Ölü Canlar

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

“Yok, yok! Bırakmam!” dedi Nozdrev.

“Hayır, üzme beni dostum, gerçekten gitmem lazım.” dedi enişte. “Beni çok üzüyorsun.” diye de ekledi.

“Saçmalık bu! Tam da iskambil oynamaya hazırlanıyorduk.”

“Siz oynayın kardeşim, ben duramam, karım dırdır eder. Ona panayırı anlatmam gerek. Gerçekten kardeşim, hoşnut etmem lazım onu. Hayır, tutma beni!”

“Hay senin karına da! Sanki birlikte yapacak çok önemli işleriniz var!”

“Hayır kardeşim! O öyle saygıdeğer ve sadıktır ki… Öyle hizmet eder ki… İnan gözüm doluyor. Hayır, tutma beni, şerefli bir adam olarak gidiyorum. Bu konuda seni içtenlikle temin ederim.”

Çiçikov, Nozdrev’e sessizce:

“Bırak gitsin, ondan hayır gelmez!” dedi.

“Doğru diyorsun! Yemin ederim böyle kılıbıklıktan hiç hoşlanmıyorum.” dedi Nozdrev. Yüksek sesle ekledi: “Hadi defol git, sümsük herif, karınla diz dize otur.”

“Hayır kardeşim, bana sümsük diyerek hakaret etme.” diye cevap verdi enişte. “Hayatımı ona borçluyum. Gerçekten de öyle iyi kalpli ve tatlıdır, öyle şefkat gösterir ki… Ağlayasım geliyor. ‘Panayırda ne gördün, her şeyi anlat!’ der bana. Gerçekten öyle tatlı ki!”

“Haydi git, saçma sapan yalanlarını anlat ona! İşte kasketin de burada.”

“Hayır kardeşim; ondan bu şekilde bahsetmemelisin, kalbimi kırıyorsun. O kadar tatlıdır ki o!”

“Öyleyse pılını pırtını topla da git hemen karının yanına!”

“Tamam kardeşim, gidiyorum. Kalamadığım için üzgünüm. Burada olmaktan çok mutlu olurdum ama yapamam.”

Enişte artık arabaya bindiğini, evin avlu kapısından uzaklaştığını ve önünde bomboş tarladan başka hiçbir şey olmadığını fark etmeden uzun bir süre daha özür dilemeye devam etti. Karısı panayırla ilgili bir şey dinleyemeyecek diyebiliriz herhâlde.

Nozdrev, pencerenin önünde durup uzaklaşan arabaya bakarak:

“Ne pis herif ama!” dedi. “Nasıl sürüne sürüne gidiyor! Şu arabaya bağlı atı hiç de fena değil, uzun süredir almak istiyorum onu. Ama bu adamla anlaşmanın imkânı yok. Sünepe, tam bir sünepe!”

Odaya gittiler. Porfiri mumları getirdi ve Çiçikov ev sahibinin elinde nereden geldiği belli olmayan bir deste kart gördü.

Nozdrev destenin kenarına parmaklarıyla bastırıp bükünce destenin kâğıt paketi çatladı ve sıçrayıp yere düştü.

“Ee, kardeş… Zaman geçirmek için üç yüz rubleyle banka benim!”

Ama Çiçikov ne dediğini duymamış numarası yaptı ve sanki aniden hatırlamış gibi:

“Ah! Unutmadan söyleyeyim. Senden bir ricam olacak.”

“Ne ricası?”

“Önce ricamı yerine getireceğine söz ver.”

“Ama ne ricasıymış bu?”

“Yahu sen bir söz ver!”

“Söz.”

“Gerçekten mi?”

“Gerçekten.”

“Ricam şu: Henüz sayım kâğıdından adı silinmemiş, ölü birçok canın vardır herhâlde?”

“Evet, var. Neden sordun?”

“Onları bana ver, benim üzerime geçir.”

“Neden?”

“Bana lazımlar.”

“Ne için lazımlar?”

“Lazımlar işte… İşim var onlarla, lazımlar yani.”

“Belli ki bir iş peşindesin sen. İtiraf et, neyin peşindesin?”

“Neyin peşinde olacakmışım? Böyle bir hiç için bir şeyin peşine düşülmez ki.”

“O zaman sana neden lazımlar?”

“Of, ne meraklısın! Senden basit bir şey istiyorum, sense her şeye burnunu sokuyorsun!”

“Ama neden söylemek istemiyorsun?”

“Bilsen ne olacak? Böyle bir hayalim var benim de işte.”

“Ama hâlâ söylemiyorsun, vermem bak!”

“Hiç de dürüst bir şey değil bu yaptığın. Söz verip sonra da cayıyorsun!”

“Sen bilirsin, neden lazım olduğunu söylemezsen onları sana vermem.”

Çiçikov “Ona ne söylemek gerek?” diye düşündü ve bir dakikalık akıl yürütme sonrasında ölü canların sosyetede itibar sahibi olması için gerektiğini, artık malikânesinin olmadığını, bu yüzden hiç değilse ölü canları olsun istediğini söyledi.

Nozdrev sözünü bitirmesine fırsat vermeden:

“Yalan söylüyorsun, yalan! Yalan söylüyorsun kardeşim!” dedi.

Çiçikov’un kendisi de pek ustaca bir yalan kıvıramadığını, oldukça zayıf bir bahane öne sürdüğünü fark etmişti.

“Tamam, her şeyi doğrudan anlatacağım.” dedi yerinden doğrularak. “Yalnız rica ederim, kimseye söyleme. Evlenmeyi düşünüyorum ama gelinin annesiyle babası çok kibirli insanlar. Nereden bulaştım bu işe! Kızlarının evleneceği kişinin üç yüzden az canı olamazmış, benim de yaklaşık yüz elli can eksiğim var…”

“Yalan söylüyorsun! Yalan!” diye bağırdı bir kez daha Nozdrev.

“Şu kadarcık bile yalanım yok.” dedi Çiçikov, başparmağını serçe parmağına koyup minicik bir kısmını göstererek.

“Kellemi ortaya koyarım ki yalan söylüyorsun!”

“Alınıyorum ama! Ben de neymişim yahu! Neden muhakkak yalan söylediğimi düşünüyorsun?”

“Ne de olsa tanıyorum seni. Büyük bir dolandırıcısın sen. İzin ver, sana dostça bir şeyler söyleyeyim! Eğer senin müdürün olsaydım gördüğüm ilk ağaçta sallandırırdım seni.”

Bu laflar Çiçikov’u kırmıştı. Herhangi bir kaba söz ya da hakaret edici hitap, hiç hoşuna gitmezdi. Eğer karşıdaki oldukça yüksek bir mevkiye sahip değilse kendisiyle hiçbir şekilde laubali konuşulmasına bile izin vermezdi. Bu nedenle şimdi çok kırılmıştı.

“Tanrı şahidim ki sallandırırdım.” diye tekrarladı Nozdrev. “Derdim seni kırmak değil, sana açıkça ve dostane bir şekilde söylüyorum sadece.”

“Her şeyin bir sınırı var.” dedi Çiçikov, onuruna yediremeyerek. “Eğer böyle laflarla caka satmak istiyorsan kışlaya git. Onları hediye etmek istemiyorsan sat o zaman.” diye ekledi.

“Satmakmış! Seni tanırım ben, sen ne alçaksın; onları pahalıya alır mısın hiç!”

“Aman sen çok iyi bir şeysin sanki! Şuna bak! Pırlanta mı satacaksın yoksa?”

“Olan ortada. Seni tanırım ben.”

“Merhamet et be kardeşim! Nereden çıktı sendeki bu Yahudilik? Bana onları para bile almadan öylece vermen gerekirdi.”

“Şimdi beni dinle. Sana pinti biri olmadığımı kanıtlamak için bu canlar karşılığında hiçbir ücret almayacağım. Benden bir aygır satın al, onları üste bedava vereceğim.”

Bu öneriye şaşıran Çiçikov:

“Yapma yahu, ben aygırı ne yapayım?” dedi.

“Ne yapayım da ne demek? O aygır için on bin ruble ödedim, sana dört bine veririm.”

“Ama ne yapayım ben bu aygırı? Aygır çiftliği işletmiyorum ki!”

“Dinle, anlamıyorsun beni. Şimdi yalnızca üç bin ruble alacağım senden, geri kalan bin rubleyi de daha sonra ödeyebilirsin.”

“Aygıra ihtiyacım yok benim, sende kalsın!”

“Şu kahverengi kısrağı al bari.”

“Kısrağa da ihtiyacım yok.”

“Daha önce yanımda gördüğün kısrak ve kır atı sana yalnız iki bine veririm.”

“Ama benim ata da ihtiyacım yok ki.”

“Satarsın o hâlde. Gittiğin ilk panayırda onlar için bu fiyatın iki kat fazlasını verirler sana.”

“İki kat fazlasını vereceklerinden bu kadar eminsen en iyisi sen sat onları.”

“Vereceklerinden eminim ama sen kâra geç istiyorum.”

Çiçikov bu niyetinden dolayı ona teşekkür etti, kısa ve net bir şekilde hem kır atı hem de kahverengi kısrağı reddetti.

“Köpeği al bari! Sana öyle bir köpek vereceğim ki tüylerin ürperecek! Bıyıklı, sert, dik tüylü bir köpek. Fıçıya benzeyen yuvarlak kaburgaları inanılır gibi değil, patileriyle hafif hafif basar toprağa.”

“Ne yapacağım ben köpeği? Avcı değilim ki ben.”

“Senin de köpeklerin olsun istiyorum. Dinle eğer köpek istemiyorsan benim laternayı al, mükemmel bir laternadır. Şerefli bir insan olarak söylüyorum, bin beş yüz ödedim bu laternaya; sana dokuz yüz rubleye veririm.”

“Laternayı ne yapacağım? Alman değilim ki ben, sokak sokak gezip para mı dileneceğim?”

“Bu Almanların taşıdığı laternalardan değil. Org bu, bak hele bir! Her yeri maundan. Biraz daha göstereyim sana!”

Bu sırada Nozdrev, Çiçikov’un eline yapışıp onu başka bir odaya sürüklemeye başladı ve Çiçikov, ne kadar ayak direse de laternayı zaten gördüğünü söylese de yine de Marlborough’un seferini anlatan şarkıyı bir kez daha dinlemek zorunda kaldı. “Para vermek istemiyorsan dinle: Sana laternayı ve ne kadar ölü canım varsa hepsini vereyim, sen de bana arabanı ve üstüne de üç yüz ruble ver.”

“Ee, ben neye binip gideceğim?”

“Sana başka bir araba veririm. Ahıra gidelim de arabayı göstereyim sana! Bir boyatırsan harika olur.”

“Şeytan ele geçirmiş bu adamı.” diye düşündü Çiçikov ve ne olursa olsun herhangi bir araba, laterna ya da fıçı gibi yuvarlak, inanılmaz kaburgalı ve hafif patili hiçbir köpek satın almamaya karar verdi.

“Araba, laterna ve ölü canlar! Hepsi birlikte!”

“İstemiyorum.” dedi Çiçikov bir kez daha.

“Neden istemiyorsun?”

“İstemiyorum, işte o kadar!”

“Sen de neymişsin be! Seninle yakın arkadaş olunmaz vallahi! Senin ikiyüzlü bir adam olduğun belli oldu işte!”

“Aptal mıyım ben? Bir düşün. Bana hiç mi hiç lazım olmayan bir şeyi neden almak isteyeyim ki?”

“Lütfen sus artık. Artık seni tam olarak tanıdım. Tam bir alçaksın sen! Dinle şimdi, iskambil oynayalım ister misin? Bütün ölüleri ortaya koyarım, laternayı da.”

“İskambil oyunlarının sonu hiç belli olmaz.” dedi Çiçikov ve bu sırada Nozdrev’in elindeki kartlara göz ucuyla baktı. Kartlar çok yapay gelmişti gözüne, insanda şüphe uyandırıyorlardı.

“Neden belli olmasın ki?” dedi Nozdrev. “Belli olmayacak bir şeyi yok! Talih senin tarafındaysa yığınla para kazanabilirsin. İşte burada! Talihin burada!” dedi, Çiçikov’u alevlendirmek için elindeki kartları karıştırarak. “Ne talih ama! Ne talih! Atalım bakalım kartı! Bütün paramı kaybettiren yine aynı lanet dokuzlu! Kaybedeceğimi hissetmiştim ama yine de gözlerimi yumup kendi kendime: ‘Şeytan alsın seni, at gitsin lanet olasıca kartı!’ diye düşündüm.”

Nozdrev konuşurken Porfiri bir şişe getirdi. Ama Çiçikov, iskambil oynamayı reddettiği gibi içki içmeyi de reddetti.

“Ne diye oynamak istemiyorsun sanki?” dedi Nozdrev.

“Çünkü canım istemiyor. İtiraf edeyim, pek de meraklısı değilim şu iskambilin.”

“Neden değilsin?”

Çiçikov omuzlarını kaldırıp:

 

“Değilim işte.” dedi.

“Ne pis adamsın!”

“Ne yapalım yani? Beni de Tanrı böyle yaratmış.”

“Düpedüz sümsüksün sen! Önceden düzgün bir adam sanırdım seni ama daha nasıl davranılacağını bile bilmiyormuşsun. Seninle yakınınmış gibi konuşulmazmış… Hiçbir samimiyet, içtenlik yokmuş sende! Aynı Sobakeviç gibi alçağın tekisin!”

“Ne diye azarlıyorsun beni? İskambil oynamıyorum diye suçlu muyum yani? Böyle saçma sapan bir şey için eli titreyen bir adamsan sat o zaman bana ölü canlarını.”

“Zırnık koklatmam! Bedavaya verecektim ama artık hiçbir şey alamazsın benden! Dünyaları versen de satmam artık. Seni düzenbaz, hilekâr pislik! Bundan böyle seninle işim olmaz! Porfiri; ahıra git, onun atlarına yulaf vermesinler, yalnız saman yesinler.”

Çiçikov bu son sözleri beklemiyordu.

“Bir daha gözüme görünmesen iyi edersin!” dedi Nozdrev.

Böylesine bir kavgaya rağmen misafir ve ev sahibi birlikte yemek yediler ancak bu kez masada ağdalı isimleri olan hiçbir şarap yoktu. Yalnızca ekşi mi ekşi bir şişe Kıbrıs şarabı vardı. Yemekten sonra Nozdrev, Çiçikov’u yatağının serildiği yan odaya götürerek:

“İşte yatağın! İyi geceler dilemek istemiyorum sana!”

Nozdrev’in gidişiyle tek başına kalan Çiçikov, kendini berbat hissetti. İçten içe hayıflandı, Nozdrev’i ziyarete gelip zamanını boş yere harcadığı için kendini azarladı. En çok da Nozdrev’e ölü canlar konusunu bir çocuk, bir aptal gibi dikkatsizce açtığı için azarlıyordu kendini. “Hiç de Nozdrev’le konuşulacak iş değildi bu… Pis herif! Yalan söyleyebilir, söylediklerime bire bin katar, kim bilir neler uyduracak. Bir de dedikodu yayılacak… Çok kötü oldu bu, çok kötü! Tam bir aptalım!” dedi Çiçikov kendi kendine. Gece rahat bir uyku çekemedi. Küçücük, kıpır kıpır haşereler inanılmaz acı verici bir şekilde ısırıp durmuştu Çiçikov’u, o da bütün avucuyla ısırılan yerlerini “Size de lanet olsun, Nozdrev’e de!” diyerek kaşıyordu. Sabah erkenden uyandı. İlk iş sabahlığını giydi, çizmelerini ayağına geçirdi, avludan geçerek ahıra yöneldi ve Selifan’a hemen arabayı hazırlamasını buyurdu. Avludan geri dönerken sırtında tıpkı onunki gibi sabahlığı, dişlerinin arasında piposuyla Nozdrev’le karşılaştı.

Nozdrev, onu dostça selamladı ve gecesinin nasıl geçtiğini sordu.

“Pek iyi değil.” diye cevap verdi Çiçikov, oldukça soğuk bir şekilde.

“Ben de kardeşim.” dedi Nozdrev. “Bütün gece öyle iğrenç bir kâbusla cebelleştim ki anlatması bile çok zor. Dünkü yiyip içtiklerimizden sonra ağzımın tadı tuzu da kalmamış. Düşünsene, rüyamda dayak yiyordum! Hem de kimden? Hayatta tahmin edemezsin. Üsteğmen Potseluyev ve Kuvşinnikov’dan.”

“Seni gerçekte dövseler ne güzel olurdu!” diye içinden geçirdi Çiçikov.

“Vallahi de! Öyle acıyordu ki! Bir uyandım ki aslında lanet olası pireler ısırıyormuş her yerimi. Neyse, haydi git şimdi giyin, ben de birazdan yanına geleceğim. Şu alçak kâhyayı paylamam lazım önce.”

Çiçikov, giyinip elini yüzünü yıkamak için odadan çıktı. Yemek odasına girdiğinde masada çay takımı ve rom şişesi hâlâ duruyordu. Odada dünkü öğle ve akşam yemeğinin artıkları vardı; döşemeler, hiç süpürülmemişti herhâlde. Yerde ekmek kırıntıları, hatta masa örtüsünde sigara külleri bile vardı. Kısa süre sonra üzerinde, kıllarının göründüğü göğsünü açıkta bırakan sabahlıktan başka hiçbir şey olmayan ev sahibi geldi. Bir elinde piposunu diğer elinde yudumladığı çay fincanını tutarken berber tabelalarındaki saçları yapıştırılmış ve kıvırtılmış ya da taranmış beyefendilerden hoşlanmayan ressamlar için çok iyi bir model olurdu.

“Ee, ne düşünüyorsun?” dedi Nozdrev bir süre sustuktan sonra. “Ölü canlar için iskambil oynamak istemiyor musun?”

“Daha önce de söyledim ya kardeşim, oynamayacağım. Satacaksan alırım.”

“Satmak istemiyorum, arkadaşlığa sığmaz. Böyle şeylerden kâr sağlamam. İskambildeyse işler değişir. Taliya33 oynayalım bari!”

“Oynamayacağım dedim ya!”

“Takas etmek istemez misin?”

“İstemem.”

“Dinle bir; gel, dama oynayalım. Kazanırsan bütün canlar senindir. Nüfus sayımından silinmesi gereken bir sürü ölü canım var ne de olsa! Hey, Porfiri; damayı getir buraya!”

“Boş yere uğraşıyorsun, oynamayacağım.”

“İskambil oyunu değil ki bu. Damada şans da hile de yok! Her şey maharetine bağlıdır. Hatta seni önceden uyarayım, hiç oynamasını da beceremem, bana avans vermen gerekebilir.”

“Onunla dama oynasam mı ki?” diye düşündü Çiçikov. “Pek kötü de oynamam hani! Hem damada hile yapmak zordur.”

“Tamam, öyle olsun, oynayalım.”

“Canları yüzer rubleden verelim!”

“Nedenmiş o? Elli ruble yeter.”

“Olmaz, elli ruble ne işe yarar ki? Üstüne orta kalitede bir yavru köpekle, altın saat kordonu ekliyorum.”

“Tamam, kabul!” dedi Çiçikov.

“Kaç avans vereceksin bana?” dedi Nozdrev.

“Nasıl yani? Hiç vermeyeceğim tabii ki.”

“En azından fazladan iki hamle hakkım olsun.”

“Olmaz, ben de kötü oynuyorum zaten.”

Nozdrev dama taşıyla hamlesini yaparken:

“Biliriz biz o kötü oynuyorumlarınızı!” dedi.

Çiçikov da hamlesini yaparken:

“Uzun süredir damaya elimi bile sürmemiştim!” dedi.

Nozdrev hamlesini yaparken bir kez daha:

“Biliriz biz o kötü oynuyorumlarınızı!” dedi.

Çiçikov hamlesini yaparken:

“Çoktandır dama oynamıyordum!” dedi.

Nozdrev hamlesini yaparken aynı anda bir diğer dama taşını da koluyla iterek:

“Biliriz biz o kötü oynuyorumlarınızı!” dedi.

“Çoktandır dama oynamı… Hey, hey! Bu nedir kardeşim? O taşı geri çek!” dedi Çiçikov.

“Hangi taş?”

“Şu taşı işte!” dedi Çiçikov ve tam da o sırada gözünün önünde dama tahtasına sızıyormuş gibi duran bir başka taşı fark etti; bu taş nereden çıkmıştı, bir tek Tanrı bilir.

“Hayır!” dedi Çiçikov masadan kalkarak. “Seninle oyun falan oynanmaz! Bir anda üç taş birden oynanmaz!”

“Üç tane mi? Yanlışlıkla olmuş. Biri istemeden oynamış yerinden. Geri çektim onu, pardon.”

“Peki diğeri nereden çıktı?”

“Hangi diğeri?”

“Şu dama tahtasına sokulan işte!”

“Yok artık! Hatırlamıyorsun sanki!”

“Hayır kardeşim, bütün hamleleri saydım ve hatırlıyorum. O taşı şimdi ilerlettin. Onun yeri işte şurası!”

“Nasıl yani? Neresiymiş yeri?” dedi Nozdrev yüzü kızararak. “Bakıyorum da uydurmaya da başladın!”

“Hayır kardeşim, sen uyduruyorsun ama pek de başarılı olamadın.”

“Beni ne sanıyorsun sen?” dedi Nozdrev. “Hile yapıyorsun mu diyorsun sen bana?”

“Sana bir şey yapıyorsun demiyorum ama seninle bundan böyle bir daha oyun oynamam diyorum.”

“Hayır, şimdi bırakamazsın!” dedi Nozdrev alevlenerek. “Oyun çoktan başladı!”

“Bırakabilirim çünkü dürüst bir insan gibi oynamıyorsun.”

“Hayır, yalan söylüyorsun! Benimle böyle konuşamazsın!”

“Hayır kardeşim, asıl sen yalan söylüyorsun!”

“Hile yaptığım yok benim! Başladığın oyunu bitirmeden bırakamazsın!”

Çiçikov soğukkanlılıkla:

“Beni oynamaya zorlayamazsın!” dedi ve dama tahtasına yaklaşıp taşları dağıttı.

Nozdrev bir anda parladı ve Çiçikov’a o kadar yaklaştı ki misafir, iki adım gerilemek zorunda kaldı.

“Oynamak zorundasın! İstediğin kadar karıştır taşları, bütün hamleleri hatırlıyorum. Hepsini eski yerine koyacağız.”

“Hayır, kardeşim. Bu iş bitti, seninle bir daha oynamam.”

“Oynamak istemiyorsun, öyle mi?”

“Seninle oyun oynanmaz, bunu kendin de görüyorsun.”

“Hayır, açıkça söyle, oynamak istiyor musun istemiyor musun?” dedi Nozdrev daha da yaklaşarak.

“İstemiyorum!” dedi Çiçikov ve olur da işler iyice kızışır diye her ihtimale karşı iki elini kaldırıp yüzüne siper etti.

Aldığı bu önlem oldukça yerinde olmuştu çünkü Nozdrev, elini kaldırmıştı. Kahramanımızın hoş ve tombul yanağında neredeyse izi silinmez bir leke bırakacaktı ama o, bu vuruştan ucuz kurtuldu, Nozdrev’in iki elini sıkıca tuttu.

“Porfiri, Pavluşka!” diye sinirden kudurmuş gibi bağırdı Nozdrev, ellerini kurtarmaya çalışarak.

Nozdrev’in bağırdığını duyan Çiçikov, bu cazip sahneye onların şahit olmaması adına ve öylece durmak saçma geldiği için Nozdrev’in ellerini bıraktı. Bu sırada içeri Porfiri ve iri yarı bir genç olan Pavluşka girdi; onunla herhangi bir kavgaya girmek, zararına olurdu.

“Oyunu bitirmek istemiyor musun yani?” dedi Nozdrev. “Bana açıkça söyle!”

“Oyunu bitirmenin imkânı yok.” dedi Çiçikov ve pencereden dışarı baktı. Dışarıda tamamen hazır hâldeki arabasını gördü, Selifan da kapıya gelmeye hazır gibi görünüyordu ama odadan çıkmak mümkün değildi. Kapının önünde iri yarı iki köylü, aptal serf duruyordu.

Nozdrev alev alev yanan yüzüyle:

“Demek oyunu bitirmek istemiyorsun, öyle mi?” diye tekrar etti.

“Edepli, dürüst bir insan gibi oynasaydın bitirirdim. Ama artık olmaz.”

“Artık olmaz öyle mi? Alçak! Kazanamayacağını görünce cayıyorsun, olmaz!” dedi, sonra Porfiri ve Pavluşka’ya dönüp “Vurun şuna!” diye bağırdı gözü dönerek. O da eline kiraz ağacından yapılma çubuğu aldı. Çiçikov, bembeyaz kesilmişti. Bir şeyler söylemek istiyordu ama dudaklarının hiç ses çıkarmadan kıpırdadığını hissediyordu.

Nozdrev, kiraz ağacından yapılma çubuğuyla sanki zapt edilmez bir kaleyi ele geçirmek ister gibi gözü dönmüş, kan ter içinde öne atılarak:

“Vurun şuna!” diye bağırdı. Büyük bir hücum sırasında kontrol altında tutulması emredilen, delice cesaretiyle ünlenmiş, atılgan bir teğmen birliğine nasıl “Haydi çocuklar, ileri!” diye haykırıyorsa öyle bağırmıştı. Ama teğmen çoktan bir savaş coşkunluğu içindeydi, sarhoş olmuş gibiydi; gözünün önüne hep Suvorov geliyor, onun gibi yüce bir işe girişiyordu. İleri atılırken “Haydi çocuklar, ileri!” diye haykırdı. Bu sırada iyice düşünülmüş hücum planına zararı dokunduğunu; bulutlara kadar ulaşan, zapt edilmez kale duvarının mazgallarından üzerlerine dönmüş milyonlarca tüfek namlusunun güçsüz birliğini tüy gibi havaya savurduğunu ve yaygaracı gırtlağına saplanmaya hazırlanan korkunç bir merminin ıslık çalarak yaklaştığını hiç fark etmiyordu. Ama Nozdrev kaleye saldıran, kontrolü kaybetmiş atılgan teğmene benzese de saldırdığı kale hiç de zapt edilmez gibi durmuyordu. Aksine, kale öyle korkuyordu ki yüreği ağzına gelmişti. Kendini korumak için almayı aklına koyduğu sandalyeyi de o iki köylü çoktan elinden çekip aldığı için gözlerini yummuş, yarı ölü bir şekilde ev sahibinin Çerkez çubuğunun tadına bakmaya hazırlıyordu kendini; Tanrı bilir, daha başına neler gelecekti! Ama talih kahramanımızın yüzüne güldü de yanlarına, omuzlarına ve vücudunun hiçbir edepli yerine zarar gelmedi. Birden beklenmedik bir şekilde şıngırdayan zil sesleri, evin giriş kısmına uçar gibi gelen at arabasının tekerlerinin tıkırtısı, arabayı çeken üç atın ağır hırıltıları ve zorla nefes alışları duyuldu. Odadaki herkes gayriihtiyari pencereden dışarı baktılar: At arabasından üzerinde, yarı askerî redingotu olan, bıyıklı biri indi. Giriş kısmında birilerine bir şeyler sorduktan hemen sonra hâlâ korkudan kendine gelememiş ve bir ölümlü için yaşanabilecek en sefil durumda bulunan Çiçikov’un olduğu odaya girdi. Elinde bir çubuk tutan Nozdrev’e ve bu kötü hâlinden yavaş yavaş sıyrılmaya başlayan Çiçikov’a şaşkınlıkla bakan yabancı:

“Bay Nozdrev’in hanginiz olduğunu öğrenebilir miyim acaba?” dedi.

Nozdrev adama yaklaşarak:

“Öncelikle kiminle konuşma onuruna nail olduğumu öğrenebilir miyim?”

“Komiserim.”

“Ne için gelmiştiniz?”

“Bana ulaştırılan tebligatı, size iletmek için geldim. Hakkınızdaki dava sonuçlanana kadar gözaltında kalacaksınız.”

“Bu ne saçmalık! Ne davasından bahsediyorsunuz?” dedi Nozdrev.

“Toprak beyi Maksimov’u, sarhoş hâlde sopayla dövdüğünüz için açılan davadan bahsediyorum.”

“Yalan söylüyorsunuz! Ömrümde Maksimov’u hiç görmedim ben!”

“Saygıdeğer beyefendi! Bir subay olduğumu bildirmek isterim. Bu şekilde yalnızca uşağınızla konuşabilirsiniz, benimle değil!”

Tam da o anda Çiçikov, Nozdrev’in ne cevap vereceğini beklemeden hemencecik şapkasını başına taktı; komiserin arkasından dolanıp giriş kapısına gitmeyi başardı, arabasına bindi ve Selifan’a atları dörtnala koşturmasını buyurdu.

33Bir tür iskambil oyunu. (y.n.)
Olete lõpetanud tasuta lõigu lugemise. Kas soovite edasi lugeda?

Teised selle autori raamatud