Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

SÖZLEŞME

Ertesi sabahleyin mektebe gittim. Baktım ki çocuklardan hâlâ kimse gelmemiş, gittim, yerime oturdum; başımı rahleye koyup düşünmeye başladım. Gözyaşlarım çeşme gibi akıyor. Kapının önünde gezinen tavukların, köpeklerin fışıltısını işittikçe “Rıfat Bey geliyor.” diye kanım donar, hem sevinirim hem korkarım. Sevinmek pek iyi; lakin korkmak neden, titremek neden?.. Nihayet Rıfat Bey de gelir; benim böyle ağladığımı gördüğü gibi boynuma sarılıp:

“Ah canım Saliha’m, ne ağlıyorsun, ne oldu? Ah… Sus… Gözlerini sil… İşte beni de ağlatıyorsun. Yalnızdın da korktun mu yoksa? Niçin ağlıyorsun?”

“Nasıl ağlamayayım… Ah… ben… seni… seviyorum! Bilmem… sen… beni sever misin sevmez misin? Hatta dün pederime de seni sevdiğimi söyledim de… benimle güldüler. O neyse, fakat bir şey hatırıma geldi: Yarın öbür gün beni mektepten alacaklar. Yaşmak, ferace, bilmem ne giydirecekler; o vakit nasıl görüşeceğiz, nasıl yapacağız?..”

“Ah… Onu ben de düşünürüm, ben de böyle bir ayrılmadan korkarım… Ama… Allah kerim… Şimdiden mi ağlayacağız?.. İki üç sene görüşemeyeceğiz. İşte bu bizim çilemiz olsun.”

“Nasıl!.. İki üç sene!.. Ya sonra?.. Sonra nasıl görüşeceğiz? İşte, sen bir zaman sonra evlenirsin… Ben de… Ah, elimizde değil ki!.. Anam dün akşam söylüyordu ki baba ana kızlarını, oğullarını istedikleri gibi evlendirir; hiç onlara sormazlar. Senin baban sana bir kız verirse almayacak mısın?”

“O ne!.. Ben evleneyim, ben senden başka kız alayım, ah, mümkün müdür? İnanır mısın Saliha’m ben sensiz yaşayayım? Ah!.. Sevdiğim kadar sevmezmişsin demek olur.”

“Ah Rıfatçığım, benim muhabbetimden gönlüne sor, nasıl ki ben dahi senin muhabbetinden gönlüme sorarım; ama ne yapalım, elimizde ne var?”

Rıfat Bey bana cevap vermeksizin hokka kalemini aldı, bir parça kâğıt aldı; bir iki satır yazı yazdı, önüme attı. Bir de alır okurum ki “Beşikten mezara muhabbetimiz baki olup birbirimizi almamaya mecbur olduğumuz hâlde kendimizi öldürmez isek sütü bozuk ve beceriksiziz.” yazmış ve kendi imzasını koymuş. Ben de imzamı koydum. Bir daha onun gibi yazdı, ona dahi imzalarımızı koyduk. Birini kendisi aldı, cebine koydu, birini de bana verdi.

Saliha Hanım bu noktaya geldiği gibi, cebinden bir sürü anahtar çıkarır, yanında bulunan bir çekmeceyi açar, içinden altından yapılmış iki kılıf çıkarır, birini açar, içindeki kâğıdı alır, okur. Okurken gözyaşı çeşme gibi akar. Ayşe Kadın, Saliha Hanım okurken öbür kılıfı alıp “Ay, ne guzel!.. Aaa hanim, heb altin bu; elli dirhem var… Kaş bara almiş acaba?”

“İşte dadı, Rıfat Bey’in yazdığı kâğıtlar bunlardır. Bunu kendisi aldı. Aaaah! Sekiz sene cebinde tutmuş!.. O senin elindeki, sekiz sene benim cebimde durmuştur. Her sabah akşam çıkarırdım da üzerine gözyaşı dökerdim… Kan da… Ah, kan da dökecektim!..”

“Aaaa… Kan! Allah koruya! Nişun hanim?”

“İşte bizim nişanlarımız yüzük, çevre, bilmem ne yerine bu iki kâğıt parçalarıdır ki muşamba içine koyup sekiz sene ceplerimizde tutmuşuz, gözyaşlarımızla ıslatmışız; kanımızla dahi boyayacaktık! Sonra, Cenabıhak istedi de altın kılıflara koyduk.”

Saliha Hanım, kılıfları çekmeceye koyduktan sonra, yine hikâyeye başlar:

Rıfat Bey’in bu yazdığını gördüm. Kâğıdı cebime koydum, biraz teselli buldum. Başka hülyalar zihnime gelmeye başladı. Hasılı bir sene daha böyle geçti. Bizim aşk ve muhabbetimiz günden güne artardı. Anam daima bana yaşmak takmayı teklif ederdi. Ama ben “Hâlen ufağım.” diyerek istemezdim. Nihayet beni mektepten çektiler; minimini bir ferace, bir yaşmak hazırladılar. Ben babamın önünde “Mektepten nasıl çekileceğim?.. Nasıl yapacağım?.. Ben cahil kalacağım!” diyerek ağladım sızladımsa da fayda vermedi. Pederim, “Onu merak etme kızım, ağlama kuzum. Bu âdettir: Kız on on bir yaşını geçtiği gibi yaşmaksız, feracesiz sokağa çıkamaz. Biz âdetin haricinde nasıl hareket edebiliriz? Herkes sonra bize gülecek… Ama derslerini merak edeceksin. Senin derse sevdan olduğu vakitte kendi kendine de o bildiğini ilerletebilirsin. Ben de sana bazı defa ders verebilirim… Ne yapalım, işte hâlâ kızlar için mahsus mekteplerimiz, kadın hocalarımız yok ki… Erkek mektebine on beş yaşında bir kız nasıl gidebilir?” diyerek bana teselli vermek istediyse de benim asıl keder ettiğim şey Rıfat Bey’in ayrılığı olduğundan hiçbir şekilde teselli bulmadım. Tenha bir yere çekildim, ağlamaya başladım. Bir dereceye kadar ağladım ki gözlerim ceviz tanesi gibi fırladı!.. Cihandan bütün bütün meyus oldum. Hatırıma gelirdi ki Rıfat Bey mektebe gidecek, beni bekleyecek, göremeyecek; ne yapacak? Biçare çocukcağız, keder edecek. Çünkü Rıfat Bey’in muhabbetine de hiç şüphem yoktu. İşte buna ziyadesiyle gönlüm sıkılırdı; ama daha birkaç ay, her ne kadar ki mektebe gitmezdim, sokağa çıkamazdım, fakat Rıfat Bey ile gâh gâh görüşürdük. Bir zamandan sonra bu da kesildi!.. Rıfat Bey ile hiç görüşemezdim. Bazı defa geçerken pencereden görürdüm, o vakit daha ziyade sabır ve kararım kalmazdı, bir türlü teselli bulamazdım. Beş altı ay böyle geçti. Ah o beş altı ay!.. Bana beş altı sene gibi görünür.

HABERLEŞME

Bir gün odamda yalnız oturmuşum, Rıfat Bey’in yazdığı ahitnameyi (hani ya şimdi gördüğün kâğıdı) çıkarmışım, okuyorum; bakıyorum, ağlıyorum. Gözyaşlarım üzerime dökülür. Bir de bakarım ki kapı yavaş yavaş açılır; birisi başını sokar, bir şey arar gibi her tarafa bakar. Ben, hemen kâğıdı cebime koydum, gözlerimi sildim.

“Kim o?.. İçeri gelsene!” dediğim gibi Kâmile Hanım’ın (Rıfat Bey’in validesidir.) cariyesi Gülizar girer. Bu cariye on beş yaşında bir kızcağızdır. Pek uslu bir kız… Ben pek çok severdim… Seveceğim a… Rıfat Bey’in cariyesidir.

“Ha, Saliha Hanım burada, hem yalnız!.. İşte benim istediğim…” dedi.

“Gel Gülizar Hanım, gel.” dedim.

Yanıma geldi. Cebinden bir zarfa sarılmış bir mektup çıkardı, bana verdi.

“İşte, Rıfat Bey şu mektubu verdi ve dedi ki, sizi yalnız bulup vereyim de cevabını getireyim, dedi.”

Ellerim titreyerek, gönlüm tiz tiz vurarak mektubu açtım. Şu şekilde idi:

Ruhum Saliha’m!

İşte altı ay oldu ki görüşemiyoruz. Gayet müştakım. Allah vere de bir daha görüşelim, bir daha birbirimizi dünya gözüyle görelim!.. Ah!.. O beraber olduğumuz zamanlar!.. Ah o zamanlar! Nasıl su gibi geçti o günler! Şimdi bizim için bir dakika bin yıldır. Saliha’m, şimdiden sonra, hiç olmazsa mektuplarla görüşelim. Gülizar’la bu mektubun cevabını gönder. Şimdilik bu kadarla kifayet ederim. İnşallah yakında görüşürüz. Allah’a ısmarladım! Ah!.. Ah!.. Ah!..

Rıfat

Bu mektubu okudum, tekrar okudum; belki ezberledim. Her bir harfini gönlümce, uzun uzadıya inceledim. Biraz teselli buldum. Yüzüm biraz güldü, gönlüm biraz açıldı. Hokka kalemi aldım, şu cevabı yazdım:

Candan Aziz Rıfat’ım,

Mektubunuzu aldım, dünyalarca memnun oldum. Belki taze hayat buldum. Ah! Ne derim, bu memnuniyet ölçü kabul etmez. “Mektuplaşma yarı kavuşmadır.” derler. Kavuşmak ne büyük şey, kavuşmak… Ah, mektuplaşma dahi onun yarısı değil mi ya!.. Ah Rıfat’ım, senden ayrılalı hâlim nedir, hiç tarif istemez; hemen Allah bizi birleştirsin! Başka elimizde ne var? Şimdilik bundan ziyade yazamam. Üç gün dahi yazsam, gönlümün derdini bildiremem, fakat vakit müsait değil. İkinci mektubunuzu beklerim. Allah’a ısmarladım. Ah!.. Ah!..

Saliha

Şu mektubu büktüm, zarfa koydum, mühürledim, Gülizar’ın eline bıraktım.

“Al elmasım, sakın kimse görmesin haa!..” dedim.

Gülizar gitti. Ben Rıfat Bey’in mektubunu ve yazdığım mektubumun müsveddesini tekrar tekrar okudum. O gün benim için başka gün oldu… İşte ondan sonra Gülizar’ın vasıtasıyla, ikide birde, mektuplarla görüşürdük. Ben bazen Rıfat Bey’i pencereden dahi görürdüm, çünkü vaktin çoğunu pencerede geçirirdim, ama o beni göremezdi. Beş sene daha böyle geçti. Ben on altı yaşına bastım; Rıfat Bey o zaman on sekiz on dokuz yaşında olacaktı.

KEDER

Ben on altı yaşıma bastığımı hatırıma getirdikçe kendi kendime “On altı yaşında bir kızla on sekiz yaşında bir çocuk evlenebilirler, çilemiz bitti inşallah!” diyerek sevinirdim. Hatta bunu Rıfat Bey’e dahi yazmıştım; onun dahi ümidi tazelenmişti. Bir gün odamda yalnız oturup dikiyordum. Bakarım ki annem girdi, kapıyı itiverdi, yanıma geldi, oturdu. Dikişime bakar gibi filan olur; nihayet “Kızım!” dedi. “Sen on altı yaşını geçtin, kocaya varacak vaktindir, bahtın da müsaade etmiş, seni bir büyük evden istiyorlar. Gayet varlıklı, zengin, kişizade bir efendi seni istiyor. Biz pederinle düşündük pek çok münasip gördük… Allah’ın emriyle… seni ona vereceğiz.”

Bu sözü işittiğim gibi iğne elimden düştü, gözlerimde bir duman peyda oldu; benzim nasıl oldu ancak gören bilir… Söz söylemeye mecalim yok, lakin “Şayet şu efendi Rıfat Bey’dir.” diye yine ümidi büsbütün kesmedim. Her ne kadar ki annem “gayet varlıklı” dedi, bu söz bana çok ümit vermezdi. Lakin tabii âdettir, insan ne büyük felaketlere ne de büyük sevinçlere birdenbire inanmaz. Gönül bir müftüdür ki istemediği şey için pek kolay fetva vermez.

“İşte sükût edersin, rızan vardır demek olur. Artık bitti, inşallah hayırlı…”

“Ooo… Ne! Nasıl!.. Ben şimdiden evleneyim! Aaaa, yok… Annem, yok… Ben… ben… ben evlenmem. Beni isteyen?.. Beni… kimse… istemez… Bunları siz kurarsınız… Ben…”

“Aaa kızım!.. Sen çocuk mu oldun! İşte dedim sana ya, bu talih her gün önüne gelmez. Nasıl ‘Beni kimse istemez.’ dersin? Hani ya geçen hafta görücüler gelmedi mi? Senin hiç haberin yokken onlar sana baktılar, beğendiler… İşte iş meydanda… Kocan olacak efendi Ahmet Bey isminde…”

Ben şu Ahmet Bey ismini işittiğim gibi, Rıfat Bey’in olmadığını anladım, meyus oldum. İnsan meyus olduğu vakitte -hem öyle meyusiyet- mahcubiyeti kalkar, korkusu da gider, cesur olur. Pek çok kızdım, ayağa kalktım.

 

“Aaa… Anne! İşte dedim a, evlenmem vesselam! Zorla beni evlendirmek isterseniz evlendiriniz! Benim rızamı niye sorarsınız? Ben şimdilik evlenmem!” diyerek odadan çıktım. Dadımın odasına gittim, başımı bir yastığa koyup hüngür hüngür ağlamaya başladım. Bir saat kadar böyle ağladım. Dadı mutfakta idi. Bir de gelir, beni o hâlde görür, biçare kadıncağız şaşar, “Ne oldu!.. Ne oldu!.. Kim öldü? Ne var, a kızım?.. Ne ağlıyorsun?” diyerek çağırır.

Ben başımı kaldırıp:

“Dadı, ne diyorsun? Ne şaştın böyle?.. Kim ölecek? Ah, keşke ben öleydim de… bu olmayaydı. Aaah dadı, ah!..”

“Canım, ne var? Aman söyle çabuk…”

“Ne olacak… Annem… beni evlendirmek… istiyor… Ben şimdi…”

“Ah kızım, Allah’tan bulasın! Ne yaptın bana! Az kaldı bayılıyordum. İnme isabet edecekti. Of… Allah!.. Kalk kız, biraz soğuk su ver bana… Çabuk, çabuk… Bayılıyorum!..”

Dadıyı fena hâle getirdim. Biraz su verdim, içti, kendini topladı:

“A kızım, bunda ağlanacak bir şey var mıdır? Ben zannettim ki, Allah esirgeye, ya efendi ya hanıma bir şey oldu da… Meğer seni evlendirecekler, sen sevinmeliydin a kızım, değil ağlıyorsun. Evlenmeyi fena bir şey mi zannediyorsun? Kocayı umacı mı sanırsın?”

“Yok yok, ah dadı, sen bilmezsin! Ben evlenmek isterim… Ama… Yok yok… Diyemem.”

“Söyle, söyle bakalım, acemi olma.”

“Ne söyleyeyim… Baksana şu kâğıdı okuyayım, sen dinle…”

Böyle diyerek, ağlayarak o mahut ahitnameyi cebimden çıkardım; utanarak, sesim titreyerek okudum. Dadı işitti; bu defa gülmedi. Gördü ki iş gülünecek bir raddede değil.

“Ağlama kızım, gözlerini sil. Ben gider annene söylerim de razı ederiz, haydi korkma.” diyerek kalktı, annemin yanına vardı. Ben yalnız kaldım. Biraz teselli buldum. Dadıyı dört gözle bekliyordum, dadı da geldi.”

“E, anneme söyledin mi? Ne dedi?”

“Söyledim ya… ‘Peki’ dedi. Bakalım, şimdi gitti efendiye danışmaya.”

“Ah, babam da işitecek bunu!.. Ah biçare ben, ah!.. Nasıl çıkayım önüne!” diyerek kalktım, ayaklarımı yavaş yavaş basarak babamın olduğu odanın kapısına gittim; perdenin arkasından işittim ki bu türlü konuşuyorlardı:

“Aaa! Yok, yok… Olmaz, imkânı yok; olur şey mi ya? Çocuk iyi, gerçekten iyi, pek güzel çocuk, ama ne yapayım o pederi var… Hiç öyle adamın evine kız verilir mi? Kızımı öyle bir eve vermektense öldürmek daha iyidir. Sonra, o zavallı çocuğun da bir şeyi kalmadı; pederi malını menalini yedi içti; bir şey kalmamıştır. Çocuk da daha çocuk; ne biliriz yarın o da ne ahlak peyda eder. Hiç o çocuk, Ahmet Bey’den üstün tutulur mu?”

“Hakkın var, hakkın var ama ne yaparsın? Sana dedim a, söz bağlamışlar ki birbirini almazlarsa kendilerini öldüreceklerdir! Haa, şakaya gelmez, bir tane kızım vardır, Allah esirgeye.”

“Adaaam, sözdür o. Ufak çocuk, bir şey yazmış da ne olacak?”

“Öyle deme!.. Sevdadan olmadık şey yok dünyada.”

Ben perdenin arkasında durup bu sözleri dinliyordum ve her saniyede gönlüm bir ümit tarafına sapar ve bir meyusiyete dönerdi. Bir de bakarım ki Gülizar merdivenden çıkıyor; beni gördüğü gibi cebinden bir mektup çıkardı. Koştum, mektubunu elinden kaptım, açtım, okudum: Baktım ki Rıfat Bey’in bu musibetten haberi yok; âdeti üzere yazmış. Hemen odama koştum, kaleme alıp işbu mektubu yazdım:

Rıfat’ım,

Ah!.. Bu mektup ne kara haberler getirecek!.. Ah! Beni evlendirmek istiyorlar… Ah!.. Beni evlendirmek de sana vermemek!.. Demek olur ki ikimizin canına kastediyorlar. Ah!.. Ah Rıfat’ım!.. Ben anneme söyledim ki evlenmem; dadıma ahitnamelerimizi gösterdim, kendimi öldüreceğimi söyledim. Dadı buralarını anneme söyledi. Annem, babamla konuşurlarken ben perdenin arkasından işitiyordum: Seni istiyorlar ama… sizin evinize beni yollamak istemiyorlarmış, Rıfat’ım! Valide hanımı kandırıp da seni evvelemirde iç güveyisi girmeye bırakırsa ve anneme gelip söylerse Hak Taala’mdan ümit ederim ki bir şey olur. İnşallah, Cenabıhak iki genç insanın kanının dökülmesine razı olmaz. Rıfat’ım, Allah’a ısmarladım. Cevabını acele bekliyorum. Ah!.. Ah!.. Ah!..

Saliha

Bu mektubu temize çekmeksizin Gülizar’ın eline koydum, yolladım: O gün akşama kadar gönlüm karar bulmazdı. Odamda sürekli gezerdim. Akşam, pederim yemeğe çağırdı ise de gitmeye utandım; hem de gözlerim yaş dökmeden bir dakika durmazdı ki… Ah! On senelik bir sevda, bir saat içinde gönülden çıkmaz!.. Ah, ne bir saat, bin yılda da çıkmaz! Sevilen adam unutulmak!.. Ah! İşte, imkânsız şeyler… Nihayet o gece bazısı ümitlendirir ve bazısı meyusiyet getirir bin türlü hayaller kurduktan sonra uyumuşum. Uykumda bazısı tatlı tatlı ve bazısı korkulu korkulu bin türlü rüyalar gördükten sonra sabahleyin uyanırım; bir iki dakika nerede olduğumu, ne hâlde bulunduğumu hatırıma getiremem. Nihayet kendimi topladım, bir büyük felaketin içinde, bir büyük tehlikede bulunduğumu anladım. Bir köşeye çekilirim; düşünürüm, ağlarım. Bir iki saat böyle geçtikten sonra bir de pencereden bakarım ki bir hanım geliyor, gördüğüm gibi Kâmile Hanım’ın olduğunu tanıdım; artık o sevinç, o sevinç!.. Güya hep o kederden kurtuldum, güya beni bir sürü düşmanların elinden kurtarmak için gökten bir yardımcı indi; gönlüm karar bulmaz, bir yerde duramam, kendi kendime söylerim ki: “Elbette o iş için geliyor, evet. Ah… Şüphem yoktur… Aferin Rıfat… Bak annesini kandırdı da… Ah benim de Kâmile Hanım gibi bir anam olaydı, kandırırdım ama… Ah… Bu benim annem, bu benim babam… Hele baba… Ah… Hiç adama söz söyletmezler!” Bin defa kurarım ki gideyim, gittiğim gibi cesaret edemem, söyleyemem; vücudum titremeye başlar… Oh… Olacak inşallah! Bu iş bitecek, Kâmile Hanım annemi kandıracak… Oh… Oh… kurtulduk! Ya Rabbi… şükür… ah… bin kere şükür!..”

Böyle diyerek odanın içinde sürekli geziyordum, bir de bakarım ki Kâmile Hanım çıkıyor, gidiyor. “Ah… Gidiyor! Bir şey yapamadı! Nasıl? Yoksa işi uydurdular da gidiyor mu? Ne bileyim… Ah ya Rabbi!.. Lakin düşünerek… ah, işte işte… düşünerek gidiyor!.. Bir iş yaptılarsa annem gelecek, bana söyleyecek. Hele dur bakalım… Ah, nasıl geçmiyor zaman! Nasıl uzadı saatler!..” diyerek bir iki saat (Bir iki saat, saate bakarak; yoksa bana sorsan bir iki ay!) daha düşünmekle geçirdim. Bakarım ki Gülizar kapıdan giriverir, cebinden bir mektup çıkarır, bana verir. Bu mektubu nasıl aldım, nasıl açtım? Hiç bilmem… İşte nasıl yazıyordu:

Ah!.. Saliha’m… Ah!..

Bu son defadır ki sana yazıyorum!.. Eyvah bu son defadır ki sana hitap ediyorum!.. Sevdiğim, altı senedir ki seni göremiyorum! Beraber konuşamıyoruz! Ah… O mektepte olduğumuz zamanlar, ah o zamanlar! Nasıl çabuk geçti!.. Nasıl kıymetini bilemedik! Her dakikası dünyalar kadar değerdi! Ah… Ah o zamanlar geçti de bir daha dönmeyecek! Bir daha, gözlerim Saliha’yı göremeyecek… Bir daha konuşamayacağız!.. Altı yıldır sabrediyoruz; nasıl ediyoruz, niçin ediyoruz? Bir ümit ile, evet bir ümit ile… Yine görüşmek, bir gün birleşmek ümidi ile… Lakin eyvah!.. Bu ümit bitti… Bu ümit daha yok… Evet, yok! Şimdiden sonra yok artık! Anan, baban… Ah o zalimler!.. Bizi birleştirmek istemiyorlarmış, seni nişanlamışlarmış! Evlendirecek kızları yokmuş artık!.. Ah biçare Rıfat!.. Ah… Ah!.. Zavallı Saliha! Ah, ne yapalım, esiriz… Kendimize malik değiliz, istediğimizi yapamayız, evet, kendimize malik değiliz, lakin hayatımıza, ölümümüze malikiz!.. Kendimizi yokluk çölüne atabiliriz… Orada hür yaşayabiliriz… Bu dünyada hürriyet yokmuş. Dünyanın en ziyade hürleri esir imişler! Hemen bu dünyadan kurtulalım Saliha’m, benim hançer önümde duruyor; ahitnamemiz ve senin gönderdiğin mektuplar koynumda duruyor ki onlar dahi kanla boyansınlar! Gözyaşlarımız üzerlerine düşmüş, kanımız da üzerlerine dökülsün!.. Saliha’m, senden bu mektubun cevabını bekliyorum; bir daha o güzel elinle yazılmış yazıyı göreyim de sonra kendimi öldüreyim!.. Sen de… Saliha’m… sen de… bildiğin… istediğin gibi yap… Ah felek!.. Ah… Bu sözü bana nasıl söyletirsin? Ah, bu vücutlarımız toprak altına girecek… dökülecek… çürüyecek!.. Eyvah, eyvah, senin o nazenin vücudun, o gül gibi yüzün çürüyecek, bir daha göremeyeceğim! Lakin yok… Yok yanlış söyledim, o mezarda çürüyecek şey, etten, kemikten ibaret bir şey; sevişen, ruhlarımızdır. Evet, ruhlarımızdır ki, bu cisim kafesinden kurtuldukları gibi, görüşecekler… Ah, şüphem yok ki görüşecekler. Cenabıhak böyle iki âşığı ayırıp bir daha görüştürmemeye razı olmaz! Ah Saliha’m ah!.. Bu mektubu kapamayı gönlüm istemez… Daha yazmak isterim, lakin elim kaldı, zihnim durdu, gözlerim görmez oldu. Hemen Allah’a ısmarlarım… Ah!.. Ah!.. Ah!..

Sevdiğin
Rıfat

İşte, ben bir hayırlı haber beklerken bu mektubu okuduğumda aklım başımdan gitti, vücudum titremeye, gözyaşlarım çeşme gibi akmaya başladı. Nihayet kendimde olmadığım hâlde, mektubu okudum; bitirdiğim gibi mektup elimden düştü. Vücuduma fena hâlde bir titreme geldi. Biçare Gülizar şaştı: Yüzüme bakıyor, bir şey söylemeye cesaret etmez. Hemen kendimi öldürmek istiyordum, lakin vasıtam yoktu. Ah, insanın dünyadan ve dünyada en ziyade sevdiği şeyden ümidini kesmesi ne müşkül şey!.. Nihayet kalemi aldım; elim, vücudum titreyerek, gözyaşlarım aka aka, Rıfat Bey’e son defa olarak bir iki söz yazmaya başladım.

Ah!.. Rıfat’ım… Ah!..

Ecelimizin ve ecelden müşkül olan ilelebet ayrılığımızın haberini getiren mektubunuzu aldım. Ah!.. Ah!.. Bugüne nasıl yetiştik! Bugün ne kara gündür!.. Ah bayılıyorum! Ziyade yazmaya mecalim yoktur… Ben dahi sözleşmemiz üzere, kendimi öldüreceğim!.. Başka vasıtam yok, ancak kendimi kuyuya atıvereceğim… Ah Rıfat’ım ah!.. Allah’a ısmarlarım… Biz bu ömrü böyle ayrılıkla geçirdik! İnşallah öbür dünyada görüşelim… Ah!.. Ah Rıfat’ım! Daha yazmak istiyorum, lakin yazamam. Eyvah, hem de bizim için şimdiden sonra bir dakika yaşamak haramdır… Hemen kendimizi bu dünyadan kurtaralım. Allah’a ısmarlarım… Ah!.. Ah!.. Ah!..

Sevdiğin
Saliha

MURAT

Bu mektubu kapamaya, zarfa koymaya mecalim yok. Hemen bitirdiğim gibi Gülizar’ın eline bıraktım. Biçare kız da acemi; mektubu elinde tutarak kapıdan dışarı çıkıyor… Lakin şu kadere bak, şu bahta bak: Annem sofada bulunmasın mı, mektubu kızın elinden kapıp pederime getirmesin mi?.. Ben Gülizar çıktıktan sonra, bulunduğum yerde donmuş gibi kalmışım, aklımı şaşırmışım, gözlerimi bir yere dikmişim. Bir dakika geçer geçmez annem koşarak ve ağlayarak gelir, kapıyı şiddetle itiverir, gelir boynuma sarılır, beni öper, kucaklar, gözyaşları çeşme gibi yüzüme dökülür! Ben ne olduğumu, nerede bulunduğumu anlayamam, daha kendime gelemem, annem, “Ah, kızım… Kızım! Kendine gel! Ah biçare ben, ah zavallı ben!.. Az kaldı öksüz kalırdım! Ah şükürler o dakikaya! Ne hayırlı dakikaymış o ki, ben odadan çıktım da Gülizar’a rast geldim! Ah kızım, korkma, düşünme, muradın gerçekleşecek, senin için korkulacak bir şey yok artık. Pederini de kandırdım; seni Rıfat Bey’e vereceğiz.” dediği gibi kendimi topladım. Artık öyle bir meyusiyetten sonra böyle ümit verici bir söz işitmek! Böyle bir ümide dönmek! Oh… Ne büyük şey!.. Lakin insan kedere dayanamadığı gibi sevince o kadar daha ziyade dayanamaz. Vücudum titremeye başlar, gözyaşlarım çeşme gibi, annemin göğsüne dökülür. Hüngür hüngür ağlamaya başlarım. Biraz sonra, zihnim azıcık karar bulur, vücudum biraz rahat eder. Bir de Rıfat Bey hatırıma gelir, birdenbire benzim değişir:

“Ah… Rıfat Bey… Rıfat Bey… Rıfat Bey kendini öldürmüş, ben ne ümit ederim!”

“Yok kızım, yok! Korkma, Gülizar’a ben söyledim; şimdi gitmiş, söylemiş. O da şimdi sevinmektedir.”

Bu sözü işittiğim gibi, bütün bütün rahatlandım. Gözümü sildim, annemin elini öptüm; yanına aldı.

Nihayet bir aydan sonra, gelin oldum. Lakin Rıfat Bey’in evine geldim çünkü Kâmile Hanım, oğlunun iç güveyisi girmesine razı olmazmış ve hatta Rıfat Bey’in ricası üzere anneme geldiği vakitte dahi orasını teklif etmemişmiş. Nihayet evlendikten bir sene sonra, kayınpederim vefat etti, üç sene sonra Kâmile Hanım dahi öldü.

“Ah biçare Kâmile Hanım ah! Beni ne kadar seviyordu!”

Saliha Hanım kendi başından geçenleri bitirdiği gibi, yine dikişe başlar; Ayşe Kadın “Ah hanim, sen de şok şakmiş, onun işun şabuk ihtiyarlamiş, zavalli hanim!” diyerek kalkıp mutfağa gider.

Olete lõpetanud tasuta lõigu lugemise. Kas soovite edasi lugeda?