Kızıl Odanın Rüyası III. Cilt

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

Sözlerinin böyle bir sonuç doğurduğuna çok üzülen Yinger, hemen ikisinin arasında girdi ve halanın havaya kalkan elini tuttu.

“Şaka yaptım.” dedi yatıştırıcı bir sesle. “Onu döverek beni çok üzdün.”

“Bizim işlerimize karışmayın rica ederim!” diye tersledi kadın onu. “Siz buradasınız diye kendi yeğenimi terbiye etmem yasak mı?”

Bu ahmakça cevap karşısında Yinger öfkeden kıpkırmızı kesildi.

“Onu istediğin zaman terbiye edebilirsin ama neden ben şaka yaptığımda buna kalkışıyorsun?” dedi küçümseyerek. “Tamam, terbiye vermeye devam et o zaman.”

Kadının kolunu bırakıp tekrar kayanın üzerine oturdu, sepeti eline aldı.

Derken kızını arayan Chunyan’in annesi de sahnede belirdi.

“Sen ne arıyorsun burada?” diye sordu, kızını görünce. “Sana gidip su getirmeni söylemiştim.”

“Gel de ne yaptığını gör!” diye bağırdı yaşlı kadın. “Artık benim de üzerinde senden fazla bir hükmüm yok! Çok terbiyesizlik yapıyor!”

“Bu sefer ne yaptı?” dedi kadın, yanlarına gelerek. “Artık annesine hiçbir faydası olmadığını biliyordum da sana karşı biraz saygısı kalmıştır belki diye düşünüyordum.”

Yinger yeni gelenin Chunyan’in annesi olduğunu anlayınca açıklama yapmak istedi ama hala ona fırsat bırakmadı.

“Şuna bak!” dedi kayanın üzerindeki söğüt dallarını göstererek. “Kocaman kız oldu, akıllandı sanıyorsun ama yok! Bir de beni mahvetsinler diye başkalarını da getirmiş!”

Fangguan ile başarısız dalaşmasından dolayı hâlâ öfkeli olan He ana, kendisine destek olmadığı için kızına da kızgındı.

“Küçük sürtük!” diye bağırdı, üstüne doğru gelip, başına vurarak. “Bu genç kadınlarla çalışmaya başlayalı ne kadar oldu ki hemen onlar gibi havalara girdin! Ama elimden kurtulabileceğini sanma sakın! Evlatlık başka bir şey, sen benim kanımdan, canımdansın. İstediğim zaman bakımını üstlenebilirim. Boyalı, küçük kaltaklar senin girebildiğin yerlere benim giremeyeceğimi söylediler! Sen de gir içeri; belki bir müşteri bulacak kadar uzun süre kalırsın!” Sonra henüz tamamlanmamış olan bir sepeti alıp Chunyan’in yüzüne doğru salladı. “Bu rezil şey de ne böyle? Ne demek oluyor?”

“Ben yaptım.” dedi Yinger. “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla! Asıl kızdığın kişi benim, neden doğrudan öyle söyleyip kızı rahat bırakmıyorsun?”

He ana; Yinger, Xiren ve Qingwen gibi kıdemli hizmetçileri fena hâlde kıskanıyordu çünkü onların statülerinin ve yetkilerinin kendisininkinden çok daha üstün olduğunu biliyordu. Onlardan korkuyor ve saygı gösteriyordu ama bunu yapmaktan büyük bir öfke duyduğundan acısını genç hizmetçilerden çıkarıyordu. Şimdi de kız kardeşinin düşmanı Ouguan orada olduğu için öfkesi daha da şiddetlendi. Chunyan ağlayarak Kızıl Neşe Avlusu’na doğru gidiyordu. Annesi, orada neden ağladığını sorduklarında anlatırsa, Qingwen’in aşağılamalarına maruz kalmaktan korktu. Bu yüzden arkasından koşup durdurmaya çalıştı

“Geri dön!” diye bağırdı. “Ancak ben söyleyince gidebilirsin.”

Ama Chunyan durmadı, çok sinirlenen annesi ileri atılıp onu yakalamak istedi. Chunyan dönüp, peşinden geldiğini görünce daha hızlı koşmaya başladı. Onu takip eden annesi yosunlara basıp düştü. Bu manzara Yinger ve diğer ikisini çok memnun etti.

Yinger olup bitenden o kadar tiksinmişti ki her şeyi -sepeti, dalları, çiçekleri- suya fırlatıp, sinir içinde Buda’yı yardımına çağıran yaşlı halayı ardında bırakarak eve gitti.

“Aşağılık yaratık!” diye bağırdı kadın arkasından. “Bütün çiçekleri ziyan ettiğin için üzerine yıldırım düşsün!”

Sonra dairelere dağıtmak için çiçek toplamaya başladı.

Chunyan’e gelince, Kızıl Neşe Avlusu’na kadar koştu. Orada, avlunun tam ortasında, o sırada Daiyu’yü görmeye giden Xiren’e bütün hızıyla çarptı; sonra kolundan tutup yalvarmaya başladı.

“Kurtarın beni, bayan! Annem yine dövecek!”

He ananın sinir içinde geldiğini gören Xiren kendisine daha fazla hâkim olamadı.

“Üç gün içinde ikinci kez oluyor bu. Önce evlatlığına, şimdi de öz kızına. Kaç tane kızın olduğunu mu göstermeye çalışıyorsun, yoksa buranın kurallarını gerçekten bilmiyor musun?”

Bahçe’ye daha yeni gelmiş olan He ana, Xiren hakkında, az konuşması ve muhtemelen zararsız bir insan olması haricinde belirgin bir izlenim edinmemişti.

“Sizin yerinizde olsam kendi işime bakardım, bayan.” dedi kabalıkla. “Bu meselelerden anlamazsınız. Zaten siz çok yumuşak davrandığınız için böyle yoldan çıktı.”

Elini vurmak üzere kaldırıp tekrar Chunyan’in peşine düştü. Xiren o kadar sinirlendi ki eve geri döndü. Yolda yaban elması ağacının altında kuruması için mendilleri asan Sheyue’yi gördü. Kız omuzunun üzerinden bütün o bağrışmaların ne olduğuna bakıyordu.

“Senin yerinde olsam hiç aldırmazdım, kardeşim.” dedi Xiren’e. “Bırak ne hâlleri varsa görsünler.”

Bu arada Chunyan’e göz işareti yaptı. Chunyan hemen anladı ve Baoyu’ye sığınmak için içeri girdi. Öteki hizmetçiler keyifli bir beklentiyle birbirlerine güldüler.

“Şimdi sıkıntı çıkacak.” dediler. “Bakalım neler olacak?”

“Neden biraz sakin olmuyorsun?” dedi Sheyue kadına. “İçerideki herkese kafa tutacak değilsin ya?”

Kadın kızının içeriye, Baoyu’nün yanına gittiğini ve küçük beyin onun elinden tuttuğunu gördü.

“Merak etme!” dedi Baoyu kıza. “Ben seni korurum.”

Chunyan ağlayarak Yinger ve söğüt dallarıyla ilgili tüm hikâyeyi anlattı. Baoyu çok şaşırdı ama olanlar için numaradan kızı suçladı.

“Burada kavga edilmesi olacak şey değil; halanı neden üzüyorsun?”

“Bu kadıncağızın az önce söyledikleri doğru.” dedi Sheyue öteki hizmetçilere. “Biraz dikkatsizlik yapmış olabiliriz. Olup biteni bilmeden karışmaya hakkımız yok. Lafını dinleyeceği, neyin ne olduğunu bilen biri lazım bize.”

Hemen orada duran genç bir hizmetçiyi gördü.

“Gidip Pinger’yı çağır. O gelemiyorsa Bayan Lin’i getir.” dedi.

Küçük kız dediğini yapmaya giderken, yaşlı hizmetkârlar He ananın etrafını sardılar.

“Kızı geri çağırmalarını söyle, kardeşim!” dediler. “Eğer Bayan Pinger gelirse, başın derde girer.”

“Kim gelirse gelsin, ben haklıyım.” dedi kadın. “Kızını terbiye etmeye çalışan bir anneye karışmaya hiç kimsenin hakkı yok.”

Ötekiler onun cehaletine güldüler.

“Bayan Pinger’yı hiç tanımıyorsun. O Bayan Lian’in bir numarasıdır. Eğer keyfi yerindeyse, azarlanarak kurtulursun ama değilse başın belada demektir!”

O sırada küçük hizmetçi bir mesajla geri geldi.

“Bayan Pinger meşguldü ama bana neden geldiğimi sordu, ben anlatınca, ‘Kapı dışarı atın onu. Yan kapıdaki Bayan Lin’e söyleyin sopayla kırk kere vursun.’ dedi.”

Şimdi ağlayıp yalvarma sırası anneye gelmişti.

“Bu işi çok zor buldum.” dedi kadın. “Bir daha böylesini bulamam. Üstelik dulum. Evde kimsem yok. Sizin gözünüzle bakıldığında bu bir avantaj olabilir çünkü bütün ilgimi size yönlendirebilirim. Ama benim için tek geçim kaynağı bu. Eğer beni kovarsanız, nasıl hayatta kalırım bilmiyorum.”

Xiren ona acıdı.

“Eğer burada kalmak istiyorsan, rahat durup sana söyleneni yapmak zorundasın. Sürekli insanlara vurarak etrafta dolaşamazsın. Senin gibi biriyle ne yapacağız biz? Her gün bağırış çağırış buranın adını lekeliyor.”

“Aldırmayın ona.” dedi Qingwen. “Defedin onu. Kimin durup onun gibi biriyle tartışmaya zamanı var?”

Chunyan’in annesi diğer hizmetçilere yalvardı.

“Hatamı kabul ediyorum ama bana ne yapacağımı söylerseniz öğrenmeye hazırım. Bir şans daha verin, hanımlar, pişman olmazsınız. Başka birisinin tavırlarını düzeltmeye yardım etmek erdemli bir iştir, unutmayın.” Sonra da Chunyan’e seslendi. “Seni dövdüğüm için başım derde girdi. Hâlbuki pek dayak bile sayılmazdı. Destek ol bana, çocuğum.”

Baoyu de kadına acıdı ve kalabileceğini söyledi.

“Ama artık sorun istemiyorum! Sakın bir dert çıkarma, yoksa derhâl kapı dışarı edilip sopa yersin!” dedi.

Kadın Baoyu’ye, sonra sırayla herkese teşekkür etti. Pinger neler olduğunu görmek için geldiğinde He Ana gitmişti bile.

“Boş ver!” dedi Xiren. “Bitti.”

“Ne derler bilirsin, ‘Merhamet göstermek mümkünse gösterilmelidir.’ ” dedi Pinger. “Eğer çareyi onu bağışlamakta bulduysan bu bizi dertten kurtarır. Ama hiç anlamıyorum. Hanımefendiler gideli daha birkaç gün olmasına rağmen her yerde kıyametler koptu. Bir yerdeki sorunu halletmeye kalmadan başka bir yerde bir diğeri patlak veriyor. Hangi tarafa döneceğimi şaşırdım.”

“Sadece bizde olduğunu sanıyordum.” dedi Xiren. “Başkaları da olduğunu fark etmemişim.”

“Ah, bu da bir şey mi!” dedi Pinger. “Son üç dört gündür yedi sekiz tane sorun patlak verdi. Diğerleriyle kıyaslandığında bu hafif kalır. Bundan çok daha vahim ve saçma sapan bir derdimiz var.”

Xiren ne olduğunu merak etti. Ama Pinger ona anlattı mı, anlatmadı mı, cevabı gelecek bölümde.

60. BÖLÜM

Jia Huan’a gül kökü yerine yasemin tozu verilir.

Aşçı Liu’ya da gül özüne karşılık kurt mantarı tozu hediye edilir.


Hatırlarsınız, Xiren canını bu kadar sıkan şeyin ne olduğunu sormuştu Pinger’ya.

“Kimsenin aklına bile gelmeyecek bir şey.” dedi Pinger, gizemli bir şekilde gülerek. “Anlatınca çok güleceksin. Ama birkaç gün sonra söyleyeceğim çünkü henüz derinlemesine inceleyecek zamanım olmadı.”

Sahiden de öyle olduğunu kanıtlarmış gibi, o anda Li Wan’in hizmetçilerinden biri geldi.

“Bayan Pinger? Ah, demek buradasınız! Bayan Zhu sizi bekliyor. Neden gelmiyorsunuz?”

“Geliyorum, geliyorum.” dedi Pinger, ötekilerin yanından ayrılıp gülerek uzaklaşırken.

Xiren ve diğerleri de güldüler.

“Hanımı hastalanalı beri çok popüler oldu. Herkes acil onu istiyor!” dediler.

Pinger’nın Li Wan ile işleri bizi ilgilendirmiyor. Biz Kızıl Neşe Avlusu’nda Baoyu ve diğerleriyle kalıyoruz.

“Chunyan!” dedi Baoyu. “Neden anneni de alıp Bayan Bao’nın evine gitmiyorsun? Yinger’ın gönlünü alın da kırılmasın.”

 

“Tamam.” dedi Chunyan ve annesini bulmaya gitti. Sonra ikisi avludan geçerlerken Baoyu pencereden onlara seslendi.

“Sakın Bayan Bao’nın yanında bir şey söylemeyin! Yoksa Yinger azar işitebilir.”

Anne kız onaylayıp, aralarında konuşarak yollarına devam ettiler. Sesleri duyulmayacak kadar uzaklaştıklarında Chunyan annesine çıkıştı.

“Sana defalarca söyledim, anne ama bana inanmadın. Başını gereksiz yere derde soktun.”

“Haydi oradan, sürtük!” dedi annesi, gülerek. “Atasözü ne diyor: ‘Sıkıntı çekmeden öğrenilmez!’ Ben dersimi aldım. Sen de üstüme varma!”

“Keşke yerini bilip kendi işine baksaydın, anne!” dedi Chunyan nazikçe. “Uzun vadede burada çalışmanın bir sürü faydası var. Sadece bir tanesini söyleyeyim. Baoyu, zamanı geldiğinde, büyük hanımefendiden hizmetçilere -sadece kendi dairesindekilere değil, hepimize- özgürlüklerinin verilmesini isteyecekmiş. O zaman bizi kiminle istersen evlendirebilirsin. Nasıl, güzel değil mi?”

“Sahi mi?” Annesinin sevinci şüpheyle karıştı.

“Neden yalan söylesin?”

Bu haberin yol açtığı dinî nidalar, neredeyse Alpinia Parkı’na varana kadar devam etti. Orada Baochai, Daiyu, Xue teyze ve diğerleri yemek yiyorlardı. Chunyan ve annesi, Yinger çay yapmaya gidene kadar beklediler. O çıkınca Chunyan’in annesi de peşinden gidip özür diledi.

“Biraz fevri davrandım, bayan. Hiç söylememem gereken şeyler çıktı ağzımdan. Lütfen bunu bana karşı kullanmayın, bayan. Sizden özür dilemeye geldim.”

Yinger gülerek onları buyur edip çay verecekti ama anne kız yapılacak işleri olduğunu söyleyip izin istediler. Kızıl Neşe Avlusu’na dönerlerken, Ruiguan arkalarından koştu.

“Bir dakika durun!”

Elinde, Fangguan’a vermelerini istediği küçük bir paket vardı. Yüzü için gül kökü tozu olduğunu söyledi.

“Ne kadar dar kafalısın, gerçekten!” diyerek kıkırdadı Chunyan. “Herhâlde ihtiyacı olduğunda seve seve verecekleri kadar çok vardır onlarda. Sen niye zahmete girdin?”

“Onların ne yapacakları beni ilgilendirmez.” dedi Ruiguan. “Bu benim ve ona hediye etmek istiyorum. Lütfen götürün.”

Chunyan almak zorunda kaldı. Kızıl Neşe Avlusu’na döndüklerinde, Jia Huan ve Jia Cong, Baoyu’yü görmeye gelmişlerdi.

“Anne, şimdi ben içeri yalnız gireceğim. Senin gelmene gerek yok.” dedi Chunyan.

Annesi hiç söylenmeden kabul etti. Daha önce olanlar tamamen unutulmuştu ve kadın, kızı içeri girince sakin bir şekilde dışarıda bekledi.

Baoyu Chunyan’i görünce görevin başarıyla tamamlandığını bildireceğini tahmin ederek başını sallayıp anladığını gösterdi. Bunun üzerine artık Chunyan’in bir şey demesine gerek kalmadı ve eşikte bir süre sessizce durduktan sonra, Fangguan’a gözüyle gelmesini işaret ederek dışarı çıktı. Fangguan peşinden gelince ona paketi verip, Ruiguan’ın söylediklerini aktardı.

Misafirlerine söyleyecek bir şeyi olmayan Baoyu, olanları yan gözle takip ediyordu. Fangguan içeri girince, elindekinin ne olduğunu sordu. Kız paketi ona verirken, bahar döküntüsü için gül kökü tozu olduğunu anlattı. Baoyu bakmak için paketi açarken Ruiguan’ın çok ince düşünceli olduğunu söyledi.

Bunu duyan Jia Huan bakmak için boynunu uzattı ve tozun ferah ve tatlı kokusunu alınca, çizmesinden küçük bir kâğıt parçası çıkardı.

“Bize de biraz versene, ağabey!” dedi, kâğıdı uzatarak.

Baoyu verecekti ama Fangguan, Ruiguan’ın hediyesini paylaşmak istemedi.

“Yok, onu almayın.” dedi. “Ben size başka bir yerden bulurum.”

Baoyu kızın gönülsüzlüğünün nedenini tahmin ederek paketi kapattı.

“Al bunu. Hemen gidip getir o zaman.” dedi.

Fangguan paketi alıp, eşyalarını koyduğu emin bir yere kaldırdı. Kendi toz kutusunu almak için makyaj malzemeleri çekmecesini açtı. Ama kutu boştu. Nedenine bir türlü akıl erdiremedi çünkü daha o sabah kutuda biraz toz olduğundan çok emindi. Diğerlerine sorduğunda tabii ki kimse bir şey bilmiyordu.

“Şimdi bunu düşünmenin sırası değil.” dedi Sheyue. “Belli ki kendi tozu biten biri buraya girip almış. Ona başka bir şey ver. Ne olursa olsun, nasılsa farkı anlamaz. Başımızdan savalım da yemeğimizi yiyelim.”

Ona uyan Fangguan bir parça yasemin tozunu kâğıda sarıp Jia Huan’a götürdü. Çocuk ağzı kulaklarında, paketi almak için elini uzatınca, kız onu kibirli bir şekilde sedire fırlattı. Jia Huan eğilip almak zorunda kaldı, ceketinin göğüs kısmına yerleştirdikten sonra Jia Cong ile beraber izin isteyip kalktı.

Jia Zheng geçici bir süre uzaktaydı; Wang Hanım ve diğerleri de evde olmadıklarından, Jia Huan hasta olduğu bahanesiyle birkaç gündür okula gitmiyor; gündüzleri annesinin avlusunda dolaşmaktan hiç çekinmiyordu. Şimdi de keyifli bir şekilde Caixia’yı aramaya gitti. Kız o sırada Odalık Zhao ile sohbet ediyordu.

“Bak, sana güzel bir şey getirdim.” dedi, yanına gidip. Yüzünde gülücüklerle paketi uzattı. “Yüzüne sürmen için. Gül kökü tozunun cilt problemlerine, dışarıdan aldığın gümüş tozundan daha iyi geldiğini söyleyip duruyordun. Şuna bir bak bakalım!”

Caixia paketi açtı, içine bir bakıp kahkahayı patlattı.

“Sana bunu kim verdi?” diye sordu.

Jia Huan nasıl aldığını anlattı.

“Budalanın teki olduğun için seni kandırmışlar!” dedi kız gülerek. “Bu gül kökü değil, yasemin tozu.”

Jia Huan tozu inceledi, gördüğünden daha pembe olduğunu fark etti; çok tatlı bir kokusu vardı ama gül kökünün taze ve temiz kokusundan farklıydı.

“Neyse canım, bu da güzel!” dedi. “Gül kökü ya da yasemin tozu, ne fark eder? Sende kalsın, yüzüne sürersin. Nasıl olsa dışarıdan alacağın şeylerden daha iyidir.”

Caixia uysalca kabul etti. Odalık Zhao oğluna öfkeyle baktı.

“Hiç düşündün mü, gerçekten iyi bir şeyleri olsa sana verirler miydi? Seninle dalga geçmesine değil de senin ondan bir şey istemene şaşırdım! Hemen geri götürüp suratına at. Yapman gereken şey bu! Hazır herkes ya cenazenin peşinden gitmiş ya da hasta yatıyorken, kavga çıkarıp huzur bozmanın tam sırası! Geçmişte bize yaptıklarını ödet onlara! İki ay sonra herkes geri döndüğünde kimse bu meseleyi tekrar açmaz! Açsalar bile iyi bir bahanen var. Baoyu senin ağabeyin, onu kıracak hiçbir şeye cüret edemezsin, kabul ediyorum. Ama bu, onun küçük kedi köpeklerinin sana yaptıklarına katlanacaksın anlamına gelmiyor.”

Jia Huan başını önüne eğdi.

“Kavga çıkarmaya değmez.” dedi Caixia. “Ne olursa olsun, gülüp geçmek çok daha iyi.”

“Sen bu işe karışma!” dedi Odalık Zhao. “Seni ilgilendirmez. Haklı olduğunu biliyor. Bu küçük sürtüklere ne düşündüğünü söylemesinin tam sırası.” Sonra küçümseyerek Jia Huan’ı işaret etti. “Hıh! Seni omurgasız yaratık! Ben yersiz bir şey söylesem ya da yanlışlıkla bir kusur işlesem, hemen gözlerin yuvalarından çıkar, ters ters bakarsın! Kendi annene karşı acımasız olabiliyorsun! Ama küçücük bir kız seni aptal yerine koyduğunda, alttan alıyorsun. Hep böyle yaparsan, büyüdüğünde hizmetkârların sana saygı duymasını nasıl beklersin? Beni hasta ediyorsun, seni işe yaramaz yaratık!”

Annesinin sözlerine içerleyip sinirlenen Jia Huan yine de dediklerini yapmaya korktu ve hiç aldırmadı.

“Konuşması kolay ama sen de bunları yapmaya cesaret edemezsin! Gidip onlarla kavga etmemi istiyorsun, değil mi? Peki, diyelim ki yaptım, ya beni okula şikâyet ederlerse? Dayak yediğimde acısını ben çekerim, sen değil. Hep beni kışkırtıyorsun; dayak ve küfür yediğim zaman da hiç sesini çıkarmıyorsun. Şimdi de bu kızlarla kavga etmemi istiyorsun. Eğer Tanchun’den korkmuyorsan, neden kendin yapmıyorsun? O zaman belki bundan sonra dediklerini daha çok dinlerim.”

Bu sözler, Odalık Zhao’yu canevinden vurdu.

“Ne?” diye bağırdı. “Kendi canımdan, kanımdan, bir zamanlar içimde taşıdığım kızımdan mı korkacağım! Ben olsaydım ne büyük kavgalar olurdu!”

Caixia’nın kaldırdığı yerden toz paketini aldığı gibi Bahçe’ye doğru fırlayıp gitti. Caixia onu engellemeye çalışmanın boşuna olacağını bildiğinden, fırtınadan korunmak için ortadan kayboldu. Jia Huan da kendi kendine oyalanmak için merasim kapısından dışarı kaçtı.

Patlamaya hazır hâldeki Odalık Zhao, Bahçe’ye dalınca kimi görse beğenirsiniz? Chunyan’in teyzesi, aynı zamanda Ouguan’ın analığı ve can düşmanı olan Xia ana! Odalık Zhao’nun mosmor suratı ve kan çanağı gözlerinden çok öfkeli olduğunu anladı. Kibarca nereye gittiğini sordu.

“Şu evin hâline bak!” diye püskürdü odalık. “Ancak birkaç gündür burada olan boyalı, küçük aktrisler bile bize ayrımcılık yapıyorlar! Başka biri olsa neyse de bu yaratıkların sana haddini bildirmeye kalkmasına can dayanmaz!”

Anladığı kadarıyla bu sözler, Xia ananın kendi hislerine tercüman oluyordu. Onu bu kadar sinirlendirecek ne olduğunu sordu ilgiyle. Odalık Zhao, Jia Huan’ın gül kökü tozu isteyişini ve sıradan bir yüz pudrasıyla nasıl kandırıldığını anlattı.

“Ah, Bayan Zhao!” dedi Xia ana. “Şimdi mi anladın? Bu ne ki! Geçen gün, orada ruh parası yakıyorlardı, Baoyu de onların tarafını tuttu. Eğer başka birisi Bahçe’ye bir şey sokmaya kalksa, ‘Pis! Pis!’ diyerek izin vermezler. Peki, yanan ruh parasından daha pis bir şey var mı? Bu evde hanımefendiden sonra, senden daha büyük kimse yok. Bir kere olsun ayak diremen gerekir bence. Eğer bunu yaparsan, herkes sana saygı duyar. Bana sorarsan, bu oyuncular süprüntüden başka bir şey değiller. Onları üzmekten bir şey çıkmaz. Bu toz ve ruh kâğıdı meselesini kendini savunmak için örnek olarak kullan. Ben de sana şahitlik ederim. Onlara kendi otoriteni gösterirsen ileride başa çıkmak çok daha kolay olur. Küçük hanımların hoşuna gitmese de sana karşı bu ayaktakımının tarafını tutmazlar.”

Odalık Zhao’nun kararlılığı bu yüreklendirmeyle daha da güçlendi.

“Ruh parasından haberim yoktu.” dedi. “Anlatsana.”

Xia ana olanları ayrıntısıyla anlattı ve sözlerini kışkırtmayla bitirdi.

“Git, onların hakkından gel, Bayan Zhao! Bir problem çıkarsa biz arkandayız.”

Bu sözler Odalık Zhao’nun kulağına müzik gibi geldi. Cesaretlenip hiç gecikmeden Kızıl Neşe Avlusu’na doğru yola koyuldu. Oraya vardığında Baoyu evde değildi. (Daiyu’nün Alpinia Parkı’na gittiğini duyup yanına gitmişti.) Fangguan Xiren ve diğerleriyle yemek yiyordu. Odalık Zhao gelince kızlar ayağa kalkıp kibarca onu yemeğe buyur ettiler.

“Yemek yemez misiniz, Bayan Zhao? Ne bu telaş?”

Daveti duymazdan gelen kadın, elindeki tozu Fangguan’ın suratına fırlattı, işaret parmağını sallayarak, bas bas bağırmaya başladı.

“Seni küçük kaltak! Satın alınmış bir malsın sen! Bizi eğlendirmen için parasını verip aldık seni. Senin ait olduğun sınıf oyunculuk ve fahişelik sınıfı; bu evdeki en düşük seviyedeki hizmetçi bile senden birkaç basamak yukarıda. O zaman insanlar arasında ayrımcılık yapma hakkını nereden buluyorsun? Baoyu bir şeyi birisine vermeyi uygun görüyorsa bu seni hiç ilgilendirmez. Onu engellemek sana mı kalmış? Tozu Huan’a yamamaya çalıştığında anlamayacağını sandın herhâlde! Bak ne diyeceğim? Efendi Huan Baoyu’nün kardeşi, onun hakkında ne düşünürsen düşün, bu evin efendilerinden biri, onu küçümsemeye hiç hakkın yok!”

Fangguan bu tür şeyleri sükûnetle karşılayacak biri değildi; gözyaşları içinde yaygarayı kopardı.

“Bende gül kökü olmadığı için ona o tozu verdim; yok dersem bana inanmayacağını düşündüm. Aktris olarak eğitilmiş olsam da dışarıda asla para için oynamadım. Ben küçük bir kızım, senin dediğin gibi kaltak falan değilim! Satın alınmış mal meselesine gelince, beni alan sen değilsin. Şu konuşana bir bakın! Buradaki herkesin satın alındığını sanıyordum. Hepimiz aynı kuşun tüyüyüz ve burada köleyiz. Neden bu konuyu kurcaladığını hiç anlamıyorum.”

“Kes şunu!” dedi Xiren, şaşkın bir hâlde ve Fangguan’ı çekip uzaklaştırmaya çalıştı.

Ama öfkeden konuşamayan Odalık Zhao Fangguan’ın üzerine yürüyüp kafasına birkaç kere vuracak zamanı buldu. Xiren karşı çıktı.

“O daha bir çocuk, Bayan Zhao, onunla aynı seviyeye mi inmek istiyorsunuz? Bu işi bize bırakın.”

Fangguan buna dayanamadı. Saldırıya bir oyunculuk gösterisiyle karşılık verip, ağlayarak, bağırarak kendisini oradan oraya attı.

“Sen bana nasıl vurursun, iğrenç ihtiyar! Önce aynada kendine bir bak! Haydi, vur bir daha, vursana! Senin gibi bir cadıdan dayak yiyeceğime ölürüm daha iyi!”

Başını Odalık Zhao’nun karnına vurup tekrar kendisini dövmesi için tahrik etti. Birkaç hizmetçi ona bağırarak çekiştirdiler. Xiren de aynı şeyi yapacaktı ama Qingwen onu kolundan tutup engelledi.

“Kendi hâllerine bırak.” diye fısıldadı. “Seninle ben bu tür şeylere karışmayalım. Orman kanunu bu, sen bana vur, ben de sana! Herkes üstünlük sağlamaya çalışıyor. Bakalım ne olacak.”

Odalık Zhao’nun peşinden gelen hizmetçiler içerideki kavgayı duyup, sonunda adalet yerini bulacağı için Buda’ya şükrettiler. Aralarında küçük aktrislere kin besleyen yaşlı kadınlar da vardı, onlar Fangguan’ın dayak yediğine özellikle çok memnun oldular.

Haberler hızla yayıldı. Baş başa kalmak için Alpinia Parkı’nda kendilerine sakin bir köşe bulan Ouguan ve Ruiguan, Xiangyun’ün Kuiguan’ı ve Baoqin’in Douguan’ından kavgayı duyunca hemen kalktılar.

 

“İkiniz de gelin! Eğer Fangguan’ı sindirmelerine izin verirsek, hepimiz sıkıntı çekeriz. Ayağa kalkıp direnmenin zamanı geldi. Gidip öcümüzü alalım!” dediler.

Onlar, arkadaşları için haklı bir öfkeyle dolan dört çocuktu. Sonuçlarını bir an bile düşünmeden hep beraber fırlayıp Kızıl Neşe Avlusu’na gittiler. İlk darbeyi Douguan vurdu; Odalık Zhao neredeyse yere kapaklanıyordu; diğer üçü aynı anda etrafını sarıp yumruk atarak, kafa vurarak ve hep bir ağızdan bağırarak her taraftan ablukaya aldılar. Qingwen ve diğer kıdemli hizmetçiler güya endişeleniyor gibi yaparak numaradan araya girmeye çalışıyorlar, bir yandan da gülmeden edemiyorlardı. Ama Xiren gerçekten telaşlandı ve bir onu, bir bunu çekiştirerek Odalık Zhao’dan uzaklaştırmaya çalıştı. Başarılı olamadı. Birisini çekse, diğeri onun yerini alıveriyordu.

“Aklınızı mı kaçırdınız siz!” diye bağırdı. “Eğer bir derdiniz varsa, neden aklı başında insanlar gibi oturup tartışmıyorsunuz? Kuralları böyle kendi elinize alamazsınız! Hayatımda duymadığım bir şey bu!”

Odalık Zhao çaresizdi. Tek yapabildiği ağız dolusu küfretmekti. Ruiguan ve Ouguan kollarından sıkı sıkı tutuyor, Kuiguan ve Douguan da önden ve arkadan yumrukluyorlardı.

“Dördümüzü de öldürün!” diye bağırıyorlardı.

Bu arada Fangguan ceset gibi yere uzanmış, sanki can çekişiyormuş gibi bağırıyordu.

Küçük aktrisler Odalık Zhao’yu sonsuza kadar aynı şekilde tutmaya devam edebilirlerdi ama Qingwen olanları anlatmak için Chunyan’i Tanchun’e gönderdi. You Shi, Li Wan ve Tanchun, Pinger ve diğer birkaç kadınla birlikte geldiler; derhâl kadını bırakmalarını söylediler. Odalık Zhao’nun öfkeden gözleri yuvalarından çıkmış, alnındaki damarlar şişmişti. Nasıl böyle bir hâle geldiğini sordular ona ama uzun uzadıya verdiği cevabı öfkesi nedeniyle anlamak mümkün değildi. You Shi ve Li Wan hiçbir şey anlamayınca, aktrislere bağırmakla yetindiler. Tanchun sadece içini çekti.

“Bu pek de ciddi bir şey değil. Çok çabuk sinirleniyorsun. Aslında ben de sana bir şey danışmak istiyordum ama hizmetçiler nerede olduğunu bilmediklerini söyleyince çok şaşırdım. Demek burada öfkelenmekle meşgulmüşsün. Haydi, bizimle gel.” dedi.

You Shi ve Li Wan de bu daveti onayladılar.

“Evet, Bayan Zhao. Bizimle görüşme odasına gel. Orada konuşalım.”

Kendisine danışılmasına itiraz edemeyeceğinden, onlarla gitmek zorunda kaldı ama yolda bile kendi kendine öfkeyle söylenmeye devam etti.

“Bu kızlar bizi eğlendirmek için buradalar.” diye araya girdi Tanchun. “Evcil hayvanlar gibi, istersen onlarla konuşup oyun oynayabilirsin; istemiyorsan görmezden gelirsin. Yaramazlık yaptıklarında da öyle. Yavru köpeğin seni ısırdığında ya da yavru kedin tırmaladığında ya görmezden gelirsin ya da cezalandırırsın. Bu kızlar da aynen öyledir. Seni kızdıracak bir şey yaparlarsa, ya üzerinde durmazsın ya da bunu yapamıyorsan hizmetkârlardan birini çağırıp cezalandırılmalarını istersin. Üstlerine yürüyüp bağırmanın hiç gereği yok. Bu çok onursuz bir şey. Ayrıca kötü örnek olur. Odalık Zhou’ya bir bak. Senin şikâyet ettiğin saygısızlıkların hiçbiriyle karşılaşmıyor ve kimsenin üzerine yürümüyor. Ben senin yerinde olsam, odama gider, biraz sakinleşmeye çalışırdım. Bu kötü niyetli fitnecilere hiç kulak asma. Başkalarının pis işlerine karışarak kendini komik duruma düşürüyorsun. Bunun için teşekkür alacağını sanma, sana ancak gülerler. Ne kadar sinirlenirsen sinirlen, birkaç gün sabırlı ol. Wang Hanım döndüğünde, bu sıkıntıları çözmek için neler yapabileceğimize bakarız.”

Bu çıkışma etkili oldu ve Odalık Zhao’ya söyleyecek bir şey kalmadı. Sesini çıkarmadan odasına döndü. O gider gitmez, Tanchun öfkeyle ötekilere bağırdı.

“Yaşından dolayı bazı şeyleri bileceğini sanıyordum. Neden insanların kendisine saygı duyacakları şeyler yapmıyor? Bu ne saçma bir kavga konusu! Bu nasıl bir davranış şekli! Hiç kimsenin dediklerini dinlemiyor! Kendisine ait bir muhakemesi de yok. O lanet kadınlar da bundan yararlanıp onu maşa olarak kullanıyorlar.”

Tanchun düşündükçe daha da sinirleniyordu. Kadın hizmetçilere, Odalık Zhao’nun kimin kışkırtmasıyla harekete geçtiğini bulmalarını söyledi. Kadınlar hemen araştırmaya gittiler ama binadan çıkar çıkmaz birbirlerine gülerek omuz silktiler.

“Samanlıkta iğne aramak gibi!”

Odalık Zhao’nunkilerle beraber Bahçe’deki diğer bütün kadınları sorgulamak üzere önlerine getirseler de hiçbiri bu konuda bir şey bildiğini kabul etmedi. Onlar da Tanchun’e bulamadıklarını söylediler.

“Ama araştırmaya devam edeceğiz, hanımım. Eğer şüpheli bir durum olursa, hemen size haber veririz.”

Bu süre içinde Tanchun’ün öfkesi yatışmıştı, meseleyi kapatırdı belki ama kendi dairesine verilen küçük aktris Aiguan yanına gelip, gizlice suçluyu bildiğini söyledi.

“Xia ana.” dedi. “O bizden nefret ediyor, sürekli başımızı derde sokmak istiyor. Geçen gün Ouguan’ı ruh parası yakmakla suçladı ama Baoyu bunu kendisinin istediğini söyleyince Xia ananın tutunacak dalı kalmadı. Bugün, ben mendilleri dağıtırken, Odalık Zhao ile ikisini uzun uzun konuşurlarken gördüm. Benim yaklaştığımı fark edince, uzaklaştılar.”

Bu işi yapanın büyük ihtimalle Xia ana olduğu anlaşılmıştı ama bu küçük aktrisler birbirleriyle birlik oluyorlardı. Hepsi de çok sinsiydi; içlerinden birinin söylediklerine göre harekete geçmek çok riskli olurdu. Tanchun, Aiguan’a teşekkür etti ve hiçbir şey yapmamaya karar verdi.

Tesadüfe bakın ki Xia ananın torunu Tanchun’ün dairesinde çalışıyor, hizmetçi kızlar için getir götür işleri yapıyordu; hepsi de onu çok severdi. Adı Chanjie’ydi ama hizmetçiler onu Chan diye çağırıyorlardı. O gün Tanchun yemekten sonra görüşme odasına geri döndü ve Cuimo’yu eve göz kulak olsun diye bıraktı. Cuimo, Chan’a Bahçe kapısına gidip, çocuklardan birine kendisi için kek almasını söylemesini istedi.

“Şimdi avluyu süpürdüm, sırtım ve bacaklarım ağrıyor.” diye karşı çıktı Chan. “Başka birisini göndersen olmaz mı?”

“Göndereceğim başka kimse yok.” dedi Cuimo. “Sana bir şey diyeyim mi? Hâlâ vakit varken gitsen iyi olur. Sana bir tavsiyede bulunayım, yolda büyükannene de uğrar, söylersin.”

Aiguan’ın ihbarını ona anlattı.

“Söyle ona tetikte olsun.”

“Küçük hayvan!” dedi Chan, kek parasını alırken. “Demek başını derde sokmak istiyor, hı? Bekle sen, büyükanneme söyleyeyim de gör!”

Böyle söyleyip Bahçe’nin arka kapısına gitti. Mutfakta mola zamanıydı; aralarında Xia ananın da olduğu kadınlar getir götür işlerini bitirmişler; dışarıdaki merdivenlerde oturmuş dedikodu yapıyorlardı. Chan onlardan birine dışarı gidip kendisi için sıcak kek almasını söyledi; sonra büyükannesine, arasına küfür de katarak, duyduklarını anlattı.

Xia ana hem öfkelendi hem de korkuya kapıldı; hemen küçük aktrisle hesaplaşmak ve onu Tanchun’e şikâyet etmek için gitmeye kalktı ama Chan engel oldu.

“Gitme, nine! Gidip ne diyeceksin onlara? Nereden öğrendiğini nasıl açıklayacaksın? Sorular sormaya başladıklarında yine başın derde girecek. Ben sana gardını al diye söyledim. Başka bir şey yapmana gerek yok.”

O sırada Fangguan mutfak avlusunun kapısında belirdi ve mutfakta gürültüyle çalışan aşçı Bayan Liu’ya seslendi.

“Bayan Liu, Efendi Bao, akşam yemeğinde yine soğuk ve sirkeli bir sebze istiyor ama geçen seferki gibi yağlı olmamasını söyledi.”

“Tamam.” dedi Aşçı Liu, kapıdan neşeyle. “Neden böyle önemli bir mesele için seni gönderdiler? Eğer içerisini fazla pis bulmazsan gel de sohbet edelim.”

Fangguan adımını avluya henüz atmıştı ki Chan’ın kek almaya gönderdiği kadın bir tabaktaki sıcak kekle geldi.

“A ne güzel kek! Ver de biraz tadalım.” dedi Fangguan şakayla.

“Bunu başka biri parasını verip sipariş etti.” dedi Chan ciddi bir şekilde, tabağı kadından alırken. “Senin için değil!”

“Böyle şeyleri seviyorsanız, içeride kızım için yeni aldığım kek var, yiyebilirsiniz. Daha elini bile sürmedi, tertemiz duruyor.” dedi Aşçı Liu.

Bir tabakta keki getirip Fangguan’a verdi.

“Buyurun. Biraz beklerseniz yanına bir de çay getireyim. İyi gider.”

Tekrar içeri girip ateşi karıştırdı ve küçük bir tencerede çayı ısıttı. Ama Fangguan onu beklemeyip tabaktaki keki aldı ve Chan’ın yanına gitti. İncelesin diye burnunun ucuna kadar kaldırdı.