Kızıl Damga

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

Gümrük Dairesi
“Kızıl Damga”ya Giriş

Kendimi ve başımdan geçen olayları şöminenin başında yakın arkadaşlarımla bile konuşmaktan çekinmeme rağmen, hayatımda iki kez topluma hitap ettiğim sırada otobiyografik bir dürtünün bana hâkim olması biraz dikkat çekicidir. İlki, bundan üç dört yıl önce, Eski Papaz Evi’nin derin sessizliğinde sürdürdüğüm yaşam tarzımı, kayıtsız şartsız ve dünyevi nedenlerden ötürü hoşgörülü bir okuyucu ya da müdahaleci bir yazarın varlığı olmaksızın, tasavvur ettiğim hayatımı okuyucunun beğenisine sunmamla gerçekleşmişti. Şimdi ise; kurak çöllerimin susuzluğundan çıktıktan ve bir vesileyle kendime bir iki dinleyici bulmuş olmanın verdiği mutlulukla, bir gümrük dairesinde yaşamış olduğum üç yıllık deneyimimden bahsediyorum. Ünlü “P. P., Bu Mıntıkanın Papazları”6 asla bundan daha sadakatle takip edilemezdi. Gerçek şu ki, yazar burada tamamen yazdığı sayfaları rüzgâra bırakacak olsa, kitabın cildini bir kenara fırlatacak ya da onu yerden asla almaya yeltenmeyecek birçok kişiye değil, onu tüm okul arkadaşlarından ya da yakın dostlarından çok daha iyi anlayabilecek birkaç kişiye seslenmektedir. Bazı yazarlar gerçekten bundan çok daha fazlasını yaparak münhasıran mükemmel sempatinin tek kalbine ve zihnine tam olarak hitap edebilecek şekilde kendilerini gizli vahiy derinliklerine kaptırırlar; sanki geniş dünyaya savurup attığı basılı kitap, yazarın kendi doğasının parçasını bulacağından ve onu diğer parçalarla bir araya getirerek varoluş çemberini tamamladığından emindir. Bununla birlikte, kişisel olarak kendimizden bahsetmesek bile, her şeyi konuşmak hiç de kolay değildir. Ancak, konuşmacının dinleyicileri ile arasında gerçek bir ilişki olmadığı sürece, düşünceleri donuk ve soğuk kalacağından, en yakın arkadaşımız olmasa bile, bir arkadaşımızın nazik ve anlayışlı bir şekilde konuştuklarımızı dinlediğini hayal etmemiz mantıklı olabilir; sonra, bu güler yüzlü bilinç tarafından buzları çözülen her zamanki dikkatli benliğimiz, en derinlerimizdeki “ben”i maskelerin arkasında tutarak etrafımızda olan bitenden ve hatta kendimiz hakkında en özel şeylerden bile bahsetmeye girişebilir. Bu kapsamda ve bu sınırlar dâhilinde bir yazar, okuyucunun haklarını veya kendi haklarını ihlal etmeden kendi hayatından bahsedilebilir.

Benzer şekilde, bu Gümrük Dairesi taslağının da, aşağıdaki sayfalarının büyük bir bölümünün nasıl elime geçtiğini açıklamak ve bu kitabın gerçekliğinin kanıtlarını sunmak gibi, edebiyatta her zaman tanınan belirli bir özelliğe sahip olduğu da anlatılan içerikten anlaşılacaktır. Bu aslında; kendimi tam olarak okuyucuyla bağdaştırarak, onlara anlatmak istediğim öykümün bu bölümünü7 bir editörün dilinden değil de, doğrudan kendi sesimle ifade etme ve okuyucumla birebir ilişki kurma isteğimden başka bir şey değildi. Bu noktada, ana amacı yerine getirirken, birkaç ekstra dokunuşla, daha önce tarif edilmeyen bir yaşam biçiminin, içinde yazarı da dâhil olmak üzere, içsel olarak hareket eden bazı karakterlerin hafif bir temsilini vermekten de çekinmedim.

Doğduğum kasaba olan Salem’de, yarım yüzyıl önce, eski Kral Derby’nin8 döneminde fazlasıyla hareketli ve kalabalık bir limanımız vardı; ancak şimdilerde bu liman çürümüş ahşap depolarla kaplıdır ve üzerinde ticari hayatın olduğuna dair neredeyse hiçbir belirti yoktur. Tek istisna olarak, hayvan derilerinden oluşan yükünü boşaltmak için limana yanaşan bir tekne ya da melankolik uzunluktaki rıhtımın sadece bir kısmını kaplayan bir barka, bir brik9 ya da yakacak odundan oluşan yükünü karaya çıkartmaya çalışan bir Nova Scotia guletinden başka bir şey görmek mümkün değildir. Gelgitten dolayı sık sık sular altında kalan ve etrafında bulunan, üzerinde durgun geçen yılların izlerini taşıyan, her tarafını kalın ot tabakasının kapladığı bir dizi binanın bulunduğu, bu harap rıhtımın baş kısmında, ön pencerelerinden bu iç karartıcı manzaranın yanı sıra, bütün limanı gören, tuğladan inşa edilmiş geniş bir yapı durmaktadır. Çatısının en güzel noktasına, her öğleden önce tam üç buçuk saat boyunca cumhuriyetin sancağı dikilir, bayrak o günün hava şartlarına göre ya rüzgârla dalgalanır ya da sakin bir şekilde direğinde asılı kalır; ancak bu binanın özellikle Sam Amca’nın hükûmetinin askerî değil, sivil amaçlı kurulan bir görev noktası olduğunu belirtmek için, bayrağın on üç yatay çizgisi, dikey olarak görülecek şekilde ters asılır. Binanın ön yüzü, yarım düzine ahşap sütunlu revakla10 süslenmiş olan bir balkona ve balkonun altında caddeye kadar inen geniş mermer merdivenlere sahipti. Girişin hemen üzerinde, yanlış hatırlamıyorsam her pençesi bir dizi iç içe geçmiş şimşekler ve dikenli oklarla süslenmiş, göğsünü bir kalkan gibi şişirmiş, kanatlarını geniş bir şekilde açmış Amerikan kartalının muazzam bir örneği asılıydı. Bu mutsuz görünümlü kuşun, karakterize ettiği geleneksel öfkenin hâkim olduğu ateşli gözleri, tehditkâr gagası ve genel anlamda sergilediği saldırgan tutumu, hiç kimseyi rahatsız etmeyen bu topluluğa zarar vermekle tehdit ediyor gibi görünmektedir; özellikle de kendi güvenliklerine çok dikkat eden tüm vatandaşlarını, sanki kanatlarının gölgesi altına aldığı binaya izinsiz girmemeleri için uyarmaktadır. Yine de, o ne kadar saldırgan görünürse görünsün birçok insan, konuştuğumuz şu anda bile sanırım bu büyük kuşun göğsünün kuş tüyü kadar yumuşak bir yastık rahatlığına sahip olduğunu hayal ettikleri için, federal devleti temsil eden bu kartalın kanatları altında kendilerine sığınacak bir yer bulmaya çalışmaktadır. Ancak bu kartal, en iyi ruh hâlinde olduğu günlerinde bile kimseye karşı büyük bir hassasiyet göstermez, onun göğsüne sığınanları ya pençesinin bir darbesiyle, ya gagasının vuruşuyla ya da dikenli oklarıyla er ya da geç -genellikle de çok geç olmadan- kapanmayan yaralar açarak bir kenara fırlatır atar.

Yukarıda anlatılan yapıya ilişkin yapmış olduğum tarifi daha fazla uzatmadan, etrafını çevreleyen çatlak kaldırım taşları üzerinde, mekânın eski günlerindeki görkemli ticari çalışmalarından uzak olduğunu bariz şekilde anlatan kalın ot tabakasıyla kaplı bu binanın aynı zamanda limanın Gümrük Dairesi olduğunu söyleyebilirim. Bununla birlikte, yılın bazı aylarında kimi zaman işlerin çok daha canlı ilerlediği sabahlar olduğu da gözlemlenmektedir. Bu tür durumlar, şimdiki dönemin yaşlı vatandaşlarına Salem’in son savaştan11 önce İngiltere’nin en görkemli limanlarından biri olduğu; rıhtımlarının harap olarak parçalanmasına izin veren girişimlerini New York ya da Boston’daki güçlü ticaret selini gereksiz yere ya da fark edilmez bir şekilde yükseltmeye sebep olan kendi tüccarları ve gemi sahipleri tarafından terk edilmediği, bu tüccarlar tarafından küçümsenmediği dönemlerini hatırlatabilirdi. Genellikle Afrika ya da Güney Amerika’dan aynı anda limana yanaşan üç ya da dört geminin olduğu sabahlarda, gelişleri ya da limandan ayrılacakları zamanlarda binanın önündeki mermer merdivenlerin üzerinde kalabalık insan gruplarının telaşlı ayak seslerini duymak mümkün olurdu. Burada, bir teneke kutunun içine koymuş olduğu gemi evraklarını koltuğunun altına sıkıştırmış, karaya henüz ayak basmış, deniz havasından teni kavrulmuş, daha yıkanmaya bile fırsat bulamamış bir kaptanı, karısından önce selamlama fırsatı bulabilirdiniz. Aynı zamanda, yolculuğunu tamamlamış bir geminin indireceği yüklerin arasından kolayca altına, paraya ya da mala dönecek eşyaların mı, yoksa kimsenin elinden almak istemeyeceği döküntülerle mi dolu olduğunu limanda dolaşan gemi sahibinin yüzündeki neşeli, kasvetli, mutlu ya da somurtkan yüz ifadesinden çıkarabilirdiniz. Aynı zamanda, bir kurt yavrusunun kanın tadını alması gibi, buradaki yoğun keyfi almış olan, bir değirmen deresinde oyuncak kayıklarını yüzdürme çağındayken, ustasının elinden tutarak gemilerinde maceralı yolculuklara yelken açmasını sağladığı delikanlı -geleceğin kırışık yüzlü, boz sakallı, tüccarların işlerinden bitap düşecek olan- kâtip de buradaydı. Sahnedeki bir başka figür de, denize açılmak için izin belgesi peşinde olan ya da yakın zamanda hastaneye kaldırılması gerektiğinden izin kâğıdı arayan solgun ve zayıf bir tayfadır. Elbette bu arada, Yankeelerin uyanık yönlerini taşıyan, ancak çürüyen ticaretimize bulundukları hiç de önemsiz sayılamayacak katkıları sayesinde varlıklarını gösteren, İngiliz şehirlerinden yakacak odun getiren paslı küçük gemilerin kaba görünümlü kaptanlarını da unutmamalıyız.

 

Aslında tüm bu bireyleri, daha önceden yaşamış bazı gruplarla çeşitlendirerek, diğer muhalif kişilerle birlikte kümeleştirecek olursanız, bir süreliğine de olsa Gümrük Dairesi heyecan verici ve hareketli bir yer hâline dönüşebilirdi. Bununla birlikte, merdivenleri çıktığınızda daha sıklıkla göreceğiniz şey -yaz mevsimindeyken girişte ya da kışları veya sert havalarda uygun odalarda- arka ayakları duvara yaslanmış eski moda sandalyelerde oturan bir dizi saygıdeğer şahıs olacaktır. Bu şahısların çoğu genellikle uyurlardı, ancak bazen de onların bir nevi konuşma ile horlama arası sesleriyle, bakım evlerinde kalan ve geçimlerini sadakalarla sağlayan ya da kendi tekellerinde tuttukları ya da bağımsız çabaları neticesinde hayat mücadelesi vererek para kazanmak zorunda kalan insanların bitap ses tonlarıyla birbirleriyle sohbet ederlerdi. Bu yaşlı beyefendiler -tıpkı Aziz Matthew12 gibi, dairenin tahsilat veznelerine kurulan, ancak onun gibi kutsal amaçlar uğruna çok sorumluluk almaları mümkün olmayan-Gümrük Dairesi memurlarıydı.

Ayrıca, ön kapıdan girildiğinde sol tarafta, kemerli pencerelerinden ikisi, daha önce yukarıda bahsettiğim harap rıhtım manzarasına ve üçüncüsü dar bir sokak boyunca Derby Caddesi’nin bir kısmına bakan, yaklaşık kırk beş metre kare genişliğinde ve yüksek tavanlı bir oda ya da ofis vardı. Her üç pencereden dışarıya baktığınızda da genellikle kapılarının önlerinde gülüşerek dedikodu yapan, eski kulağı kesikleri ve tıpkı Wapping13 limanlarında olduğu gibi, rıhtımları işgal eden farelerle dolu diğer bakkal dükkânlarını, takozcuları, kumanyacıları ve denizcilik malzemeleri satan mekânları görebilirdiniz. Oda örümcek ağlarıyla doluydu ve duvarları yıpranmış boyasından dolayı oldukça pisti; zemini artık çok uzun süredir kullanılmayan, eski moda gri kumla kaplıydı ve odanın genel anlamdaki pisliğinden, temizlikçi kadınların sihirli süpürge ve paspaslarıyla bu odaya erişim sağlamalarına pek izin verilmediği sonucuna varmak, kolayca mümkündü. Mobilya olarak bakıldığında ise içeride; oldukça hacimli, geniş bacalı eski bir soba, yanında üç ayaklı taburesi olan çam ağacından yapılma eski bir masa; aşırı derecede yıpranmış ve ayakları çarpılmış iki ya da üç ahşap oturaklı sandalye vardı; ayrıca bazı raflarında Kongre Yasalarının bir ya da iki cildini ve Gelir Yasalarının büyük bir özetini içeren kitapların bulunduğu köşedeki kütüphaneyi de unutmamak gerekir. Tavana doğru çıkan bir teneke boru sayesinde binanın diğer bölümleriyle sesli bir iletişim ortamı sağlanabiliyordu. Ve buraya sevgili okurlar, yaklaşık altı ay önce gelmiş olsaydınız -odayı bir köşeden diğer köşesine kadar arşınlayan, uzun bacaklı taburesine rahatça oturarak, dirseğini masanın üzerine dayayıp, gözleri sabah gazetesinin sütunlarını bir aşağı, bir yukarı dolaşan- Eski Papaz Evi’nin batı tarafındaki söğüt dallarının arasından gün ışığının çok hoş bir şekilde parladığı, bu neşeli küçük çalışma odasında sizi karşılayan kişiyle tanışma onuruna da erişebilirdiniz. Ama şimdi, onu görmek için oraya gidecek olursanız, Locofoco14 müfettişini boşu boşuna sormuş olursunuz. Reformun çalı süpürgesi onu ofisinden süpürüp atmış, görevden alınmasına neden olmuştu ve şimdi onun yerini devralan değerli halefi, onun kılığına bürünerek, onun hakkı olan maaşını cebine indiriyordu.

Doğduğum yer olan, ancak hem çocukluk hem de olgunluk yıllarında ondan çok uzak kaldığım, bu eski Salem kasabasının yüreğimde orada kaldığım mevsimler boyunca gücünü hiç fark etmediğim bir yeri vardır ya da olmuştur. Aslında, fiziksel yönü söz konusu olduğunda, kasabanın neredeyse hiçbir mimari güzelliği olmayan ahşap evlerle kaplı düz, renksiz ve değişmeyen yüzeye sahip; ne etkileyici ne de tuhaf ama sadece uysal bir düzensizliği vardı. Yarımadanın neredeyse tamamı boyunca uzanan, bir ucunda Gallows Tepesi ve Yeni Gine’nin15 bulunduğu, diğer ucunda ise bakım evinin göründüğü uzun ve fazlasıyla tenha bir caddeye sahip olan kasabamın bu özelliklerine rağmen, ona karşı duyduğum bu bağlılık ancak düzensiz bir dama tahtasına duyabileceğim bağlılık kadar makul olabilirdi. Ve yine de başka yerlerde daha mutlu yaşamış olmama rağmen, içten içe bu sevgili, yaşlı Salem’e karşı bundan çok daha iyi bir kelime bulamadığım için, neredeyse şefkat diyebileceğim bir duygu beslediğimi söyleyebilirim. Bu duygularım, muhtemelen ailemin bu topraklara salmış olduğu derin ve sağlam köklerinden kaynaklanıyor olabilirdi. Soyadımı taşıyan en eski göçmenlerden olan ilk Britanyalının, o zamandan bu yana bir şehir hâline gelen bu vahşi ve ormanlarla kaplı yerleşim alanında ortaya çıkmasının üzerinden neredeyse iki tam ve bir çeyrek yüzyıl geçmişti. Ve onun torunları burada doğmuş, burada ölmüş ve dünyevi bedenleri burada toprağa karışmıştı; bu durum ancak benim naçiz bedenim de bir süreliğine de olsa sokaklarında yürüyeceğim bu topraklar üzerinde tamamen kaybolana kadar devam edecekti. Kısacası, bu bahsettiğim durum sadece toprağın toprağa karışacak olmasından kaynaklı olarak hissedilen duygusal bağlılıktan başka bir şey değildi. Hissettiğim bu duyguların manasını ancak çok az sayıda vatandaşım anlayabilir aslında; belki de köklerinin yerini sürekli değiştirenler, aileleri hakkında daha faydalı olacağını düşündükleri için bunu öğrenmek dahi istemeyebilirlerdi.

Ancak bu duygu durumunun aynı şekilde manevi bir tarafı da vardı. Aile gelenekleri tarafından loş ve gölgeler içinde büyük bir ihtişamla ayakta duran atalarıma ait bu ilk figür, çocukluğuma dair hatırladığım ilk hayallerimin arasındaydı. Kasabanın şu anki görünüşünün içimde uyandırdığı aidiyet duygusu da işte bu yüzden geçmişe dair özlemlerimi canlandırıyordu. O zamanlar çok daha görkemli bir limana sahip olan bu toprakların sokaklarında dolaşan, elinde kılıcı ve İncil’i ile gelip buralarda büyük bir ün salan bu savaş ve barış adamından, bu güçlü yapılı, sakallı, samur pelerinli ve sivri şapkalı atamdan dolayı, burada yaşamak için kendimde çok daha güçlü, büyük bir hak iddia edebilirim gibi görünüyordu. O tam bir asker, yasa koyucu ve yargıçtı; kilisenin ileri gelenlerindendi; iyi ve kötü anlamda tüm Püriten özelliklerini karakterinde barındırıyordu. Aynı zamanda aşırı derece zalim bir adamdı da tarihte Quakersların da tanıklık ettikleri gibi, onların mezheplerine ait bir kadına karşı uygulamış olduğu şiddet uzun süre konuşulmuş, o dönemin halkı onun şiddet dolu eylemlerinden her zaman korkmuştu. Oğlu16 dahi zalimlik ruhunu babasından miras almıştı; cadıların infaz edilmesinde17 uyguladığı zulümler öylesine dikkat çekiciydi ki ellerinin onların kanıyla lekelendiği söyleniyorsa kimse haksız sayılmaz. Atalarımın arkalarında bıraktıkları leke öylesine derindir ki Charter Caddesi’nde gömülü olan tüm cadıların kemikleri şayet bugüne kadar toza dönüşmediyse bu leke kesinlikle hâlâ üzerlerinde duruyor olmalıdır! Atalarım yapmış oldukları zulümlerden dolayı daha sonra tövbe edip etmediklerini, bundan dolayı Tanrı’dan af dileyip dilemediklerini ya da öteki tarafta bu yaptıklarının vicdan azabı ve büyük yüküyle inleyip inlemediklerini bilmiyorum. Her ne olursa olsun, onların bugünkü temsilcileri olan ve bu satırları yazan ben, kendi adıma onların işlemiş oldukları günahlarından dolayı utanıyorum. Başkalarından duyduğum, uzun yıllar boyunca soyumun üzerine yapışıp kalmış kasvetli ve utanç verici koşulların bir lanet gibi soyumla birlikte devam ettiğine inandığım için, her gün Tanrı’ya atalarımın üzerine çekmiş olduğu laneti ortadan kaldırması için yalvarıyorum.

Yine de bu sert ve zalim Püritenlerden ikisi, etrafı yosun bağlamış yaşlı soyağacımızın en tepesinde bulunan atalarımın, üzerinden geçen uzun yılların ardından soylarında benim gibi avare bir dalın çıkmış olmasını, işledikleri günahların karşılığında verilmiş olabilecek en büyük ceza olarak göreceklerinden hiç şüphem yoktu. Bugüne kadar peşinden koştuğum hiçbir amacımı övgüye değer olarak kabul edeceklerini sanmıyordum; hatta ve hatta içsel olarak yaşadığım kısıtlı hayatımda etrafımı aydınlatacak kadar büyük bir başarı yakalayacak olsam dahi, belki bu başarımdan utanç duymayacak olsalar da tamamen değersiz olduğunu düşüneceklerinden hiç şüphem yoktu. “Ne yapar ki o?” diye mırıldanacaktı atalarımın gri hayaletlerinden biri, diğerine. “Bir hikâye kitabı yazarı! Nasıl bir iştir ki -Tanrı’yı yüceltme ya da onun gün ve kuşağında insanlığa hizmet edebilme tarzı- bu olabilir mi acaba? Bu yozlaşmış adam neden doğrudan bir dolandırıcı olmamış ki!” Atalarımın muhtemelen zamanın diğer ucundan bana göndermiş olacağı iltifatlar bunlar olabilirdi! Ancak yine de bırakın beni istedikleri gibi küçümsesinler, sonuç olarak doğalarının güçlü özellikleri aramızda kopmayacak tek ortak bağdır.

Kasabanın ilk doğduğu ve büyüdüğü dönemlerinde yaşamış olan bu iki ciddi ve enerjik adam tarafından atılan tohumlarımızın üzerinden uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen, her zaman büyük saygı görmüş olan şerefli geçmişimiz, günümüze kadar hiçbir aile üyemiz tarafından lekelenmemiştir; ancak ilk iki kuşaktan sonra akılda kalıcı herhangi bir iş yapan ya da insanların hafızalarına kazınacak kadar büyük bir olaya sebebiyet verebilecek neredeyse hiçbir aile üyemiz de olmamıştır. Yavaş yavaş, zaman ilerledikçe sokakların orasında ya da burasında duran, yeni biriken topraklar yüzünden saçaklarının yarısına kadar gömülen eski evler gibi, atalarım da neredeyse gözden kaybolmuşlardır. Babadan oğula süregelen bir gelenek olarak yüz yıldan fazla süredir denizlere açılmışlardı. Her nesilde güvertesinden ayrılıp çiftliğine geri dönen ak saçlı bir kaptanın arkasından, on dört yaşındaki oğlunun kalıtsal olarak tuzlu sularla ve sayısız fırtınalarla boğuşmuş, büyükbabalarından miras kalan gemilerinin güvertesinde babalarından devraldığı kaptanlık görevini yerine getirdiği gözlemleniyordu. İşte bu çocuk da zaman içerisinde güvertede geçirdiği zorlu mücadelelerinin ardından, kaptanlık kamarasına geçerek fırtınalı bir erkeklik dönemi geçiriyor, dünyayı dolaşarak yolculuklarını tamamlayıp yaşlandıktan sonra da tıpkı ataları gibi, ölmek için küllerin küllere, toprağın toprağa karışacağı kendi topraklarına geri dönüyordu. Bir ailenin uzun yıllara dayanan geçmişinin olduğu, doğduğu ve öleceği belli bir yer arasındaki bağlantısı, onunla çevresindeki manzara ya da ahlaki koşulların cazibesini asla bozamayacağı bir bağ yaratır. Bu sevgi değil, tamamen bir içgüdüdür. Yeni bölge sakinleri, daha doğrusu kendisi, babası ya da büyükbabası yabancı bir ülkeden gelmiş ve buraya yerleşmiş birisinin kendisini Salemli olarak adlandırmaya hakkı yoktur; çünkü böyle birisi, tıpkı bir istiridyenin kayalara yapışması gibi, nesillerdir buraya tutunmuş olan, neredeyse üçüncü yüzyılını dolduran eski bir yerleşimcinin azim duygusundan yoksundur. Bu toprakların yerlisi olan birisi; eski ahşap evlerinden, çamurlu ve tozlu çevresinden, ölü toprağı serpilmiş gibi soğukluğundan, neşesiz ve soğuk doğu rüzgârından ve ondan çok daha soğuk olan sosyal ortamından asla yakınmaz; onun açısından tüm bunların, her ne olursa olsun gördüğü ya da hayal edebileceği hiçbir kusurun bir önemi yoktur. Bu kişi için doğduğu ve hayatını geçirdiği bu yer sanki dünyanın cennetten bir köşesiymiş gibi onu güçlü bir şekilde büyülemektedir. İşte bu yüzden, benim durumum da öyleydi. Salem’e yerleşmemin neredeyse kaderim olduğunu hissetmiştim; her yerli ailenin bir temsilcisi mezarına konduğunda, bir diğerinin ana caddelerde onun yerine dolaşma görevini devraldığı, bana tamamen aşina olan bu eski kasabamda ömrümün son günlerini yaşamak istiyorsam bunu yapmam gerekiyordu. Bununla birlikte, bu bahsettiğim duygu, sağlıksız bir hâle gelen bağın da sonunda kesilmesi gerektiğinin bir kanıtıdır. İnsan doğası gereği, aynı yıpranmış toprağa çok uzun bir dizi nesil boyunca ekilir ve yeniden ekilirse, bir patatesten daha fazla gelişmeyecektir. Çocuklarım farklı topraklarda doğmuştu ve onların kaderlerini kontrolüm dâhilinde tutabildiğim sürece de köklerini yeni topraklara salacaklardı.

 

Eski Papaz Evi’nden çıktıktan sonra, başka bir yere gitmek yerine beni yeniden kasabanın içine, bu tuğladan yapılma eski Sam Amca’nın binasına getiren asıl neden, yine doğduğum bu kasabaya duyduğum garip, saçma ve körü körüne bağlanma duygusuydu. Kıyametim çok yakınımdaydı. Bu, sonuç olarak sürekli gitmeye niyetlenerek sonrasında tıpkı sahte bir yarım kuruş gibi geri dönüşümün ya da sanki Salem benim için evrenin kaçınılmaz merkeziymiş gibi düşünmemin ne ilk ne de ikinci seferiydi. Böylece, güzel bir sabah, cebimde başkanın inisiyatifiyle imzalanmış (Başkan James Polk, Hawthorne’u memur olarak atadı) atama belgesiyle merdivenlerden çıktım ve Gümrük Dairesi müdürü olarak bana verilmiş olan ağır sorumluluğumda yardımcı olacak beyefendilere takdim edildim.

Amerika Birleşik Devletleri’nin sivil ya da askerî, hatta ve hatta herhangi bir kamu görevlisinin emri altında benimkiler kadar ataerkil bir gaziler topluluğunun olduğunu hiç sanmıyordum. Onlara baktığım anda, kasabanın en eski yerleşimcilerinin görünüşünün nasıl olduğu zihnimde tam olarak oturmuştu. Bu dönemden yirmi yıl önce, Tahsildarın bağımsız pozisyonu Salem Gümrük Dairesini siyasi zaferin girdaplarından uzak tutmuş ve bu da görev süresinin genel olarak çok kırılgan olmasını sağlamıştır. Bir asker; New England’ın en seçkin askerî, cesur hizmetlerinin kaidesinde dimdik duruyordu ve bu tahsildar, makamını görev yaptığı ardışık idarelerin bilgece liberalizminin ona verdiği güvencesiyle, birçok tehlikeli ve sarsıntılı dönemlerde astlarının da güvencesi olmuştu. General Miller aşırı derecede muhafazakârdı; kendine aşina olan yüzlere güçlü bir şekilde bağlanan ve değişikliklerin tartışılmaz bir iyileşme getirdiğini görmesine rağmen, iyiliksever karakterinin kendisi üzerinde fazlasıyla etkisi olduğu için değişimleri çok zor kabullenen bir adamdı. İşte bu nedenlerle, bölümümün sorumluluğunu üstlendiğimde neredeyse hepsi yaşlı olan adamlarla çalışmak zorunda kaldım. Onların çoğu, genellikle azgın denizlerle mücadele etmiş ve hayatın fırtınalı patlamalarına karşı sağlam bir şekilde ayakta durmayı başararak nihayetinde sessiz bir köşeye sürüklenen eski kaptanlardı; başkanlık seçimlerinin dönemsel sarsıntıları dışında, onları rahatsız edecek çok az şeyle birlikte, burada hepsi yaşam sürelerini biraz daha uzatacak yeni bir kira sözleşmesi imzalamışlardı. Hepsi birbirinden yaşlı ve düşkünlük açısından belli hastalıklara sahip olmalarına rağmen, belli ki sığınmış oldukları bu rıhtımın, ölümü onlardan uzak tutan bir tılsımı vardı. Gördüklerim arasında, iki ya da üçünün gut ve romatizmalı hastalıkları vardı, hatta bazılarının yılın büyük bir bölümünde Gümrük Dairesinde görünebileceğini bile hiç sanmıyordum; ancak boğuk geçen bir kışın ardından, mayıs veya haziran ayının sıcak güneşi ışığını almaya başladıklarında, hepsi tembelce görev dedikleri şeyi yapmak için dışarı çıkarak, kendilerini eğlendiriyorlar ve rahatlıkla istedikleri zaman yataklarına çekiliyorlardı. Bu noktada, cumhuriyetin bu saygıdeğer hizmetkârlarının birden fazlasının resmî olarak memuriyet hayatlarını kısalttığım suçlamalarını kabul edebilirim. Benim görev aldığım dönemde, gerçekten buna yürekten de inandığım üzere, sanki tek yaşam amaçları ülkelerine tüm gayretleriyle hizmet etmek olan bu saygıdeğer adamların zorlu işlerden geri çekilmelerine ve dinlenmelerine izin verilmişti ve bu yaşlı adamların bazıları kısa bir süre çok daha iyi bir dünyaya göç etmişlerdi. Müdahalem sayesinde, elbette her Gümrük Dairesi memurunun gerçekleştirmesi gereken şeytani ve yozlaşmış uygulamalarından tövbe etmeleri için yeteri kadar zaman tanınmış olması, benim açımdan da dindar bir teselli olmuştu. Gümrük Dairesinin ne önü ne de arka girişi, cennete giden yola açılmazdı.

Memurlarımın büyük bir kısmı Whigs idi. Saygıdeğer birliktelikleri açısından, amirlerinin bir politikacı olmaması ve prensipte sadık bir demokrat olmasına rağmen, makamını siyasi hizmetlere herhangi bir atıfta bulunmadan elde etmiş olması, bir avantajdı. Aksi takdirde; Gümrük Dairesine adım atmasından en fazla bir ay sonra, tıpkı bir cehennem meleği gibi, aktif bir politikacı bu etkili göreve yerleştirilmiş olsaydı, Whig tahsildarın uygulamalarına kafa tutarak hastalık ve yaşlılıktan dolayı görevlerini tam olarak yerine getiremeyen bu adamlara, memuriyet hayatlarının son nefesini verdirmiş olurdu. Bu tür konularda alışılageldiği üzere, bir siyasetçi için bu beyaz kafaların her birini giyotin bıçağının altına yatırmak mutlak bir görev olarak görülebilirdi. Bulunduğum koşullarda da, bu yaşlı dostlarımın onlara karşı böyle bir hamlede bulunmamdan korktuklarını yeterince açık bir şekilde fark edebiliyordum. Atlatmış oldukları yarım asırlık fırtınaların oluşturduğu kırışmış yanaklarının, benim gibi zararsız birisini gördükleri anda kül gibi solgunlaşmasını görmek, göreve başladığımı öğrendikten sonra onların yaşamış olduğu korkuyu izlemek, benim açımdan hem acı verici hem de eğlendiriciydi. Uzun zaman önce başkalarına seslerini duyurmak için bir mikrofon gibi ağızlarına dayadıkları huniyle Boreas’ı18 bile korkutmaya yetecek kadar gür sesleriyle bağırmayı âdet edinmiş olan bu insanların sesleri benim önümde birden titremeye başlıyordu. Bu mükemmel yaşlı insanlar, tüm yerleşik kurallara göre -ki bazıları artık ellerinden iş gelmediğinin ve verimsiz olduklarının farkındaydı- ortak amacımıza hizmet edebilmemiz için yerlerini, siyasette daha Ortodoks ve kendilerinden tamamen daha zinde ve genç erkeklere bırakmaları gerektiğini biliyorlardı. Bunu elbette ben de gayet iyi biliyordum ama yüreğim bunu onlara söylemeye el vermiyordu. Bu yüzden de zararını görevime duyduğum vicdani sorumluluklarım üzerine, konu hakkındaki büyük yükün günahını yüreğime hapsederek bu yaşlı adamların benim görev sürem boyunca Gümrük Dairesinde avare bir şekilde bir aşağı, bir yukarı dolaşmasına göz yumdum. Sandalyeleri duvara yaslanmış olarak alışılmış köşelerinde uyurken de çok zaman geçirdiler; bununla birlikte sadece bazı akşamüstleri, binlerce kez tekrarladıkları eski deniz maceralarını anlatmak ve kendi aralarında bir parola gibi belirledikleri bayat esprilerini söylemek için kalkıyorlardı.

Gözlemlerim sonucunda, yeni amirlerinden onlara herhangi bir zarar gelmeyeceğini kısa sürede anlamış olduklarını fark etmiştim. Böylece, ferahlamış yürekleri ve yararlı bir şekilde istihdam edilmenin mutlu bilinciyle -sevgili ülkemiz için olmasa bile- bu iyi yürekli yaşlı beyefendiler ofisin çeşitli formalite işlerini halletme girişiminde bulundular. Burunlarının üzerine yerleştirmiş oldukları gözlükleriyle, gemilerin ambarlarını kontrol eden gözleri mutlulukla parlıyordu! Bazı küçük meselelerde ortalıkta büyük şamata koparmalarına rağmen, kalın kafalılıkları yüzünden kimi büyük sorunların parmaklarının arasından kayıp gitmesine izin vermeleri gerçekten inanılmazdı! Buna karşılık, ne zaman böyle bir yanlışlık olsa -örneğin bir vagon dolusu kıymetli mal gündüz vakti burunlarının ucundan kaçak olarak karaya çıkarılacak olsa- hiçbir şey bu kaçakçılık olayının öğrenilmesinden sonra el koyulan geminin tüm giriş ve çıkış yollarının kilitlenmesi, dikkatlice mühürlenmesi ve bu konuda gösterdikleri uyanıklıkları karşısında onlarla yarışamazdı. İşte bu sayede de önceki ihmallerinden dolayı kınanacakları yerde, işlenen suçun ardından gösterdikleri takdire şayan dikkatleri yüzünden övülecekleri gibi ve tüm işlemlerin sona ermesinden sonra da gösterdikleri büyük çabadan dolayı minnettarlıkla anılmayı hak ediyorlarmış gibi bir intiba bırakıyorlardı!

İnsanlara genel anlamda geçimsiz olmadıkları sürece, her zaman nezaketle yaklaşma gibi aptalca bir alışkanlığım vardı. Etrafımdaki yoldaşlarımı, şayet varsa genellikle karakterlerinin daha iyi yönlerine bakarak değerlendirir, kendi açımdan karakterlerinin üstünlüğünü özelliklerine göre sınıflandırırdım. Bu eski Gümrük Dairesindeki memurların da çoğunun iyi özellikleri bulunduğundan ve üstleri olarak onlara babacan ve koruyucu bir tavır takınmama gayet elverişli insanlar olduklarından kısa sürede hepsini sevmeye başlamıştım. Yaz sabahlarında, bu kasabada yaşayan insanların geri kalanını neredeyse eritecek kadar sıcak zamanlarda, onların yarı uyuşmuş bünyelerinin hafiften ısınmaya başladığını, ayrıca onların arka girişte bir sıra hâlinde dizilerek sırtlarını her zamanki gibi duvara yaslayarak kendi aralarında sohbet ettiklerini duymak ve kahkahalar atmaya başladıklarını görmek gayet hoştu. Dışarıdan bakıldığında, bu yaşlı erkeklerin neşeli kahkahalarının, çocukların şen cıvıltılarıyla oldukça fazla ortak noktası vardı; derin mizah anlayışı olan neşeli insanların görüntüsünde zekâ ışıltısı yoktur; her ikisinin yüzeyine de yeşil dallara benzer şekilde güneşli ve neşeli bir görünüm, yaşlı ağaç gövdelerinden onları ayıran bir parıltı yansırdı. Bununla birlikte, çocuklarda gerçek güneş ışığının, diğerlerinde ise çürümekte olan ağaçların fosforlu parıltısını görebilirdiniz.

Ancak bu noktada okuyucu şunu da anlamalıdır, burada takdim ettiğim tüm mükemmel yaşlı dostlarımı sanki hepsi birer bunakmış gibi anlatmam da büyük haksızlık olurdu. Her şeyden önce şunu belirtmeliyim ki, yardımcılarımın hepsi de yaşlı değillerdi; aralarında güçlü, genç, belirgin yetenekleri ve enerjileri olan, bu kötü kaderin onları sürüklemiş olduğu bu bitkin ve bağımlı yaşam tarzından çok daha fazlasını hak eden adamlar da vardı. Dahası, bu erkeklerin erken yaşta beyazlamış olan uzun kır saçları, tıpkı dışarıdaki ucuz ancak fazlasıyla eski evlerin sazdan yapılma çatıları gibi görünürdü. Saygı duyduğum bu gazilerim hakkında konuştuğumda, onları genel olarak çeşitli yaşam deneyimlerinden korunmaya değecek hiçbir şey elde edememiş bir dizi yorgun, yaşlı ruh olarak karakterize edecek olursam, haksızlık etmemiş olurum. Ellerindeki bilgelik adına büyük bir nimet olan yaşam deneyimlerinin tüm altın tohumlarını etrafa savurmuş ve sanki bütün değerli anılarını bu tohumların arasındaki en değersiz kabukların içine saklamış gibi görünüyorlardı. Sabah kahvaltıları ya da dünün, bugünün ya da yarının akşam yemeğinden bahsederken kırk ya da elli yıl önceki gemi enkazından ve genç gözleriyle tanık oldukları tüm dünya harikalarından bahsettiklerinden çok daha fazla heyecan duyuyor ve neşeleniyorlardı.

6Bu Mıntıkanın Papazları: Hawthorne, okuduğu hicivsel bir biyografiden bahsediyor.
7Hawthorne aslında bu eserin orijinalinde, Gümrük Dairesi, Kızıl Damga ve diğer farklı taslaklarını tek bir ciltte toparlamak istemiştir.
8Kral Derby: Namı diğer Hasket Derby (1739-1799), tüccar ve gemi sahibi.
9Bir tür tekne.
10Sundurma ya da kapalı yürüyüş alanı.
111812 senesindeki savaşa atıfta bulunuluyor.
12Aziz Matthew 9: 9’a atıf: “İsa bundan sonra geçerken, Matthew adında bir geleneğin alındığı sırada oturan bir adam gördü. Ona, ‘Beni takip et.’ dedi. Ayağa kalktı ve onu takip etti.”
13Wapping: Londra’nın farklı bir liman bölgesi.
14Locofoco: Demokrat Parti’nin üyeleri için kullanılan aşağılayıcı bir terim.
15Gallows Hill, Salem büyücülük histerisi sırasında asılarak idamların gerçekleştirildiği yerdir. Yeni Gine, Güney Avrupa’dan gelen göçmenlerin ilk yerleştiği Salem’in bir parçasıdır.
16John Hathorne: (1641-1717), Quakerlara zulmetmiştir.
17150 kişinin hapsedildiği ve 20 kişinin infaz edildiği 1692 tarihli Salem Cadı Davaları.
18Boreas: Yunan tanrısı, kuzey rüzgârının kişileşmesi.