Ölü Canlar

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

“Hayır, benim istediğim öyle köylüler değil. Ölüleri satın almak istiyorum…” dedi Çiçikov.

“Nasıl? Affedersiniz… Kulağım biraz ağır işitir, çok garip bir şeyler duydum sandım…”

“Ölmesine rağmen nüfus sayımında canlı kabul edilen köylüleri satın almak istiyorum.” dedi Çiçikov.

Manilov durduğu yerde ağzındaki pipo çubuğunu yere düşürdü ve ağzı birkaç dakika boyunca açık kaldı. Arkadaşlığın iyiliklerinden bahseden bu iki dost, aynanın her iki tarafında karşılıklı asılmış iki portre gibi birbirlerinin gözlerine bakarak bir süre hareket etmediler. Nihayet Manilov pipo çubuğunu yerden aldı ve Çiçikov’un dudaklarında alaycı bir gülümseme olup olmadığına ya da şaka yapıp yapmadığına bakmak için aşağıdan yüzüne bir bakış attı ama Çiçikov hiç de öyle görünmüyordu, aksine yüzü her zamankinden daha ciddiydi. Sonra misafiri, birdenbire aklını mı kaçırdı diye düşündü ve korkuyla ona baktı ama Çiçikov’un bakışları oldukça netti, aklını kaçıran insanların gözlerinde dolaşan o vahşi, rahatsız edici parıltıdan eser yoktu. Her şey düzgün ve yerli yerindeydi. Manilov ona nasıl davranıp ne diyeceğini bilemiyor, ağzında kalan dumanı çok ince bir şerit şeklinde dışarı üflemekten başka bir şey aklına gelmiyordu.

“Sonuç olarak, gerçekte yaşamayıp yasaya uygun olarak hayatta sayılan köylüleri bana vermeyi, devretmeyi düşünür müsünüz bilmek isterim. Ya da siz bunun adına ne demek isterseniz.”

Manilov öyle utanmış ve aklı karışmıştı ki Çiçikov’a bakakalmıştı.

“Tereddüt ediyorsunuz sanırım, öyle değil mi?” dedi Çiçikov.

“Ben mi? Hayır, öyle değil ama anlayamıyorum. Affedersiniz… Sizinki gibi her bir hareketinizde belli olan yüksek bir eğitim almadım, kendimi ustaca ifade de edemem. Belki de burada… Söylediğinizin altında başka bir şey gizliyorsunuz… Belki de üslubunuzu güzelleştirmek için yapıyorsunuzdur bunu, öyle değil mi?”

“Hayır, gerçekten de ölen köylülerden bahsediyorum.” dedi Çiçikov.

Manilov şaşırıp kalmıştı. Bir şeyler yapması gerektiğini, soru sorması, ne olursa olsun herhangi bir soru sorması gerektiğini hissediyordu. En sonunda dumanı bu sefer ağzından değil burun deliklerinden bir kez daha dışarı çıkardı.

“Eğer bir mahzuru yoksa Tanrı’nın izniyle satın alma işlemine başlayabiliriz.” dedi Çiçikov.

“Nasıl yani? Ölü canları satın almak için mi?”

“Ah, hayır! Sayım listesinde de gösterildiği gibi canlı olduklarını yazacağız. Hiçbir şekilde kanun dışına çıkmamaya alışkınım. Bunun yüzünden başım çok ağrıdı gerçi ama af buyurun görev benim için kutsaldır. Kanunun önünde eğilirim.”

Bu son sözler Manilov’un hoşuna gitmişti ama bu işin asıl anlamını hiç mi hiç kavrayamamıştı. Herhangi bir cevap vermek yerine piposunu öyle sert bir şekilde içine çekti ki tıpkı bir fagot10 gibi hırıldamaya başladı. Bu eşi benzeri görülmemiş görevden bir anlam çıkarmaya çalışıyor gibi görünüyordu ama piposunun hırıltısından başka hiçbir şey duyulmuyordu.

“Şüpheye düşmüş olabilir misiniz acaba?”

“Ah! Bağışlayın ancak hiç mi hiç şüphe duymuyorum. Sizi eleştiren hiçbir şey düşünmüyorum ama şunu eklememe izin verin: Bu girişim ya da daha fazlasını ifade etmek gerekirse bu ticaret Rusya’nın kurallarına ve halkın geleneklerine ters düşmez mi?”

Tam da bu sırada Manilov başını hafifçe hareket ettirip Çiçikov’a yüzünün bütün hatlarını göstererek oldukça imalı bir şekilde baktı. Birbirine bastırılmış dudakları yüzüne öyle derin bir ifade katıyordu ki karman çorman bir işle uğraşan çok zeki bir bakan dışında hiç kimsede eşine rastlanılmazdı.

Ama Çiçikov yalnızca, bu girişimin ya da ticaretin halkın geleneklerine ve Rusya’nın kurallarına aykırı olmadığını söyledi. Birkaç dakika sonraysa hazinenin bundan kazanç bile sağladığını ekledi zira yasaya uygun olarak vergi elde edeceklerdi.

“Ne düşünüyorsunuz?”

“İyi olacağını düşünüyorum.”

“Öyle diyorsanız işler değişir. İsteğinizi kabul ediyorum.” dedi Manilov. Oldukça rahatlamıştı.

“Şimdi geriye bir tek fiyatta anlaşmak kaldı.”

“Fiyat mı?” dedi Manilov bir kez daha ve duraksadı. “Çeşitli nedenlerden yaşamını kaybetmiş insanlar için para almaya kalkacağımı düşünüyorsunuz herhâlde. Eğer böylesine fantastik bir istekle bana geldiyseniz o zaman ben de onları size hiçbir karşılık almadan veriyor, satın alma ücretlerini de üstleniyorum.”

Bütün bu olayların anlatıcısı, Manilov’un sarf ettiği bu sözlerin ardından misafirin çok memnun olduğunu söylemeden geçerse büyük bir sitemle karşılaşacağını düşünmektedir. Ne kadar ağırbaşlı ve makul bir insan olsa da neredeyse tıpkı bir keçi gibi yerinden sıçrayacaktı ve bilindiği gibi bu yalnızca en güçlü sevinç anlarında yaşanan bir şeydir. Oturduğu koltukta öyle sert döndü ki yastığın yün kumaşını yırttı. Manilov ise onu şaşkınlıkla izliyordu. Zorlama bir minnettarlıkla öylesine teşekkür ediyordu ki Manilov kızarıp bozuluyor, başını iki yana sallıyordu. Nihayet bu yaptığının hiç önemli olmadığını, gönlünden geçenleri, ruhunun istediğini göstermenin iyi olduğunu, hayatını kaybetmiş köylülerinse hiçbir değeri olmadığını söyledi.

Çiçikov onun elini sıkarken:

“Çok da değersiz değiller.” dedi. Tam o sırada derince bir nefes vermişti. İçi rahatlamış gibi görünüyordu. Sonra büyük bir heyecan içinde:

“Değersiz dediğiniz şeyle bana, akrabaları ve sülalesi olmayan birine ne büyük bir iyilik yaptınız bir bilseniz! Ben ne zorluklara göğüs germedim ki? Tıpkı azgın dalgaların arasındaki bir barka11 gibi… Ne baskılara göğüs germedim ne acılar tatmadım ki? Peki, ne için? Doğrudan şaşmamak, vicdanımı temiz tutmak, çaresiz dullara ve talihsiz yetimlere el uzatmak için!” Bu sırada gözlerinden akan yaşları mendiliyle siliyordu.

Manilov çok duygulanmıştı. Bu iki ahbap, uzun süre birbirlerinin ellerini sıkıp hiçbir şey söylemeden birbirlerinin gözlerine baktılar. İkisinin de gözlerinde yaşlar belirmişti. Manilov kahramanımızın elini bırakmayı hiç mi hiç istemiyordu ve öyle sert sıkıyordu ki Çiçikov elini nasıl kurtaracağını bilemiyordu. Nihayet yavaşça elini çekip satın alma belgelerini en kısa sürede hazırlamasının, bizzat kendisinin şehre gelmesinin iyi olacağını söyledi. Sonra şapkasını aldı ve vedalaşmaya hazırlandı.

Manilov birden kendine gelip neredeyse korkan bir hâlde:

“Ne o? Hemen gitmek mi istiyorsunuz?” dedi.

Tam bu sırada odaya Manilova girdi. Manilov hüzünlü bir şekilde:

“Lizanka, Pavel İvanoviç bizi bırakıyor!” dedi.

“Çünkü Pavel İvanoviç’i usandırdık.” diye cevapladı Manilova.

“Hanımefendi! Tam da burada (tam o sırada elini kalbine koymuştu) evet, tam da burada sizinle geçirdiğimiz zamanın güzellikleri, yaşamaya devam edecek! Ve inanın ki benim için sizinle değil aynı evde, komşunuz olarak bile yaşamaktan daha büyük bir mutluluk kaynağı olamaz.”

Bu fikirden çok hoşlanan Manilov:

“Biliyor musunuz Pavel İvanoviç; sizinle böyle aynı çatı altında yaşasak ya da herhangi bir karaağacın gölgesinde bir şeyler hakkında filozofluk etsek, gülüşsek ne güzel olurdu!”

Çiçikov iç çekerek:

“Ah! Cennette yaşıyormuşum gibi gelirdi bana!” dedi. “Elveda, hanımefendi!” diye devam etti Manilova’nın eline yaklaşarak. “Elveda, saygıdeğer dostum! Ricamı unutmayın!”

“Ah! Hiç merak etmeyin!” diye cevapladı Manilov. “Birkaç gün sonra tekrar görüşeceğiz.”

Hepsi yemek odasına gittiler.

Çiçikov, tahtadan yapılma kollarıyla burnu olmayan oyuncak süvariyle oynayan Alkid ve Femistoklius’a bakarak:

“Elveda, sevgili çocuklar!” dedi. “Elveda, minik çocuklarım. Size hediye getirmediğim için beni bağışlayın çünkü dünyaya geldiğinizi bile bilmiyordum ama bir dahaki sefere kesinlikle getireceğim. Sana kılıç getireceğim, ister misin?”

“İsterim.” diye cevapladı Femistoklius.

Çiçikov, Alkid’e doğru eğilerek:

“Sana da bir trampet getireceğim, öyle değil mi?” diye devam etti.

Alkid başını eğip fısıldayarak:

“Tırımpit.” diye cevapladı.

“Güzel, sana da trampet getireceğim. Öyle güzel bir trampet getireceğim ki hep şöyle ses çıkaracak: Turrr… ru… tra-ta-ta, tata-ta… Elveda canlarım! Elveda!” Sonra onları başlarından öptü ve yüzünde çocukların arzularını, masumiyetini bildiğini gösteren bir tebessümle Manilov ile karısına döndü.

Herkes artık giriş kısmına geldiğinde:

“Burada kalın, Pavel İvanoviç! Hava nasıl da kapandı baksanıza.” dedi Manilov.

“Küçük bulutlar var sadece.” diye cevapladı Çiçikov.

“Sobakeviç’e giden yolu biliyor musunuz?”

“Bunu size sormak istemiştim.”

“İzin verin arabacınıza tarif edeyim.” Bu sırada Manilov arabacıya gayet nazik bir şekilde yolu tarif etti, hatta bir kere “siz” diye bile hitap etti.

Arabacı iki dönemeci geçip üçüncüden dönmeleri gerektiğini duyunca:

“Buyurun yola koyulalım efendim.” dedi ve Çiçikov da parmak ucunda yükselen ev sahiplerinin mendil sallamaları ve veda edişleri eşliğinde oradan ayrıldı.

Manilov uzaklaşan arabayı bakışlarıyla takip ederek uzun bir süre giriş kapısının önünde durdu ve araba artık gözden kaybolmaya başladığında o hâlâ ayakta dikiliyor, piposunu tüttürüyordu. Nihayet içeri girdi, sandalyeye oturdu, misafirini az da olsa mutlu edebildiği için sevinç duyarak düşüncelere daldı. Sonra düşünceleri belli belirsiz başka konulara kaydı. Dostluğun insana verdiği mutluluğu, arkadaşıyla herhangi bir nehrin kıyısında yaşasaydı ne güzel olacağını düşünüyordu. Sonra bu nehrin üzerine bir köprü; üstünde bütün Moskova’yı görebileceğin, tepe köşkü kadar yüksek, akşamları açık havada çay içip hoş konulardan sohbet edebileceğin devasa bir ev inşa edeceklerdi. Sonra Çiçikov ile birlikte güzel kupa arabaları içinde, hoşça karşılandıkları bir cemiyete gireceklerdi ve sözde onların dostluklarını öğrenen çar, onlara generallik verecekti. Manilov en sonunda kendisinin bile ne düşündüğünü bilemez hâle gelmişti. Çiçikov’un tuhaf ricası, birdenbire onun bütün hayallerini kesip attı. Onun ricası bir türlü aklına oturmamıştı. Kafasında evirdi çevirdi ama yine de bir açıklama bulamadı ve akşam yemeğine kadar orada, öylece oturup piposunu tüttürdü.

 

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Çiçikov, oldukça memnun bir şekilde, uzun süredir ana yolda giden arabasında oturuyordu. Çiçikov’un merakının ve yöneliminin nelerden oluştuğu bir önceki bölümde oldukça açıktı, bu nedenle bütün bedeni ve ruhuyla düşüncelere dalıp gitmesinde şaşılacak bir şey yok. Aklındaki varsayımlar, tahminler ve düşüncelerin çok hoş oldukları yüzünden belli oluyordu zira ikide bir memnun bir gülümseyişin izleri beliriyordu. Bu düşüncelerle meşgulken arabacısının, Manilov’un çalışanlarının karşılamasından ne kadar memnun olduğuna hiç mi hiç dikkat etmemişti. Arabacı da sağ tarafa koşulmuş, semirmiş ata oldukça önemli uyarılarda bulunuyordu. Bu semirmiş at, kurnaz mı kurnazdı. Yalnızca arabayı çekiyormuş gibi yapıyor; doru bir atla jüri üyesinden alındığı için adını Üye koydukları İzabel ve dondaki12 diğer at ise arabayı çekmek için bütün güçlerini sarf ediyorlardı. Bizim semirmiş atın, bundan ne kadar zevk aldığı da gözlerinden belli oluyordu. Selifan, kamçısını kaldırıp tembel atın üzerinde şaklatarak: “Sen kurnazlık etmeye devam et! Ben senden daha da kurnazım!” dedi. “İşini de nasıl iyi bilirsin sen, pantolonlu Alman seni!13 Doru olan nasıl da uysal, görevini nasıl da eksiksiz yapıyor. Ona memnuniyetle fazladan bir ölçek yemek vereceğim çünkü çok uysal bir at. Üye de öyle… Ne o? Ne diye öyle sallıyorsun kulaklarını? Konuştuğumda beni dinle aptal hayvan! Sana kötü şeyler öğretecek değilim ya cahil! Şu sürünüşe bak hele!” dedi. Bu sırada “Ah barbar, ah! Lanet Bonapart seni!” diyerek bir kez daha şaklattı kırbacını. Daha sonra hepsine “Haydi bakalım, koçlarım benim!” diye bağırdı ve cezalandırmak için değil de onlardan memnun olduğunu göstermek için üçünü de kırbaçladı. Onları hoşnut ettikten sonra bir kez daha semirmiş ata döndü: “Yaptıklarını gizlediğini sanıyorsun herhâlde? Hayır, sana saygı gösterilsin istiyorsan doğru düzgün davran. Bak, yanlarına gittiğimiz toprak beyinin adamları nasıl da iyilerdi. İyi insanlarla memnuniyetle konuşurum. İyi insanlar her zaman dostum, ahbabım gibidir. Eğer iyi bir insansa onunla memnuniyetle çay da içerim yemek de yerim. İyi insana herkes saygı duyar. Bak, bizim beyimize nasıl da saygı duyuyorlar çünkü devlette görev almış, müsteşar olmuş…”

Böyle konuşmaya devam eden Selifan en sonunda soyut kavramlara dalıp gitmişti. Eğer Çiçikov, onun konuşmalarına kulak kabartsaydı kendisiyle ilgili birçok ayrıntıyı öğrenebilirdi ama onun aklı kendi konularıyla meşguldü. Çok güçlü bir gök gürültüsü onu kendine getirip etrafına bakınmak zorunda bıraktı. Bütün gökyüzünü yağmur bulutları kaplamıştı, tozlu posta yoluna yağmur damlaları saçılmaya başlamıştı. Ardından bu sefer çok daha şiddetli ve yakından bir gök gürültüsü duyuldu; bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Yağmur önce yan taraftan, ardından bir sağdan bir soldan, sonra da yönünü değiştirip yukarıdan yağmaya başlamış; arabanın üzerinde trampet çalıyordu.

Artık Çiçikov’un yüzüne yağmur damlaları geliyordu. Bu yüzden yol manzarasını izlediği iki küçük yuvarlak pencerenin deriden yapılma perdelerini kapatmak ve Selifan’a daha hızlı gitmesini söylemek zorunda kalmıştı. Konuşması tam ortadan kesilen Selifan da acele etmesi gerektiğini anlamış; oturduğu yerin altından gri çuhadan, süprüntü bir kumaş çıkarıp beceriksizce üstüne örtmüş, elindeki dizginleri sıkmış ve verdiği öğütlerle tatlı bir şekilde gevşeyen atlarına bağırmıştı. Ama Selifan, iki mi yoksa üç mü dönemeç geçtiklerini hatırlamıyordu. Yolları kafasında canlandırıp hatırlayınca çok fazla dönemeci geride bıraktığını anladı. Rus insanı, belirleyici anlarda ne yapması gerektiğini uzunca ölçüp biçmeden bulduğu için ilk kavşaktan sağa dönerken: “Haydi bakalım saygıdeğer dostlar!” diye bağırdı ve döndüğü yolun nereye gideceğini düşünmeden atları dörtnala sürdü. Ne var ki yağmur çabuk dineceğe benzemiyordu. Yolu kaplayan toz, hızlıca çamura dönüştü; atlar her geçen dakika arabayı daha da zor çekiyordu. Sobakeviç’in köyünü uzun bir süre görmediği için Çiçikov, endişelenmeye başlamıştı. Hesaplamasına göre şimdiye kadar çoktan köye varmış olmalıydı. Etrafına bakıyordu ancak hava zifirî karanlıktı. En sonunda başını arabanın arka kısmından uzatarak:

“Selifan!” diye seslendi.

“Buyurun efendim?” diye cevapladı Selifan.

“Bak bakalım, köy gözüküyor mu?”

“Hayır efendim, hiçbir yerde yok!”

Selifan bunu söyledikten sonra kırbacını sallayıp bir şarkı tutturdu ancak bu bir şarkıdan çok uzunca, sonu gelmek bilmeyen bir şeydi. İçinde yok yoktu: Rusya’nın her yerinde atları yönlendirip canlandıran bütün bağırışlar, dilinin ucuna ilk gelen her türlü sıfat… Bu sıfatlar öyle bir seviyeye ulaştı ki en sonunda onlara “sekreterler” demeye başladı.

Bu sırada Çiçikov arabanın her yerinin sallanıp onu sarstığını fark etti, bu yüzden yoldan çıkıp belki de tarlada gittiklerini düşündü. Selifan da aynı şeyi düşünmüş olacak ki ağzından tek bir kelime çıkmıyordu.

“Dolandırıcı adam! Hangi yoldan gidiyorsun sen?” dedi Çiçikov.

“Bu havada yapacak bir şeyim yok beyim! Bu karanlıkta kamçımı bile göremiyorum!” diye cevapladı Selifan. Bunu söyledikten sonra araba öyle bir yana yattı ki Çiçikov, iki eliyle tutunmak zorunda kaldı. Tam da o anda Selifan’ın sarhoş olduğunu anladı.

“Dikkat et! Dikkat et! Devireceksin!” diye bağırdı.

“Hayır efendim, devirir miyim ben hiç!” dedi Selifan. “Devirmenin iyi bir şey olmadığını ben kendim de biliyorum, bu yüzden hiç devirmem.” diye ekledi. Sonra arabayı yavaşça çevirdi, çevirdi ve bir kez daha çevirdi… En sonunda araba tamamen yan yattı. Çiçikov, elleri ve bacakları üzerine çamura düştü. Selifan atları durdurdu, zaten yorgunluktan kendileri duracaklardı. Böylesine umulmadık bir kaza, Selifan’ı çok şaşırtmıştı. Efendisi çamurda debelenip ayağa kalkmaya çalıştığında Selifan aşağı inmiş, iki elini beline dayamış, arabanın önünde duruyordu. Biraz düşündükten sonra “Gördün mü, nasıl da devrildi!” dedi.

“Kunduracı gibi sarhoşsun!” dedi Çiçikov.

“Hayır efendim, sarhoş olur muyum hiç! Sarhoş olmanın kötü bir şey olduğunu biliyorum. Arkadaşla muhabbet ettik çünkü iyi insanla muhabbet edilebilir, birlikte bir şeyler atıştırdık, bunda kötü bir şey yok. Meze atıştırmaktan zarar gelmez, iyi insanla bir şeyler atıştırılabilir.”

“En son sarhoş olduğunda ne demiştim ben sana? Ha? Unuttun mu?” dedi Çiçikov.

“Hayır asil beyefendi, unutmam mümkün mü? Ben işimi iyi bilirim. Sarhoş olmanın kötü bir şey olduğunu biliyorum. İyi bir insanla muhabbet ettim çünkü…”

“Seni öyle döverim ki iyi bir insanla muhabbet etmek nasılmış görürsün!”

“Siz nasıl lütfederseniz öyle yapın efendim.” diye cevapladı her şeye razı gelen Selifan. “Kırbaçlayacaksanız kırbaçlayın. Hiç itiraz etmem. Yaptığım şey yüzünden ne diye dövmeyeceksiniz ki? Efendimin iradesindedir. Köylü şımarıklık yaptığında kırbaçlamak gerek, düzeni sağlamak gerek. Beceriksizlik yaptıysam kırbaçlayacaksınız tabii ki. Ne diye kırbaçlamayacakmışsınız?”

Çiçikov bu fikirlere ne cevap vereceğini bilemedi. Ama bu sırada talih, onlara merhamet etmeye karar vermiş gibi görünüyordu. Uzaklardan bir köpeğin havlaması işitildi. Sevinen Çiçikov, atları koşturmayı emretti. Rus arabacıların görüşleri yerine sezgileri vardır; bu nedenle gözlerini kapatıp arabayı bazen dörtnala sürseler de her daim bir yerlere varırlar. Selifan karanlıkta hiçbir şey görmeden atları doğruca köye öyle bir sürdü ki anca arabanın oku duvara çarpıp da gidecek yeri kalmadığında durdu. Çiçikov, sağanak yağmurun arasından yalnızca çatıya benzer bir şey gördü. Selifan’ı avlu kapısını aramaya gönderdi. Eğer Rus topraklarında, kapıcılar yerine parmaklarıyla kulaklarını kapatmasını gerektirecek kadar yüksek sesle havlayan atılgan köpekler olmasaydı hiç şüphesiz daha uzun bir süre aramaya devam ederlerdi. Tek bir pencerede ışık, bir an için görünüp kayboldu ve duvara kadar yolculara avlu kapısını gösteren sisli bir şerit hâlinde uzayıp gitti. Selifan kapıyı çaldı, kısa sürede küçük kapı açılınca içeriden kuşaklı kaftanıyla bir adam göründü ve efendiyle hizmetçi, hırıltılı bir kadın sesi duydular.

“Kim çaldı kapıyı? Ne istiyorsunuz?”

“Yolcuyuz, anneciğim. İzin ver, burada geceleyelim.” dedi Çiçikov.

“Şu kıvraklara bak hele!” dedi ihtiyar kadın. “Hem de gece vakti gelmişler! Burası han değil ki! Malikânenin sahibesi yaşar burada.”

“Ne yapalım anneciğim, yolumuzu kaybettik. Bu vakitte bozkırda gecelemek olmaz ki!”

“Evet, hava karardı, tekin değil.” diye ekledi Selifan.

“Kapat çeneni, aptal!” dedi Çiçikov.

“Tamam ama siz kimsiniz?” dedi ihtiyar kadın.

“Soyluyum, anneciğim.”

“Soylu” kelimesi, ihtiyar kadını biraz düşündürmüş gibiydi.

“Bekleyin hanımıma sorayım.” dedi ve birkaç dakika sonra elinde fenerle geri döndü.

Avlu kapısı açıldı. Diğer pencereden bir ışık görünüp kayboldu. Avlu kapısına yanaşan araba, karanlıkta seçilmesi güç olan küçük bir kulübenin önünde durdu. Pencereden sızan ışık, kulübenin yalnızca bir yarısını aydınlatıyordu; önünde doğrudan yine aynı ışığın düştüğü küçük bir su birikintisi de görünüyordu. Yağmur ahşap çatıya gürültüyle yağıyor, altına konmuş fıçının içine sanki bir dere geçiyormuş gibi şırıltıyla akıyordu. Bu sırada köpekler, her türden sesler çıkarıyorlardı. Birisi başını kaldırmış, sanki Tanrı bilir bunun için maaş alıyormuş gibi tutkuyla, ağır ağır uluyordu; diğeriyse zangoç gibi aceleyle havlıyordu, bu ikisinin arasında postacı zili ya da kıpır kıpır bir soprano gibi çınlayan minik bir yavru köpek vardı ve nihayet iri yarı bir köpeğin bas sesi de duyuldu. İhtiyar bir köpek olmalıydı çünkü konser bütün hızıyla devam ederken şarkı söyleyen bir kontrbas gibi hırıltılı sesler çıkarıyordu. Herkes başını yukarıya kaldırmış, tenorlar yüksek notalara çıkmak için büyük bir istekle parmak uçlarına yükselmiş; o ise tek başına tıraşsız çenesini kravatına gömmüş, neredeyse yere kadar çömelmiş, oradan camları titretip zangırdatan notaları çıkarıyordu. Böyle müzisyenlerden oluşan köpeklerin havlayışlarına göre buranın hatırı sayılır bir köy olduğu söylenebilirdi ama sırılsıklam olup üşüyen kahramanımız yataktan başka bir şey düşünmüyordu. Henüz araba tam olarak durmamıştı ki aşağı atladı, sendeleyip neredeyse düşecekti. Kapıdan bir kez daha, öncekinden daha genç olmasına rağmen yine de ona benzeyen bir kadın çıktı. Onu odasına götürdü. Çiçikov etrafa şöyle bir bakış attı. Odanın, her tarafında eskimiş, çizgili duvar kâğıtları olan duvarında kuş tabloları asılıydı; pencerelerin arasında kararmış çerçeveleri kıvrılmış yaprak görünümlü, eski, küçük aynalar vardı. Her bir aynanın arkasına ya bir mektup ya eski bir iskambil destesi ya da çorap konmuştu. Duvarda, kadranında çiçek resimleri olan bir saat vardı. Odadaki diğer şeylere bakmaya dayanacak gücü kalmamıştı. Gözlerinin sanki bal sürülmüş gibi yapıştığını hissetti. Bir dakika sonra evin hanımı içeri girdi. Alelacele giyinmiş gibi duran, kafasında gecelik takkesi, boynunda pazen kumaştan atkısıyla ihtiyar bir kadındı. Kıt gelen ürünlerden ve zarara uğramaktan yakınan, başını bir yana eğen ama bu sırada komodinin çekmecesinde renk renk minik cüzdanların içinde bozuk para biriktiren küçük bir malikâne sahibesi olan kadınlardan biriydi. Çamaşırlar, gecelikler, yün iplikler ve daha sonra elbisesi; bayram bazlaması ya da pryanik14 pişirirken yanacak ya da kendi kendine yırtılacak olursa bir yenisine çevrilecek sökük pelerin kumaşları dışında hiçbir şey yokmuş gibi görünen komodindeki cüzdanların birine tam, diğerine yarım, üçüncüsüne ise çeyreklik rubleleri ayırmıştı. Ama elbiseler ne yanar ne de kendi kendine yırtılırdı, ihtiyar kadın çok tutumluydu. Bu nedenle sökük pelerin kumaşı öylece durur; sonra da çeşit çeşit, eski püskü eşyayla birlikte yeğenlerinin torunlarına vasiyet edilirdi.

 

Çiçikov, bu beklenmedik ziyaretleriyle onu rahatsız ettikleri için özür diledi.

“Önemli değil, önemli değil.” dedi evin sahibesi. “Tanrı tam da bu saatte sizi bize getirdi! Öyle bir yağmur yağıyor ki yolu karıştırır insan… Yoldan geliyorsunuz, karnınızı doyurmak gerek ama gecenin bu vaktinde yemek yapmak da olmaz.” diye ekledi. Evin sahibesinin lafı, garip bir tıslamayla kesildi. Bu ses konuğu korkutmuştu. Sanki bütün oda yılanlarla doluymuş gibi bir ses geliyordu ancak yukarı bakınca rahatladı zira sesin nereden geldiğini anlamıştı: Duvar saatinin çalası gelmişti. Bu tıslamayı hemen ardından bir hırıltı takip etti ve en sonunda saat bütün gücüyle, sanki birisi sopayla çömleğe vuruyormuşçasına bir ses çıkararak ikiyi vurdu; ardından sarkaç tekrar sakince bir sağa bir sola sallanmaya devam etti.

Çiçikov ev sahibesine hiçbir şeye ihtiyaçları olmadığını, hiçbir şey için endişelenmemesi gerektiğini, bir yatak dışında hiçbir şey istemediğini söyleyerek teşekkür etti. Yalnızca nereye geldiklerini ve toprak beyi Sobakeviç’e daha ne kadar yolları kaldığını merak ederek sordu ihtiyar kadına. Ancak kadından, böyle bir ismi hiç duymadığı ve böyle bir toprak beyinin olmadığı cevabını aldı.

“En azından Manilov ismini hiç duymadınız mı?” dedi Çiçikov.

“Manilov da kim?”

“Toprak beyi, anneciğim.”

“Hayır, hiç duymadım. Böyle bir toprak beyi yok.”

“Toprak beyleri kimlerdir?”

“Bobrov, Svinin, Kanapatyev, Harpakin, Trepakin, Pleşakov.”

“Varlıklı insanlar mıdır?”

“Hayır, hiç varlıklı değiller. Kiminin yirmi kiminin otuz canı var. Yüz canı olanı bulamazsın.”

Çiçikov buranın çok ücra bir yer olduğunu anladı.

“Burası şehre yakın mı bari?”

“Altmış verst yol vardır. Yazık, karnınızı doyurmak için size verecek hiçbir şeyim yok! Çay içmez miydiniz beyim?”

“Teşekkürler anneciğim. Yatak dışında hiçbir şey gerekmez.”

“Doğru, böyle bir yolculuktan sonra güzelce dinlenmek gerekir. İşte buraya, şu divana yat. Hey, Fetinya! Kuş tüyü şilte, yastık ve çarşaf getir. Tanrı nasıl bir zamanda yolladı sizi? Öyle bir gök gürültüsü var ki tüm gece ikonanın önünde mum yaktım. Ah be yavrum, sen de domuz gibi olmuşsun, her tarafın çamur içinde! Nerede kirlendin böyle?”

“Tanrı’ya şükür sadece çamura bulandım, böğrümü kırmadığıma müteşekkir olmam gerek.”

“Ah azizler aşkına! Ne korkunç! Sırtını ovmamı ister misin?”

“Teşekkürler, teşekkürler. Hiç zahmet etmeyin, yalnızca hizmetli kızlara kıyafetlerimi yıkayıp kurutmasını buyurun yeter.”

Ev sahibesi kapıdan içeri elinde mumla giren, az önce kuş tüyü şilteyi getirip, iki yanına eliyle vurup, odanın her tarafına kuş tüyü saçan kadına dönerek:

“Duydun mu Fetinya? Kaftanını al, merhum efendinin kıyafetlerine yaptığımız gibi ateşin önünde kurut, sonra da çitileyip sopayla güzelce döv.”

Fetinya kuş tüyü şiltenin üzerine çarşafı serip yastıkları yerleştirirken:

“Emredersiniz hanımım!” dedi.

“İşte, yatağınız hazır!” dedi ev sahibesi. “Hoşça kal beyim, iyi geceler. Başka bir şey lazım mı? Belki sen de geceleri topuklarını kaşıtmaya alışkınsındır. Benim merhum kaşıtmadan hiç uyuyamazdı.”

Ama konuk, topuklarının kaşınmasını reddetti. Ev sahibesi dışarı çıkar çıkmaz hızlıca kıyafetlerini çıkardı, hem iç çamaşırlarını hem de üstündekileri Fetinya’ya verdi, o da Çiçikov’a iyi geceler dileyip bütün bu ıslak zırhı götürdü. Yalnız kalınca neredeyse tavana değen yatağına keyifle baktı. Görünen o ki Fetinya yatak sermede usta sayılırdı. Bir sandalyeye çıkıp yatağına tırmanınca yatak neredeyse yere kadar çöktü; ağırlığıyla yanlara itilen tüyler, bütün köşelerden uçuştu. Mumu söndürüp basma yorganına sarındı, yan tarafa döndüğü gibi de uykuya daldı. Ertesi gün oldukça geç bir saatte uyandı. Pencereden giren güneş ışıkları tam gözüne geliyordu; dün duvarlarda ve tavanda sakince uyuklayan sinekler, başına üşüşmüştü şimdi. Birisi dudaklarına, diğeri kulağına kondu; üçüncüyse tam da gözüne konmaya çalışıyordu. İhtiyatsız davranıp burun deliğine yakın bir yere konan bir diğer sineği Çiçikov, içine çekmiş; bu onun sertçe aksırıp tıksırmasına, sonra da uyanmasına neden olmuştu. Odaya şöyle bir göz gezdirince yalnızca kuş tablolarının asılı olmadığını fark etti. Aralarında Kutuzov’un ve Pavel Petroviç zamanındaki gibi dikilmiş kırmızı kol kapaklı üniforma giymiş ihtiyar bir adamın portresi vardı. Saat yine tısladı ve onu vurdu. Kapıda bir kadın yüzü belirdi, sonra hemen saklandı zira Çiçikov daha iyi uyuyabilmek için tamamen soyunmuştu. Gördüğü yüz, ona biraz tanıdık gelmişti sanki. Onun kim olabileceğini hatırlamaya çalıştı ve nihayet onun ev sahibesi olduğunu hatırladı. Gömleğini giydi, artık kuruyup temizlenen kıyafetleri yanında duruyordu. Üstünü giyinip aynaya yaklaştı ve tekrar öyle bir gürültüyle aksırıp tıksırdı ki o sırada pencerenin yanındaki hindi -pencere yere çok yakındı- o garip diliyle hızlıca bir şeyler söyledi ona, herhâlde “Çok yaşa!” demişti. Buna karşılık olarak Çiçikov ise ona “Aptal!” diye cevap verdi. Pencereye doğru gidip önündeki manzaraya baktı. Pencere doğrudan kümese bakıyordu sanki, en azından önündeki dar avlu, kuşlar ve türlü türlü kümes hayvanıyla doluydu. Sayısız hindi ve tavuk vardı; aralarında bir horoz, ibiğini hafifçe sallayarak ve sanki birisini dinliyormuş gibi başını yana eğerek mevzun adımlarla bir aşağı bir yukarı geziniyordu. Bir domuz ailesi de vardı orada, bir çöp yığınını eşelerken yolunun üstündeki bir civcivi de mideye indirdi ve hiç farkına varmadan karpuz kabuklarını her zamanki gibi silip süpürmeye devam etti. Bu küçük avlu ya da kümes tahta bir çitle kapatılmıştı; çitin ardında da içinde lahana, soğan, patates, pancar ve daha bunun gibi birçok çiftlik sebzelerinin ekili olduğu bir bostan uzanıyordu. Yer yer içinde elma ağaçlarının da olduğu meyve ağaçları dikilmişti, saksağanlardan ve bir yerden diğerine uçan bulutumsu serçe sürülerinden korumak için bir ağ ile örtülmüştü. Yine bu amaçla uzun sırıklar hâlinde, kollarını biçimsiz bir şekilde iki yana açmış korkuluklar dikilmişti; bunlardan birisi bizzat ev sahibesinin takkesini takmıştı. Bostanın ardından köylülerin her tarafa saçılmış, doğru düzgün bir sokak oluşturmayan kulübeleri geliyordu ama Çiçikov’a göre buranın sakinleri refah içindelerdi zira her bir evin harap olmuş tahta çatıları yenisiyle değiştirilmişti; yamuk hiçbir kapı yoktu, köylülerin üstü örtülü ambarlarına baktığındaysa bazı yerlerde bir bazı yerlerde iki tane, neredeyse yeni yük arabasının durduğunu fark etti. “Bu köy hiç de küçük değilmiş.” dedi ve en kısa zamanda ev hanımıyla tanışıp muhabbet etmek istedi. Ev sahibesinin başını uzattığı kapının aralığına bir göz attı ve onun çay masasının başında oturduğunu görünce neşeli ve sevecen bir şekilde yanına gitti.

Yerinden biraz doğrulan ev sahibesi:

“Merhaba beyim. İyi uyudunuz mu?” dedi. Düne nazaran çok daha güzel giyinmişti. Üzerinde siyah bir elbise vardı, başında artık gecelik takkesi yoktu ama boynunda yine aynı atkı sarılıydı.

Çiçikov koltuğa yerleşirken:

“İyi uyudum, iyi.” dedi. “Siz nasılsınız anneciğim?”

“Kötüyüm babacığım.”

“Neden?”

“Uykusuzluktan. Belimin her tarafı ağrıyor, bacağımın da şu yukarısı öyle sızlıyor ki.”

“Geçer anneciğim, geçer. Görünürde bir şey yok.”

“Tanrı verse de geçse. Domuz yağı sürdüm, terementi de sürdüm. Çayınızı neyle içersiniz? Sürahide meyve suyu var.”

“Ekmek ve meyve suyu iyi olur anneciğim.”

Sanıyorum ki artık okuyucu, Çiçikov’un sevecen görünmesine rağmen Manilovlarla olduğundan çok daha rahat ve içli dışlı bir şekilde konuştuğunu fark etmiştir.

Bizim Rus topraklarındaki insanlar, yabancılara başka bir konuda yetişemeseler de davranış becerisinde Rusların onların çok daha ilerisinde olduğunu söylemem gerekir. Diğer insanlara davranış şeklimizin bütün ayrıntılarını ve inceliklerini saymak mümkün değildir. Fransızlar ya da Almanlar tüm bu özelliklerimizi ya da aralarındaki ayrımı asırlardır anlayamamışlardır. Hem milyonerlerle hem de küçük bir tütün tüccarıyla, ilkine içten içe yalakalık yapsalar da aynı dil ve ses tonuyla konuşurlar. Bizde böyle değildir: Bizimkiler öyle akıllıdır ki üç yüz canı olan toprak beyine nazaran, iki yüz canı olanla tamamen farklı konuşurlar, yine aynı şekilde beş yüz canı olan toprak beyiyle konuşması sekiz yüz canı olanından da farklıdır; kısacası bu sayı milyona ulaşana kadar ses tonu gitgide değişir. Örneğin bir kalem odası düşünelim ama burada değil, Kafdağı’nın ardındaki bir devlette; bu kalem odasında da bir müdür olduğunu düşünelim. Emrindeki çalışanlarının arasında otururkenki hâline bakalım isterim: Korkudan tek bir kelime bile edemezler! Yüzünden ne okunmaz ki: Hem gurur hem soyluluk! Kap eline fırçayı çiz, al sana Prometheus! Kartal bakışlıdır, sarsılmaz, mevzun bir şekilde yürür. Bu aynı kartal odadan çıkar çıkmaz koltuk altına sıkıştırdığı belgelerle keklik gibi aceleyle kendi müdürünün odasına gider. İnsanların arasında, örneğin bir davette eğer kendisinden daha yüksek rütbeli kimse yoksa Prometheus yine aynı Prometheus’tur ama ondan yüksek rütbeli birisi varsa Prometheus öyle bir başkalaşım geçirir ki böylesi Ovidius’un bile aklına gelmez. Bir sineğe, hatta sinekten bile daha küçük bir şeye, bir kum taneciğine dönüşür! Onu görseniz “Hayır, bu İvan Petroviç değil.” dersiniz. “İvan Petroviç daha uzun boyluydu; bu adamsa kısa boylu, incecik bir şey. Derin, güçlü bir sesle konuşur, hiç gülümsemezdi ama bu da nedir böyle? Kuş gibi ötüşüp durmadan gülüyor!” İyice yaklaşınca görürsünüz ki bu gerçekten de İvan Petroviç’tir. “Yok artık!” diye düşünürsünüz kendi kendinize. Neyse, biz kendi kahramanımıza geri dönelim. Çiçikov, daha önce gördüğümüz gibi ev sahibesiyle içli dışlı konuşmaya karar vermişti; bu nedenle eline çay fincanını alıp içine meyve suyu ekledi ve şöyle konuşmaya başladı:

10Çift kamışlı ve tek parçalı, ahşaptan yapılma, üflemeli bir çalgı. (ç.n.)
11Büyük sandal. (ç.n.)
12Atların değişik bir sarı renkteki örtücü kılları. (ç.n.)
13Almanları sevmeyen Rusların, onlara garip gelen Alman kıyafetlerini hatırlatarak kullandıkları, aşağılama anlamı taşıyan bir söz. (ç.n.)
14Hamuruna zencefil katılarak yapılan ünlü Rus kurabiyesi. (ç.n.)

Teised selle autori raamatud