Sıcak Taşlar

Tekst
Autor:
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

ANTON STRAŞİMİROV

27 Haziran 1872’de Varna’da doğdu, 7 Aralık 1937’de tedavi gördüğü Viyana’da vefat etti. Küçük yaşta yetim kalmış, Razgrat’ta öğretmenlik yapan ağabeyi Dimitır’ın himayesinde yetişmiştir. Burada orta okulu bitirdikten sonra Şumen’in (Şumnu) Sadovo Ziraat Okulu’nda öğrenimine devam etmiştir. Daha sonra Bern Üniversitesinde (İsviçre) coğrafya, edebiyat ve psikoloji dersleri almış, ancak öğrenimini tamamlayamadan ülkesine dönmüştür.

“Göçebe ruhlu” denecek kadar farklı yerler görmeyi, farklı insanlarla bir arada olmayı seven A.Straşimirov ülkesinin birçok köy ve kentinde öğretmenlik yaptı. Hayata bu tür yaklaşımı ufkunun genişlemesine yardımcı oldu. Konu ve sanat yönünden Bulgar hikâyeciliğini ve romanını yüksek seviyeye ulaştırdı. Demokrat kişiliğine yaraşır şekilde emeği sömürülen, özgürlükleri kısıtlanan kitlelerin saflarında yer aldı. 1926’da yayınladığı “Horo” adlı romanıyla ülke içinde ve ülke dışında üne kavuştu. Zmey (Ejder), Krıstopat (Dörtyol Ağzı), Svekırva (Kaynana), Vampir (Hortlak), Vihır (Kasırga) en çok okunan eserleridir.

UTANÇ

İhtişamlı bir sessizlik vardı. Uçsuz bucaksız bir bahçedeydim. Gözlerimi kamaştıran çiçeklerle dikili tarlalar arasında patikalar belirsizleşip, kayboluyordu. Fıskiyelerin püskürdüğü su tanecikleri arasında yıldızlar da, göz kırpıyordu. Mehtaplı gecede hayatın, böyle gittiğini ve böyle gideceğini hissederek ben de mutlu adımlarla yürüyordum. Ve tarlalarda bakışlarım da uzanıp gidiyordu. Çiçeklerin kokuları içimi ve etrafımdaki her şeyi sarıyordu. Aralarından en güzelini kopardım ve dudaklarımın arasına aldım.

Ve yürüyordum.

Bahçenin sonu yoktu. Ayın ışıltılı gecesi de bitmiyordu. Mutluluğum sonsuzdu, tabii sevincim de. Dudaklarımın arasına aldığım en güzel çiçeğin kokusu genizlerimi doldurmuştu. Ben bahtiyardım, fakat çiçeğin kokusu bana mı geçti, yoksa benim kokum çiçeğe mi, bilmiyordum. Bunu hissettikten sonra beni sonsuz bir mutluluk, yeni bir sevinç sardı.

Ve o koku içime sindi.

Ve yürüyordum.

Fakat ay batışa geçti, şark da kızıla boyandı. Çiçekli tarlaların arasında şaşırıp kaldım. Çok kötü oldum. Dudaklarımın arasındaki çiçeğin kokusunu kendi kokumda aradım, bulamadım. Ve çok kötü oldum.

Tarlaları şaşkınlıkla süzüyor ve bahçenin, bütün bahçenin kokusunu hissetmek istiyordum.

Hilal battı. Kaybolan gecenin şehvetiyle kendimden geçmiştim. Şark ağarıyordu. Yeni günün parıltısında ışınların titreşimlerini nefesimde hissedebilseydim!…

Fakat olmadı… Aklım başımdan gitti. Dudaklarımın arasına aldığım en güzel çiçeği ısırdım.

Uçurum.

Dudaklarımda zehirli karıncalar. Ve hiçbir koku yok. Tarlaların arasında yürüyor ve sıradan çiçekleri koparıyorum. Hiçbir koku alamıyorum. Onları çiğniyorum – ve dudaklarımda yine zehirli karıncalar.

Uçurum !

………………………………………………………...........

Her fundanın altını ve mercan kayalıklarını çilekler, kaplamış. Gökyüzü gülümsüyor. Ağzım tatlımsı. Bayılıyorum. Yürüyorum, ağaçların yaprakları gözlerimi siliyor. Orak zamanı. Olgunlaşmış ekin demeti düşmüştür; uzaklardan orakçı kadınların şarkısı gelmektedir.

–Eh işte, küçük çorak arpa ve darı tarlası. Dermansız ayaklarım kesiliyor ve beni oraya, saklı döşeğime çekiyorlar: güneş gözlerimden kaybolacak. Ben de gecemin karanlığında eriyip gideceğim.

Küçük, verimsiz arpa ve darı tarlasında adımlıyorum Sükûnet ve rahatlık. Hayır, öyle değil işte iki göz; siyah böğürtlen! Ve yine, her taraf çilek. Ah, gökyüzü gülümsüyor, dilim damağımda, ağzım tatlımsı, bayılıyorum. Yürüyorum; olgunlaşmış başaklar alnıma çarpıyor.

–Dur!

Tarlanın çökmüş sınırında, iki kafa görünüyor. Yaklaşıyorum: orakçı kadın ve erkek. Sarhoş gibi güçsüz kuvvetsiz kalmış, orak biçmişler. Bitkin, ter kan içinde kalıncaya kadar. Güneşin altında istirahat ediyorlar. Sarhoş güçsüzlüğü ile bana bakıyorlar, dermansız, suçlular gibi.

Rüzgâr esiyor. Uzaklardaki iş dünyasında gökyüzü gezinti yapıyor. Genç vücutların altında tarlanın sınırı hafifçe çökmüş: altlarında çilekler, içlerinde çilekler-çilek…

Dalgalanıyor küçük arpa ve darı tarlası. Gördüğüm manzara beni uzaklara sürüklüyor.. Ağzımda tatlımsı bir acı. Üzerimdeki gökyüzü gülümsüyor; eriyip gidiyorum gecemin içinde.

………………………………………………………...........

Etrafımdaki gün söndü, ama kalbimdeki gün parlıyor. Senin gözlerinde onun yansımasını gördüm.

Hey, bebeğim, yeni günü ve onun içinde senin gibi güzel olmayı hayal ettim. Görmeme izin ver! Tan yerinin ergüvani rengi bizi örtecektir. Beni korku ve de utanç saracak. Kalbimdeki sevinci dehşet donduracaktır. Sen uyanmadan önce dudaklarına dudaklarımı dokunduracağım. Korkumu sezmemen için.

Ve benim utancım…

Hey, bebeğim görmeme izin ver. En büyük isteğim bu olacak, yani bana vereceğin umut! . Çünkü ben senin kadar güzel değilim… Gücüm tükeniyor, kalbim kuruyor. Güzel işler senin kadar güzel değildir. Sensiz olamıyorum, çünkü yalnız seninle senin kadar güzel olabiliyorum.

Bebeğim, seni görmeme izin ver! Çünkü ben artık bir hayale daldım. İnzivaya çekilen kalbimin bütün gücü ile istiyorum, arıyorum ve senin gibi güzel olacağıma inanıyorum.

Senin gözlerindeki gündüzler benim kalbime aksedecek ve ölümün yüzünü mersin ağacının dalları ile süsleyecekler, çünkü hayat senin gibi güzel olacaktır.

………………………………………………………...........

Törensel bir sukûnet. Uçsuz bucaksız bir bahçedeyim. Çiçekli tarlalar arasında uzayıp giden patikalar. Onlar gözlerimi kamaştırıyordu. Fıskiyelerin püskürdüğü sularda yıldızlar oynaşıyordu.

Ve o gün aramıza geldi, yaşayanlar ve ölüler için en korkuncu. Gökyüzü başımızın üzerinde yarıldı. Yaşayanların ve ölülerin üzerine ateş ve kurşun yağdı. Ayaklarımızın altındaki toprak ikiye ayrıldı; bütün toprak! Sayısız kardeş mezarların derin uçurumlarını açığa çıkardı.

Ey, dehşet ayanlığı! Ey, utanç! Bütün neşemizin dayanılmaz utancı!

Titreyerek yatmıştık, ama sağdık çarpan yüreklerle, alev alev gözlerle.

Ve ölü uyandık, Uçsuz bucaksız kırlara dağılmış öbek öbek isimsiz ölüler…

Ve ufuklar, anaların ve kız kardeşlerin, kadınların ve çocukların çığlıklarıyla çınlıyordu. Bütün yeryüzünde.

Evet! Ama bundan sonra yine gece olacaktır! Cehennem kapıları açılacak, bütün ışınları yutacak ve yine destekten mahrum Allahsız bir gece basacaktır bebeğim! Fakat bizim umudumuz nerden fışkırıyordu? Biz neye inanıyorduk? Ve sevincimiz sadece utancımız değimliydi? O ebedi ve yenilmez utancımız!

………………………………………………………...........

Bağışla beni, bağışla! Seni tanıyamıyorum. Ve hiç kimseyi tanımıyorum. Ama seni biliyorum. Senden nefret ediyorum. Hepinizden nefret ediyorum. Oysa, seni seviyorum. Hepinizi seviyorum;– senin arkandakini ve herkesin arkasındakini.

Ah, ebedi ve yenilmez gecenin utancı!..

………………………………………………………...........

Arkanda ve önünde, solunda ve sağında yüksek duvarlar. Gökyüzüne kadar. Ve kanlar ile sulanmışlar. Kaçıyorum, Ama çok dar, mezar gibi daracık. Ölüm bu kadar korkunç olamaz! Çocukları uzaklaştırın! Onların sorgulayan bakışlarından beni kurtarın! O, ebedi ve yenilmez utançtan beni kurtarın! Onun içinde yanıyorum, ama yanamıyorum…

Allah’ım gözlerimi kim kapatacak!..

………………………………………………………...........

Kestiler gözlerimin önünde! Bütün köyleri, zincire vurulmuş öğrencileri, kadınları da kestiler…

İsyana kalkışmışlardı… Dağlar ve nehirlerin arkasında göklere kadar yükselen mezarlıklar bırakarak. Gecelerinde ümitsiz… Kalplerinde umutsuz… Yüreklerinde çaresiz…

–Isyana kalkın ey, insanlar! Binler, milyonlar İsyana! Ay çiçeği saplarıyla silahlı olsanız da. İsyana!

–Ha babam, ha…

………………………………………………………...........

Evet, ben anlıyorum, bağlantıyı kaybediyorum, bir şeyler kaçırıyorum gözümden. Katilleri? Hayır, canilerin sürüleri aynıdır; her ülkede ve her zaman!

Ey, Allah’ım! Bu olanlardan acaba hangisi aklımdan çıkıyor! Bu yenilemeyen utancın fışkıran kızgın dalgaları kalbimin hangi köşesinde saklanmaktadır. Çünkü bu utanç aklımı köreltmekte ve göz yaşlarımı da kurutmaktadır…

Bilmiyorum.

Ve de bilemiyorum.

Ama açıktır, ölümcül ağrılar gibi açıktır: kimi şeyler vardır, yaşanmaları gerekmez. Yaşanmamalıdır. Çünkü varoluşumuzun sebebini aşmaktadır. Bütün kanunlar terk edilmekte, inanışlar çiğnenmekte, ışıklar sönmektedir. İntiharın karanlığı!

………………………………………………………...........

Soğudum gökyüzünden. Kendi kendimden de… Gücüm tükendi. Yattım. Senelerden beri.

Her güneşin batışından önce soğuk bir yorgunluk bastırıyor, beni.

–Acaba, yine gelecek mi çığlıklarla dolu o gece?

Her sabahın kızıllığında kalbime kızgın iğneler saplanıyor:

–Nehirler günleri yine kanlı olarak mı karşılayacaklar?

Çünkü onlar yine yürüyecekler. Çaresizler: kesinlikle yürüyeceklerdir! Yine yürüyecekler sürülerle, binlercesi sürülerle; aç, perişan, çıplak ayaklarla… Ama herhalde yine ay çiçeği saplarıyla silâhlı olarak.

Allah’ım, Allah’ım… Ve onlar yine sürüklenecekler; gece ve gündüz, aylar ve senelerce. Yüzleri yanmış analar, kız kardeşler, kadınlar, inleyerek zincirler halinde sürükleneceklerdir. Ve onların ardından evsiz bırakılanlar, bir lokmaya muhtaç olanlar, yetimler bağırıp çağıracaklardır…

Sayısız küçük dilenci, titreyen ellerini bana, size, canilere uzatacaklardır.

E, e! Ve o zaman… Ben yine öfkelenecek miyim acaba? Daha ağlayacak mıyım? Ve bunları tekrar mı yaşayacağım?

………………………………………………………...........

Ey utanç! Beni takip eden ölçüsüz, öldürücü utanç! Beni mezara ve mezarın ötesine kadar takip edecek olan utanç…

ANGEL KARALİYÇEV

Bulgar edebiyatının ünlü yazarı Angel Karaliyçev 1902’de Veliko Tırnovo’nun Strajitsa köyünde doğdu ve 1972’de Sofya’da öldü. Yetişkenlere hitap eden eserlerinden daha çok çocuklar için yazdığı kitaplarıyla ünlendi. Ayrıca onlarca halk hikâyesini bedii bir dille kaleme aldı. Bunu yaparken de sanat ustalığını edebiyat çevrelerine kabul ettirdi. Birçok Rus halk masalını da aynı şekilde Bulgar okuyucularıyla buluşturdu. “Beliyat Gılab-Beyaz Güvercin”, “Nakovalnya ili Çuk-Örs veya Çekiç”, “Trimata Yunatsi-Üç Yiğit”, “Toplata Rıkavitsa- Sıcak Eldiven” ve daha onlarca kitabın yazarıdır.

 

Bazı eserleri Türkiye’de de yayınlanmıştır.

TEMBEL ADAM

Vaktin birinde tembel bir adam varmış. Hiçbir iş yapmaz bütün gün gölgede yatarmış. Çocukları ise ev ev gezip dilenirler, sefalet içinde yaşarlarmış. Bu tembel adamın yanından geçen köylüler, durup onu azarlarlarmış.

– Çocukların zavallı ve perişan halde gezip dolaşıyor. İnsanlar canla başla çalışırken sen ise yan gelip yatıyorsun. Hiç utanmıyor musun? Kalk da işe git!

Tembel adam ise:

– İş mi dediniz? İşi bana methetmeyin! diyor ve öbür yanına dönüyormuş.

Bir gün bu tembel adam yattığı yerden kalkmış, kiliseye, köy papazının yanına gitmiş.

– Peder demiş, bana bir dua oku, köydeşlerimi de çağır, beni diri diri gömsünler.

Papaz hayretle sormuş:

– Niçin canım?

– Çünkü insanların takazası canıma yetti. Niçin çalışmıyormuşum diye beni bir türlü rahat bırakmıyorlar. Öteki dünyaya gideyim de, orada bari rahat yatayım.

Papaz razı olmuş:

–Pekalâ deyip duasını okumuş. İki kişi daha çağırarak tembeli tabuta koymuşlar ve mezarlığın yolunu tutmuşlar. Papaz elinde kandil önde yürüyor, cemaat da arkadan geliyormuş.

Yolda bunlara İşbaşaran rastlamış:

–Bu adamı nereye götürüyorsunuz böyle? diye sormuş.

– Mezarlığa… Gömeceğiz de…

– Durun canım, adam diri diri mezara gömülür mü? Söyleyin niçin gömeceksiniz adamı?

Tabutu taşıyanlar işin aslını astarını anlatmışlar. Onları dikkatle dinleyen İşbaşaran biraz düşünmüş, sonra tabutta yatan tembele demiş ki:

– Dinle beni! Kalk şu tabuttan da gel bize kadar. Sana bir şinik buğday vereyim de kazanmaya başlayıncaya dek yersin.

–-Tembel, tabutun içinden doğrularak:

– Ama buğdayı öğütülmüş mü vereceksin? diye sormuş.

– Öğütülmedik vereceğim.

O zaman tembel adam tabutu taşıyanlara dönerek:

– Mademki öyle, götürün beni mezarlığa, demiş. Bana buğday lâzım değil. Buğdayı değirmene götüreceğim, öğüteceğim, tekrar eve getireceğim, hamur karacağım, sonrada pişirip yiyeceğim! Bu uzun ve cefalı bir iş. Benim hâlim mezarda daha iyi olacak.

Tembeli mezara götürüp diri diri gömmüşler. Sadece nefes alabilmesi için dışarıya bir boru uzatmışlar. Papaz duasını okumuş, elindeki kandili birkaç defa sallayarak mezarcılarla birlikte oradan ayrılmış.

Gece yarısı İşbaşaran kendi kendine düşünmüş:”Varıp gideyim de, mezarda diri diri yatan şu adamı tembellikten kurtarayım” demiş. Bir kat siyah elbise giymiş ve mezarın başına varmış:

–Kalk! diye onu dürtmüş.

Tembel irkilerek:

–Sen kimsin? diye sormuş.

İşbaşaran:

– Ben şeytanım demiş. Bu gün ölülerin ruhlarını aramızda paylaştırdık da, seninki bana düştü. Senin amirin benim. Her ne buyurursam yapacaksın. Yoksa, seni katran kazanında kaynatırım.

Tembel korkudan titremeye başlamış:

– Bana göre ne iş var? diye sormuş.

– İşte mezarlığın orada, alt tarafında büyük bir taş yığını var. Bu taşları mezarlığın üst tarafına taşıyacaksın. Haydi iş başına! Şafak sökünceye kadar taşların orada olmasını isterim.

Tembel, kollarını sıvamış, ağır taşları birer birer taşmaya başlamış. Taşırken hızlı hızlı soluyormuş. Arada bir tökezliyor, yeniden kalkıp yürüyormuş.

Tembel adam taşları taşıdıktan sonra dinlenmek için oturmuş. Kıyafet değiştiren adam gene yanına gelmiş, elindeki kamçıyı savurarak:

– Gel bakalım, şimdi sana emeğinin karşılığını vereyim, demiş.

Tembeli bir ağaca bağlamış, avucuna tükürmüş ve kamçılamaya başlamış.

Güzelce bir dayak attıktan sonra, Tembel adam mezara girmiş. Cehennem bekçisi, üstüne birkaç kürek toprak atmış ve çekip gitmiş.

Sabah olmuş. Kendine gelen tembel, yattığı yerde bir iki defa kımıldamış. Üstündeki toprağın az olduğunu anlayınca yerinden kalkmış, silkinip mezardan çıkmış ve köyüne doğru koşmuş. Soluk soluğa eve varmış. Hemen baltayı alarak ormana gitmiş ve odun kesmeye başlamış. Yanından geçen bir köylü ona selâm vermiş:

–Hayır ola, ahretlik! Öbür dünyadan ne haber?..

Tembel cevap vermiş:

–Anlatılacak gibi değil. Bütün gece insana taş taşıtıyorlar. Üstelik bir de eşek sudan gelinceyedek dövüyorlar.

– Akşam yine mezarlığa dönecek misin?

– Senin sorduğun da soru mu!?.. Şu ormanı keser bitiririm, fakat şeytana çıraklık etmem!

GEORGİ KARASLAVOV

Hikâye, roman ve oyun yazarı G. Karaslavov, 1904’te Pırvomay’ın Debır köyünde doğdu. Dedesi Kırklarelilidir. İlk, orta okul ve liseyi bitirdikten sonra Kızanlık’ta Pedogoji Okulundan mezun oldu ve bir süre öğretmenlik yaptı. Daha sonra Sofya Üniversitesinde ziraat mühendisliği okudu, ancak 1928’de öğrenci grevlerine katıldığı için ihraç edildi. Prag’ta (eski Çekoslovakya) öğrenimine devam ettiyse de bitiremedi ve buranın inşaatlarında çalıştı. Çek işçi sınıfının hayatını ve mücadelesini ele alan “Sporjilov” adlı ilk romanını da burada yazdı.

Ülkesine dönünce farklı gazete ve dergilerde çalıştı. Sosyalist devriminden sonra Başkent Halk Tiyatrosu Müdürü (1947-1949), Septemvri dergisinin Baş redaktörü(1950-1957), Bulgar Yazarlar Birliği Genel Sekreteri(1958-1962) görevlerinde bulundu.

Kırkı aşan eserlerinden bazıları şunlardır: Serseriler (Hikâyeler), Cehennem Ucubeleri (Hikâyeler), Bizim İşimiz Bitti (Mizah Hikâyeleri), Tatul, Gelin, Basbayağı Adamlar-6 cilt, Köyde adlı romanları, Baberovlar, Bataktaki Kaya, Halkın Sesi adlı oyunları vb.

Eserlerinden 15’ten fazlası yabancı dillere çevrildi. 1961’de Bulgar Bilimler Akademisi üyeliğine seçildi. Gerçekçi bir yaklaşımla konuları işledi. Hep demokrasiyi savundu, halk kitlelerinin acılarını, sevinçlerini ve yaşam mücadelelerini geniş bir perspektifle anlattı.

HAYATA DOĞRU

Üç gündür iş aramıyorum. Yoruldum artık. Oturup düşünüyorum, çare bulamıyorum. Bilincimi ele geçirip beynimin bir duvarını delmeye çalışan bir şey var, ama onu önlemeye çalışıyorum. Aylak oturdukça garip düşüncelere dalıyorum. İrademin günden güne kırıldığını hissetmekteyim. Bunca gündür beni derinden ve korkunç bir şekilde ürküten şeytana en sonunda bir çıkış izni verip bir karar alıyorum: “Bu sefil hayattan, bu rezil dünyadan kurtulmak için intihar etmeliyim!” diye düşünüyorum. Böyle düşününce başka bir şey oluyor; az önce buna benzer belli belirsiz bir düşünceyle bir yaprak misali titrerken, şimdi keyfimce hâlâ elde bulundurduğum o şeyi kendi elimden almağa azılı bir katilin soğukkanlılığıyla karar veriyorum. Sonra birilerini heyecanlandırmak için bu gerekli midir? Hısım-akraba mı? Kimdir bunlar ve nerededirler? Zaten benzer düşüncelere kapılmam da gereksiz. Başkalarını düşünen, kendini de düşünür. Ben kendimi de unutmak için kimseyi düşünmeyeceğim. Tereddütsüz, kesin olarak izleyeceğim bir amacım var artık. Kendimizi asmak bedenimizin acılarını arttırmak demektir. Dilencilik yapamam, ama hırsızlığın alâsını yapabilirdim! Nesi var, mal-mülk sahipleri bunun önceden önlemini almışlar; her yerde tetikte duran polisler ve jandarmalar kendilerine atılan ekmek kırıntılarına karşın, insanı bir et parçası gibi dilimlemeye hazırdırlar.

Buruşuk bir sigara kutusunun düzgün kalan bölümünü kesip üstüne şunları yazdım:

“Açlık ve sefaletten bunalan şu kanlı yeryüzünde daha fazla yaşamak istemiyorum.”

Dışarı çıktım ve sokak boyunca yürüdüm. Lülin Dağı’nın yeşile bürünmüş etekleri güneşi yutuyordu. Pek yakında erguvan ve menekşe rengi karışığı son ışın, bir son nefes gibi kopup gidecek, benim son günüm de sönüp tükenecekti. Ancak, bu düşünceyle ölümün soğuk terleri vücudumu dondurdu. Demek ki son günüm! Kendi gözlerime ölüme bakıp onu selâmlamak, bize cömertçe verilen tek şey: tozlu havaya vücudunu son kez koyuvermenin saatını bilmek, gözlerini ebedi olarak yumacağın yeri kendin tayin etmek korkunç bir şey! Gençliğin sesini boğdum, ölümüm nasıl olur? diye düşünüyorum artık.

Ölüm ağır olacak, çünkü hayat verici hava akımını keseceğim küçük şal kalın ve kabadır. Ama benim için hepsi bir. Boynum zaten pek fazla incelmiştir. Ufak, şık bir sicim olsaydı büyük mutluluk duyardım. Hani bilseydim, imkânlarımın elverdiği sırada kuruş kuruş para biriktirir, çarşı pazardan bembeyaz, dümdüz bir sicim satın alırdım.

Yürümeye devam ediyorum, sallanır gibiyim, fakat açlık duymuyorum. En ufak düşüncelerden bol bol doğan o son izlenimlerimle meşgulüm. Yüksek inşası yeni tamamlanmış bir binaya bakıyorum: örümcekler gibi, bir takım kül rengi insan suretleri inip çıkıyor birkaç gün idare edecek kadar para kazanmak için. Tabi, onları kıskanmıyorum, fakat bu sarayın sahiplerince vücudumdan emilmiş ter damlasının özellikle hangi tuğlada soğumuş olduğunu kendi kedimde soruyorum; bir sürü öğretmen, papaz, gazeteci bunun böyle olduğunu, sonsuza dek, böyle sürüp gideceğini temin ediyorlar. Ben bir dilim ekmek, bir ekmek kabuğu bulamazken bunca ekmeğin neden fırında durduğuna şaşıp kalıyorum. Bunun bana bir lütuf olarak değil de kendi emeğimin karşılığı olarak verilmesi gerekirken?

Tıpkı bir gölge gibi yavaş ve hafif adımlarla yürürken kendi kendime soruyorum: Soğuk, vakitsiz bir mezara çıkan bu parke ve asfalt yollar benim neme gerek? Bunun yerine ben tozlu bir köy yolunda fabrika ya da tarlaya sevinçle koşmak isterdim. Orada geniş omuzlu, güleç gözlü neşeli arkadaşlar beni bekler durur. Şurada serin, konforlu bir restoranda şişman bir bayan köpeğine pişmiş bir et siparişi vermektedir. Heeey, ben size tükürüyorum, her şeyinize tükürüyorum, anlıyor musunuz?.. Gerçekten, sessiz, fakat derin bir öksürüğe tutuluyor, boğuluyor, yayalar kaldırımına tükürüyorum. Çantası sırtında bir genç adam dönüp bana bakıyor. Vereme yakalandığımı, doktora gittiğimi sanıyordur.

Otomobiller, motosikletler yanımdan vızıldayarak süratle geçip gidiyorlar. Trafik polisi yön gösteriyor. Hey, polis efendi, ben bir suç işleyeceğim. Seni alaya alıyorum, çünkü sen bunu bilmiyor, nahoş bir haberden toplumu kurtarıcı tedbir almıyorsun; işsiz güçsüz gezen adamın biri kendini asmış…keyif için. Yarın sen kurulu düzeni bozduğum için bana ceza yazacaksın. Tabi, cebimde para bulamayacaksın. Heeey! Pürüzsüz kınapla örülmüş küçücük bir sicim alacak kadar param olsaydı,ne kadar memnun olurdum!..

Köprüyü geçip çam korusuna doğru yöneliyorum. Akşam, ateşli gök musluklardan fışkırıp gürültülü şehre dalgalar halinde akıyor. Elektrik hattı bulvarın bitiminde, aşağılarda kayboluyor. Bugün iş günü, yukarı tarafta canlılık yok. Orman sakin. Belki de kötü mezarlarında barınak arayan, mutluluk ve hiçlikten sarhoş bir aşık çifti ürkütebilirim. Yavaş yavaş yukarı çıkıyorum, çünkü ayaklarımın gücü büsbütün kesildi. Dönüp bakıyorum. Şehir kıpır kıpır. Yola devam ederek hayatıma son vermek üzere sapacağım noktayı karanlıkta arıyorum. Yeter artık. Bir tesadüf olarak bana engel olabilecek herkesten epey uzaktayım. Hafifçe titremeye başlıyorum. Belki de bunlar, büyük yaşam susuzluğunun son çırpınışlarıdır. Hayata doyamadığım hâlde işi oluruna bıraktım artık. Başka çıkar yol bulamadığım için intihar edeceğim. Son defa dönüp şehre, hayatımı emen bu deve bakıyorum. Senin suratına tükürüyorum ey canavar! Senin ikiyüzlü ahlâkından, senin batakhanelerinden tiksiniyorum. Oralarda satılmış kız kardeşlerimizin önünde edepsiz, müreffeh sakinlerin şampanyaya dönüşmüş kanımızı içerler!..Ruhumda derin bir esefin teli titreşiyor.

Kendi zulmünün harabeleri altında çöktüğün günü, insafsızca ikiyüzlülüğünün maskesi altında acı çeken kardeşlerim ve kız kardeşlerim için iyilik ve mutluluk çiçeklerinin açtığı günü göremeyeceğim. Bu akşam hayatıma son vereceğim. Yarın senin efendilerin çeşitli partilerin yayın organlarından haberi duyacaklar, satılmış gazeteciler şöyle yazacak:

“Bu yıl intiharlar çoğaldı… Dün gece X. adında bir delikanlı…” Tam olarak ne yazacakları hiç önemli değil. Ama ben nefis bir un ya da birinci kalite emsali bulunmayan bir çikolata reklâmının yerini alacak ya da yayınlanmasını geciktirecektim. Ben… bir reklâmın yerini tutacağım, sizin sarı gazetelerinizde… Ancak hayatta benim kaderim bu mu olacaktı?.. Küçük bir gazetecilik sansasyonu yaratmak için!

Arkadaşlarımın kahvaltılık birer simit alabilecekleri son kuruşlarını ellerinden almak ha! Satılmış gazetecilerin keselerini doldurmak ha!..

Bu beklenmedik düşünce heyecanı ile şaşkın, geri çekildim. Tatlı bir ses bana hayatın kanlı masalını fısıldadı. Bacaklarım istemeyerek bükülüyor, bir ceset gibi yere yıkılıyorum, ilkyazın nefesimi bilinmez bir sezgi ile duyuyorum. Gece, günün sıcak dalgalarını savuruyor. Ağaçlar hışırdıyor, orman bir hayat türküsü çağırıyor.

 

Bütün vücudum titriyor. Gizli bir ifşa, bilincimi ele geçirip dinleştiriyor. Her şeyi açıkça, basitçe görüyorum. Geri dönüş mü? Asla!

Hayat yalnız orada mı? İnsanlar yalnız orada mı yalancıl, açgözlü, kötü insanlar… Kurtuluş yalnız darağacında mı? Başka bir dünya daha var; sessiz, sakin, karanlığa ve sefalete gömülmüş, fakat samimi! Orada, onun göğsünde lekelenmemiş değerlerle henüz kendini göstermemiş, uyandırılmamış güçler uyumaktadır. Oraya gidip köleleşmiş, namuslu emeğin acılarını ve sevinçlerini paylaşmak isteyeceğim. Daha sonra onun rüyasının basit sırrını açıklayacağım, soylu sıcacık yüreğine cesaret ve inanç aşılayacağım. Bu arada kendi hayatımın acılı masalını anlatacak, göz kamaştırıcı ışık ve yaldız altında aç ve yalınayak, serserice dolaşan, saraylar yaptıkları hâlde açık havada, toprak üstünde yatıp uyuyan şehirdeki kardeşlerimin yaşamını hikâye edeceğim. Onlara kader ve talihimizin, yolumuzun hep bir olduğunu söyleyecek, onları ters yola, doğruluk ve yenileşme yoluna götüreceğim.

Geleceğe umut ile günümüzün yarınına derin inanç, vücuduma yepyeni güçler katıyor. Hoşça kal! Hayatımın anlam ve amacını sezmek için, ölümün kıyıcığından geçtim ben…

Olete lõpetanud tasuta lõigu lugemise. Kas soovite edasi lugeda?