Ölü Canlar

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Çiçikov, hana yaklaşan arabanın iki nedenden ötürü durdurulmasını buyurdu: Bir yandan atların dinlenmesini diğer yandan bir şeyler yiyip karnını doyurmayı istiyordu. Yazar, böyle insanların iştah ve midelerine imrendiğini itiraf etmeyi gerekli görür. Yazar için, Petersburg’da ya da Moskova’da yaşayan, zamanlarını “Yarın ne yesek?”, “Yarından sonraki gün öğle yemeğine ne hazırlasak?” diye düşünerek geçiren, bu öğle yemeğinden sonra da ağzına bir hap atan ensesi kalın beyefendiler, hiçbir anlam ifade etmez. İstiridye, deniz örümceği ve tuhaf tuhaf hayvanları bir çırpıda yutar, sonra da doğruca Karlsbad’a ya da Kafkasya’ya giderler. Hayır, bu beyefendiler yazarda hiçbir kıskançlık uyandırmazlar. Ancak istasyonların birinde jambon, diğerinde domuz, diğerindeyse bir dilim mersin balığı ya da fırınlanmış soğanlı salam sipariş ederler, sonra da hiçbir şey yememiş gibi canları istediğinde masanın başına geçer, sütlü çığa balığı çorbasını hüpürdete hüpürdete içer, kulebyakayı17 mideye indirirler. İşte bu beyefendilerin iştahı, insanı kıskandıran bir Tanrı vergisidir! Ensesi kalın beyefendilerin hepsi, orta hâlli beyefendilerin midesine sahip olabilmek için hemen o anda ipotekli ya da ipoteksiz, yabancı ülkelerin ve Rusların tekniklerine göre ıslah edilmiş köylülerinin ve topraklarının yarısını hemen o an vermeye hazırdırlar. Ama ne yazık ki hiçbir para, ıslah edilmiş ya da edilmemiş hiçbir toprak, orta hâlli bir beyefendinin midesine sahip olmaya yetmez.

Kararmış ahşaplı han, Çiçikov’u eski kilise şamdanlarına benzeyen tahta sütunların üzerindeki dar, misafirperver sundurmasının altına aldı. Han, biraz daha büyük boyutlu bir Rus kulübesi gibiydi. Pencerenin etrafında ve çatının altındaki yaş ağaçları oyarak yapılmış motifli kornişler, hanın kararmış duvarlarına bir canlılık katıyordu. Panjurların üstüne çiçekli testiler resmedilmişti.

Dar, ahşap merdivenle yukarı tırmanıp geniş antreye çıkınca gıcırdayarak açılan kapının önünde “Buradan buyurun!” diyen, alacalı basma entari giymiş, şişman bir kadınla karşılaştı. Yol kenarlarındaki ahşaptan yapılma küçük hanlarda karşılaşılan bütün eski ahbaplar buluşmuştu odanın içinde. Özellikle de buz kesmiş semaver; dış yüzü kazınmış pürüzsüz, çam ağacından yapılma duvarlar; köşede fincan ve çaydanlıkların konduğu üçgen dolap; ikonaların önünde mavi ve kırmızı kurdelelerle duvara asılmış yaldızlı, porselen yumurta kapları; kısa süre önce yavrulamış bir kedi; iki yerine dört göz, yüz yerineyse bir tür bazlama gibi bir şey gösteren ayna ve son olarak, ikonanın yanında kokulu ot ve koklamak isteyeni hapşırtmaktan başka bir işe yaramayan karanfil tutamı.

Çiçikov ayakta dikilen kadına:

“Körpe domuz var mı?” diye sordu.

“Var.”

“Yaban turplu ve smetanalı18 mı?”

“Evet, ikisi de var.”

“Getir bakalım!”

İhtiyar kadın bir yerleri kurcalamaya gitti, tabak ve kuru ağaç kabuğu gibi ayağa kalkacak kadar kolalanmış peçete getirdi; sonra sararmış kemik saplı, çakı gibi incecik bir bıçak, iki dişli bir çatal ve masada doğru düzgün durmayan bir tuzluk getirdi.

Kahramanımız her zaman olduğu gibi şimdi de yaşlı kadınla konuşmaya başladı ve hanı kendisi mi işletiyor ya da başka bir sahibi mi var, handan ne kadar kâr elde ediyor, oğulları onunla mı yaşıyor, büyük oğlu evli mi bekâr mı, karısı büyük bir çeyizle gelmiş mi ve kayınbabası bundan hoşnut mu, düğüne az sayıda hediye geldiği için kızgın mı gibi birçok soru sordu. Kısacası hiçbir şeyi atlamamıştı. Çevrede hangi toprak beylerinin olduğunu öğrenmek istediğini söylememize gerek yoktur herhâlde. Birçok toprak beyi olduğunu öğrendi: Blohin, Poçitayev, Mılnoy, Albay Çeprakov, Sobakeviç. “Ah! Sobakeviç’i tanıyor musun?” diye sordu. İhtiyar kadın, yalnız Sobakeviç’i değil Manilov’u da tanıyordu. Manilov’a, Sobakeviç’e göre daha nazik davranılırdı çünkü Manilov hana gelir gelmez kızarmış tavuk ve dana eti sipariş eder, kuzu eti varsa ondan da ister, hepsinin tadına bakardı. Sobakeviç ise tek bir şey sipariş eder, hepsini silip süpürür, hatta ek olarak hiçbir para vermeden yediği yemekten biraz daha vermelerini isterdi.

Bir yandan yutacak son bir lokma kalan körpe domuz etini yiyip bir yandan ihtiyar kadınla bu şekilde konuşurken yaklaşan arabanın teker seslerini duydu. Pencereden bakınca üç güzel atın çektiği, hafif yaylı bir arabanın hanın önünde durduğunu gördü. Arabadan iki adam indi. Biri sarışın, uzun boyluydu; diğeriyse esmer ve daha kısaydı. Sarışın olan koyu lacivert bir Macar ceketi, esmer olansa yalnızca kısa bir kaftan giymişti. Uzaktan içi boş, lime lime olmuş ipten koşumları olan dört atın çektiği başka bir araba da sallana sallana geliyordu. Sarışın olan hemen merdivenlerden yukarı çıktı, bu sırada esmer olan orada durmuş, uşakla konuşurken ardından gelen arabaya el sallayarak arabanın içinde bir şeyler arıyordu. Sesi Çiçikov’a tanıdık gelmişti. Çiçikov, esmer adama bakarken sarışın olan el yordamıyla kapıyı bulup açmıştı. Uzun boylu, zayıf ya da kupkuru denebilecek yüzlü, kızıl bıyıklı bir adamdı. Yanmış yüzüne bakılırsa dumanın ne olduğunu biliyor denebilirdi, barut dumanı olmasa da tütün dumanıydı bu. Çiçikov’u saygılı bir şekilde selamladı, o da aynı şekilde karşılık verdi. Birkaç dakikada muhabbet etmeye başlayıp birbirlerini iyice tanıyabilirlerdi çünkü zaten bir başlangıç yapılmıştı ve ikisi de aynı anda yoldaki tozun dünkü yağmurla birlikte yıkanıp gitmesinden duydukları hoşnutluğu belirtmişlerdi, artık serinlikte hoş bir şekilde seyahat edebileceklerdi. Bu sırada esmer olan, başındaki kasketi çıkarıp masanın üstüne fırlattı; parmaklarını siyah, gür saçlarının arasından hırçın bir şekilde geçirdi. Bu orta boylu, kıpkırmızı yanaklı, kar gibi beyaz dişli, katran gibi simsiyah saçlı ve favorili, yakışıklı bir adamdı. Kanlı canlı, yüzünden sağlık akan biriydi.

Çiçikov’u görünce kollarını açarak:

“Vay, vay, vay!” diye bağırdı birden. “Seni buraya hangi rüzgâr attı?”

Çiçikov, Nozdrev’i tanımıştı. Savcının davetinde birlikte yemek yemeleri ve birkaç dakika konuşmaları böylesine içli dışlı olmasına yetmiş olacak ki Çiçikov’a “sen” diye hitap etmişti ancak o, buna vesile olacak hiçbir şey yapmamıştı.

Nozdrev, sorusuna cevap verilmesini beklemeden.

“Nereye gidiyorsun?” diye sordu, sonra da devam etti: “Ben de panayırdan geliyorum kardeşim. Tebrik et beni. Tam anlamıyla soyuldum! İnanır mısın, hayatımda hiç bu kadar ütülmemiştim. Küçük burjuvaların arabasıyla geldim! İşte, pencereden kendin bak!”

Bunu söylerken Çiçikov’un başını öyle bir eğdi ki neredeyse pencerenin çerçevesine kafasını vuracaktı. “Görüyor musun? Ne süprüntü ama! Güç bela, sürüne sürüne gidiyordu lanet araba, ben de onun arabasına bindim.” Nozdrev bunları söylerken parmağıyla arkadaşını işaret etti. “Siz hâlâ tanışmadınız mı? Eniştem Mijuyev! Bütün sabah sizden bahsettik. Bak, dedim kesin Çiçikov’la karşılaşacağız, görürsün. Ah kardeşim, bugün nasıl mahvoldum bir bilsen! İnanır mısın, yalnız tırısa alıştırılmış dört atımı değil her şeyimi kaybettim. Ne kösteğim ne saatim kaldı geriye…”

Çiçikov ona baktı, gerçekten de ne bir kösteği ne de saati vardı. Hatta favorilerinden biri diğerinden daha seyrek ve kısa görünüyordu. “Cebimde yalnız yirmi rublem daha olsaydı…” diye devam etti Nozdrev. “Yirmi ruble, daha fazlası değil! İşte o zaman kaybettiğim her şeyi geri almakla kalmaz, vallahi otuz bin rubleyi de cebime atardım.”

“O zaman da böyle söylüyordun, sana elli ruble verdiğim anda da hepsini kaybettin.” dedi sarışın olan.

“Kaybetmezdim! Tanrı şahidim kaybetmezdim! Aptallığımdan kaybettim. Lanet yedilinin üstüne daha önceden ek para koysaydım, kasadaki bütün parayı cepleyebilirdim.”

“Ancak cepleyemedin.” dedi sarışın olan.

“Cepleyemedim çünkü ek parayı vaktinde koyamadım. Senin şu binbaşı iyi mi oynuyor sence?”

“İyi oynasın ya da oynamasın, seni yendi ya sen ona bak.”

“Aman ne önemli!” dedi Nozdrev. “Ben onu hep yenerim. İki katı paraya oynasın o zaman görürüz nasıl oynadığını! Ama Çiçikov kardeşim, ilk günlerde neler neler içtik bir bilsen! Panayır gerçekten mükemmeldi. Oradaki tüccarlar bile bu kadar çok kişinin geldiğini hiç görmedik diyorlardı. Köyden getirdiğim her şeyi oldukça kazanç getirecek bir fiyata sattım. Ah, kardeşim, neler neler içtik! Şimdi bile hatırlayınca… Lanet olsun! Yani orada olmaman çok yazık… Şehirden üç verst ötede bir süvari alayı düşün. İnanır mısın, şehirde toplasan anca kırk kadar subay vardı; sonra öyle bir içmeye başladık ki kardeşim… Onuncu dereceden Üsteğmen Potseluyev… Öyle iyi bir adam ki! Kardeşim, adamın bir bıyığı var ki! Bordoya, boz bulanık diyor. ‘Boz bulanık getir buraya kardeşim!’ diye sesleniyor. Teğmen Kuvşinnikov… Ah kardeşim, ne tatlı adam ama! Tam bir hovarda diyebilirim. Hep birlikteydik onunla. Ponomarev bize öyle şaraplar verdi ki! Onun tam bir dolandırıcı olduğunu söylemem gerek, onun dükkânından hiçbir şey alınmaz. Şaraba her türlü pisliği karıştırıyor: Sandal ağacı, yanık mantar hatta mürver bile katıyor namussuz. Ama sonra uzaktaki, özel dediği odadan bir şişe şarap getirirse kendini cennette buluveriyorsun. Orada içtiğimiz şampanyaların yanında valininkiler de neymiş? Basit bir kvas19 gibi gelir. Kliko değil de Kliko Matradura gibi bir şeydi adı, iki kat daha fazla Kliko demekmiş. Bir şişe de Bonbon denen bir Fransız şarabı içtik. Kokusu mu? Gül gibi, mükemmel kokuyordu. Neler neler içmedik ki! Bizden sonra bir prens gelmiş, dükkândan şampanya alması için birilerini göndermiş, bütün şehirde tek bir şişe bile kalmamış, hepsini subaylar içip bitirmiş. İnanır mısın, ben öğle yemeği sırasında on yedi şişe şampanya içtim. Hem de tek başıma!”

 

“On yedi şişe içemezsin.” dedi sarışın olan.

“Vallahi içtim!” diye cevapladı Nozdrev.

“İstediğini söyle, ben de sana on şişe bile içemezsin diyorum.”

“İçip içmediğim üzerine iddiaya var mısın?”

“Nesine?”

“Şehirden aldığın tabancayı koy ortaya.”

“İstemiyorum.”

“Koy işte, ne olacak!”

“Koymak istemiyorum.”

“Gerçi tabancasız kendini şapkasız kalmış gibi hissedersin sen. Ah Çiçikov kardeş, kısacası senin de orada olmaman çok yazık oldu. Teğmen Kuvşinnikov’un yanından hiç ayrılmazdın. Onunla ne iyi anlaşırdın! Bizim şehrimizdeki vali ve her bir kuruşun hesabını tutan pintiler gibi değil o. Bu adam, kardeşim, hem galbik20 hem de bançişkayı21 iyi oynar, yani ne ararsan var! Ah be Çiçikov, ne diye gelmedin ki sanki? Seni gidi domuz, hayvan yetiştiriyor sanki! Öp beni haydi canım benim, canımdan çok seviyorum seni! Mijuyev, şu rastlantıyı görüyor musun? Birbirimizle hiçbir alakamız yok aslında. O buraya Tanrı bilir nereden gelmiştir, ben de burada yaşıyorum… Hem de ne çok araba var burada kardeşim, en gros.22 Talihim de döndü. İki kutu pomat, porselen fincan ve gitar kazandım, sonra bunları koyup tekrar oynadım, lanet olsun ki hepsini kaybettim. Ah, çapkın Kuvşinnikov’la bir tanışsaydın! Onunla neredeyse bütün balolara gittik. Balodaki kadınlardan biri öyle güzel giyinip kuşanmıştı ki elbisesinde tüller, fırfırlar ve Tanrı bilir başka neler vardı neler! İçimden sadece ‘Lanet olsun!’ demiştim. Kurnaz Kuvşinnikov, kadının yanına oturup Fransızca öyle güzel iltifatlar etti ki… İnanır mısın, hiçbir kadını kaçırmaz avucundan. Buna ‘çilek toplamak’ adını vermiş. Harika balıklar getirdik. Arasından birini yanımda getirdim. İyi ki hâlâ elimde para varken satın almayı akıl etmişim. Sen nereye gidiyorsun şimdi?”

“Birinin yanına gidiyorum.” dedi Çiçikov.

“Aman, boşver onu! Bana gel!”

“Hayır, olmaz, işim var.”

“Ne işiymiş o? Hemen de uydurdun! Ah, sen yok musun İvanoviç!”

“Gerçekten de işim var, gitmem lazım.”

“Bahse varım yalan söylüyorsun! Kime gidiyormuşsun bakalım?”

“Sobakeviç’e gidiyorum.”

Tam o anda Nozdrev; yalnızca gülerken ağzındaki şeker kadar beyaz dişlerinin her birini gösteren, yanaklarını titretip hoplatan genç ve sağlıklı insanlar gibi öyle yüksek sesle kahkaha attı ki bu kahkaha iki kapı yandaki komşuyu, dipteki odada daldığı uykudan uyandırıp gözlerini fal gibi açtırır ve ona, “Hiç oldu mu bu şimdi?” dedirtirdi.

Bu gülüşten biraz hoşnutsuz olan Çiçikov:

“Bunda gülünecek ne var?” dedi.

Ama Nozdrev bütün gücüyle gülmeye devam ederken şöyle dedi:

“Of, acı bana yoksa gülmekten çatlayacağım vallahi!”

“Bunda komik bir şey yok. Ona söz verdim.” dedi Çiçikov.

“Onun yanına gidersen kesinlikle hoşnut kalmazsın. Çok pinti bir adamdır o! Senin karakterini bilirim ben, orada güzel bir şişe Bonbon bulacağını düşünüyorsan çok fena hayal kırıklığı yaşarsın. Dinle kardeşim; Sobakeviç’i boş ver, bize gidelim! Öyle bir balık var ki bende! Ponomarev yerlere kadar eğilerek ‘Bu balık yalnızca sizin için; bütün panayırı gezin, bunun gibisini bulamazsınız!’ demişti. Ne var ki o korkunç bir dolandırıcıdır. Onun gözlerine bakarak ‘Bizim tüccarla siz, ikiniz de dolandırıcısınız!’ dedim ben de. Sakalını sıvazlaya sıvazlaya güldü namussuz. Kuvşinnikov’la her gün dükkânında kahvaltı ederiz. Ah kardeşim, sana söylemeyi unuttum. Beni bırakmayacaksın biliyorum ama on bin ruble de versen neyi unuttuğumu söylemem.” dedi ve pencereye gidip bir elinde bıçak diğerinde ekmek kabuğuyla arabadan bir şeyler çıkardığı sırada hemencecik ucundan kesebilmenin mutluluğuna erdiği balık parçasını tutan adamına, “Hey, Porfiri! Yavru köpeği getir!” diye bağırdı. Sonra Çiçikov’a dönerek “Öyle güzel bir köpek ki!” diye devam etti. “Çalıntıdır, sahibi kendi isteğiyle vermedi. Hvostırev’le değiş tokuş ettiğim doru atı hatırlarsın ya, sahibine onu verdim…”

Ancak Çiçikov, ömründe ne doru atı ne de Hvostırev’i görmüştü. Bu sırada onlara doğru yaklaşan ihtiyar kadın:

“Efendim! Bir şeyler yemek istemez misiniz?” dedi.

“İstemem. Ah kardeşim, nasıl âlem yapmıştık ama! Bir kadeh votka getir bakalım. Neli votkan var?”

“Anasonlu.”

“Getir bakalım anasonluyu.” dedi Nozdrev.

“Bana da bir kadeh getir!” dedi sarışın olan.

“Tiyatroda bir aktris vardı ki köpoğlu, kanarya gibi şakıyordu! Yanımda oturan Kuvşinnikov, ‘İşte kardeşim! Çilek toplama zamanı geldi!’ dedi. Elli kadar baraka vardı sanıyorum. Fenardi23 dört saat boyunca değirmen gibi döndü durdu.”

Bu sırada ihtiyar kadının elinden hafifçe eğilerek getirdiği votka kadehini aldı. Elinde yavru köpekle Porfiri’nin içeri girdiğini görünce “Ah, getir onu buraya!” diye bağırdı. Porfiri tıpkı efendisi gibi vatkalı, kısa bir kaftan giymişti ama onunki biraz daha yağlıydı.

“Onu yere koy!” dedi.

Porfiri yavru köpeği yere bıraktı, o da dört bacağını açıp yeri kokladı.

Nozdrev, hayvanı sırtından tutup havaya kaldırarak:

“İşte yavru bu!” dedi. Yavru, oldukça acıklı bir şekilde uludu.

Nozdrev yavru köpeğin karnına özenle baktıktan sonra Porfiri’ye dönerek:

“Yalnız sana söylediğim şeyi yapmamışsın, köpeği taramamışsın.”

“Hayır, taradım.”

“Bu pireler ne o zaman?”

“Bilemem. Arabadan geçmiştir belki de.”

“Yalan söylüyorsun, yalan! Taramamışsın işte. Bence senin pirelerin de geçmiştir hayvana, aptal. Şuna bak Çiçikov! Kulaklarına bak, bir dokunsana kulaklarına.”

“Gerek yok, iyi bir cins köpek olduğu belli oluyor.” diye cevap verdi Çiçikov.

“Olsun canım, dokun bir kulaklarına!”

Çiçikov, sırf adamı memnun etmek için kulaklarını okşadıktan sonra:

“Evet, güzel bir köpek olacak.”

“Burnu nasıl soğuk, hissediyor musun? Dokunsana.”

Çiçikov onu kırmak istemediğinden köpeğin burnuna dokundu.

“İyi koku alır.”

“Gerçek bir mordaş.”24 diye devam etti Nozdrev. “Uzun süredir bir mordaşım olsun diye yanıp tutuşuyordum. Porfiri, götür onu!”

Porfiri yavru köpeği karnından kaldırıp arabaya taşıdı.

“Dinle Çiçikov, şimdi muhakkak bana gelmelisin, topu topu beş verst yol gideceğiz, göz açıp kapatıncaya kadar varırız eğer istersen oradan da Sobakeviç’e gidebilirsin.”

Çiçikov içinden, “Sahiden de Nozdrev’e gidebilirim. Diğerlerinden aşağı kalır bir yanı yok ki! Hem bir de iskambilde her şeyini kaybetmiş. Her şeyi göze almış gibi duruyor. Karşılığında hiçbir ücret vermeden bir şeyler koparabilirim ondan.”

“Tamam, gidelim.” dedi Çiçikov. “Ama çok tutma beni, zamanım çok kısıtlı.”

“İşte bu! Çok güzel oldu, gel buraya, öpeceğim seni.” diye karşılık verdi ve Nozdrev’le Çiçikov öpüştüler. “Mükemmel, üçümüz birlikte gideriz!”

“Hayır, beni sayma lütfen.” dedi sarışın olan. “Eve gitmem gerek.”

“Mümkün değil, bırakmam kardeşim.”

“Vallahi karım çok kızar. Artık beyefendinin arabasıyla gidersiniz.”

“Hayır, hayır, hayır! Aklından bile geçirme!”

Sarışın olan, ilk bakışta inatçı bir karaktere sahip gibi görünen insanlardandı. Bu insanlar siz daha ağzınızı açamadan tartışmaya hazır gibidirler. Ona açıkça karşıt görünen hiçbir düşüncede hemfikir olmazlar, aptal birine asla akıllı demezler, asla başkasının elinde oyuncak olmazlar; en sonunda yumuşak başlı olur, daha önce reddettiği her şeyi kabul eder, aptala akıllı der ve başkasının elinde daha önce hiç görülmediği kadar güzel bir oyuncağa dönüşürler. Yani onurlu başlarlar, alçak bir şekilde bitirirler.

Nozdrev, sarışın olanın düşüncesine “Saçma!” diye cevap verdi, başına kasketini geçirdi ve sarışın da onların arkasından yollandı.

“Votkanın parasını ödemediniz beyim…” dedi ihtiyar kadın.

“Tamam anneciğim, tamam. Baksana enişte! Sen öder misin lütfen? Cebimde tek bir kuruş bile kalmadı.”

“Ne kadar tuttu?” dedi enişte.

“Toplam yirmi kapik tuttu beyim.” dedi ihtiyar kadın.

“Yalan söylüyorsun, yalan. Elli kapik25 ver, yeter ona.”

“Az oldu beyim.” dedi ihtiyar kadın ancak parayı memnuniyetle aldı, bir de aceleyle onlara kapıyı açtı. İhtiyar kadın zarar etmemişti çünkü votkaya ederinin dört katı kadar para istemişti.

Arabaya bindiler. Çiçikov’un arabası, Nozdrev’le eniştesinin arabasıyla yan yana gittiği için üçü, yol boyunca rahatça konuşmaya devam edebildiler. Nozdrev’in küçük bir kaleskaya26 koşulan cılız atları da onları ağır aksak takip ediyordu. Porfiri de yavru köpekle birlikte bu kaleskaya binmişti.

Yolcuların kendi aralarındaki muhabbet, okuyucu için pek ilgi çekici gelmeyeceğinden en iyisi hikâyemizde son kez rol oynamayacak olan Nozdrev hakkında bir şeyler söyleyelim.

Nozdrev’in yüzü, okuyucuya az da olsa tanıdık gelir sanırım. Herkes birçok kez böyle bir insanla karşılaşmıştır. Onlara hep patavatsız derler, çocukluk ve okul zamanlarında iyi bir arkadaş olarak anılırlar ama bu sırada sık sık dayak da yerler. Yüzlerinden her daim açık, dolaysız ve atılgan biri oldukları bellidir. İnsanlarla hemen tanışır, göz açıp kapayıncaya kadar karşılarındakine “sen” diye hitap etmeye başlarlar. Arkadaşlıkları sonsuza dek sürecekmiş gibi düşünür, neredeyse her seferinde aynı günün akşamındaki bir davette bir arkadaşlarıyla kavgaya tutuşurlar. Her zaman geveze, hovarda, pervasız, göz önünde olan insanlardır. Nozdrev günümüzde otuz beş yaşındadır ama on sekiz ve yirmi yaşındaki hâli gibidir. Aklı fikri gezmektedir. Evlilik onu hiç mi hiç değiştirmemiştir. Karısı, Nozdrev’in hiç ihtiyacı olmayan iki çocuğunu da geride bırakarak vefat etmiştir. Gerçi o zaman çocuklara, pek alımlı bir dadı bakıyordu. Bir günden fazla oturamazdı evinde. Hassas burnu onlarca verst ötedeki gidilecek her türlü panayırın ve balonun kokusunu alırdı; göz açıp kapayıncaya kadar oraya gider, yeşil bir masanın başında kavga edip olay çıkarırdı zira her bir iskambil tiryakisi de böyledir. Kart oyunlarında, ilk kısımda da gördüğümüz gibi pek de günahsız ve temiz oynamaz; çeşit çeşit hile ve incelikleri bilir, bu nedenle kart oyunu da sık sık başka bir oyunla sona ererdi. Ya tekmelenir ya da o güzel, gür favorilerini yoldurtur; bu nedenle bazı zamanlar eve tek bir seyrek favoriyle dönerdi. Ama sağlıklı ve dolgun yanakları öyle güzel yaratılmıştı, öyle verimliydi ki favorileri kısa sürede tekrar uzar, öncekinden bile güzel olurdu. Hepsinden daha tuhaf olanıysa dövüştükleri arkadaşlarıyla bir süre sonra karşılaştıklarında hiçbir şey yaşanmamış gibi konuşmalarıdır ki bu yalnızca Rus topraklarında mümkündür.

 

Nozdrev bir bakımdan belayı hep kendine çeken bir insandı. Başına hiçbir olayın gelmediği tek bir toplantı bile yoktu. Muhakkak başına iş açardı. Ya jandarmalar koluna girerek onu salondan dışarı çıkarır ya da arkadaşları bunu yapmak zorunda kalırlardı. Eğer bu yaşanmazsa yine de hiç kimsenin başına gelmeyecek şeyler yaşardı. Ya bir büfede zilzurna sarhoş olur, yalnızca güler ya da en sonunda kendini de utandıracak dehşet yalanlar uydururdu. Hiç ihtiyacı olmamasına rağmen uydururdu bu yalanları. Birden mavi ya da pembe tüyleri olan bir atı olduğunu söyler, bunun gibi zırvaları dinleyenler de oradan ayrılır, “Of be kardeşim, yine masal okumaya başladın sen de!” derlerdi. Çoğu zaman ortada hiçbir neden yokken yakınlarını aşağılamayı arzulayan insanlar vardır. Örneğin rütbesi bile olan asil görünüşlü, göğsü yıldızlı27 biri elinizi sıkıp sizinle ufkunuzu açan, derin konularda muhabbet etmeye başlıyor; sonra bir bakmışsınız, gözünün önünde sizi aşağılıyor. Ve bunu sanki ufkunuzu açan, derin konularda muhabbet eden, göğsü yıldızlı biri gibi değil de oldukça düşük dereceden bir sicil memuruymuş gibi yapıyor. Bu nedenle hayretler içinde kalıyor ve yapacak başka bir şey de olmadığı için omuz silkiyorsunuz. İşte bu garip arzu, Nozdrev’de de vardı. Kim ona yaklaşırsa hemen zarar veriyordu. Akla hayale gelmedik aptalca şeyler uydurur, evliliklerini bitirir, ticari anlaşmaları mahvederdi ve kendini hiç de onların zarar verdiği bu insanların düşmanı olarak görmezdi. Tam tersine, eğer onlarla bir kez daha rastlaşırlarsa arkadaşça yaklaşır hatta, “Ne namussuz adamsın! Bir kere bile uğramadın bana.” derdi. Nozdrev birçok ilişkisinde çok yönlü biriydi, yani on parmağında on marifet vardı! Bir dakikada dünyanın öbür ucu da olsa istediğiniz her yere sizinle gitmeyi, sizin istediğiniz herhangi bir işe girmeyi, siz ne isterseniz onu değiştirmeyi önerirdi. Silah, köpek, at; hepsi değiş tokuş konusuydu ama bunu herhangi bir şey kazanmak için yapmazdı. Bu; onun yerinde duramayan, atılgan ve cevval karakterinden kaynaklanıyordu. Eğer panayırda şansı yaver gider, saf bir adama denk gelir de onu oyunda yenerse daha önce dükkânlarda gözüne kestirdiği bir yığın şey alırdı. Hamutlar, tütsüler, dadı için başörtüleri, aygır, kuru üzüm, gümüşten yapılmış el yüz yıkama kabı, Hollanda tuvali, taneli un, tütün, tabancalar, ringa balığı, tablolar, bileme aleti, çömlekler, çizme, porselen tabak… Artık parası neye yeterse! Ne var ki bunları evine götürdüğü çok nadirdir. Neredeyse hemen aynı gün bütün bu eşyalar şanslı başka bir kumarbazın olurdu. Hatta bu eşyalara bazen tütün kesesiyle piposu ve ağızlığı da eklenir; başka bir sefer ise dört atını, arabasını ve arabacısını bile verir; bu nedenle efendi, üzerinde kısa redingotu ya da kaftanıyla arabasını kullanabileceği bir arkadaşını arar dururdu. İşte Nozdrev böyle bir insandı! Belki de Nozdrev’in çok basmakalıp bir karaktere sahip olduğunu, artık onun gibi insanların olmadığını söyleyenler olabilir. Heyhat! Böyle söyleyenler haksızlık ederler. Nozdrev, uzun süre bu dünyadan göçüp gitmeyecek. Her yerde aramızda olacak, belki de başka bir kaftan giyecek ama düşüncesiz, açık fikirli olmayan insanlar, başka bir kaftan giyen adamı farklı biri sanacaklar.

Bu sırada üç araba da Nozdrev’in evinin kapısının önüne yanaşmışlardı. Evde onların gelişi için hiçbir hazırlık yapılmamıştı. Yemek odasının ortasında ahşap bir merdiven duruyor; iki köylü de üstüne çıkmış, bir türlü sonu gelmeyen bir şarkı tutturmuş, duvarları badana ediyordu; zeminin her tarafına boya sıçramıştı. Nozdrev hemen köylülerin ve merdivenin dışarı çıkarılmasını buyurdu ve başka buyruklarını da iletmek için aceleyle odadan çıktı. Misafirler, Nozdrev’in aşçıya yemekte ne yapması gerektiğiyle ilgili buyruklarını işittiler; artık az biraz açlık hissetmeye başlayan Çiçikov, bunu duyunca saat beşten önce masanın başına geçmeyeceklerini anladı. Nozdrev geri dönünce misafirlerini, her şeyin olduğu köyünü gezdirmeye götürdü ve iki saat içinde neredeyse her şeyi gösterdi; artık gösterecek pek bir şey kalmamıştı. İlk önce bakla kırı28 ve kahverengi iki kısrağın, bir de doru aygırın olduğu ahıra bakmaya gittiler. Aygır pek bir gösterişsizdi ama Nozdrev’in yeminler ederek söylediğine göre, onun için tam on bin ruble harcamıştı.

“Buna on bin ruble vermemişsindir.” dedi enişte. “Tek başına o kadar etmez.”

“Vallahi de on bin verdim.” dedi Nozdrev.

“İstediğin kadar yemin et!” diye cevapladı enişte.

“İddiaya var mısın?” dedi Nozdrev.

Enişte, iddiaya girmek istemedi.

Sonra Nozdrev, daha önceden güzel atların bulunduğu boş ahır bölmelerini gösterdi. Bu ahırda; eski inanışa göre atların yanında tutulması gereken, atlarla iyi anlaşıyor gibi görünen ve onların göbeklerinin altında tıpkı kendi evindeymiş gibi rahatça gezinen bir de keçi gördüler. Ardından Nozdrev onlara, eski bir tasmayla bağlanmış kurt yavrusunu gösterdi. “İşte kurt yavrusu! Onu bilerek çiğ etle besliyorum. Tam anlamıyla vahşi olsun istiyorum!” dedi. Sonra da gölete bakmaya gittiler. Nozdrev’in dediğine göre içinde öyle büyük balıklar yüzüyormuş ki iki kişi bir tanesini zar zor çekip çıkarırmış. Ne var ki Nozdrev’in akrabası bu konuda da şüphelenmeyi eksik etmedi. “Sana mükemmel bir çift köpek göstereceğim Çiçikov. Şu tazının butlarına bak, insanı hayret ettirir! Yüzü nasıl da sivri baksana, iğne gibi!” dedi Nozdrev ve onları dört bir yanı çitlerle çevrili, çok güzel, minik bir eve götürdü. Avluya girdiklerinde her cinsten köpekle karşılaştılar. Hem uzun hem kısa tüylü, mümkün olan her renkte köpek vardı burada: kızılımsı kahverengi ve siyah, yarı alacalı, alacalı kahverengi, alacalı kızıl, kara kulaklı, boz kulaklı… Burada hepsi adını, verilen emirlerden almıştı: Vur, Söv, Uç, Yak, Kır, Dövüş, Haşla, Kavur, Ok, Balina, Ödül, Velinimet. Nozdrev, onların arasında tam bir aile babasıydı; köpek kurallarına uygun olarak hepsi kuyruklarını havaya kaldırıp doğrudan misafirlere doğru fırladılar ve onlara selam vermeye başladılar. Aralarından on tanesi, patilerini Nozdrev’in omuzlarına koydu. Söv, aynı dostluğu Çiçikov’a da gösterdi; ön ayaklarını omuzuna koydu ve onu tam da dudağından yaladı. Bu yüzden Çiçikov hemen tükürdü. İnsanı hayrete düşüren butları olan köpeklere de baktılar, gerçekten güzel köpeklerdi. Sonra kör ve Nozdrev’in dediğine göre ölmesine çok az kalmış ama bundan iki yıl öncesine kadar çok güzel olan bir Kırım köpeğine de baktılar; köpek, gerçekten de kördü. Ardından su değirmenine baktılar. Bu değirmenin, bir iğin29 üzerinde hızlıca dönen üst değirmen taşının yerleştirildiği ve Rus köylüsünün tuhaf bir şekilde “uçan” olarak ifade ettiği parçası eksikti.

“Az ileride bir demirci olacaktı!” dedi Nozdrev.

Biraz ilerlediler; gerçekten de bir demirci vardı, oraya da baktılar.

“İşte bu tarlada…” dedi Nozdrev parmağıyla göstererek. “Öyle çok tavşan olur ki toprak görünmez. Bir tanesini arka ayağından elimle yakalayıp çekmiştim.”

“Ama tavşanı elinle yakalayamazsın ki!” dedi enişte.

“Yakaladım işte, yakaladım!” diye cevap verdi Nozdrev. Sonra Çiçikov’a dönerek “Şimdi sana topraklarımın sınırını göstereceğim.” dedi.

Nozdrev, misafirlerini bir sürü tümseğin olduğu tarlasından geçirdi. Misafirler nadasa bırakılmış ve tırmıklanmış ekin tarlasından geçmek zorunda kalmışlardı. Çiçikov, kendisini yorgun hissetmeye başlamıştı. Adımlarını sıklıkla suların içinde atıyorlardı. Önceleri adımlarını dikkatle atıyorlardı ama sonra bunun hiçbir işe yaramadığını görüp nerede çamur az nerede fazla, hiç oralı olmadan doğrudan yürümeye başladılar. Uzun bir mesafeyi katettikten sonra gerçekten de tahta bir direk ve dar bir hendekten oluşan sınırı gördüler.

“İşte sınır!” dedi Nozdrev. “Bu tarafta gördüğün her şey benim; hatta şu taraftaki, maviliğe bürünen bütün orman ve onun ardındaki her şey de benim.”

“Bu orman ne zaman senin oldu?” diye sordu enişte. “Herhâlde yakın zamanda satın aldın? Çünkü orman senin değildi.”

“Evet, yakın zamanda aldım.” diye cevapladı Nozdrev.

“Ormanı bu kadar hızlı almayı ne zaman başardın?”

“Alalı üç gün kadar oldu. Lanet olasıca, çok da pahalıydı.”

“Ama sen o sıralarda panayırda değil miydin ki?”

“Ah be Sofron! Hem panayıra gidip hem de toprak satın alınamaz mı sanki? Ben panayırdayken kâhyam aldı burayı.”

“Tabii, kâhyan alabilir!” dedi enişte ama şüpheyle başını sallıyordu.

Misafirler aynı iğrenç yoldan eve geri döndüler. Nozdrev onları çalışma odasına götürdü ne var ki burada genelde çalışma odalarında bulunan kitap ya da kâğıt gibi şeyler görünmüyordu; yalnızca duvarda asılı bir kılıç ve biri üç yüz diğeri de sekiz yüz rublelik iki tüfek asılıydı. Enişte bunlara göz gezdirip başını salladı. Sonra içlerinden birinin üstüne yanlışlıkla “Saveliy Sibiryakov Usta” ismi kazınmış Türk hançerleri gösterildi misafirlere. Ardından laterna30 gösterildi. Nozdrev bu laternayı çevirip bir şeyler çalmaya başladı. Laternada çalan şarkı çok hoştu ama bu şarkının ortasında herhâlde bir şey oldu çünkü mazurka31 durdu, Marlborough Savaşa Gitti şarkısı çalmaya başladı; sonra da aniden bilindik bir vals işitildi. Nozdrev laternayı çevirmeyi çoktan bırakmıştı ama bir düdük, oldukça canlı bir şekilde, hiç mi hiç susmak istemeden uzun bir süre tek başına ötüp durdu. Sonra pipolarını gösterdi: ahşap, toprak, lüle taşı, daha önce tüttürülmüş, tüttürülmemiş, süet kaplanmış, kaplanmamış… Yakın zamanda kumarda kazandığı kehribar ağızlıklı çubuğuyla, bir posta merkezinde kendisine tepeden tırnağa âşık olan, söylediğine göre elleri superflu32 kadar -bu kelime onun için mükemmelliğin en üst noktası anlamına geliyordu herhâlde- incecik bir kontesin diktiği tütün kesesini gösterdi. Tuzlanmış balıktan biraz yedikten sonra saat beş gibi masanın başına geçtiler. Görüldüğü üzere yemek, Nozdrev’in hayatında önemli bir yer işgal etmiyor; büyük bir rol oynamıyordu. Masadaki yemeklerin bazıları yanmış bazılarıysa hiç pişmemişti. Belli ki aşçı canının istediğine göre yemek yapıyor, eline geçen ilk şeyi yemeğin içine atıyordu. Önünde biber mi vardı, hemen katıyordu yemeğe; lahana mı geçti yoksa, onu da katıyordu; süt, jambon ve bezelyeye mi denk geldi, koy gitsin! Yani eline ne geçerse koy gitsin, yemek sıcak olsun da nasıl olsa lezzeti tutturulurdu. Buna karşılık Nozdrev, şaraba düşkündü. Henüz çorbalar servis edilmemişti ki misafirlerine büyük bardaklarda Porto şarabı ve yüksek kalite Santernes ikram etti çünkü il ve ilçelerde basit Santernes şarabı yoktur. Ardından Nozdrev, feldmareşalin içtiklerinden bile daha güzel bir şişe Madeira şarabı getirilmesini buyurdu. Madeira insanın ağzını yakıyordu çünkü iyi Madeira seven toprak beylerinin damak zevkini bildiklerinden, içine rom boca ederler, bazen de Rus midesinin kaldıracağını umut ederek çar votkası eklerler. Sonra Nozdrev, dediğine göre Bourgogne ve Champagne’nin bir arada olduğu özel şişeyi de getirmelerini buyurdu. İki bardağa da hem sağdakine hem soldakine hem eniştesinin hem Çiçikov’un bardaklarına gayretle doldurdu içkiyi. Ancak Çiçikov, Nozdrev’in bardakları sırayla doldururken kendisininkine pek de doldurmadığını fark etti. Bu onu dikkatli olmaya sevk etti; Nozdrev, konuştuğu ya da eniştesinin bardağını doldurduğu sırada içkisini hemencecik tabağa boşaltmaya başladı. Kısa bir süre sonra masaya Nozdrev’in dediğine göre tadı birebir erik şarabına benzeyen üvez şarabı getirildi ama hayret verici şekilde tüyler ürpertici bir tadı vardı. Daha sonra başka bir yüksek alkollü likör içtiler. Bu likörün öyle bir adı vardı ki hatırlamak bile neredeyse imkânsızdı, hatta ev sahibi de birkaç kez onu başka bir isimle anmıştı. Yemek çoktan bitmiş, şarapların tadına bakılmıştı ama misafirler hâlâ masanın başında oturuyorlardı. Çiçikov, Nozdrev’le asıl meseleyi eniştesi henüz buradayken konuşmayı hiç istemiyordu. Ne de olsa enişte bir yabancıydı ve bu mesele, baş başa ve dostane bir konuşmayı gerektiriyordu. Ne var ki eniştenin tehlikeli olduğundan da şüpheliydi çünkü sandalyesinde oturup, her saniye burnuyla tabağını gagalayıp tıka basa yemek yiyordu. Enişte de kendisinin pek güvenilir bir hâlde olmadığını fark edince nihayet eve gitmeye yeltendi ama bunu öyle tembel ve uyuşuk bir sesle söyledi ki Rusların da dediği gibi, ayakları geri geri gidiyordu.

17Genellikle somon ya da mersin balığı, pirinç ya da karabuğday, haşlanmış yumurta, mantar, soğan ve dereotu ile doldurulmuş bir Rus böreği. (ç.n.)
18Orta ve Doğu Avrupa’dan gelen bir çeşit ekşi krema türü. (ç.n.)
19Esmer ya da normal çavdar ekmeğinin mayalanması ile üretilen bir Rus içeceği. (ç.n.)
20Bir tür Rus iskambil oyunu. (ç.n.)
21Bir tür Rus iskambil oyunu. (ç.n.)
22Fransızca: Çok sayıda. (ç.n.)
231820’li yıllarda meşhur bir akrobat ve hokkabaz. (ç.n.)
24Kısa boylu, büyük kafalı bir köpek cinsi. (ç.n.)
25Yirmi kapiklik gümüş, Nozdrev’in vermeyi teklif ettiği elli kapikten daha değerlidir. (ç.n.)
26Dört tekerlekli, hafif, bir tür gezinti arabası. (ç.n.)
27Kral Stanislav tarafından verilen, kendi adıyla anılan, oldukça prestijli bir nişan. (y.n.)
28Atın vücudunda kırlaşma başladığı zaman aldığı renk. (ç.n.)
29Ağaçtan yapılmış, pamuk, yün ve benzeri şeyleri eğirmekte kullanılan, ortası şişkin, iki ucu sivri bir araç. (ç.n.)
30Laterna: İçerisinde yüklenmiş müzikler olan, kolunun çevrilmesiyle çalınan, ayaklı ve sandık biçiminde bir org türü. (ç.n.)
31Bir tür Leh dansı ve bu dansın müziği. (ç.n.)
32Nozdrev’in bu kelimeyi kullanması tamamen anlamsızdır. (ç.n.)

Teised selle autori raamatud