıcı ses çıkardı, bu o kadar keskin bir sesti ki, Erec’in yanındaki kaya çatlamaya başladı. Ejderha aşağı dalıp, ağzını açarak Erec’in hayatında görmediği bir şekilde nefesiyle ateş saçınca bütün yer sarsıldı.

Dalga dalga ateş onları sarar ve bütün vadi alevlerle aydınlanırken, ortalık binlerce İmparatorluk askerinin haykırış ve çığlıklarıyla doldu. Thor ejderhayı Andronicus’un adamlarının sıralarının altına üstüne yönlendiriyor, göz açıp kapayıncaya kadar çok sayıda askeri yok ediyordu.

Geri kalan askerler dönüp ufka doğru yarışarak kaçtılar. Thor peşlerinden gidip ejderhasının durmadan ateş saçmasını sağlayarak bunları da avladı.

Dakikalar içinde, Erec’in aşağısındaki bütün adamlar—kendi ölümüne yol açacaklarından bu kadar emin olduğu adamların kendileri ölmüştü. Onlardan geriye yanmış cesetler, ateş ve alevler dışında, bir zamanlar orada olan canlar haricinde hiç bir şey kalmadı. Bütün İmparatorluk taburu yok olmuştu.

Ağzı şok içinde açık, Erec yukarı baktı ve ejderhanın havada yükseğe çıkıp, büyük kanatlarını çırparak yanlarından uçup gitmesini izledi. Kuzeye yönelmişti. Üstlerinden geçerken adamları büyük bir sevinç gösterisi yaptılar.

Thor’un kahramanlığından, ejderhasını korkusuzca kontrol etmesinden – ve ejderhanın gücünden, hayranlık içinde Erec’in nutku tutulmuştu. Erec ikinci bir yaşam şansına kavuşmuştu—o ve adamlarının hepsi—ve uzun zamandır ilk defa kendisini iyimser hissetmekteydi. Şimdi savaşı kazanabilirlerdi. Andronicus’un bir milyon adamı olsa bile, böyle bir canavarla gerçekten kazanabilirlerdi.

“Askerler, ileri!” diye komut verdi Erec.

Ejderhanın izini takip etmek azmindeydi, sülfür kokusu, gökyüzündeki alev, onları her nereye götürürse. Thorgrin dönmüştü ve şimdi ona katılma zamanıydı.

SEKİZİNCİ BÖLÜM

Kendrick atının üzerinde, çevresindeki adamlarıyla hücuma kalktı. Binlercesi Andronicus’un taburunun geri çekildiği büyük şehir olan Vinesia’nın dışında toplanmışlardı. Yüksek, demir bir kale kapısı şehrin giriş kapılarını kapatıyordu, taş duvarları kalındı ve Andronicus’un Kendrick’in ordusundan çok daha fazla olan adamlarının binlercesi içeride ve dışarıda cirit atıyordu. Sürpriz unsuru artık onun tarafında değildi.

Daha kötüsü, Andronicus’un şehrin arkasından ortaya çıkmakta olan binlerce adamı daha vardı, ovaları istila eden takviyeler. Tam Kendrick onları kaçmaya zorladıklarını düşünürken, durum çabucak tersine dönmüştü. Nitekim artık ordu düzenli, disiplinli, çok büyük bir yıkım dalgası gibi Kendrick’in üzerine yürümekteydi.

Şimdi tek seçenek Silesia’ya geri çekilmek, İmparatorluk bir kez daha ele geçirinceye ve hepsi bir kez daha köle duruma düşünceye kadar geçici olarak orasını elde tutmaktı. Bu, asla olamazdı.

Kendrick bir çatışmadan hiç geri çekilmemişti, sayıca az kaldığında bile. Ne kendisi, ne de MacGil’in ordusunun buradaki, Silesia’daki, Gümüş’teki diğer cesur savaşçıları. Kendrick biliyordu ki, hepsi onunla birlikte ölünceye kadar savaşacaklardı. Ve kılıcının kabzasını kavrayışı sıkılaştıkça, bu gün tam olarak ne yapması gerektiğini bilmekteydi.

İmparatorluk adamları bir savaş çığlığı attılar ve Kendrick’in adamları buna daha güçlü bir savaş çığlığı ile cevap verdiler.

Kendrick ve adamları üstlerine gelen orduyu karşılamak için, bunun kazanamayacakları, fakat yine de vermeleri gereken bir savaş olduğunu bilerek yokuştan aşağı koşarlarken, Andronicus’un adamları hız kazandılar ve onlar da karşıdan gelenlere doğru koşmaya başladılar. Kendrick havanın saçlarından rüzgâr gibi geçtiğini, elinde kılıcının kabzasının titreşimini hissediyor ve kendisini kılıçların tanıdık ayini, o büyük metal şangırtısı içinde kaybetmesinin sadece bir zaman meselesi olduğunu biliyordu.

Kendrick yukarıda yükseklerde çığlık gibi tiz bir ses duyunca şaşırdı; gökyüzüne bakmak için boynunu eğdi ve iki defa bakmasına yol açan bulutlardan fırlayıp geçen bir şey gördü. Bunu daha önce bir kez görmüştü—Thor’un Mycoples’in sırtında görünüşü—ancak yine de görüntü nefesini kesti. Özellikle bu sefer Gwendolyn’in de ejderhanın sırtında olması nedeniyle.

Onların dalışını izlerken ve neler olacağını fark edince Kendrick’in kalbi kabardı. Yüzüne bir gülümseme yayıldı, kılıcını daha yükseğe kaldırdı ve daha hızlı saldırdı. Bugün ilk kez, her şeye rağmen, zaferin kendilerinin olacağını hissetmekteydi.

*

Thor ve Gwen Mycoples’in sırtında, bulutlara gire çıka uçtular; Thor onu teşvik ettikçe Mycoples kanatlarını gittikçe daha hızlı çırpıyordu. Thor aşağıda Kendrick’le diğerlerinin tehlikede olduklarını sezdi, iyice aşağı daldı ve bulutların arasından çıktı. Önünde kuş bakışı bir manzara açılmıştı:  Halka’nın yuvarlanıp giden tepelerinin arasında Andronicus’un açık ovada Kendrick’in adamlarına doğru koşan tümeninin muazzam büyüklüğünü gördü.

Thor Mycoples’i aşağı yönlendirdi.

“Dal!” diye fısıldadı.

Ejderha aşağı daldı, toprağa o kadar yakındı ki, Thor neredeyse yere atlayabilirdi, sonra ağzını açtı ve nefesiyle sıcaklığı neredeyse Thor’u yalayan bir ateş saçtı. Dalga dalga ateş ovalarda yuvarlandı ve İmparatorluk askerlerinin dehşet içindeki haykırışları geldi. Mycoples askerlerin şimdiye kadar hiç görmedikleri şekilde yıkım saçıyor, millerce kırsal alanı alevler içinde kalıyor ve Andronicus’un adamlarının binlercesi ölüyordu.

Her kim hayatta kalıyorsa dönüp kaçıyordu. Thor bunların gerisini Kendrick’in halletmesi için bırakacaktı.

Thor şehre doğru döndü ve içeride daha binlerce İmparatorluk askerinin bulunduğunu gördü.  Mycoples’in böyle dik, dar duvarların olduğu sıkışık bir alanda manevra yapamayacağını ve onu oraya indirmenin çok riskli olacağını biliyordu. Thor yüzlerce askerin oklar ve mızraklarla gökyüzüne nişan aldıklarını gördü ve o kadar kısa bir mesafeden Mycoples’e zarar verebileceklerinden korktu. Bundan hiç hoşlanmamıştı. Kader Kılıcı’nın nabzının elinde attığını hissetti ve bunun şahsen vermesi gereken bir savaş olduğunu anladı.

Thor Mycoples’i şehrin önünde, koca demir kale kapısının dışında yere yönlendirdi.

Ejderha yere konarken, eğilip Mycoples’in kulağına, “Kapı. Yak onu, sonrasını ben halledeceğim,” diye fısıldadı.

Mycoples orada öyle oturup ona cıyakladı, kanatlarını meydan okur gibi çırpıştırdı. Thor’la kalmak, şehrin içinde onunla yan yana dövüşmek istediği belliydi. Ama Thor ona bu şansı verecek değildi.

“Bu, benim savaşım,” dedi ısrarla. “Ayrıca, Gwen’i emniyetli bir yene götürmeni istiyorum.”

Mycoples razı gelmiş gibi göründü. Aniden, geriye yaslanıp eriyip yok oluncaya kadar demir kapıya ateş üfledi.

Thor Mycoples’e doğru eğildi.

“Git!” diye fısıldadı ona. “Gwendolyn’i emniyetli bir yere götür.”

Thor ejderhanın sırtından yere atladı ve atlarken Kader Kılıcı’nın elinde nabzının attığını hissetti.

Gwen, “Thor!” diye seslendi.

Fakat Thor çoktan erimiş kapılara doğru koşmaktaydı. Mycoples’in havalandığını duydu ve Gwen’i emniyetli bir yere götürmekte olduğunu anladı.

Thor yay gibi fırlayıp açık kapılardan sarayın avlusuna, tam şehrin kalbine, binlerce askerden oluşan kalabalığın içine girdi. Kader Kılıcı Thor’un elinde canlı bir şey gibi titreşiyor, onu sanki havadan daha hafifmiş gibi taşıyordu. Bütün yapması gereken kılıca tutunmasıydı.

Thor her yöne keserek ve hücum ederek kolunun, bileğinin ve vücudunun hareket ettiğini, kılıcın adamları tereyağı gibi keserken havada ıslık sesi çıkardığını, bir vuruşta düzinelerle adamı öldürdüğünü hissetti. Thor döndü ve her yöne zarar verdi. İlk başta, İmparatorluk ona geri saldırmak istedi; fakat Thor kalkanlarını, zırhlarını, diğer silahlarını sanki orada yokmuş gibi kesince, dizi dizi adamı öldürünce, neyle karşı karşıya olduklarını idrak ettiler: sihirli, durdurulmaz bir yıkım kasırgası.

Şehirde karmaşa çıktı. Binlerce İmparatorluk askeri dönüp şehirden kaçmaya, Thor’dan kurtulmaya çalıştı. Fakat gidecek bir yer yoktu. Kılıcın yol gösterdiği Thor çok hızlı, şehrin her tarafına yayılan bir şimşek gibiydi. Askerler panik içinde şehrin duvarlarına koştular, birbirlerine çarpıp ezerek dışarı çıkmaya çalıştılar.

Thor kaçmalarına izin vermedi. Şehrin her köşesinden hızla geçti, kılıç onu bildiği hiç bir şeye benzemeyen bir süratle götürüyordu ve Gwendolyn’i ve Andronicus’un ona yaptığını düşününce, önüne çıkan askerleri peş peşe öldürerek intikam aldı. Andronicus’un Halka’ya yaptığı kötülükleri düzeltme zamanı gelmişti.

Andronicus. Kendi babası. Bu düşünce içini ateş gibi yaktı. Kılıcın her kesişiyle, Thor onu öldürdüğünü, ecdadını ortadan kaldırdığını hayal etti.  Thor başka birisi olmak, başka birinden olmak istiyordu. Gurur duyacağı bir baba istiyordu. Andronicus’tan başka kim olursa. Ve eğer bu adamlardan yeteri kadarını öldürürse, belki, sadece belki, ondan kurtulabilirdi.

Thor büyülenmiş gibi dövüştü, her yöne dönerek, nihayet kesecek hiç bir şey kalmadığını fark edene kadar. Etrafına baktı ve her askerin, Andronicus’un binlerce askerinden her birinin yerde ölü yattığını gördü. Şehir cesetlerle doluydu. Öldürecek başka kimse kalmamıştı.

Thor şehir meydanında nefes nefese, tek başına durdu, Kılıç elinde ışıldıyordu ve kıpırdayan tek bir kişi bile yoktu.

Thor uzakta bir sevinç sesi duydu; silkindi ve şehir kapısından dışarı koştu. Uzakta, Kendrick’in adamlarının, hücum edip, ordunun kalıntılarını takip ettiklerini ve bunları geri püskürttüklerini gördü.

Thor şehir kapısından dışarı fırlarken, Mycoples onu gördü ve yere inip onun geri gelmesini bekledi. Gwen hala sırtındaydı. Thor ejderhanın sırtına bindi ve bir kez daha havalandılar.

Kendrick’in ordusunun üzerinden uçtular ve Thor onları yukarıdan aşağıdaki karıncalar gibi gördü. O üstlerinden geçerken askerler zafer naraları attılar. Nihayet Kendrick’in ordusunun önüne, büyük insan, at ve toz kitlesinin önüne geldiler. İleride Andronicus’un ordusunun dağılmış kalıntıları görünüyordu.

Thor, “Aşağı” diye fısıldadı.

Aşağı daldılar ve Andronicus’un adamlarının gerisine geldiler ve bu sırada Mycoples nefesiyle ateş saçarak, peş peşe dizi dizi askeri ortadan kaldırdı. Büyük ateş duvarı gittikçe daha hızla yayılıyordu. Çığlıklar yükseldi ve çok geçmeden Thor bütün artçı muhafızları ortadan kaldırmıştı.

Nihayet, öldürecek kimse kalmadı.

Geniş ovaları geçerek uçmaya devam ettiler. Thor kimsenin kalmadığından emin olmak istiyordu.  Uzakta Thor büyük dağ silsilesini gördü, Doğu’yu Batı’dan ayıran Highlands. Burasıyla Highlands arasında tek bir İmparatorluk askeri hayatta kalmamıştı. Thor tatmin olmuştu.

Halka’nın bütün Batı Krallığı kurtarılmıştı. Bir gün için yeterince insan öldürülmüştü.  Güneş batmaya başlamıştı ve ileride Highlands’in doğu tarafında her ne varsa, şimdilik orada durabilirdi.

Thor havada bir tur atıp geriye Kendrick’e doğru uçmaya başladı. Altında kırsal alan uzanıyordu ve çok geçmeden yukarıya gökyüzüne bakan ve ona seslenip sevgi gösterisi yapan adamların bağırmalarını ve tezahüratını duydu.

Ordunun önünde yere kondu ve inip Gwendolyn’in de inmesine yardım etti.

Hepsi ileri koştu ve koca grup onları bağrına bastı. Askerler her yandan bastırırken büyük bir zafer nidası yükseldi. Kendrick, Godfrey, Reece ve onun diğer lejyon kardeşleri, Gümüş—Thor’un hayatta tanıdığı ve önem verdiği herkes onu ve Gwendolyn’i kucaklamak için ileri atıldı.

Nihayet hepsi birleşmişlerdi. Nihayet özgürdüler.