Peygamberimiz

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

Hz. İsa’nın müjdelerinde kullanılan Ruhu’l Kudüs kelimesi, geleceği vadedilen Peygamber’e ayrılması mümkün olmayacak derecede bağlı olacağını, o Peygamber’in gelmesini âdeta Ruhu’l Kudüs’ün gelişi sayılacağını ifade ediyor. Hz. İsa’nın müjdelerinde ancak Peygamber Efendimiz’le intibak edecek diğer noktalar da vardır. “Teselli verici, ilelebet onlarla kalıcı” olduğunu söylüyor ki bu söz adı geçen peygamberden sonra peygamber gelmeyeceğine işaret ediyor. Kur’an-ı Kerim de Peygamberimiz’in son peygamber olduğunu beyan buyuruyor.48

Yine Hz. İsa, vadedilen Peygamber’in Ruhu’l Hakika olduğunu beyan ediyor. Kur’an-ı Kerim, Hz. İsa’nın bu beyanını teyit ederek der ki: De ki: Hak geldi, batıl ortadan kalkmaya mahkûmdur.49

Netice olarak, İbrahim ve İsmail’in niyazları ve Hz. Musa ve İsa’nın müjdeleri Peygamber Efendimiz’in şahsında tahakkuk etmiştir.

BEŞİNCİ BÖLÜM
PEYGAMBERİMİZ’İN NESEBİ VE DOĞUMU

Senin kalkıp namaz kılanlar arasında bulunduğunu gören, güçlü ve merhametli olan Allah’a güven. Doğrusu o işitir ve bilir. 50

Hz. İsmail, Hz. İbrahim’in en büyük oğluydu. Ahd-i Kadim’in de ifade ettiği gibi Hz. İsmail’in on iki oğlu olmuştu. Bunlardan ancak birinin zürriyeti Hicaz ülkesinde yayıldı. Arapların Ebu Kaydar’dan türeme oldukları Tevrat’ta belirtilmektedir. Peygamber Efendimiz’in nesebinin, her şüpheden uzak olarak Adnan’a kadar uzandığı, Adnan’da kırkıncı batında Hz. İsmail’in torunudur. Hz. Peygamber’in nesebinin doğrudan doğruya Adnan’a kadar olan silsilesinde hiçbir ihtilaf yoktur. Adnan’ın dokuzuncu torunu olan Nadr b. Kinane, Kureyş ailesi’nin kurucusudur. Bundan dokuz batın sonra Kusay gelir ki Arabistan’da en şerefli iş olan Kâbe’nin muhafızlığını kendi bünyesine almıştı. Kusay, Peygamberimiz’in ceddi olan Abdülmuttalip’in de ceddidir. Asalet itibarıyla Hz. Peygamber’in ailesi en yüksek mevkidedir.

Abdülmuttalip’in validesi, Peygamberimiz’in ana tarafından akrabası olan Beni Neccar Kabilesi’ne mensuptu. Abdülmuttalip’in on oğlu vardı ki bunlardan Ebu Leheb, Peygamberimiz’in amansız düşmanı, Ebu Talip ise Peygamberimiz’i himaye eden ve yetiştiren kimse idi. Hamza, İslamiyeti ilk kabul edenlerden ve Uhud Harbi’nde şehit düşenlerdendi. Abbas, uzun bir müddet İslam haricinde kalmakla beraber Peygamberimiz’e karşı sevgi bağları ile bağlı idi. Abdullah ise Peygamber Efendimiz’in babası idi. Abdullah, Zühre Kabilesi’ne mensup Vehb b. Abdimenaf’ın kızı Amine ile evlenmişti. Bu karı koca yalnız asalete değil, o cehalet devrinde daha mühim bir şey olan mümtaz bir ahlaka sahiptiler.

Bu mesut evlenmeden az bir zaman sonra Abdullah, ticari seyahat için Suriye’ye hareket etmiş, dönüş esnasında hastalanarak Medine’de vefat etmişti. Bu suretle Hz. Muhammed öksüz doğmuş ve altı yaşında iken annesini de kaybetmişti. Ana baba şefkatinden ve itinasından mahrum kalmakla beraber, en yüksek ahlaka sahip olmuş, bundan başka ahlak mürşitlerinin en büyüğü olmuştur. Hz. Peygamber kitap okumakla kazanılacak faydalardan nasibini almadı ama buna karşılık, dünyaya öyle zengin bir miras bıraktı ki bugüne kadar daima hürmetle karşılandı.

Rebiulevvel ayının 12. günü pazartesi gecesi Peygamberimiz’in doğum gecesidir. Diğer bir rivayete göre bu ayın dokuzuncu günü, miladi 20 Nisan 571 tarihine tesadüf eden günde doğmuştur. Dünyaya teşrif etmelerinden önce annesi bazı müjdelere nail olmuştu. Bazı hadislerden Peygamberimiz’e Muhammed isminin dedesi Abdülmuttalip, Ahmed isminin ise annesi tarafından verildiği anlaşılır. Kur’an-ı Kerim’de, Peygamberimiz’den bu isimlerden her ikisi ile bahsedilmektedir.51 Sahih hadislerin birinde Peygamberimiz’in isminin hem Muhammed hem de Ahmed olduğu açıklanır. Peygamberimiz’in methi için yazılan naat ve kasidelerde her iki ismi de geçer.

Hz. Peygamber’in doğumundan önce meydana gelen harikulade hadiselerle mufassal bir şekilde meşgul olmaya lüzum görmüyoruz. Biz aslında bir ayet-i kerime ile açıklanan şu hadiseyi açıklamakla yetineceğiz. Peygamberimiz’in doğduğu yıl, Yemen’in Hristiyan hâkimi, Sana’da muhteşem bir kilise inşa etmiş ve bu kilisenin Araplar için hem manevi hem cismani bir merkez olduğunu iddia ederek Kâbe’yi tahrip etmeyi azmetmişti. Aslında bu hadise, tevhit ile Hristiyanlığın teslis inancı arasında bir ölüm kalım mücadelesi idi. Ebrehe, Kâbe’yi yıkmak için büyük bir ordunun başında ilerlemişti. Mekke’ye üç konak mesafede karargâhını kuran Ebrehe, ne maksatla geldiğini Mekkelilere haber vermek üzere adamlarını gönderdi. Ebrehe’nin adamları Abdülmuttalip’i develerinden birkaçını yakaladılar. Abdülmuttalip bizzat Ebrehe’ye müracaat ederek develerinin geri verilmesini istedi. Abdülmuttalip’in, makam ve mevki sahibi, kudretli bir şahsiyet olarak bilen Ebrehe, onun Kâbe’ye dokunmamak için ricaya geldiğini sanarak müracaat sebebini sordu. Abdülmuttalip develeri için geldiğini söyledi. Beklenilmeyen bu cevaptan hayrette kalan Ebrehe, “Yerle bir etmek için geldiğim Kâbe’nize hiç önem vermediğiniz hâlde develerinize ne kadar önem veriyorsunuz?” dedi. Abdülmuttalip cevap olarak dedi ki; “Evet, develerime ehemmiyet veriyorum, çünkü onların sahibiyim. Kâbe’ye gelince onu da sahibi himaye eder.” Kureyş, Ebrehe’nin ordusuna karşı koyacak durumda olmadıklarından Mekke’yi boşaltarak civar dağlara sığınmışlardı. Abdülmuttalip, Mekke’den ayrılırken Kâbe’nin örtüsüne sarılarak: “Ya Rabbi, bu senin beytindir. Biz onu müdafaa etmekten aciziz. Onu sen himaye et.” demişti. Tarihçiler bu sırada Ebrehe’nin ordusunda müthiş bir çiçek hastalığının yayıldığını ve ordunun büyük bir bölümünün helak olduğunu kaydetmişlerdir.

Kur’an-ı Kerim ise bu hadiseyi şöyle beyan eder:

Fil sahiplerine Rabb’inin ne ettiğini görmedin mi? Onların düzenlerini boşa çıkarmadı mı? Onların üzerine, sert taşlar atan sürülerle kuşlar gönderdi. Sonunda onları, yenilmiş ekin gibi yaptı. 52

Kur’an-ı Kerim’deki bu sure, Ebrehe ordusunun ölülerine bile bakmadan onları vahşi hayvanlara bırakarak bozguna uğradığını ve meşhur felaketlerini anlatır. Bu hadise Peygamberimiz’in doğum yıllarına tesadüf eder.

ALTINCI BÖLÜM
NÜBÜVVETTEN ÖNCEKİ HAYAT

De ki: Allah dileseydi ben onu size okumazdım, size de bildirmemiş olurdu. Daha önce yıllarca aranızda bulundum, hiç düşünmüyor musunuz? 53

Arap asillerin âdetlerinden birisi; valideleri çocuklarını emzirmezlerdi. Doğan çocuklar bedevi kabileler arasına büyümek üzere gönderilirdi. Hz. Muhammed de doğduğu zaman, validesi tarafından iki gün, Ebu Leheb’in cariyesi Süveybe tarafından birkaç gün emzirilmiş ve daha sonra da Beni Saad Kabilesi’nden Halime’ye verilmişti. Halime, Peygamber Efendimiz’i iki sene emzirdikten sonra annesi Amine’ye iade etmişti. Fakat o sıralarda Mekke’de salgın bir hastalık bulunduğundan Amine, çocuğunu Halime ile tekrar Mekke’nin dışına göndermişti. Hz. Muhammed altı yaşına kadar Halime’nin terbiyesinde kalmış ve ondan sonra tekrar annesine iade edilmişti. Amine, kocası Abdullah’ın mezarını ziyaret etmek için Medine’ye hareket etmek üzere bulunuyordu. Oğlunu da yanında götürmüştü. Bu seyahat esnasında Ebva denilen yerde vefat etmiş, oraya defnedilmişti. Böylece o büyük Peygamber, altı yaşında iken hem ana hem baba öksüz kalmıştı. Babasının ihtimamından, annesinin şefkatinden nasibini alamamış, ebeveynine karşı gerekli sevgi ve saygıyı da gösterememişti. Bununla beraber aynı sevgiyi Peygamberimiz sütannesine ve süt kardeşlerine göstermiş, onlara hakiki anne ve kardeş muamelesinde bulunmuştu. Kendisine risalet verildikten sonra, bir gün Halime, Peygamber Efendimiz’i ziyarete gelmiş, Resul-i Ekrem ayağa kalkarak sütannesini güzel sözlerle karşılamış ve ona oturması için kendi abasını sermişti. Hz. Muhammed sütannesi ve süt kardeşlerine gerekli hürmeti gösterdiği gibi, sütannesinin mensup olduğu Beni Saad Kabilesi’ne de aynı hürmeti gösteriyordu.

 

Validesinin vefatı üzerine, Hz. Muhammed’in himayesi dedesi Abdülmuttalip’e intikal etmişti. Fakat iki sene geçmeden ölümün pençesi Hz. Muhammed’i dede himayesinden de mahrum etmişti. Sekiz yaşlarında iken Hz. Muhammed’in himayesi amcası Ebu Talip’e geçti. Çocukluğundan beri taşıdığı üstün faziletler Hz. Muhammed’e amcası Ebu Talip’in takdirini kazandırmıştı. Bu yaşta bile kendisi ile temas edenler, onun hâl ve tavırlarını görenler takdir hislerini gizleyemiyorlardı. Ebu Talip nereye gitse onu yanına alıyor, geceleri onu kendi yatağında yatırıyordu. Hz. Muhammed on iki yaşında iken Ebu Talip ticaret için Suriye’ye gitmişti. Hz. Muhammed amcasına çok bağlı olduğundan, ondan uzun bir zaman ayrılmak istemediğinden, bu uzun yolculukta amcası onu yanına almıştı. Bu seyahat esnasında Hz. Muhammed’in Hristiyan rahibi Bahira’ya tesadüf etiği rivayet olunmaktadır. Bu rivayete göre, rahip, çocuğun yüzünde istikbalinin azametini sezmiş, bir gün ilahi risalet vazifesini alacağını, bunun için dikkatli olunmasını amcasına tavsiye etmişti. Yirmi yaşında iken Hz. Muhammed, haram aylarda meydana geldiği için “Ficar Harbi” diye isimlendirilen ve Kays ile Kureyş arasında devam eden harbe katılmış fakat elini hiçbir kimsenin kanı ile kirletmemiştir. Bundan sonra Peygamberimiz Hılfü’l Fudul’e katılmıştır. Hılfü’l Fudul; haksızlığa uğrayanların haklarını müdafaa etmeyi hedef alan bir cemiyetti. Bu cemiyetin her parçası, zalimlere karşı mazlumların namus müdafaasını üzerine alıyordu. Bu insani cemiyetin teşekkül etmesine önder olanlar, Hz. Muhammed ile Beni Haşim’di. Hz. Muhammed’in gençlik devirlerinden beri felaketzedelere yardım etme isteği, eşsiz yaratılışının bir hazinesi olduğunu göstermektedir.

Daha bu yaşta iken Hz. Muhammed’in doğruluğu Mekke’de şöhret bulmuş ve kendisine “el-Emin” lakabı verilmişti. Emanet her hususta doğruluğu ve namusluluğu ifade eder, Hz. Muhammed ile herhangi bir muamelede bulunanlar onu yaşadıkları müddetçe övgüyle anarlardı. Bu sıralarda Kâbe’nin tamirine lüzum görülmüştü. İnşaat malzemeleri hazırlanmış, Kureyş birlik hâlinde çalışmaya başlamıştı. Bu tamirat esnasında Hacerü’l Esved’in yerine konulması meselesinden dolayı Kureyş arasında vahim bir münakaşa başlamıştı. Bu tartışmalar kabileler arasında muharebeler olmasına ve yüzlerce ailenin helakine sebep olabilirdi.

Sonunda, Kureyş’den biri meselenin hakeme havale edilmesini talep etti. Ertesi gün Kâbe’nin önünde görülen ilk insan hakem olarak kabul edilecek ve kendisinden davanın çözümü istenecekti. Bu teklif ittifakla kabul edildi. Herkes ertesi günü büyük bir şevkle bekliyordu. Ertesi sabah Kâbe’nin civarında ilk görünen kimse ise Peygamber Efendimiz idi. “İşte el-Emin, işte el-Emin geliyor!” sesleri her taraftan yükseliyordu. Herkesin Peygamber Efendimiz’e karşı gösterdiği itimat tam yerinde kullanılıyordu. Hz. Muhammed, Hacerü’l Esved’i bir yaygının üzerine koyarak, reisleri kumaşın uçlarından tutmaları için çağırdı. Bu suretle Peygamberimiz otuz beş yaşında iken kabilesi arasında çıkabilecek bir iç savaşa engel olmuş oldu.

İslamiyetten önce de “Tahire” lakabı ile meşhur olan Hz. Hatice, Hz. Muhammed’in sahip olduğu yüksek vasıfları haber alarak bütün işlerini ona bırakmıştı. Hz. Muhammed’in namusluca çalışmaları sayesinde az bir zaman zarfında Hatice büyük kazançlar sağlamıştı. Hz. Muhammed’in fiilleri, yüksek ahlakını tescil ediyordu. Onun bu hâli Hatice’nin kendisine evlenme teklif etmesine sebep oldu. Böylece Peygamber Efendimiz yirmi beş yaşında iken kendinden on beş yaş daha büyük olan bu dul kadınla evlendi. Hz. Peygamber’in Hatice’den dört kızı ve iki oğlu dünyaya geldi. Bunların en büyükleri Kasım’dır ki onun için Peygamberimiz’e Ebu’l Kasım da denilir. Kasım iki yaşında iken ölmüştü. Peygamber’in en büyük kızı ilk önce Abdü’l As ile evlenen Zeynep’tir. Bundan sonra Hz. Osman ile evlenen ve Bedir Harbi’nin kazanıldığı gün irtihal eden Rukiyye, ondan sonra da Rukiyye’nin irtihali üzerine Hz. Osman ile evlendirilen Ümmü Gülsüm doğmuştur. Peygamber’in en küçük kerimesi Hz. Fatımatü’z Zehra’dır.

Hz. Fatıma, Hz. Ali’nin zevcesidir. Hz. Hatice’nin en küçük evladı olan bir oğlu da çocukken vefat etmişti. Hz. Peygamber, Fatıma hariç, bütün çocuklarını kendisi hayatta iken kaybetmişti. Hz. Fatıma ise Peygamberimiz’in vefatından sonra ancak altı ay kadar yaşamıştı. Peygamberimiz’in diğer bir oğlu da Mariye’den doğan İbrahim’di. O da çocukluk günlerinde vefat etmişti. Peygamberimiz Hz. Hatice’ye karşı, onun ölümünden sonra da bağlı olarak yaşadı. Bir defasında Hz. Muhammed, Hatice’nin fazilet ve meziyetlerinden bahsederken, Hz. Aişe, Peygamberimiz’e kendisinin Hz. Hatice’den üstün olup olmadığını sormuştu. Hz. Peygamber cevaben; “Hayır, çünkü herkesin beni reddettiği sırada o kabul etti!” demişti. Taşıdığı ahlaki faziletler dolayısıyla Peygamberimiz bütün kalbi ve ruhu ile Hatice’ye hürmetkârdı. Peygamberimiz, Hatice’nin malından, Allah yolunda istediği gibi sarf ederdi. Hz. Hatice hayırlı maksatlar uğrunda servetinden fedakârlık etmek için vuku bulan hiçbir tavsiyeyi geri çevirmemişti. Bir defa Hz. Hatice, Peygamberimiz’e bir köle satın almış, Peygamberimiz ise köleye derhâl hürriyetini verince o da fazlasıyla memnun olmuştu. Peygamberimiz’in meşhur ashabından olan Zeyd de bir köle idi. O da Hz. Hatice sayesinde hürriyetini kazanmıştı. Peygamberimiz’e risalet verildiği zaman, bu ağır mesuliyet onu titretmişti. Fakat bu buhranlı dakikalarda, Hz. Hatice şu kelimelerle ona kuvvet verdi: “Cenabıhak, seni hiçbir zaman başarısız kılmayacaktır. Çünkü bütün akrabalık bağlarına hürmet edersin. Zayıfların koruyucususun. Herkesin ihmal ettiği faziletleri taşımaktasın. Misafirperversin, başına her ne gelirse gelsin hep hak tarafındansın.” Hz. Hatice bu sözleri ile Hz. Muhammed’in insani hasletlerini ve ahlaki faziletlerini ne kadar hararetli bir şevk ile takdir ettiğini göstermektedir. Gerçekten bu söz, karı koca arasında mevcut derin bir sevginin ifadesiydi. Her ikisi de insani hislerle dolu idiler. Bir insanın zevcesi kadar, kalbinin en gizli sırlarına vakıf olan başka bir kimsesi yoktur. Hz. Hatice’nin Peygamberimiz’e bu hararetli imanı, seciyesinin eşsizliğine kesin bir delil teşkil eder. En düşmanca hareket eden Batılı tenkitçiler bile bu durum karşısında zerre kadar bir şüphe ortaya koyamazlar.

Peygamber’in yüksek tabiatına Hz. Hatice’nin bağlı olması, şüphesiz en büyük önemi taşır. Fakat Peygamber Efendimiz’le temas eden kimselerin ona gösterdikleri sadakat ve fedakârlıklar da daha az önemli sayılmaz. Peygamberimiz’in kölesi olan Zeyd, hürriyetine kavuştuğunda, durumu haber alan babası Mekke’ye gelmiş, oğlunu alıp götürmek istemişti. Hz. Muhammed’in ince tabiatı, baba ile oğlun ayrılmasına mani olmuştu. Hz. Peygamber bir babanın evladına kavuşmasından dolayı mutlu ve mesut olmuştu. Fakat Zeyd’in babası oğlunu, Resul-i Ekrem’den ayıramamıştı. Zeyd’e müsaade etmesi için Zeyd’in babası Hz. Peygamber’e müracaat etmiş, Peygamberimiz de kararı Zeyd’e bırakmıştı. Zeyd’in babası ise bundan çok memnun olmuştu. Çünkü oğlunun kendinden çok Hz. Peygamber’i sevdiğini tahmin edemiyordu. Zeyd köle olmaktan kurtulmuş fakat Hz. Peygamber’in kişiliğine meftun olmuştu. Zeyd, babasının hiç beklemediği bir karar vermiş Hz. Peygamber ile birlikte kalmayı tercih etmişti. Hz. Ebu Bekir’in Peygamberimiz’e bağlılığı ve sadakat derecesi ise herkesin bildiği bir gerçektir.

Hz. Muhammed’in ulvi yapısına hayran olanlardan birisi de amcası Ebu Talip’tir. Ebu Talip, atalarından tevarüs ettiği dine sadık kalmakla beraber, kendi hayatını bile tehlikeye atarak bütün Kureyş’in düşmanlıklarına karşı, Hz. Muhammed’i müdafaa etmiş, bu kadar yüksek seviyeli bir insanı müdafaa etmemeyi alçaklığın en kötüsü olarak kabul etmişti. Ebu Talip, Hz. Peygamber’i müdafaa hususunda hayret edilecek bir cesaret göstermiştir. Kureyş, Hz. Muhammed’i müdafaa etmekten vazgeçmesi için Ebu Talip’e başvurduklarında, o bir kıta söyleyerek onları kınamıştı. Ebu Talip demişti ki; “Yazık size! Hiçbir kabile himayeye layık olan bir kimseyi himaye ettiği için reislerini terk etmemiştir. O, tahammülsüz bir insan değildir. İşlerini başkalarına tevdi edecek derecede zayıf da değildir. Alicenaptır. Onun yüzü suyu hürmetine yağmurun yağması niyaz edilir. O, öksüzleri ve dulları himaye eder.”

Özetle, Hz. Muhammed ile kim temas etmişse ona bağlanmıştır. Fakat daha çok önem taşıyan diğer bir nokta ise onunla temas edenlerin güzel ahlak sahibi kimseler olmalarıdır. Hz. Peygamber’in, İslam tarihine geçmiş arkadaşlarının da asalet ve seciye itibarıyla tanınmış kimseler olduğu bir gerçektir. Eski arkadaşları arasında, Kureyş’in sayılı reislerinden Hâkim b. Hazm’ı ve İbn. Su’lebe’yi sayabiliriz. Bunların her ikisi de Peygamberimiz’in dostlarındandı. Her ikisi de güzel ahlak sahibi insanlardandı. Görülüyor ki İslam Peygamberi risaletten önceki hayatında bile o kuvvetli şahsiyeti ile sanki bir mıknatısa sahipti. Onunla her kim temas etmişse güzel ahlak ve asalet sahibi olmuştu.

Peygamberimiz’in ahlakının en güzel sıfatlarından birisi; fakirlere, zayıflara, dullara ve yetimlere karşı derin hisleridir. Hz. Muhammed bunların ihtiyaçlarını temin için her fedakârlığı yapardı. Onun bu faziletini takdir hususunda, düşman, dost herkes müttefikti. Hz. Hatice’nin teselli verici sözleri, Hz. Muhammed’in bu faziletlerine şahittir. Ebu Talip, Hz. Muhammed’in korunmaya layık olduğunu ispat için onun bu faziletlerine dayanıyordu. Mazlumların davasını müdafaa için kurulan “Hılf’ül Fudul”a Hz. Muhammed’in katılması aynı şeye delalet eder. Peygamberimiz’in fakirlere, çaresizlere, öksüz ve yetimlere karşı taşıdığı hisler yaratılışından getirdiği bir hazine gibiydi. Kur’an-ı Kerim’in ayetleri, yetim ve biçarelere ihtimamı, âdeta dinin ruhu gibi tasvir eder. Yetimi şiddetle defeden, fakiri doyurmayan veya fakiri doyurmaya teşvik etmeyenler, dini tekzip etmiş sayılmaktadırlar.54 Kur’an-ı Kerim nazarında insanlık şerefinin en yüksek mertebesi, öksüzlere ve fakirlere bakmak ve onların hukukuna riayettir. Öksüzlere hürmet etmeyenler mahrumiyetle tehdit olunmaktadırlar. Yetimlerin ve fakirlerin ihmali o cemiyette millî bir çöküş getirir. Bunun için Kur’an-ı Kerim onların hayatını temin eden ayetlerle doludur.

Hz. Muhammed küçük yaşından itibaren iffet, incelik ve temizliği ile vasıflanmıştı. Küçük yaşlarında bile çocukluğa özgü hafifliklerden uzaktı. Ebu Talip, Peygamberimiz hakkında Abbas’a diyor ki: “Onun bir yalan söylediğini, gevezelik ettiğini, sokak çocuklarına karıştığını asla görmedim.” Harp ve kavga eski Arapların en sevgili meşgaleleri idi. Hz. Muhammed ise yaratılışı itibarıyla harpten nefret ederdi. Ficar Harbi’nde, Hz. Peygamber, amcasına ok vermek işleriyle meşgul olmuştu. Her türlü hurafeler Arapların vicdan ve dimağlarına hâkimdi. Fakat bunlar da Hz. Muhammed’in tiksindiği şeylerdi. Bir keresinde Arapların Lat ve Uzza’sından bahsedilirken Hz. Muhammed putperestlikten daha çok nefret ettiği başka bir şeyin bulunmadığını söylemişti. Peygamberimiz, zamanında yapılan putperestçe ayinlerin hiçbirine iştirak etmemiş, putların şerefine verilen ziyafetlerin hiçbirinde bulunmamıştır.

Hz. Muhammed’in kalbi, insanlığın sapıklığından sızlanırdı. Peygamberimiz, insanlığı bu ahlaki çöküntüden kurtarmak için ateşli bir arzu duyar, beşeriyeti felaha ulaştırma yolunda çırpınırdı. Hz. Muhammed genellikle Hira dağında bir mağaraya çekilerek Hakk’a yalvarır, beşeriyetin kurtuluşu için gözyaşı dökerdi.

 

YEDİNCİ BÖLÜM
NÜBÜVVET 55

Yaratan Rabb’inin adıyla oku! O, insanı pıhtılaşmış kandan yarattı. Oku! Kalemle öğreten, insana bilmediğini bildiren Rabb’in, en büyük kerem sahibidir… 56

Kırk yaşına girmeden az bir zaman önce Peygamber Efendimiz, yalnız başına murakabe ve tefekkürde bulunmak için Hira’daki ibadet yerine çekilirdi. Günlerce Allah düşüncesi ile meşgul olurdu. Bu sırada Resul-i Ekrem tıpa tıp çıkan rüyalar görüyordu. Nihayet, Ramazan ayı içinde bir gece Hira’da ibadete dalmış iken kendisine Cebrail göründü. Peygamberimiz’e; “Oku!” dedi. Hz. Peygamber, “Okuma bilmem.” dedi. Cebrail, Hz. Muhammed’i kucakladı. Bir kere daha “Oku!” dedi. Melek üç kere bu emri tekrar etti. Peygamber Efendimiz de okumaya muktedir olmadığını söyledi. O zaman Cebrail bölüm başına aldığımız ayetleri okudu. Bu ayetlerle Peygamberimiz’e okumaya muktedir olmamakla beraber, Cenabıhakk’ın ismi ile yardım talep edildiğinde, muvaffak olacağı beyan edilmişti. Bu şekilde çok zor sandığı herhangi bir işi, Allah’ın yardımıyla başarmaya muvaffak olacağı kendisine öğretilmiştir. Bundan başka bu ayetler ancak İslam Peygamberi’nin tebliğleri sayesinde anlaşılan, geniş bir irfanı da ihtiva ediyordu. Peygamberimiz’in, nübüvvet gibi büyük bir mesuliyeti yüklendiği ilk gün, bugündü. Bulmak için çok büyük sıkıntılara katlandığı doğru yol, nihayet Peygamberimiz’e açılmış, tam bir şevkle ve hevesle aradığı nur, kendisine gönderilmişti. Fakat bununla beraber, bütün insanlığı kurtuluşa kavuşturmak için o büyük vazifenin kendisine yüklendiği bildirilmişti. Fıtraten zayıf bir insan olmasıyla Hz. Peygamber, alelade mesuliyetlerin bile ağırlığını duyan bir adamdı. İnsanoğlunu ıslah ve teceddüde mazhar etmek son derece büyük ve ağır bir vazife idi. Hz. Musa’ya yalnız başına bir Kavmi’n irşadı ve ıslahı emrolunduğunda, bunu tek başına yapamayacağını söylemiş, Allah’ın yardımını niyaz etmiş, “Ya Rabbi, bana bir yardımcı ihsan et.” demişti. Hz. Muhammed’e ise cehalet çukuruna batmış bütün beşeriyetin irşat ve ıslahı emredilmişti. Bu mesuliyetin ezici yükü onun metin kalbini sarsmamıştı. Hz. Muhammed ancak Allah’ın yardımına dayanarak, bütün mesuliyeti kabul etmiş ve hiçbir yardımcıya ihtiyaç göstermemişti. Fakat ilahi vahiy harikulade bir meseledir. Alelade insanların tecrübe edeceği bir şey değildir. Çünkü vahiy bir insanın muhitinden büsbütün uzak kalmasını gerektirirdi. Bu hadisenin olduğu günlerde vahye mazhar olan zatın bütün mevcudiyetini kudret-i ilahi kaplamıştı. Hz. Peygamber bu hadiseye alıştığı zaman bile çok terler, pek ağırlaşırdı. Sahabe’den biri bir defa Peygamberimiz’e vahiy geldiğinde, onun dizinin kendi dizi üzerinde bulunduğunu beyan ederek diyor ki: “Peygamberimiz’in dizi o kadar ağırlaştı ki dizimi ezeceğini sandım.” Hz. Muhammed’in ilk vahyi aldığı zaman mübarek vücuduna vahiy çok ağır bir tesir icra etmiş bu sebepten titreye titreye evine dönmek zorunda kalmıştı. Elleri ve ayakları soğuyan Peygamber, Hz. Hatice’den kendisini örtmesini istemişti. Titreme ile korku ortadan kalkınca, Peygamberimiz, Hz. Hatice’ye gördüğünü anlatmıştı. Hz. Hatice, zevcinin başından geçenleri anlayınca, Cenabıhakk’ın onu hiçbir zaman terk etmeyeceğini, kendisinin risaletinde muvaffak olacağını söyleyerek Peygamberimiz’e kuvvet vermiş, onun haiz olduğu faziletleri, akrabasına karşı olan hareket tarzı, fakirlere ve zayıflara, yetim ve dullara yardımı, misafirperverliği, bütün güçlüklere rağmen hak taraftarlığını belirtmiş ve bu özelliklere sahip bir kimsenin başarısızlığa uğramayacağını söylemişti.

Bundan önce de anlattığımız gibi Varaka b. Nevfel, Hz. Hatice’nin yeğeni idi. Putperestlikten nefret eden Varaka, hak dini aramaya koyulmuş, sonunda da Hristiyanlığı kabul etmişti. Hatice, hakkı arayan bu yeğeninin, vicdanını hoşnut edecek, fikir bahçesini sulayacak bir din aradığını biliyordu. Ayrıca yeğeninden, Hz. İsa’nın geleceğini bildirdiği Peygamber’e ait haberleri de duymuştu. Bunun için zevcinin nübüvvete mazhar olduğunu görür görmez, doğruca yeğenini ziyaret ederek, ihtiyar ve aynı zamanda âmâ olan yeğeninin fikrini almak istemişti. Varaka; Hz. Muhammed’in ilahi vahye mazhar olduğunu haber alır almaz, Hz. Musa’nın müjdesine dayanarak, “Bu melek, Cenabıhakk’ın Hz. Musa’ya gönderdiği melektir.” demişti. Daha sonra Varaka, “Keşke yaşasam da senin, kendi vatandaşların tarafından hicrete mecbur edildiğini görebilsem.” demişti. Hatice, Peygamberimiz’in böyle bir muameleye mi uğrayacağını sorduğu zaman Varaka, “Evet.” demişti. “Her Peygamber’in gördüğü muamele budur!” Çok geçmeden Varaka irtihal etmiş fakat Nübüvvet-i Muhammediye’yi tasdik ettiğinden dolayı Hz. Peygamber’in ashabından sayılmıştı.

Hira dağı’nda vaki olan ilk vahyi müteakip, Cebrail bir müddet Hz. Peygamber’i ziyaret etmedi. Bu devreye “Fetreti Vahiy” devresi denir. Bu devrenin ne kadar devam ettiği hususu ihtilaflıdır. Bazıları bu zamanın iki veya üç sene kadar uzadığını, fakat İbn Abbas, bu fetretin kısa bir zaman devam ettiğini söylemektedir ki tarihî deliller de bunu kuvvetlendirir. Resul-i Ekrem Efendimiz’in, vahyin kesildiği bu zamanında, dağlara tırmanarak kendisini yuvarlamak istediğine dair nakledilen rivayetler asılsızdır. Çünkü rivayetlerin sıhhatini tayin için yapılan araştırmalarda, bu rivayet mevsuk değildir. Bunun ravisi olan Zühri, daha sonraki nesile mensuptur. Hâlbuki bir rivayetin sahih olması için onu anlatan ravinin sahabe olması gerekir veya ashaptan birinden rivayet edilmesi gerekirdi. Bunun için Zühri’nin bu rivayetinin hiç önemi yoktur. Özellikle Hz. Muhammed’in intihar etmek istediğine dair yapılan rivayetler, onun ruhi durumuna tamamen zıttır. En genç yaşından itibaren Peygamber’in kalbi, beşeriyeti ıslah ümidi ile doluydu. Bunun için tam bu sırada, kendisine nübüvvetin verildiği bir sırada, onun intiharı düşünmesine imkân var mıdır? Resul-i Ekrem Efendimiz’in hattı hareketinde görülen bir şey varsa, onun eskisinden daha fazla dağlara inzivaya çekilmesidir. Fakat bu hareket onun intiharı düşünmesi gibi manasız bir şekilde değerlendirilemez. Kendisine vahiy gelmeden önce de dağlara çekilirdi. Mütefekkir bir zihne sahip olması dolayısıyla dağlarda bir nevi huzur bulur, orada hiçbir şeyle meşgul olmadan düşüncelere dalardı. Peygamberimiz’in intiharı düşünmesine hiçbir sebep de yoktu. Hz. Muhammed eskisinden daha büyük bir ızdırap içinde dolaşıyorduysa ki bundan daha fazla bir şey de söylenemez, bunun sebebi içe kapanış değildir. Gecesini gündüzünü arayıp bulmaya vakfettiği nuru ilahi, birinci tecelliden sonra kaybolmuştu. Kendisine ızdırap veren işte bu idi. Kalbinin bütün isteği ilahi kelamları tekrar dinlemekti. Onu dağlara sevk eden, kalbinin hararetli iştiyakını tatmin edecek şeyi elde etmekti. İntihar ise Peygamberimiz’in hatırına hiç mi hiç gelmezdi. Peygamberimiz’in hayatında olan her hadise bunu yalanlar. Dünyanın en ümitsiz şartları karşısında bile, Cenabıhakk’ın yardımından ümidini kesmeyen, imanı hiçbir zaman sarsılmamış, tahammülü güç işlerde onu tuttuğu bu yoldan kıl kadar ayıramamıştı.

Nihayet fetret devri son buldu. Hz. Muhammed için bu fasıla pek uzun görünmüştü. Çünkü bu arada, bütün varlığı ile sevdiği Cenabıhakk’tan bir zaman için ayrı kalmıştı. Bundan dolayı bazıları, bu devrin uzun bir zaman devam ettiğini söylerler. Hâlbuki vahyin bu müddet zarfında kesilmesi, bir hikmeti ilahiyyeye dayanmakta idi. Vahiy geldiği esnada Peygamber Efendimiz’in maruz kaldığı ızdırap bedeni üzerinde görülebiliyordu. Vahyin tekerrürüne belki vücudu tahammül etmezdi. Peygamber’in bedeninin sağlığı için vahyin kesilmesine gerek var idi. Mamafih altı ayı geçmediği kesin olan bu fetret devrine müteakip, aynı şiddette olmamakla beraber Peygamber aynı hissi duymuştu. Bu defa da Hz. Hatice’den kendisini örtmesini istemişti. Fakat bu sefer Hz. Peygamber’in risaletini açıklaması emredilmişti.

“Ey kendisini örten insan! Kalk, inzar et.” 57

Bu ilahi emir Peygamber Efendimiz’in hayatında yeni bir devir açtı. Allah kelamının ilan ve risaletin fiilen telkin edilmesi devri başlamış oldu.

48Ahzap, 33/40.
49İsra, 17/81.
50Şuara, 26/217-220.
51“Meryem oğlu İsa: ‘Ey İsrailoğulları! Doğrusu ben, benden önce gelmiş olan Tevrat’ı doğrulayan, benden sonra gelecek ve adı Ahmed olacak bir peygamberi müjdeleyen, Allah’ın size gönderilmiş bir peygamberiyim.’ demişti. Ama o elçi, kendilerine belgelerle geldiği zaman: ‘Bu, apaçık bir sihirdir.’ demişlerdi.” [Saff, 61/6] “Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler geçmişti. Ölür veya öldürülürse geriye mi döneceksiniz? Geriye dönen, Allah’a hiçbir zarar vermez. Allah şükredenlerin mükâfatını verecektir.” [Ali İmran, 3/144] “Muhammed içinizden herhangi bir adamın babası değil, Allah’ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilendir.” [Ahzab, 33/40] “Muhammed Allah’ın elçisidir. Onun beraberinde bulunanlar, inkârcılara karşı sert, birbirlerine merhametlidirler. Onları rükuya varırken, secde ederken, Allah’tan lütuf ve hoşnutluk dilerken görürsün. Onlar, yüzlerindeki secde izi ile tanınırlar. İşte bu, onların Tevrat’ta anlatılan vasıflarıdır. İncil’de de şöyle vasıflandırılmışlardı: ‘Filizini çıkarmış, onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş, ekincilerin hoşuna giden ekin gibidirler. Allah böylece bunları çoğaltıp kuvvetlendirmekle inkârcıları öfkelendirir. Allah, inanıp yararlı işler işleyenlere, bağışlama ve büyük ecir vadetmiştir.’ ” [Fetih, 48/29]
52Fil, 105/1-5
53Yunus, 10/16.
54Dini yalan sayanı gördün mü? Öksüzü kakıştıran, yoksulu doyurmaya yanaşmayan kimse işte odur. Vay o namaz kılanların hâline ki: Onlar kıldıkları namazdan gafildirler. Onlar gösteriş yaparlar. Onlar basit şeyleri dahi vermezler. [Maun, 107/1-7]
55Nübüvvet: Peygamberlik (e.n.).
56Alak, 96/1-5.
57Müddesir, 74/1-2.
Olete lõpetanud tasuta lõigu lugemise. Kas soovite edasi lugeda?