Ölü Canlar

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

“Anneciğim, ne güzel bir köyünüz var. Kaç can vardır bu köyde?”

“Seksenden azdır, yavrum.” dedi ev sahibesi. “Şanssızlık ki çok kötü bir dönemdeyiz, hele geçen sene öyle bir kıtlık vardı ki Tanrı korusun.”

“Ama köylüleriniz güçlü kuvvetli görünüyor, kulübeleri de sağlam. Soyadınızı bahşeder misiniz? Dün öyle yorulmuşum ki… Gece vakti de gelince…”

“Koroboçka, onuncu dereceden sekreterim.”

“Çok memnun oldum. Peki adınız ve baba adınız?”

“Nastasya Petrovna.”

“Nastasya Petrovna mı? Ne güzel bir isim. Öz teyzemin, annemin kız kardeşinin adı da Nastasya Petrovna.”

“Peki sizin adınız nedir?” diye sordu ev sahibesi. “Tahsildarsınız herhâlde.”

Çiçikov hafifçe gülümseyerek:

“Hayır anneciğim, ufak tefek işler için geziyoruz işte.” diye cevapladı.

“Ah, demek tüccarsınız! Çok yazık; balım vardı, bir tüccara öyle ucuza sattım ki! Siz olsaydınız size satardım.”

“Ben bal satın almazdım zaten.”

“Ne satın alırsınız? Kenevir mi yoksa? Çok az kenevirim kaldı, toplam yarım pud15 var.”

“Hayır anneciğim, başka bir çeşit mal alırım ben. Söyler misiniz, hiç köylünüz öldü mü?”

“Ah beyim, tam on sekiz köylü öldü!” dedi ihtiyar kadın içini çekerek. “Ölenlerin hepsi de çok iyi insanlardı, hepsi işçiydi. Onlar öldükten sonra yenileri geldi tabii ama hepsi de öyle ufak ki! Tahsildar da gelmiş canlar için vergi ödememi söylüyor. İnsanlar ölmüş, sanki hâlâ yaşıyorlarmış gibi öde diyor. Geçen hafta da demircim yandı, öyle becerikli bir demirciydi ki tesviye zanaatını da bilirdi.”

“Yangın mı çıktı yoksa anneciğim?”

“Tanrı öyle beladan korusun bizi, yangın çıksa daha kötü olurdu; demircinin kendisi yandı be yavrum. Nasıl olduysa içten yanmış, haddinden fazla içki içmiş, içinden mavi bir alev yükselmiş, yanıp kül olmuş, kömür gibi kararmış. Ne usta bir demirciydi! Şimdi hiçbir şeye binip gidemiyorum, atları nallayacak kimse yok.”

“Tanrı ne isterse o olur anneciğim!” dedi Çiçikov içini çekerek. “Tanrı’nın bilgeliğine karşı hiçbir şey denmez… Onları bana verir misiniz Nastasya Petrovna?”

“Kimi beyim?”

“İşte, bu ölen köylüleri diyorum.”

“Vermek mi? Ama nasıl vereyim?”

“Öyle işte. Ya da satın bana. Onlar için size ödeme yaparım.”

“Ama nasıl olur? Gerçekten de hiçbir şey anlamadım. Toprağın altından kazıp çıkarmak mı istiyorsun onları?”

Çiçikov, ihtiyar kadının olan biteni pek de kavrayamadığını ve işin aslını ona anlatmak gerektiğini fark etti. Birkaç kelimeyle bu canların naklinin ya da satın alımının yalnızca kâğıt üzerinde kalacağını, onların canlı gibi kayda geçirileceğini açıkladı.

İhtiyar kadın gözlerini fal taşı gibi açıp Çiçikov’a bakarak:

“Ne diye lazım onlar sana?” dedi.

“Orası beni ilgilendirir.”

“Ama onlar ölüler.”

“Canlı olduklarını kim söyledi? Ölü oldukları için size zararları da var, onlar için vergi ödüyorsunuz, şimdiyse sizi bu uğraştan ve para kaybından kurtaracağım. Anlıyor musunuz? Sizi sadece bunlardan kurtarmakla kalmayıp bir de on beşer lira ödeyeceğim. Ee, şimdi anladınız mı?”

Ev sahibesi biraz duraksayıp:

“Doğrusu, bilemedim.” dedi. “Ne de olsa hayatımda hiç ölü canları satmadım ki!”

“Ee, tabii ki satmadınız! Daha önce onları birilerine satsaydınız garip olmaz mıydı? Ya da onlardan başka bir hayır mı bekliyorsunuz?”

“Hayır, öyle bir düşüncem yok. Onlardan ne hayır gelecek bana? Onların ölü olması benim için işleri zorlaştırıyor.”

“Bu kocakarı da kalın kafalı herhâlde!” diye düşündü Çiçikov kendi kendine.

“Dinleyin, anneciğim. İyice düşünüp taşının. Onlar için sanki canlılarmış gibi vergi ödemeye devam ederseniz iflas edeceksiniz…”

“Ah, hiç açma o konuyu!” diye atıldı ev sahibesi. “Üç hafta önce yüz elli rubleden fazla para ödedim. Tahsildara da rüşvet verdim.”

“Görüyorsunuz ya anneciğim. Bir düşünün, bir daha tahsildarlara rüşvet vermeniz gerekmeyecek çünkü artık ben ödeyeceğim, siz değil. Bütün yükümlülüğü üstüme alıyorum. Hatta bütün masraflarını kendim ödeyeceğim, anlıyor musunuz?”

İhtiyar kadın kara kara düşünmeye başladı. Kârlı bir işmiş gibi geliyordu ona ancak oldukça yeni ve eşi benzeri görülmemiş bir şeydi; bu yüzden tüccarın kendisini kazıklamasından korkmuştu. Gecenin bir vakti, Tanrı bilir nereden gelmişti.

“Ee anneciğim, anlaştık mı?” dedi Çiçikov.

“Doğrusu hayatımda hiç merhum satmadım daha önce. Canlıları satmışlığım var, papaza yüzer rubleden iki kız satalı üç yıl oluyor, pek bir memnundu kızlardan. Öyle iyi işçilerdi ki peçete bile dokuyorlardı.”

“Canlılarla ilgilenmiyorum, Tanrı baksın onlara. Ben ölüleri soruyorum sana.”

“İlk başta zarara uğrarım diye korkuyorum. Beni kandırıyor olabilirsiniz, onlar… Onlar daha fazla para ediyor olabilir.”

“Dinleyin anneciğim… Siz de neymişsiniz! Nasıl daha fazla para edebilirler ki? Ne de olsa baksanıza, hepsi toprağın altında gömülü. Anlıyor musunuz? Kül olup gitmişler. Herhangi işe yaramayan bir şeyi alın, örneğin basit bir çaput, onun bile bir değeri vardır. En azından kâğıt fabrikaları satın alır onları, ölülerse size hiçbir şekilde lazım değil. Şimdi kendiniz söyleyin, size lazım mı onlar?”

“Orası doğru tabii. Hiçbir şey için lazım değiller ama beni düşündüren tek şey de onların ölü olması.”

Sabrı taşmaya başlayan Çiçikov:

“Off, amma odun kafalı bir kadınmış!” dedi içinden. “Gel de baş edebilirsen et bu kadınla! Lanet ihtiyar, ter içinde bıraktı beni!” O sırada cebinden mendilini çıkarıp gerçekten de alnındaki terleri silmeye başladı. Ne var ki Çiçikov boş yere sinirlenmişti. Ev sahibesinin yerinde başka biri, saygıdeğer biri, hatta bir devlet adamı da olsa konu iş oldu mu o da Koroboçka gibi olurdu. Kafasına bir fikir girdi mi ondan asla vazgeçmezdi; ne türden gün gibi apaçık kanıtlar sunarsan sun, hepsi duvardan seken bir lastik top gibi ondan geri dönerdi. Çiçikov terini silip ihtiyar kadını yolundan döndürmenin mümkün olup olmadığını görmek için başka bir şey denemeye karar verdi.

“Anneciğim, siz ya söylediklerimi anlamak istemiyorsunuz ya da öylesine, sırf bir şeyler söylemek için konuşuyorsunuz… Size para veriyorum. Kişi başı on beşer ruble banknotu! Anlamıyor musunuz? Ne de olsa para bu! Para ağaçta yetişmiyor! İtiraf edin, balı ne kadara satmıştınız?”

“Bir pudunu on iki rubleye sattım.”

“Bu kadar da günaha girilmez ama anneciğim. On ikiye satmamışsınızdır.”

“Yemin olsun sattım.”

“Gördünüz mü? Bal işte bu! Belki de yaklaşık bir yıl boyunca özenle, gayretle, uğraşla topladınız bu balı; arıları gezdirdiniz, bütün kış onları mahzende beslediniz; ölü canlarsa bu dünyadan değiller. Asla çaba göstermeniz gerekmedi, Tanrı’nın iradesiyle bu dünyadan göçüp gittiler, sizi de maddi zarara uğrattılar. Burada on iki ruble için emek verdiniz, gayret ettiniz ama ölü canlar için hiçbir şey yapmanıza gerek yok, bedavadan hem de on iki değil on beş ruble alacaksınız, gümüş değil hepsini mavi banknotlardan alacaksınız.” dedi Çiçikov; böylesine güçlü, ikna edici savlardan sonra, ihtiyar kadının nihayet ikna olacağından artık neredeyse emindi.

“Doğru.” diye cevapladı ev sahibesi. “Benim gibi bir dul için hiç alışılmadık işler bunlar! İyisi mi ben biraz daha bekleyeyim belki başka tüccarlar da gelir, başka bir fiyat verirler.”

“Ayıp, ayıp anneciğim! Çok ayıp! Ne dediğinizi bir düşünsenize! Onları kim alır ki? Onları ne için kullanacak?”

“Belki denk gelir de ev işlerinde gerekirler…” diye itiraz etti ihtiyar kadın ama cümlesini tamamlamadı, ağzını kapatıp buna ne cevap vereceğini bilmek isteyerek Çiçikov’a korkuyla baktı.

“Ölüler ve ev işleri mi? Ah ama siz de nereye götürdünüz işi! Yoksa geceleri bostanınızda durup serçeleri mi korkutacaklar?”

“Tanrı korusun! Ne korkunç şeyler söylüyorsun öyle!” dedi ihtiyar kadın, istavroz çıkararak.

“Başka nereye koyacaksınız ki? Hem kemikleri ve mezarı, hepsi size kalacak, bu alışveriş yalnızca kâğıt üstünde olacak. Ee, ne diyorsunuz? Bir cevap verin artık.”

İhtiyar kadın yine kara kara düşünmeye başladı.

“Ne düşünüyorsunuz, Nastasya Petrovna?”

“Doğrusu aklımı toparlayamıyorum, en iyisi size kenevir satayım.”

“Ne keneviri? Bağışlayın ama ben sizden tamamen başka bir şey istiyorum, siz kenevir kakalamaya çalışıyorsunuz! Kenevir de kenevir! Bir sonraki geldiğimde de kenevir alırım. Şimdi oldu mu Nastasya Petrovna?”

“Ah Tanrı’m, istediğiniz ürün öylesine garip ki görülmemiş şey!”

O anda Çiçikov’un sabrı artık tamamen sınırı geçmişti, öfkeye kapılarak sandalyesini devirdi ve ihtiyar kadına lanet okuyup şeytanın adını kullandı.

Şeytan lafı ev sahibesini olağanüstü korkuttu.

“Ay, hatırlatma şunu, Tanrı korusun!” diye bir çığlık koparttı. Bembeyaz kesilmişti. “Üç gündür bütün gece kâbuslarıma giriyor. Geceleyin dua ettikten sonra birdenbire canım kart falı açmak istedi, belli ki Tanrı bana ceza olsun diye onu gönderdi. Öyle iğrenç görünüyordu ki boynuzları öküzünkinden daha uzundu.”

“Kâbusunuzda bir değil, on tane şeytan görmediğinize şaşırırım. İyilik seven Hristiyan birisi olarak zavallı dula bir yardımım dokunsun, ihtiyaçları karşılansın istedim… Köyünüzle birlikte siz de mahvolun, geberin!”

İhtiyar kadın Çiçikov’a korkuyla bakarak:

“Ah, ne ağır sözler bunlar!” dedi.

“Size diyecek başka bir laf bulamıyorum! Kötü bir şey söylemek gibi olmasın ama kuru otun üstüne yatıp ne kendi yiyen ne de başkasına yediren sokak köpeği gibisiniz. Sizden farklı bir çiftlik ürünü satın almak istemiştim çünkü devlet ihaleleri de yönetiyorum…” diyerek Çiçikov burada yalan söylemişti, devamını düşünmeden öylesine söylese de beklenmedik bir şekilde işe yaramıştı. Devlet ihaleleri Nastasya Petrovna’yı oldukça etkilemişti, neredeyse yalvaran bir sesle:

 

“Ne diye celallendiniz? Bu kadar sinirli olduğunuzu daha önceden bilseydim, size hiç mi hiç itiraz etmezdim.”

“Sinirlenirim tabii ki! Fındık kabuğunu doldurmayacak bir şey için sinirleniyorum hem de!”

“Tamam, onları size on beş rubleden vermeye hazırım! Yalnız, bakın şu ihale konusunda eğer olur da çavdar ya da karabuğday unu, karabuğday kırığı, dana eti alacak olursanız lütfen beni kırmayın.”

Çiçikov üç farklı şerit hâlinde yüzüne akan terini silerken:

“Hayır anneciğim, kırmam.” dedi. Şehirde köylülerin satışı için yetkili kılabileceği bir yakını ya da vekili olup olmadığını sordu.

“Olmaz mı? Papaz var. Kiril’in babası, oğlu mecliste çalışır.” dedi Koroboçka.

Çiçikov onu vekil tayin eden bir mektup yazmasını istedi, sonra da Koroboçka’ya güçlük çıkmaması için bu mektubu kendisi yazmaya karar verdi.

Bu sırada Koroboçka kendi kendine şöyle düşündü:

“Devlet için un ve hayvanı benden satın alsa ne güzel olurdu. Bu adamın gözüne girmek gerek. Dün akşamdan biraz hamur artmıştı, gidip Fetinya’ya söyleyeyim de o hamurdan krep yapsın. Mayasız bir hamur yoğurup yumurtalı börek pişirsek de iyi olur, çok lezzetli olur, yapması çok zaman da almaz.”

Ev sahibesi, böreklerin pişirilmesi ve bir ihtimalle buna eklemek istediği başka ev işi yemekler ve hamur işlerini yaptırmak için odadan çıktı; Çiçikov ise sandığından gerekli belgeleri çıkarmak için geceyi geçirdiği misafir odasına gitti. Misafir odasında her taraf çoktan toparlanmış, kuş tüyü şilte kaldırılmıştı; divanın önünde üstü örtülü bir masa vardı. Sandığını çıkarıp masanın üstüne koydu, biraz dinlendi çünkü nehrin içine düşmüş gibi kan ter içinde kalmıştı. Çorabından gömleğine kadar üzerindeki her bir kıyafet sırılsıklamdı. Çiçikov biraz iç çekip sandığı açarken “Of, lanet ihtiyar beni mahvetti!” dedi. Yazar, bu sandığın içini ve tasarımını bile öğrenmek isteyecek meraklı okuyucular olduğundan emindir. Onları neden sevindirmeyelim ki? İşte bu sandığın içi şöyle: En ortada sabunluk, arkasında usturalar için altı-yedi tane dar bölme vardı. Sonra kumluk ve mürekkep hokkası için köşeli bir bölme, bunların arasında tüy kalemler ve mühür mumları ya da daha uzun şeyler için oyuklar; daha sonra hatıra kalsın diye ziyaret ettikleri yerlerin, tiyatro ve bunun gibi yerlerden aldığı biletlerin, ölüm ilanlarını koyduğu kapaklı ve kapaksız, daha kısa, birçok bölme vardı. Bu sandığın üst kısmı bütün bölmeleriyle tamamen çıkarılabilir ve altında bir yığın kâğıdın konduğu bir boşluk vardır, sonra para koymak için hiç çaktırmadan yana doğru açılıp kapanan başka bir bölme gelir. Sandığın sahibinin bu bölmeyi açıp kapaması bir saniyeden kısa sürdüğü için herhâlde orada ne kadar para bulunduğunu söylemenin imkânı yoktur. Çiçikov, tüy kalemin ucunu açıp mektubu yazmaya başladı. Tam o sırada ev sahibesi içeri girdi. Çiçikov’un yanına oturup:

“Ne güzelmiş sandığın.” dedi. “Herhâlde Moskova’dan aldın.”

Çiçikov yazmaya devam ederken:

“Evet, Moskova’dan.” diye cevap verdi.

“Biliyordum işte! Orada hep iyi mallar olur. Üç sene önce kız kardeşim oradan çocukları için kışlık çizmeler getirtmişti; öyle sağlam ki hâlâ giyiyorlar.” dedi ve sandığın içine şöyle bir göz atıp: “Ah, burada ne kadar çok mühürlü kâğıdın varmış senin!” diye devam etti. Gerçekten de sandığın içinde çok sayıda mühürlü kâğıt vardı. “Bir sayfasını da bana hediye etsen ya! Hiç kâğıt kalmadı elimde, mahkemeye bir dilekçe yazmak gerekiyor ama yok işte.”

Çiçikov, ihtiyar kadına bu kâğıtların dilekçe için kullanılacak türden olmadıklarını; yalnızca köylü alıp satma işlemleri için kullanıldığını açıkladı. Ne var ki kadını yatıştırmak için bir rublelik kâğıttan verdi. Mektubu yazdıktan sonra imzalaması için ona uzattı ve ölen köylülerin küçük bir listesini istedi. Ev sahibesi hiçbir liste tutmamış, neredeyse bütün köylüleri ezbere bilir gibi görünüyordu. Çiçikov bütün isimleri saymasını istedi. Bazı köylülerin soyadları, hatta lakapları onu biraz şaşırtmıştı; bu yüzden bu isimleri duyunca önce duraksıyor, sonra yazmaya başlıyordu. Özellikle Pyotr Savelyev Neuvajay Korıto isimli biri onu çok şaşırtmıştı. “Ne uzunmuş!” demeden edememişti. Diğerinin ismine Korovi Kirpiç sözleri iliştirilmişti, bir başkasının ismiyse oldukça kolaydı: Koleso İvan. Yazmayı bitirince burnundan derin bir soluk aldı ve baştan çıkaran bir kızartma kokusu duydu.

“Buyurun, yemek yiyelim.” dedi ev sahibesi.

Çiçikov masaya şöyle bir göz attı ve üstünde mantarlar, börekler, krepler, çörekler, gözlemeler ve içinde çeşit çeşit dolguları olan pideler: soğanlı, haşhaşlı, peynirli, kaymaklı ve daha aklına ne gelirse…

“Yumurtalı, mayasız börek!” dedi ev sahibesi.

Çiçikov yumurtalı mayasız böreğe uzandı ve yarısından fazlasını o anda yutup böreği övdü. Aslında börek zaten lezzetliydi ama ihtiyar kadınla aralarında geçen bütün yaygara ve numaralardan sonra daha da lezzetli gelmişti.

“Krep de ister misin?” dedi ev sahibesi.

Çiçikov buna karşılık olarak üç krep birden aldı, eritilmiş yağa batırıp ağzına götürdü, dudakları ve ellerini mendile sildi. Bu hareketi üç kez tekrarladıktan sonra ev sahibesinden arabasını hazırlamalarını buyurmasını istedi. Nastasya Petrovna hemen Fetinya’yı gönderdi, dönüşte de biraz daha sıcak krep getirmesini buyurdu.

Çiçikov sıcak kreplere uzanırken:

“Krepleriniz çok lezzetliymiş anneciğim.” dedi.

“Evet, hamur işini güzel yaparım.” dedi ev sahibesi. “Ama şöyle bir sorun var. Ürün kötü, un da öyle tatsız ki…”

Çiçikov’un kasketini eline aldığını görünce “Ne bu acele beyim?” dedi. “Arabanıza henüz atlar koşulmamıştır.”

“Koşulmuştur anneciğim, koşulmuştur. Hemen gitmem lazım.”

“O hâlde lütfen bizim şu ihale işini unutmayın.”

“Unutmam, unutmam.” dedi Çiçikov dışarı çıkarken.

“Domuz yağı satın almayacak mısınız?” dedi ev sahibesi peşinden giderken.

“Almaz olur muyum? Alacağım ama daha sonra.”

“Noel zamanı elimde domuz yağım olur.”

“Alırım alırım, her şeyden alırım, domuz yağı da alırım.”

“Belki kuş tüyü de lazım olur. Filipus perhizine doğru kuş tüyü de olur elimde.”

“Güzel, güzel.” dedi Çiçikov.

Ev sahibesi ön kapıdan çıkınca:

“İşte bak, araban daha hazır değil.” dedi.

“Hazırlanır şimdi. Siz bana ana yola nasıl ulaşırım, onu söyleyin.”

“Nasıl anlatsam ki?” dedi ev sahibesi. “Anlatmak zor olur, çok fazla dönemeç var. En iyisi ben size yolu göstermesi için yanınıza bir kız vereyim. Kızın oturması için arabanızda yer vardır herhâlde?”

“Olmaz olur mu?”

“O hâlde kızı vereyim yanına; o yolu bilir, yalnız sakın ha kızı kaçırma! Tüccarın biri başka bir kızımı daha önce kaçırdı zaten.”

Çiçikov kızı kaçırmayacağını temin etti ve rahatlayan Koroboçka avluda ne olup bittiğine bakmaya başladı; elinde ahşap bir bal çanağıyla kilerden çıkan hizmetçi kızla, avlu kapısında görünen köylü adama gözünü dikti ve her şey yavaş yavaş çiftlik yaşamının önceki hâline geri döndü. Ama neden Koroboçka ile bu kadar uğraşıyoruz ki? Koroboçka’ymış, Manilova’ymış, çiftlik hayatı mıymış, değil miymiş, bırakalım bunları! Bu dünya böyle kötüdür işte. Neşe eğer üstünde uzun süre durursan bir anda hüzünlü bir şeye dönüşür ve işte o zaman insanın aklına neler neler gelir, Tanrı bilir. Belki de şöyle bile düşünebilirsin: Koroboçka gerçekten de insan varlığının sonsuz merdiveninde bu kadar altta mı bulunur? Gerçekten de dökme demirden yapılan merdivenli, parlak bakırları, maun ağacı ve halıları olan, hoş kokulu aristokrat evinin onu çevreleyen ulaşılmaz duvarları arasında, parlak zekâsını ve kabul gören düşüncelerini göstermek için, sonu getirilmemiş kitabının ardında nüktedan sosyeteyi beklerken esneyen kız kardeşi Manilova’yla bir uçurum kadar fark mı vardır? Bu kabul gören düşünceler de moda yasalarına göre bütün bir hafta boyunca şehirde dolaşan düşüncelerdir. Yani iş bilmezlik yüzünden boş verilmiş ve dağılmış evinde ve malikânesinde ne olup bittiğiyle ilgili değil de Fransa’da nasıl bir devrimin hazırlığının yapıldığı, en son modada Katolikliğin hangi yöne gittiğiyle ilgili düşüncelerdir bunlar. Neyse, boş verelim bunları! Ne diye bunları konuşalım ki? Ne diye tasasız, neşeli ve kaygısız anlarımızda konu birdenbire, kendiliğinden başka bir tarafa yönelir? Henüz gülümseyişimiz yüzümüzden silinmemişken bambaşka bir insan oluruz, yüzümüzde başka bir ışık parlamaya başlar…

Çiçikov nihayet hazırlanan arabasının geldiğini görünce:

“İşte arabam!” diye bağırdı. “Seni aptal, niye bu kadar oyalandın? Belli ki dünkü sarhoşluğun geçmedi hâlâ.”

Selifan hiç cevap vermedi.

“Elveda, anneciğim! Hani, kızınız nerede?”

Ev sahibesi, üzerinde evde boyanmış kumaştan elbisesiyle kapının önünde duran on bir yaşındaki kıza seslendi:

“Hey, Pelageya!”

Çıplak ayakları taptaze çamura öyle bir bulanmıştı ki ayağına çizme giymiş sanabilirdiniz.

“Beye yolu gösteriver.”

Selifan, tek ayağını beyinin kullandığı basamağa atıp çamur bulaştıran kızın arabaya çıkmasına yardım etti; kız da arabanın tepesine kadar çıkıp arabacının yanına oturdu. Ardından Çiçikov da aynı basamağa basıp ağırlıktan sağa yatmış arabaya bindi, nihayet yerleştikten sonra:

“Ah, şimdi oldu! Elveda anneciğim!”

Atlar yola koyuldu.

Selifan yol boyunca çok ciddiydi ve bir kabahat işlediğinde ya da sarhoşluktan sonra olduğu gibi yaptığı işe oldukça dikkat ediyordu. Atlar olağanüstü temizdi. Atlardan birinin, neredeyse her zaman kırık bir şekilde geçirildiği için derisinin altından kıtıkları16 görünen hamutu ustaca dikilmişti. Arabacı bütün yol boyunca suskundu; sadece atları kamçılıyor, onlara hiç öğüt vermiyordu. Belli ki benekli at nasihat dolu sözler işitmek istiyordu çünkü geveze arabacı kamçısını elinde tembelce tutuyor, bu kamçı atın yalnızca sırtını okşuyordu. Ancak asık dudaklarından yalnızca tekdüze birkaç tatsız haykırış işitiliyordu: “Ah, karga seni! Esne dur bakalım!” diyor, başka bir şey söylemiyordu. Doru atla Üye de bir kez bile “nazik” ve “saygıdeğer” denmemesinden hoşnut değildi. Benekli at dolgun ve geniş yerlerinde hoş olmayan darbeler hissediyordu. Kulaklarını biraz sallayarak “Görüyor musun, nasıl da vuruyor!” diye düşünüyordu kendi kendine. “Nereye vuracağını nasıl da biliyor! Doğrudan sırtımı kamçılamıyor, daha hassas yerlerimi seçiyor, ya kulaklarıma ya da karnıma sallıyor kamçısını.”

Selifan kamçısıyla açık yeşil, taptaze tarlaların arasındaki yağmurdan kararmış yolu göstererek arkasında oturan kıza:

“Sağdan mı gidiyoruz?” diye sordu.

“Hayır hayır, göstereceğim ben.” diye cevapladı kız.

“Ne taraftan?” dedi Selifan biraz daha yaklaşınca.

Kız eliyle göstererek:

“İşte şu taraftan.” diye cevapladı.

“Ah be, sen de!” dedi Selifan. “Orası sağ taraf işte. Sağını solunu bilmiyor daha!”

Çok güzel bir gün olsa da yol öyle bir çamura bulanmıştı ki arabanın tekerleğinin her bir yanı çamur olmuş, tekerin üstünü keçe gibi örtmüş, araba da oldukça ağırlaşmıştı. Bir de toprak killi olduğu için olağanüstü yapışkandı. Bu yüzden öğleden önce köy yolundan çıkamadılar. Yanlarındaki kız olmasaydı oradan çıkmak daha zor olacaktı çünkü yol, çuvalın içinden saçılan yengeçler gibi dört bir yana ayrılmıştı ve Selifan kaybolsa kimse onda suç bulamazdı. Kısa süre sonra kız, ilerideki kararan yapıyı eliyle gösterip:

“İşte ana yol!” dedi.

“Peki, bu yapı ne?” diye sordu Selifan.

“Han.” dedi kız.

“Eh, artık kendimiz gideriz.” dedi Selifan. “Sen de doğruca eve dön.”

Durup kızın arabadan inmesine yardım ederken dişlerinin arasından:

“Ah, karabacak seni!” dedi.

Çiçikov kıza bakır bir metelik verdi, o da arabada oturmaktan oldukça memnun bir şekilde evinin yolunu tuttu.

15Yaklaşık olarak 16.38 kilograma denk gelen ağırlık ölçü birimi. (ç.n.)
16Minder, yastık vb. doldurmak için kullanılan parça. (ç.n.)

Teised selle autori raamatud