Ölü Canlar

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

İKİNCİ BÖLÜM

Konuk şehre geleli bir hafta geçmişti. Her bir davete, öğle yemeğine katılıyor ve bu şekilde, dendiğine göre oldukça hoş zaman geçiriyordu. En sonunda şehir dışında ziyaretlerde bulunmaya ve söz verdiği üzere, toprak beyleri Manilov ve Sobakeviç’e de uğramaya karar verdi. Bu kararı almaya onu iten çok daha esaslı bir neden, çok daha ciddi, yüreğine dokunan bir mesele vardı. Ama bütün bunları okuyucu eğer bu sona yaklaştıkça daha da genişleyecek ve açılacak oldukça uzun öyküyü sonuna kadar okumaya sabredebilirse zamanı geldiğinde yavaş yavaş anlayacaktır. Arabacı Selifan’a sabah erkenden atları belirli arabalara koşması, Petruşka’ya evde kalıp odalara ve bavullara göz kulak olması emredilmişti.

Okuyucu için kahramanımızın bu iki köylüsüyle tanışmak fuzuli olmayacaktır. Bu iki köylü o kadar da önemli değiller, hatta ikinci ya da üçüncü dereceden kişiler bu uzun hikâyenin ana akışında bulunmazlar bile; yalnızca kimi yerlerde, onlara şöyle bir değinilip geçilir ama yazar her şeyi etraflıca anlatmayı çok sever ve Rus olmasına rağmen tıpkı bir Alman gibi özenli olmak istemektedir. Zaten onları anlatmak çok fazla yer ve zaman almayacaktır çünkü okuyucunun şimdiden bildiği şeylere, yani Petruşka’nın daha önce efendisinin kullandığı, üzerine biraz bol gelen kahverengi bir redingot giymesine, kendi sınıfındaki insanlara ait alışkanlıklarıyla oldukça büyük dudağı ve burnu olmasına eklenecek pek bir şey yok. Pek konuşkan bir mizacı yoktu, daha çok sessizdi. Hatta eğitime yani içeriğinin onu çok zorlamayacağı kitapları okumaya oldukça soylu bir eğilimi vardı. Bir âşığın serüveni olsun, alfabe kitabı ya da bir dua kitabı olsun onun için hiç fark etmez, hepsini aynı ilgiyle okurdu. Eline bir kimya kitabı geçse ona bile hayır demezdi. Onun ne hakkında okuduğu değil; okuma eyleminin kendisi, daha doğrusu harflerden bazı zamanlar ne anlama geldiğini bilmediği herhangi bir sözcüğün oluştuğu okuma süreci hoşuna giderdi. Daha çok sofada, yatakta ya da yassı ekmek gibi incecik olmuş, perişan hâldeki şiltede uzanarak okurdu. Okumaya karşı duyduğu tutku dışında, diğer karakteristik özelliklerini oluşturan iki alışkanlığı daha vardı: Kıyafetlerini değiştirmeden üzerinde redingotuyla olduğu gibi uyumak ve gittiği her yere kendine özgü o kokuyu, yaşanılan yere huzur veren kendi kokusunu götürmek. Böylelikle daha önce hiç kimsenin kalmadığı ıssız bir odada bile on yıl boyunca birileri yaşamış gibi hissettirmek için yalnızca oraya yatağını sermesi, paltosunu ve pılı pırtısını getirmesi yeterliydi. Çiçikov oldukça ihtiyatlı ve hatta bazı durumlarda oldukça zor beğenen bir adamdı. Sabahın erken vakitlerinde taptaze havayı içine çektikten sonra yüzünü buruşturur, başını sallayarak: “Ah be kardeşim! Çok mu terliyorsun sen ne? Bari banyoya girseydin.” derdi. Petruşka hiçbir cevap vermez ve orada herhangi bir işle uğraşmaya çalışırdı. Ya elindeki fırçayla efendisinin asılı frakının yanına gider ya da yalnızca ortalığı toparlardı. Sustuğu sıralarda ne düşünürdü? Belki de içinden “Aynı şeyi günde kırk kere tekrarlamaktan bıkmadın bir türlü.” derdi. Efendisinin ona nasihatler verdiği sıralarda bu kölenin ne düşündüğünü tahmin etmek zordur. Ancak Tanrı bilir! İşte Petruşka’yla ilgili ilk baştan söylenebilecek şeyler bunlardır. Arabacı Selifan ise bambaşka biriydi… Ama yazar, deneyimlerinden yola çıkarak okuyucuların alt sınıf ile ilgilenmeye pek de istekli olmadığını bilerek bu tabakaya ait insanlarla uğraştırmaktan büyük hicap duyar. İşte Ruslar böyledir. Kendilerinden yalnızca tek bir sınıf üstte olan kişiyle yakın olmaya can atar ve bir kont ya da prensle selamlaşmak bile sıkıca kurulmuş bütün dostane ilişkilerden daha iyi gelir onlara.

Yazar, müsteşar olan kahramanından bile şüphe eder. Onunla belki de saray müsteşarı tanışabilir ama general rütbesine ulaşanlar, Tanrı bilir, nasıl ayaklarının dibinde dolananlara o küçümseyici bakışlardan atarlarsa ona da böyle yapacaklardır. Her iki türlü de acıklıdır, ne var ki artık kahramanımıza geri dönmemiz gerek. Gerekli emirleri akşamdan vermiş, sabah çok erken vakitte uyanmış, yüzünü yıkamış, yalnızca pazar günleri yaptığı gibi (o gün de bir pazar günüydü) tepeden tırnağa ıslak süngerle her yerini ovalamış, sinekkaydı tıraş olmuş yanakları tıpkı parlak bir atlasa benzemişti. Parlak kırmızı bir frak ve ayı postundan paltosunu giymiş, meyhane hizmetçisinin kâh bir koluna kâh diğer koluna girerek merdivenlerden inmiş ve arabasına binmişti. Araba otelin avlusundan sokağa gümbürtüyle çıktı. Sokaktan geçen papaz şapkasını çıkardı, gömlekleri kirlenmiş birkaç çocuk: “Bu yetimlere sadaka verin beyim!” diyerek ellerini uzattılar. Arabacı, bu çocuklardan birisinin arabaya asılmaya niyetlendiğini fark edince kırbacını savurdu ve araba taşların üstünden hoplaya zıplaya ilerlemeye devam etti. İleride kaldırımın da her türlü işkencenin de son bulduğu gibi yakında biteceğini gösteren çizgi çizgi, inip kalkan parmaklığı görmek insanın içini rahatlatıyordu. Birkaç kere daha başını arabanın tavanına sertçe vurduktan sonra Çiçikov nihayet yumuşak toprağa geçmişti.

Şehir henüz geride kalmıştı ki daha önce yazdığımız gibi alışıldığı üzere yolun her iki tarafında saçmalıklar belirmeye başlamıştı. Küçük toprak tümsekleri, köknarlar, kısa ve seyrek genç çam ağacı çalıları, ihtiyarlamış yabani fundaların yanık gövdeleri ve buna benzer bir sürü saçmalıklar… Bir ip gibi dizilmiş köyler vardı. Oymalı ahşaplarla kapatılmış gri çatıları ve altında motif işlenmiş gibi saçak süslemeleriyle, eski odunlara benzeyen evler vardı. Birkaç köylü, âdet olduğu üzere sırtlarında koyun postundan gocuklarıyla avlu kapısının önündeki peykelere oturmuş, esniyorlardı. Dolgun suratlı, göğüslerinin altından bağlanmış kıyafetleriyle kadınlar, yukarıdaki pencerelerin arkasından bakıyorlardı, aşağıdaysa buzağılar ya da domuzların ablak suratları görünüyordu. Kısacası bildik bir manzaraydı. On beşinci versti geçince Manilov’un söylediğine göre burada onun köyünün olması gerektiğini hatırladı ama on altıncı versti geçtiklerinde görünürde köy falan yoktu. Neyse ki karşıdan iki köylü geliyordu. Zamanilovka köyünün uzakta olup olmadığını sorduklarında köylüler şapkalarını çıkardı, bunların daha zeki görünen keçi sakallı olanı cevap verdi:

“Zamanilovka değil de Manilovka olmasın?”

“Ha evet, Manilovka.”

“Manilovka! Bir verst daha gidip sağa dönmeniz gerek.”

“Sağa mı?” diye sordu arabacı. “Evet, sağa.” dedi köylü. “O yol doğrudan Manilovka’ya çıkar. Zamanilovka diye bir köy yok. Yani Manilovka derler o köye, Zamanilovka diye bir köy yoktur buralarda. Sonra tam tepenin üstünde taştan yapılmış, iki katlı bir bey evi göreceksin. Yani beyin kendisi oturur o evde. Manilovka köyü orasıdır işte, Zamanilovka diye bir köy burada hiç yoktur, olmamıştır da.”

Manilovka köyünü arayıp bulmaya koyuldular. İki verst daha gittikten sonra köy yolundaki bir dönemece denk geldiler ama iki, üç hatta dört verst gitseler de görünürde taştan yapılma iki katlı bir ev yoktu. Çiçikov tam da orada eğer bir arkadaşı onu on beş verst ötedeki köyüne davet ettiyse bu köyün muhakkak otuz verst ötede olduğu anlamına geldiğini hatırladı. Manilovka köyü, konumu itibarıyla size çekici gelebilir. Beyin evi gelip geçenlerin görebileceği yerde, yani tepede, nereden esmek isterse istesin çevresi dört bir yandan açık bir şekilde tek başına duruyordu. Evin bulunduğu tepenin yamacındaki çimenler biçilmişti. Bu yamaçta leylak çalılarının, sarı akasya ağaçlarının bulunduğu iki-üç İngiliz çiçek tarhı seriliydi. Tepesindeki ince yapraklarını uzatmış beş-altı huş ağacı küçük kümeler oluşturmuştu. Bunların ikisinin altında yassı, yeşil kubbeyle kapatılmış, maviye boyanmış sütunlarında “Münzevi Düşünce Manastırı” yazan kameriye8 görünüyordu. Aşağıda, Rus toprak beylerinin İngiliz bahçeleri kadar bakımsız olmasa da üzeri yeşilliklerle örtülmüş bir gölet vardı. Boylu boyunca kararmış yamacın eteklerinde ve kısmen yamaçta, kahramanımızın, nedendir bilinmez hemen atılıp başlayıp iki yüz kadarını saydığı kütüklerden yapılmış eski kulübeler vardı. Bu kulübelerin arasında hiçbir yerde ne tek bir ağaç ne de yeşillik yetişmişti, çevrede yalnızca bir tomruk görünüyordu. Elbiselerinin eteklerini güzelce kıvırıp her tarafından beline sokmuş, gölette dizlerine kadar suyun içinde yürüyen; iki sopaya bağladıkları, içine iki yengeçle bir çamça balığı takılmış yırtık ağı sürükleyen iki köylü kadın bu manzaraya canlılık veriyordu. Kadınlar kendi aralarında tartışıyor ve bir şeyler yüzünden birbirlerine küfrediyor gibi görünüyorlardı. İleride yan tarafta iç bunaltıcı, mavi bir çam ormanı vardı. Hava da ormanın iç bunaltıcı oluşuna katkı sağlıyordu. Hava ne açık ne de kapalıydı, yalnızca garnizon askerlerinin, -o da sadece barış zamanları- pazar günleri sarhoş olduklarında üstlerine geçirdikleri eski üniformalarında rastlanan açık gri bir renk vardı gökyüzünde. Bu tablonun tamamlanması için, o bilindik çapkınlık işleri yüzünden kafasıyla diğerlerinin beyinlerine kadar delik deşik etmesine rağmen havanın değişeceğini önceden haber veren horozu da unutmamak lazım. Horoz avaz avaz bağırıyor, eskimiş hasırlar gibi açtığı kanatlarını çırpıyordu. Avluya yaklaşırken Çiçikov girişte, üzerinde yün kumaştan yapılma yeşil redingotuyla, yaklaşan arabayı daha iyi görebilmek için elini alnına kaldırıp gözlerine siper ederek duran ev sahibini fark etti. Araba girişe yaklaştıkça ev sahibinin gözleri daha neşeyle bakmaya, gülümsemesi de yüzüne gitgide daha fazla yayılmaya başlamıştı. Çiçikov arabadan atlayınca “Pavel İvanoviç!” diye bağırdı en sonunda. “Demek nihayet hatırladınız bizi!”

 

İki ahbap birbirlerini sertçe öptüler, Manilov da misafirini odaya götürdü. Onlar şilteyi, antreyi ve yemek odasını oldukça kısa bir sürede geçecek olsalar da biz bu zamanı ev sahibiyle ilgili bir şeyler anlatmak için kullanalım. Ama yazar buna girişmenin pek de kolay olmadığını itiraf etmelidir. Büyük insanların karakterini betimlemek çok daha kolaydır. Bütün boyayı boca edersin tuvale; kavurucu, kapkara gözler, incecik kaşlar, kırışık dolu bir alın, omuzlarda siyah ya da ateş gibi kıpkırmızı bir manto… İşte portre tamamdır. Ancak dış görünüşleri birbirine çok benzeyen, dünyada çokça bulunan bütün bu beyefendilere bakarsanız belli belirsiz birçok özellikleri olduğunu görürsünüz. Bu insanların betimlenmesi, portre ressamları için oldukça zordur. Onların en ince, neredeyse görülmesi imkânsız özelliklerini gözler önüne sermek için dikkat kesilmeniz ve gözlem yapma ilminin hilelerini oldukça ilerletmeniz gerekir.

Manilov’un nasıl bir karaktere sahip olduğunu yalnız Tanrı bilir. Şu atasözleriyle anılan insanlar vardır: Kendi hâllerinde, etliye sütlüye karışmaz, ne alandan ne satandan olur. Belki de Manilov da bu tür bir insandı. İlk bakışta boylu boslu bir adamdı. Yüz hatları hoştu ama bu hoşlukta haddinden fazla tatlılık var gibiydi. Davranış ve tavırlarında yaltakça bir yakınlık vardı. Çekici bir gülümseyişi, sarı saçları ve mavi gözleri vardı. Onunla konuşmaya başladığınızda daha ilk andan “Ne kadar da hoş ve iyi kalpli bir adam!” demeden edemiyordunuz. Bir dakika sonra hiçbir şey söylemez, sonraysa “Nasıl biri olduğunu şeytan bilir!” der ve yanından uzaklaşırdınız. Uzaklaşmazsanız da inanılmaz bir can sıkıntısı hissederdiniz. Ondan herhangi bir insana sataştığınızda neredeyse hepsinden işitebileceğiniz, sert, hatta mağrur hiçbir söz duymayı bekleyemezdiniz. Herkesin bir tutkusu vardır. Kimi tazıları sever kimi büyük bir müzik hayranı olduğunu ve müziğin bütün derinliklerini mükemmel bir şekilde duyumsadığını sanır kimiyse yemek yemeye bayılır; kimi boyunu aşan işlere girişir kimi daha dar düşünceli olma isteğiyle uyur ve ahbaplarına, tanıdıklarına ve hatta tanımadıklarına gösteriş olsun diye hassa yaveriyle gezinse nasıl olurdu diye hayallere dalar kimi öyle hırslıdır ki inanılmaz bir şekilde, karo asının ya da ikilisinin ucunu kıvırmayı ister kimiyse yine aynı amaçla işlerini düzene sokmak için istasyon şefine ya da arabacıya sinsice yaklaşır. Kısacası herkesin kendine has tutkusu vardır ama Manilov’un yoktu. Evdeyken oldukça az konuşur, çoğunlukla düşüncelere dalardı ama ne düşündüğünü yine Tanrı bilir. Ev işleriyle ilgilendiği söylenemezdi, hatta tarlaya bile hiç gitmemiştir. Bütün işler kendi kendine yapılırdı. Çiftlik kâhyası “Efendim, şunu şöyle yapsak iyi olurdu.” dediğinde genellikle, oldukça mütevazı, nazik ve tahsilli sayıldığı orduda görev aldığı vakitlerden kalma alışkanlığıyla, piposunu tüttürerek “Evet, iyi olur.” diye cevap verirdi. “Evet, hem de çok iyi olur.” diye tekrar ederdi. Bir köylü, ensesini kaşıyarak yanına gelip “Efendim, izin verin çalışmaya gideyim, para kazanmam gerek.” dediğinde “Haydi git bakalım.” diye cevap verirdi yine piposunu tüttürerek ve köylünün içki içip sarhoş olmaya gittiği aklına bile gelmezdi. Bazı zamanlar evin girişinde durur, avluya ve havuza bakarak birdenbire evin altından bir geçit açtırsa ya da havuzun, köylüler için gerekli olan ufak tefek her türlü şeyi satabilecekleri dükkânların olacağı, iki kıyısını birbirine bağlayacak taş bir köprü inşa ettirse ne kadar da güzel olurdu diye konuşmaya başlardı. Bunlardan bahsettiği sırada gözleri olağanüstü tatlılaşır, yüzünde çok hoş bir ifade belirirdi. Ne var ki bütün bu planları neticesiz kalırdı. Çalışma odasında daima, iki senedir devamlı okuduğu, on dördüncü sayfasına işaret koyduğu bir kitap dururdu. Evinde her daim bir eksiklik bulunurdu. Misafir odasında çok şık, ipek bir kumaşla kaplanmış, hiç de ucuza mal olmadığı belli olan, mükemmel mobilyalar vardı ama henüz iki koltuğu eksikti ve üzerleri yalnızca hasırla örtülmüştü. Ne var ki ev sahibi birkaç yıl boyunca konuklarına, “Bu koltuklara oturmayın, henüz hazır değiller.” uyarısında bulunmuştu. Bir diğer odadaysa evlendikten sonraki ilk günlerde “Canım benim, yarın gidip bu odaya geçici de olsa bir koltuk koymak gerek.” demesine rağmen hiç mobilya yoktu. Akşamları masanın üstüne üzerinde şık bir sedef kalkanla, üç antik figürün olduğu, koyu bronzdan, mükemmel bir şamdan getirirler; yanına da bakırdan, bir yana doğru eğilmiş, kırık bir diğer şamdanı koyarlardı ve ne ev sahibi ne eşi ne de çalışanlar bunu hiç mi hiç fark etmezlerdi. Manilov’un karısı ise… Ne var ki birbirlerinden oldukça hoşnuttular. Sekiz yıldan uzun süredir evliliklerini devam ettirseler de hâlâ birbirlerine küçük bir parça elma, şeker ya da ceviz getirir ve sevgilerini belli eden dokunaklı, sevecen bir ses tonuyla “Aç bakalım ağzını bir tanem, şunu ye.” derlerdi. Sonra da ağız tabii ki oldukça zarif bir şekilde açılırdı. Doğum günleri için sürprizler hazırlanırdı. Kürdan için bir çeşit boncuklu kılıf, bunlardan biriydi. Sık sık divanda otururken birden, nedendir bilinmez Manilova piposunu, karısı da elinde ne iş varsa bırakır, birbirlerini öyle baygın ve uzun uzun öperlerdi ki bu sırada küçük bir saman sigarasını içip bitirmek mümkündü. Kısacası çok mutluydular. Tabii ki de evde devamlı öpüşmeler ve sürprizler dışında birçok değişik uğraşın ve sorulacak birçok sorunun olduğu söylenebilir. Örneğin neden mutfakta aptalca ve anlamsız yemekler pişiriliyordu? Kiler neden bomboştu? Anahtarlar neden hırsız bir kadına verilmişti? Hizmetliler neden hep pasaklı ve sarhoşlardı? Bütün uşaklar neden hiç durmadan uyuyor ve kalan vakitlerinde de oyalanıp duruyorlardı? Ama bütün bunlar önemsiz konulardı ve Manilova iyi eğitim görmüştü. Ancak bilindiği gibi yatılı okullarda çok daha iyi eğitim alınırdı. Yine yatılı okullarda bilindiği gibi insani erdemi üç ana özellik oluştururdu: Mutlu bir aile hayatı için gerekli olan Fransızca, eşinle hoş dakikalar geçirmek için piyano ve sonuncusu da para çantaları ve başka sürprizler dikmek, yani ev hanımlığı. Ne var ki özellikle de günümüzde yöntemlerde çeşitli gelişmeler ve değişiklikler vardır. Tüm bunlar daha çok sağduyuya ve yatılı okulların özüne bağlıdır. Diğer yatılı okullarda ilk sırada piyano, sonra Fransızca, en son ev hanımlığı gelir. Bazen de ev hanımlığı, yani sürprizlerin dikilmesi önce gelir, sonra Fransızca, en son da piyano. Birçok farklı yöntem vardır. Manilova hakkında bir şeyler daha söylemekten zarar gelmez ama itiraf edeyim, hanımefendiler hakkında bir şeyler söylemekten çok korkarım, hem birkaç dakikadır misafir odasının kapısının önünde dikilip yol vermek için birbirlerini razı etmeye çalışan kahramanlarımıza dönme vaktidir.

Çiçikov, “Lütfettiniz, benim için böyle huzursuz olmayınız, önden buyurun.” diyordu.

Manilov eliyle kapıyı göstererek:

“Hayır, Pavel İvanoviç. Hayır, siz misafirsiniz.”

Çiçikov ise “Hayır, zahmet etmeyin lütfen. Zahmet etmeyin. Lütfen geçiniz.” diyordu.

“Hayır, affınıza sığınıyorum, böylesine iyi, tahsilli bir misafirin arkamdan gelmesine izin veremem.”

“Niçin tahsilliymişim? Lütfen buyurunuz.”

“Rica ederim, önden buyurun.”

“Nedenmiş o?”

Manilov tatlı bir tebessümle, “Nedenini sorgulamayın canım!” dedi.

Nihayet iki dost yan dönüp birbirlerini biraz sıkıştırarak kapıdan geçtiler.

“İzin verin size karımı takdim edeyim.” dedi Manilov. “Canım benim! Pavel İvanoviç burada!”

Çiçikov, Manilov ile birlikte kapıda selam vermek için eğilirken daha önce hiç mi hiç fark etmediği hanımefendiyi gördü. Kadın güzeldi, yüzüne uygun bir şekilde giyinmişti. İpek kumaştan yapılmış, soluk renkli uzun sabahlığı üzerine oldukça güzel oturmuştu. Küçük, ince bileği masanın üzerine aceleyle bir şey fırlattı ve köşeleri işlemeli patiska mendili avucunun içinde sıktı. Oturduğu divandan doğruldu, Çiçikov hoşnut bir şekilde kadının eline yaklaştı. Manilova biraz peltek bir şekilde Çiçikov’un gelişine çok sevindiklerini ve kocasının onu anmadan tek bir gün bile geçirmediğini söyledi.

“Evet.” diye ekledi Manilov. “Karım da bana hep ‘Ee, senin şu dostun gelmeyecek mi?’ diye sorardı. ‘Bekle canım, gelecek.’ derdim ben de. Nihayet ziyaretinize mazhar olduk. Gerçekten de bize büyük zevk verdiniz. Bayram ettik. Gönlümüzü hoş ettiniz…”

Çiçikov konunun Manilov’un gönlünü hoş etmeye kadar ulaştığını duyunca biraz mahcup oldu ve mütevazı bir şekilde ne herhangi bir şöhrete ne de bir rütbeye sahip olduğunu söyledi.

“Hepsine de sahipsiniz.” diye sözünü kesti Manilov yine o aynı tatlı tebessümüyle. “Hepsine sahipsiniz hatta daha fazlasına…”

“Şehrimizi nasıl buldunuz?” diye ekledi Manilova. “Burada hoş vakit geçirdiniz mi?”

“Çok hoş, harika bir şehir.” diye cevapladı Çiçikov. “Ve hoş vakit geçirdim. Buranın halkı oldukça nazik.”

“Peki, valimizi nasıl buldunuz?” dedi Manilova.

“Çok saygıdeğer ve nazik bir insan değil mi sizce de?” diye ekledi Manilov.

“Gerçekten de öyle.” dedi Çiçikov. “Çok saygıdeğer bir insan. Tam da işinin ehli! Böyle insanların daha fazla bulunmasını istemek gerekir.”

Manilov keyiften gözlerini, patisiyle kulağını hafifçe kaşıyan bir kedi gibi neredeyse tamamen kısmış, bir tebessümle:

“Herkesi nasıl da kabul eder, ne kadar da nazik bir insandır bilirsiniz.” dedi.

“Çok ince ruhlu ve hoş bir insandır.” diye devam etti Çiçikov. “Ve ne kadar da hünerlidir! Bu kadarını ben bile tahmin edemezdim. Çeşit çeşit desenleri ne de güzel nakşeder! Bana kendi diktiği para kesesini göstermişti. Çok az hanımefendi böyle güzel nakış işleyebilir.”

Manilov yine gözlerini kısarak:

“Peki ya vali yardımcısı? Çok tatlı biri öyle değil mi?” dedi.

“Çok ama çok saygıdeğer bir insandır.” diye cevapladı Çiçikov.

“İzniniz olursa size şunu sorayım: Emniyet müdürünü nasıl buldunuz? Çok hoş bir insan, öyle değil mi?”

“Olağanüstü hoş bir insan. Hem de öyle zeki öyle tahsilli ki! Savcı, meclis başkanı ve onunla gece geç vakitlere kadar vhist oynamıştık. Çok saygıdeğer biri.”

“Peki, emniyet müdürünün karısı hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye ekledi Manilova. “Sevimli bir kadın değil mi?”

“Tanıdığım kadınlar arasında en saygıdeğerlerinden birisi olabilir.” diye cevapladı Çiçikov.

Ardından meclis başkanı ve posta müdürü de atlanmadı ve böylelikle şehirdeki saygıdeğer görünen neredeyse bütün memurlardan bahsedildi.

Nihayet soru sorma sırası Çiçikov’a gelince:

“Zamanınızı hep köyde mi geçirirsiniz?” dedi.

“Çoğunlukla köyde.” diye cevap verdi Manilov. “Ama bazen yalnızca tahsilli insanlarla görüşmek için şehre gideriz. Bilirsiniz, hep içe kapalı yaşarsanız yabanileşirsiniz.”

“Evet, doğru.” dedi Çiçikov.

“Tabii eğer komşularınız iyiyse örneğin nezaketten, iyi davranışlardan muhabbet edebileceğin birisiyse ruhunu harekete geçirecek bir çeşit bilimle ilgileniyorsa, insanın ruhunun süzülüp gitmesini sağlıyorsa…” diye ekledi Manilov. Cümlenin sonunda bir şeyler daha söylemek istedi ama söylediklerinin birbirini tutmadığını fark edince sadece elini şöyle bir sallayıp devam etti: “O zaman köyler ve inzivaya çekilmek çok daha hoş olurdu. Ancak böyle birisi yok tabii… Burada yalnızca Vatan Evladı’nı okuyoruz.”

Çiçikov inzivaya çekilmekten, doğa manzarası izlemekten ve zaman zaman herhangi bir kitabı okumaktan daha güzel bir şey olamayacağını söyleyerek bu fikre tamamen katıldı.

“Ancak biliyor musunuz, düşüncelerini paylaşacak bir arkadaşınız olmazsa…” diye ekledi Manilov.

“Ah, doğru hem de çok doğru!” diye lafını kesti Çiçikov. “Dünyanın bütün serveti arkadaştır. Ne demiş bir bilge? ‘Paran olmasın, muhabbet edecek iyi arkadaşların olsun.’ ”

Manilov, yüzünde becerikli bir sosyete doktorunun hastasını memnun etmek için hazırladığı şurubu tatlandırırkenki ifadesiyle:

“Hem biliyorsunuz, Pavel İvanoviç! O zaman bir tür ruhani zevk alıyorsunuz… Örneğin şu an kader sizinle konuşma ve hoş sohbetinize dâhil olma şansını bana verdiğinde aldığım zevk gibi…”

“Bağışlayın ancak hoşsohbet de nereden çıktı? Önemsiz bir insanım ben, daha fazlası değil.” diye cevapladı Çiçikov.

“Ah! Pavel İvanoviç, izin verirseniz açık sözlü olayım. Sizin sahip olduğunuz meziyetlerin bir parçasını elde etmek için bütün servetimin yarısını memnuniyetle verirdim!”

“Aksine benim açımdan sizin meziyetlerinizin çok daha üstün olduğunu söyleyebilirim…”

İçeri giren hizmetli, yemeğin hazır olduğunu haber etmeseydi bu iki ahbabın hislerini dökmeleri nereye varacaktı bilinmez.

“Kusurumuza bakmayın.” dedi Manilov. “Eğer parke döşeli salonlarda ya da başkentlerde yediğiniz türden yemeklerimiz yoksa bizi bağışlayın. Bizde yalnızca Rus âdetlerine uygun olarak lahana çorbası var ancak bütün içtenliğimizle hazırladık. Kusurumuza bakmayın.”

Burada bir süre daha ilk kimin gireceği üzerine tartıştılar ve en sonunda Çiçikov yana kayarak yemek odasına girdi. Yemek odasında, Manilova’nın artık uzun sandalyeler üstünde olsa da masanın başına oturtulacak yaşta iki oğlu vardı. Başlarında kendilerine saygıyla ve tebessümle eğilerek selam veren öğretmenleri duruyordu. Ev sahibesi kendi çorba kâsesinin başına oturdu, misafir de onunla Manilov’un arasına geçti, hizmetli de çocukların boyunlarına mendillerini bağladı.

 

Çiçikov çocuklara bakarak:

“Ne kadar da tatlılar. Kaç yaşındalar?” dedi.

“Büyüğü sekiz yaşında, küçüğüyse daha dün altı yaşına bastı.” dedi Manilova.

Manilov, uşağın bağladığı mendili çenesinden çıkarmaya çalışan büyük çocuğa dönerek:

“Femistoklius!” dedi.

Çiçikov, kısmen Yunanca olan ve Manilov’un nedendir bilinmez, sonuna “lius” harflerini koyduğu bu ismi duyunca kaşlarını hafifçe yukarı kaldırdı ama o sırada yüzünü ifadesiz tutmaya çalıştı.

“Femistoklius, söyle bakalım, Fransa’nın en güzel şehri hangisidir?”

Bu sırada öğretmen bütün dikkatini Femistoklius’a yöneltti, çocuğun gözlerini oymak istiyor gibi görünüyordu ama Femistoklius nihayet “Paris.” dediğinde tamamen rahatladı ve başını salladı.

“Peki, bizim en güzel şehrimiz hangisidir?” diye bir kez daha sordu Manilov.

Öğretmen tekrar dikkat kesildi.

“Petersburg.” diye cevap verdi Femistoklius.

“Başka?”

“Moskova.” diye yanıtladı.

“Akıllı yavrum benim!” dedi Çiçikov. “Peki, söyle bakalım…” diye devam etti şaşkınlık dolu bir bakışla Manilova’ya bakarak: “Bu yaşta ne kadar da bilgili! Bu çocuğun çok iyi yerlere geleceğini söylemem gerek!”

“Ah, siz daha tanımıyorsunuz onu. Olağanüstü keskin bir zekâsı vardır. Küçük olan Alkid ise o kadar da hızlı düşünemez ama şimdi küçük bir böcek ya da herhangi bir haşere gördü mü birden dikkat kesilir ve peşlerinden koşuşturmaya başlar. Onu diplomat yapacağım.”

Sonra tekrar büyük oğluna dönerek:

“Femistoklius, elçi olmak ister misin?” diye lafına devam etti.

Femistoklius bir yandan ağzındaki ekmeği çiğneyip bir yandan da başını sağa sola sallarken:

“İsterim.” diye cevap verdi.

Bu sırada daha geride duran uşak, geleceğin elçisinin burnunu sildi ve çok da iyi yaptı yoksa bizim elçinin sümük damlaları çorbasına karışıp gidecekti. Masada huzurlu bir hayatın zevkinden konu açıldı, ev sahibesinin şehir tiyatroları ve oyuncularıyla alakalı düşünceleri yarıda kesildi. Öğretmen konuşanları oldukça dikkatli bir şekilde izliyor, güleceklerini anladığı anda ağzını açıp gülmeye gayret ediyordu. Öğretmen büyük ihtimalle kıymet bilen bir insandı ve iyi davranışlarından ötürü ev sahibine borcunu böyle ödemek istiyordu. Ne var ki bir keresinde yüzü pek sert bir hâl aldı ve karşısındaki çocuklara bakarak masaya sertçe vurdu. Tam da yerinde bir davranıştı çünkü Femistoklius, Alkid’in kulağını ısırıyordu. Alkid ise gözleri kapalı, ağzı açık bir şekilde en perişan hâliyle katıla katıla ağlamaya hazırdı ki ağlamasının onu yemekten kolayca mahrum bırakabileceğini hissedip ağzını önceki şekline getirdi ve gözlerinde yaşlarla, iki yanağını da yağ içinde bırakan koyun kemiğini kemirmeye başladı. Ev sahibesi sık sık Çiçikov’a: “Hiçbir şey yemiyorsunuz, neredeyse tek lokma almadınız.” diyordu. Buna karşılık Çiçikov her seferinde: “Çok teşekkürler ancak doydum, hoş bir sohbet herhangi bir yemekten çok daha güzeldir.” diye cevap veriyordu.

Artık masadan kalkmışlardı. Manilov pek bir hoşnuttu, misafirinin sırtına elini koymuş, böylelikle onu misafir odasına götürmeye hazırlanıyordu ki Çiçikov birden oldukça ciddi bir tavırla, onunla çok önemli bir konuyu konuşmak istediğini söyledi.

“Öyleyse izninizle çalışma odama geçelim.” dedi Manilov ve onu, mavileşmiş ormana açılan pencerelerle donatılmış küçük odasına götürdü. “İşte benim köşem.”

Çiçikov etrafa göz gezdirerek:

“Hoş bir oda.” dedi.

Oda gerçekten de çok hoştu. Duvarlar grimsi mavi bir boyayla boyanmıştı; dört sandalye, bir koltuk ve üzerinde daha önce de bahsettiğimiz üzere sayfasına işaret konmuş kitapların, karalanmış birkaç kâğıdın ve en çok da tütünün olduğu masa vardı. Tütün her tarafa yayılmıştı. Kâğıt paketlerin, tütün kutusunun içinde olduğu gibi masanın üstüne de dökülen bir yığın tütün vardı. Her iki pencerenin önü de oldukça düzgün bir şekilde ve özenle dökülmüş pipo külüyle doluydu. Ev sahibinin zamanını böyle geçirdiği belliydi.

“Buyurun, şu koltuklara oturun.” dedi Manilov. “Daha rahat edersiniz.”

“İzin verirseniz sandalyeye oturayım.”

Manilov tebessümle:

“İzninizle ısrar edeceğim. Bu koltuğumu, misafirlere tahsis ettim. İsteseniz de istemeseniz de oraya oturmanız gerek.”

Çiçikov oturdu.

“Size pipo ikram edeyim.”

Çiçikov güler yüzle, hüzünlüymüş gibi görünerek:

“Hayır, içmiyorum.” diye cevapladı.

Manilov aynı güler yüzlülük ve hüzünle:

“Neden?” dedi.

“Alışkın değilim, korkuyorum. Hasta ediyor derler.”

“İzin verirseniz bunun bir ön yargıdan ibaret olduğunu söylemeliyim. Hatta pipo içmenin enfiye çekmekten daha sağlıklı olduğunu düşünüyorum. Bizim askerdeki alayda çok iyi, oldukça tahsilli bir teğmen vardı. Masa başında hatta müsaadenizle söylüyorum özel yerlerde bile piposunu ağzından hiç düşürmezdi. İşte o, kırk yaşını geçmesine rağmen Tanrı’ya şükür şimdiye kadar daha sağlıklı olamazdı.”

Çiçikov, doğada engin akıllar için bile açıklanamaz, bunun gibi birçok şeyin gerçekten de var olduğunu söyledi.

Çiçikov garip ya da neredeyse garip bir ses tonuyla:

“Ama önce şunu sormama izin verin…” dedi ve ardından nedendir bilinmez arkasına bakıp durdu. Manilov da aynı şekilde bakıyordu. “Sayım kâğıdını9 ne kadar zaman önce gönderdiniz?”

“Uzun süre geçti. Doğrusunu söylemek gerekirse hatırlamıyorum.”

“O zamandan bu yana kaç köylünüz öldü?”

“Bilmemin imkânı yok. Bunu sanıyorum kâhyaya sormak gerek. Hey, buraya bak! Kâhyayı çağır, bugün burada olması lazım.”

Kâhya geldi. Henüz kırk yaşına varmamış, yüzü tıraşlı, üzerinde redingotu olan, yüzündeki tombulluğa bakılırsa çok huzurlu bir yaşam sürüyor gibi görünen bir adamdı. Derisinin sarımsı rengi ve küçük gözleri kuş tüyünden yatağın ne demek olduğunu çok iyi bildiğini gösteriyordu. Onu görür görmez efendisinin diğer bütün kâhyaları gibi yaşadığı anlaşılıyordu. Önceleri yalnızca evdeki okuma yazma öğrenme çağında olan bir çocuktu, sonra efendinin gözdesi olan oda hizmetçisi Agaşka’yla evlenmiş, kendisi önce hizmetçi sonra da kâhya olmuştu. Kâhya olduktan sonra ise diğer tüm kâhyalar gibi davranmıştı. Köydeki varlıklı insanlarla zamanını geçirmiş, yoksulların sırtına daha fazla yük bindirmiş, sabah saat dokuzda uyanıp semaveri bekleyip çay içmişti.

“Şimdi beni dinle dostum! Sayım yapıldığından bu yana kaç köylümüz öldü?”

Kâhya bir yandan hıçkırıp bir yandan da eliyle ağzını bir kalkan gibi kapatarak:

“Kaç kişi mi? O zamandan bu yana çok köylü öldü.” dedi.

“Evet, itiraf edeyim ben de öyle düşünmüştüm.” diye atıldı Manilov. “Evet, çok fazla köylü öldü!” Çiçikov’a dönüp “Gerçekten çok fazla.” diye ekledi.

“Peki, bir sayı vermeniz gerekirse ne derdiniz?” diye sordu Çiçikov.

“Evet, kaç kişi?” diye atıldı Manilov.

“Kaç kişi diyebiliriz? Kaç kişinin öldüğü belli değil, hiç kimse saymadı ki!”

Manilov, Çiçikov’a dönerek:

“Evet, öyle. Ben de çok kişinin öldüğünü düşünmüştüm ama kaç kişinin öldüğü hiç belli değil.”

“Siz sayın lütfen, sonra da hepsinin tam bir listesini çıkarın.” dedi Çiçikov.

“Evet, tam bir liste olsun.” dedi Manilov.

Kâhya, “Başüstüne!” dedi ve oradan uzaklaştı.

Kâhya uzaklaşırken Manilov:

“Bu liste size neden lazım?” diye sordu.

Bu soru Çiçikov’u biraz zorlamış gibi görünüyordu, yüzünde gergin bir ifade belirmişti, hatta kızarmıştı bile. Söylemek istediklerini kelimelerle rahatça ifade edemeyecek olmasından kaynaklanan bir gerginlikti bu. Aslında Manilov daha önce hiç işitmediği böyle garip ve alışılmadık şeyleri sonunda duymuştu.

“Neden diye sormuştunuz sanırım. Şöyle ki köylüleri satın almak istiyorum…” dedi Çiçikov, duraksadı ve cümlesinin devamını getiremedi.

“Yalnız izin verin size şunu sorayım: Toprak köylüsü mü yoksa topraksız köylü mü satın almak istiyorsunuz?”

8Bahçelerde yazın oturmak için yapılan, kafes biçiminde, kubbeli, üstü yeşilliklerle sarılı süslü çardak. (ç.n.)
9Nüfus sayımı sırasında oluşturulan serf listesi. (ç.n.)

Teised selle autori raamatud