Safiye sultan

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

“Korfu valisinin garip bulduğunuz cevabını eğer bir sakıncası yoksa öğrenebilir miyim?”

“Sizi başka elçilerle bir tutmuyoruz, dost ve kardeş tanıyoruz. Onun için söyleyebilirim. Korfu valisi Sinyor Leonar dö Bafo, Osmanlı İmparatorluğu üzerinde Portekizli bir Yahudi’ nin etkili olduğunu duymuş, balyozlukta o Yahudi ile temas etmek zorunda kalırsa üzüleceğini hesaplamış. İşte şu güzel kıza nefis bir doğu seyahati yapma fırsatını kaçırtan sebep!”

Kubat Çavuş cevap vermedi, yürüdü, kendilerine kılavuzluk eden baş teşrifatçının eşliğiyle ilerledi. Deli Cafer ve Kara Kadı’nın bulunduğu köşedeki özel yere kadar geldi. Denizci Türkler ayağa kalkmış ve bir ellerini bıçaklarının kabzasına koyarak elçiyi güler yüzle karşılamıştı. Kubat, her iki Türk’ün ayrı ayrı ellerini öptü. “Sizi burada görmek ne mutluluk verici,” diyerek sevincini açığa vurdu ve onları resmi surette Duçe’ye, Duçe’yi de onlara tanıttıktan sonra Bafo’ya yaklaştı.

“Dikenle,” dedi, “gül arasında tabiat bir yakınlık yaratmıştır. Bu halden cesaret alarak size sokuluyorum. Sizi çok nefis bulduğumu söylememe izin verir misiniz?”

Kara Kadı gülümseyerek söze karıştı.

“Bizi istersen şahit göster. Hem kalbimizi hem kalıbımızı basarak bu küçük hanımın yeryüzünde eşsiz bir güzel olduğuna şahitlik ederiz.”

Bafo, yarım saat önce Deli Cafer’le Kara Kadı’ya yaptığı gibi bu sefer de Kubat Çavuş’un önünde diz kırdı, şuh bir reverans yaptı.

“Cariyenizim,” dedi, “iltifatınızdan iftihar duyuyorum!”

Şimdi kurtlar üçleşmiş ve Duçe, bu üç kurdun tek bir kuzuya gösterdiği derin sevgiyi dengede tutma derdine düşmüştü. O, kendine çetin görünen bu işi nasıl başaracağını düşünürken, Kubat Çavuş “Davetlilerinizi tanıyalım,” dedi. Böylece tanıma ve tanıtma töreni başladı. Salonda bulunan erkekler ve kadınlar, uzak veya yakın birer ilgiden yararlanarak çiftler halinde Kubat Çavuş’un önünden geçiyordu. Baş teşrifatçı her çifti kısaca elçiye tanıtıyor ve salondakilerin göz bebeklerinde kalan yadigar, Kubat Çavuş’un küçük bir tebessümü oluyordu. Bununla beraber o, Venedik asilzadelerinden bir kısmının ismine aşina çıkmaktan geri kalmıyordu. Mesela Antuvan Grimani, Mark Antuvan, Jerom Pesaro gibi isimlerle kendine tanıtılan kimselerin zamanında yapılmış savaşlarda, Türklere karşı silah kullanan kumandanların yanında olduğunu hatırlıyor ve o gibilerle bir iki kelime konuşuyordu.

Bu tören bittikten ve biraz daha konuşulduktan sonra yemek odasına gidildi. Başköşe Duçe tarafından elçiye bırakılmıştı. Elçi de burayı Kara Kadı’ya verdiğinden bütün program alt üst oldu. Lakin küçük Bafo, uzun süren karışıklığa rağmen iki denizcinin arasından çıkmadı. Onun sağında Kara Kadı, solunda Deli Cafer, karşısında da Kubat Çavuş oturuyordu.

Sofralar bir değil, birkaç taneydi. Fakat Doğu usulüne göre baş sofra demek olan elçi sofrasına kadınların en güzelleri oturtulmuştu. Bu şekilde midelerden çok gönüllere ziyafet çekilmiş ve damaklardan çok ruhlar doyurulmuş oluyordu. Farklı tip ve çapta güzelliklerden sofraya dökülen renk ve ışık gerçekten sarhoş edici bir hava ve sahne yaratıyordu. Duçe bu havanın ve bu sahnenin etkisini çoğaltmak için şarap sürahilerini ve billur bazuları harekete geçirme konusunda acele ettiğinden sofradaki soylu hava yavaş yavaş bulutlanmak üzereydi.

Şimdi her kadın, görgü kurallarını ve kadınlık gururlarını ayakaltına alarak elçiye ve iki tacir Türk’e şarap sunma kaygısına düşmüştü. Bu acele yüzünden kargaşa çıkmıştı. Boy boy ve renk renk kolların uzanıp çekilmesinden, birleşip çözülmesinden yumuşak ve hoş kokulu bir anarşi meydana geliyordu. Her Türk’ün ağzına üç beş yalvaran gülümseme ve üç beş kadeh birden uzanıyordu.

İşte bu neşeli haylar huylar arasında Kubat Çavuş, sofradan bir ara geri çekildi.

“Hanımlar,” dedi, “boş yere yoruluyorsunuz, beni de üzüntü içinde bırakıyorsunuz. Her elçi, ne kadar büyük yetki sahibi olursa olsun, eninde sonunda bir emir kuludur. Ben de yüce efendimin iradesine, fermanına göre hareket etmeye mecburum. Benim yüce, ulu Padişahım Venedik’te bulunduğum müddetçe, kendi özel hazinelerinden verilen altın tası kullanmamı emir buyurmuşlardır. Başta Duçe hazretleri olmak üzere hepiniz bilirsiniz ki, Sultan Fatih devrinden beri Venedik’e gelen Türk elçileri hep bu tasla su, şerbet ve şarap içmiştir. Aynı şeyi yapmam istendiğinden güzel ellerinizle sunduğunuz kadehleri kabul edemedim, üzüldüm. İzin verirseniz o ziyanları telafi edeyim.”

Ve belindeki sahtiyan kutulardan birini açtı, yarım kilo şarap alabilecek büyüklükte görünen altın bir tas çıkardı. Bafo’ya uzattı.

“Lütfen doldurunuz!”

Altın kitaba Bafo adının yazılması olasılığını düşünerek hep birden kıskançlığa kapılan öbür kadınlar, başka yoldan aynı hedefe yürümek düşüncesiyle teker teker veya çifter çifter yerlerinden fırlıyordu. Bir kısmını içtikleri kadehlerini Deli Cafer’e, Kara Kadı’ya sunuyorlardı. Onlar zaten naz etmiyor, niyaz da ettirmiyordu. Her sunulan kadehi tek bir damla bırakmadan içiyorlardı. Fakat Kubat Çavuş’la Duçe dışında, sofra halkı çakır keyif kesildikleri halde, bu çok yaşamış ama genç kalmış Türklerde küçük bir değişiklik görülmüyordu.

Fakat neşeliydiler, boyuna Bafo’yla şakalaşıyor ve onu kahkahayla güldürüyorlardı. Elçinin altın tası güzel kıza uzattığını görünce el çırptılar, bir ağızdan takıldılar.

“Kubat Çavuş kanatlanmak istiyor, kanadı da küçük hanımın elinde arıyor.”

Fakat elçi bu şakaya cevap vermedi, Bafo’nun doldurduğu tası bir çırpıda boşalttıktan sonra başka bir kadına uzattı ve gelen doluyu bitirir bitirmez üçüncü bir madamdan kendisine şarap vermesini istedi. Kubat Çavuş altın kadehi sıra ile her kadına doldurtarak içiyordu. Bu çılgın hareketin sonu şüphe yok ki tavuskuyruğuyla karışık iğrenç bir sızış olacaktı. Fakat kadınların sevine sevine, Duçe’nin düşüne düşüne, Deli Cafer’le Kara Kadı’nın da üzüle üzüle beklediği bu sonuç gerçekleşmedi. Kubat Çavuş ağırbaşlılığından bir zerre dahi kaybetmedi, yalnız yüzünü ekşitti, altın tası bir havlu ile güzelce kurutup kutusuna soktuktan sonra iskemlesini sofradan biraz daha uzaklaştırdı.

“Biz Türkler,” dedi, “bir çanak ayranın hatırını kırk yıl tanırız. Şu halde benim Duçe hazretlerinden, Senatörlerden, danışmanlardan ve hele madamlardan gördüğüm ikramı ömrüm oldukça unutmama imkan yoktur. Her fırsatta Venediklilerin kibarlığını söylemekten ve Venedik hükümetine elimden gelen yardımları yapmaktan geri kalmayacağım. Fakat biz Türkler, doğru özlü ve doğru sözlüyüz aynı zamanda. İçimiz neyse dışımız da odur. Düşündüğümüzü saklamayız, açığa vururuz. Onun için yine başta Duçe hazretleri olmak üzere özel danışmanlara, Senatörlere ve iltifatlarını görmekte olduğum güzel madamlara küçük bir öğüt vermek isterim.”

Öbür sofradaki erkekler ve kadınlar da sıra sıra gelmişler, baş sofra etrafında heyecandan titreyen bir halka oluşturmuştu. Kubat Çavuş, kısa bir süre düşündükten sonra sözüne devam etti.

“Yüce efendimin ahırında birkaç bin at, bahçesinde üç beş bin it bulunduğu gibi çeşit çeşit hizmetlerini görmek için beslenen sayısız uşakları da vardır. O atların, o itlerin yüce efendime bir fikir aşılamaları, haşa ve haşa yol göstermeleri nasıl akla gelmezse, o uşaklardan herhangi birinin Padişahımıza akıl öğretmesini akla getirmemek gerekir. Yerin göğe ışık saldığı görülmüş şey midir? Kulun da mevlasına fikir vermesi mümkün değildir. Halbuki Venedik’te garip garip söylentiler dolaşıyor. Güya Don Mikez adlı bir Yahudi uşak, yüce efendimin aklına girmiş ve Padişahı Venedik’e karşı kışkırtmaktaymış.

Birden sesini yükseltti.

“Bunlar yalan, tamamen yalandır. Şimdilerde Jozef Nasi denilen Don Mikez’i tanırım. Bir at uşağı, bir seyis neyse, o da yüce efendimin hizmetkarları arasında öyledir. Devlet işlerinde yol göstermek onun değil, eğer sağ olsa Musa peygamberin bile haddi değildir. Zaten Venedik’le aramızda bugün bir tatsızlık da yok. Zanta için beş yüz, Kıbrıs için sekiz bin duka vergi veriyorsunuz. Arnavutluk gibi, Dalmaçya’daki sınırlarımıza da saygı gösteriyorsunuz. Balyozlarınız nazik adamlar. Nabza göre şerbet vermeyi biliyorlar. Yüce efendim size neden incinsin, neden kızsın? Jozef Nasi’yi Kıbrıs’a kral mı yapacağız? Rodos gibi, Sakız gibi Kıbrıs’tan hiç de aşağı olmayan adalara kral koymadık da, bizim olmayan Kıbrıs için mi kral seçeceğiz? Böyle sözlerin konuşulması çirkin, yayılıp duyulması da tehlikelidir. Aslanla şakalaşılmaz. Bunu da unutmamalıyız.”

Kubat Çavuş, Osmanlı Sarayı’nda dönüp dolaşan dedikoduları Venediklilerin omzuna yüklemeyi başarıyor, aynı zamanda o davette bulunan kadınlara verilen görevi de anlamsız kılıyordu. Zeki Çavuş, Duçe’den en küçük rütbeli Venedikliye, Bafo’dan en çirkin kadına kadar herkesin bu Don Mikez işiyle ilgili olduğunu, kendisini tuzağa düşürüp söyletmek istediğini kavramıştı. İçki sofrasında sinirlenerek bir veya birkaç kadının kalbini kırmamak için meseleyi kökünden söküp atmak istiyordu.

Bu açık sözler, Don Mikez hikayesi üzerinde ısrarı anlamsızlaştırmakla beraber altın kitaba girme ümitlerini de silip süpürdüğünden kadınlardan bir kısmı neşesini yitirmişti. Fakat Venedik milli hazinesindeki altın kitaptan daha değerli olan bir diğer kitapta, elçi Kubat Çavuş’un yüreğinde bir satır, bir cümle, hatta bir kelime veya bir nokta olmak hevesine kapılan madamlar, Don Mikez işinin bu şekilde sonuçlanmasından özellikle memnun olmuştu. Çünkü hükümet hesabına değil, kendi hesaplarına hareket etmek ve heybetli elçiden bir hatıra almaya çalışmak imkanına kavuşmuş oluyorlardı.

Fakat Kubat Çavuş, dizginleri elinde tutuyordu. Kimseye hamle fırsatı vermiyordu. Nitekim siyasi nutkunu bitirdikten sonra şu veya bu taraftan karşılık verilmesine veya bir teklifte bulunulmasına da imkan bırakmadı. Yüzünü Deli Cafer’e çevirdi.

“Emmi,” dedi, “izin verirsen bir ricada bulunacağım.”

Ve onun, tavrını bozmadan “Söyle evlat,” demesi üzerine şu dileği ileri sürdü.

“Rahmetli Turgut Reis’le Cerbe çemberinden nasıl kurtulmuştunuz? Zahmete katlanıp hikaye edersen bu hanımlar, bu efendiler sayende, tatlı bir kıssa dinlemiş olur.”

 

Deli Cafer naz etmedi. Fakat gurura da kapılmadı. Sanki herkesin elinden gelir bir işten bahsediyormuş gibi gösterişsiz bir şekilde ünlü Cebre kahramanlığını anlattı. Bilindiği üzere bu öykü, Türk denizcilik tarihinde, hatta bütün dünya denizciliği tarihinde bir örneği daha olmayan olaylardandır, bir deha hamlesidir ve şu suretle gerçekleşmiştir.

Turgut Reis henüz korsanlık hayatı yaşarken Tunus civarındaki Mehdiye Limanı’nı ele geçirmişti. Oradan İspanya, Sicilya ve Napoli sahillerini tehdit ediyordu. İmparator Şarlken, kendini krallar kralı sanarak tam anlamıyla el kıran ve baş koparan kesilip koca Akdeniz’i avcunun içine alan bu meşhur Türk’ü o limandan çıkarmak istedi, uzun hazırlıklar yaptı ve bütün Hıristiyan aleminin güneşi sayılan Anderya Dorya kumandasında bir donanma yollayarak Mehdiye’yi ansızın kuşattı.

Turgut Reis o sırada İspanya sahillerinden vergi topluyordu. Baleara Adaları’na da aynı salgını tattırarak Mehdiye’ye döndüğü zaman şehrin ve limanın ateşten bir çember içine alındığını gördü, Cerbe adasına çekildi.

Oradan sık sık Tunus kıyılarına geliyor, dört yüz gemiden oluşan bir filo ile on binlerce kişiden oluşan bir kara ordusuna haftalardan beri kapılarını kapalı tutan Mehdiye’ye yardım etmeye çalışıyordu. Bu küçük şehir, o büyük düşman kuvvetlerine karşı tam beş ay göğüs gerdi, her şehide bedel en azından yirmi İspanyol askeri feda ettirdikten sonra bir yığın toprak halinde İmparator Şarlken ordusuna teslim oldu.

Şimdi sıra Turgut’la boy ölçüşmeye gelmişti. Amiral An-derya Dorya, sayısı yüzleri aşan donanmasını Cerbe Adasına umulmaz bir günde götürdü. Meşhur korsanı kırk yedi gemilik filosuyla orada bastırdı. Hesap, mantık, akıl, muhakeme ve her şey Turgut Reis’in orada ya yanıp kül olmasını yahut An-derya Dorya’ya boyun eğmesini zorunlu kılıyordu. Savaşa girişmek düpedüz delilikti ve bu delilikten hayırlı bir sonuç çıkmasına asla imkan yoktu. Fakat Türk’ün gücü, imkansızı mümkün kılmaktaydı ve o gücün harekete geçtiği yerlerde alevin yakma, suyun boğma, kasırganın yıkma özelliğini kaybettiği çok görülmüştü. Onun için Anderya Dorya’nın limana doğru sürmek istediği gemilere Turgut tarafından yol verilmedi, karaya çıkarılan bataryaların isabetli ateşiyle filo açıklara sürüldü.

Bununla beraber tehlike, dört yüz savaş gemisi halinde, Cerbe Limanı’nı göz hapsine almıştı. Bugün değilse yarın, olmadı öbür gün bu büyük filo o küçük adayı çıra gibi mutlaka tutuşturacak, alev alev yakacaktı. Bu durumda Turgut Reis’le arkadaşlarına ve gemilerine nasip olacak akıbetse, o çıra yangını içinde tutuşup mahvolmaktan başka bir şey olamazdı.

Amiral Anderya, bu düşüncedeydi. Ona yoldaşlık eden kara askeri kumandanı General Toledo bu düşüncedeydi. Ayrı bir bölüğün başındaki Sicilya Hıdivi Vega bu düşüncedeydi. Minimini bir şehri Türk korsanının elinden -fakat o korsanın bulunmadığı bir günde- almak şerefine ortak olmak hırsıyla Mehdiye önlerine alay alay asker getirmiş olan eski Rodos şövalyeleri bu düşüncedeydi. Hatta milli İspanya kahramanlarından Lui Vargas -bir Türk kurşunuyla vurulup ölmeden önce- bu düşüncedeydi.

Belki Cerbeliler de bu düşüncedeydi. Fakat başta Turgut Reis olmak üzere Türkler başka bir iman besliyordu. Anderya Dorya’ya yenilmeyeceklerinden şüphe etmiyorlardı. İşte bu iman onları hep birden harekete geçirdi ve tarihin eşini kaydetmediği bir hamleyle o tuzaktan kurtulmak imkanını kendilerine verdi.

Hamlenin şerefi, şüphe yok ki, Turgut’a aittir. Lakin arkadaşlarının da o şerefte büyük payı vardır. Çünkü düşünen başa, yapan el yardım etmezse, düşünülen şey, genellikle bir hayalden ibaret kalır. Cerbe’de de Turgut Reis, bütün filonun, düşman ateşine açık duran limandan kaldırılıp adanın öbür tarafına, düşman donanmasına görünmeyen yönüne götürülmesini düşündü ve bütün reisler, kaptanlar, leventler bu fikri tartışmasız kabul ederek uygulamak için ortaya atıldı.

Fatih’in İstanbul’u kuşatması sırasında Türk Donanması’nı karadan yürüterek Haliç’e indirdiğini biliyoruz. Turgut da aynı işi Cerbe’de yapmış gibi görünse de her iki büyük Türk’ ün bu hamlelere giriştikleri sırada bağlı bulundukları şartlar göz önüne getirilirse, Turgut’un kazandığı şerefin daha büyük olduğunu kabul etmek gerekir. Çünkü Fatih Sultan Mehmet’in yapmak istediği işe engel olacak bir kuvvet yoktu. Ve emri altında on binlerce insan bulunuyordu. Halbuki Turgut, korkunç ve hemen hemen hücuma hazır bir donanmanın tehdidi altındaydı, silah arkadaşlarından başka da yardımcısı yoktu.

Öyleyken bu yaman işi yapmaya girişti. Bataryaları sık sık işleterek düşmanın gözünü oyaladığı sırada Türk filosunun bulunduğu limandan adanın öbür yakasına kalın tahtalardan geniş bir yol döşetti, bu tahtaları, üstlerine yağlı bir madde döktürmek suretiyle kayganlıklaştırdıktan sonra gemileri tekerlekler üzerine aldırarak geceleyin yürüttü, serbest bir limana indirdi ve hemen yelkenleri şişirtip enginlere açıldı.

O esnada Turgut Reis’in bütün filosuyla Anderya Dorya’ya teslim oluşunu seyretmek üzere Sicilya’dan birkaç yüz asilzade geliyordu. Turgut, denize açılır açılmaz onları taşıyan büyük gemiye rastladı ve bir kuru sıkı topla gemiyi durdurarak zapt, içindekileri de esir etti. Anderya Dorya, bu işler olup biterken Cerbe Limanı önünde Turgut’a nasıl davranmaları gerektiğini kararlaştırmak üzere meclisler kurup dağıtmakla meşguldü.

Bu kahramanlık öyküsü Deli Cafer’in ağzında sadeliğin verdiği bir yücelik kazanıyordu. Mesela onun tahtadan yol döşenmesini tarif ederken olayı basit göstermeye özenişi dinleyenler üzerinde ters etki yapıyor ve o yol ziyafet salonunda binlerce amelenin alın teriyle ve yorulmuş adaleleriyle döşeniyormuş gibi herkesi hülyalı bir hayret sarıyordu. Hele kadınlar, büyülenmiş sanılacak kadar kendilerini kaybetmişti. Fakat bu şaşkınlığın onları hüzünlendirdiği de anlaşılıyordu. Başka türlü nasıl olabilirdi ki? Karadan filolar yürüten Türkler, gökten yere inmiş veya denizlerin dibinden fırlayıp şuraya buraya dağılmış kimseler değildi. Her millet gibi onlar da bir babayla bir ananın ürünüydü. Lakin düşünce, duygu, cüret ve hareket bakımından kimseye benzemiyorlardı, tabiata hükmetmek için yaratılmış görünüyorlardı. İşte bu üstünlük, o öykünün anlatılması sırasında, her kadının idrakinde derece derece belirginleştiğinden topunu birden tatlı bir şaşkınlık sarmıştı. Koca koca harp gemilerini karada yürüten Türklerin bir kadın kalbini ne yükseklere ve ne derinliklere götürebileceğini o şaşkınlık arasında düşünmek için çabalayanlar ve bu düşüncenin hazzıyla yarı baygınlaşanlar da vardı.

Deli Cafer, işte bu derin hayret içinde sözünü bitirdi, yüzünü Bafo’ya çevirdi.

“Turgut Reis’in yanında o gün ben de vardım, Kara Kadı da vardı. Bir koyun sürüsünü suya götürür gibi şarkı söyleyerek gemileri yürütmüştük. Fakat kuvvet bizim değildi, Turgut’undu. Ona da bu güç aşktan geliyordu.”

Bafo, ruhları dalgınlaşan o topluluk içinde kendine ilk gelen oldu ve mahmur mahmur sordu:

“Turgut Reis aşık mıydı?”

“Evet, aşıktı.”

“Kime?”

“Savaşa.”

Bu kısa cevabın ne büyük bir hakikat taşıdığını aşkla, şevkle anlatmaya da girişecekti. Fakat Türk yiğitliğini, Türk kahramanlığını, Türk dehasını tek bir öykünün canlı çerçevesi içinde Venediklilere seyrettirmeyi siyaset bakımından doğru ve gerekli bularak Cerbe olayını Deli Cafer’e naklettirmiş olan elçi Kubat Çavuş araya girdi.

“Kara Kadı amca,” dedi, “senden de Nasuh ile Cafer ’in hikayelerini dinleyelim. Bir savaş hikayesinden sonra tatlı bir kıssa dinlemek sinir yatıştırır.”

Ve Duçe’ye hitap ederek nasıl bir konu seçtiğini açıkladı:

“Nasuh ile Cafer, Kara Kadı amcanın cüceleridir. Ne Osmanoğulları sarayında ne Çini maçinde ne de bir başka yerde onlardan daha küçük boylu insan vardır. Rahmetli Sultan Süleyman bu minimini yaratıkları haber alınca, kendilerinin değil, sahibi olan Kara Kadı’nın ağırlığınca altın verip onları sarayına almak istedi. Fakat o sırada bu emmiler devlet hizmetini bırakıp savuşmuştu. İzlerini bulmak, cüceleri almak mümkün olmadı.

Kara Kadı’ya bakarak sustu. O da bu bakıştaki arzuyu anlayarak anlatmaya koyuldu.

“Nasuh’la Cafer bir boydadır, bir çaptadır. Teraziye koyuşumda ağırlıkları bir gelir. Ne yarım dirhem aşağı ne yarım dirhem yukarı. İkiz olmadıkları, hatta bir memleket halkından bulunmadıkları halde birbirlerine denk olmaları, yüzce de benzer görünmeleri şaşılacak bir şeydir. Ben her ikisini birlikte terbiye ettim, okuttum, yetiştirdim. Şimdi Nasuh kaç dil bilirse, Cafer de o kadar dil bilir. Cafer ata ne kadar iyi binerse, Nasuh da o kadar güzel at kullanır. Nişancılıkta, cirit oyununda, yüzmede, gemi kullanmada ikisi de birinci sınıf ustalardandır. Fakat biri öbüründen üstün değildir. Zavallıların beceremedikleri tek bir sanat var. Pehlivanlık! Cüsseleri uygun olmadığından o sanatta yaya kaldılar.”

Herkes bu uzun övgüleri alık alık ve ağızları açık dinlerken Bafo sordu.

“Cücelerinizin boyları ne kadar?”

“Benim elimin ölçüsüyle üç karış!”

Bafo’nun gözü Kara Kadı’nın kalın ve kuvvetli eline kaydı. Koca koca gemileri birer kuzu uysallığıyla karada yürüten bu elin sandığı kadar uzun olmadığını gördü.

“Benim elimle,” dedi, “beş karış demek. Çok küçük şeyler. Nerede buldunuz bunları?”

Kubat Çavuş müdahale etti:

“Nerede bulduğunu öğrenmekten bir şey çıkmaz. Şimdi nerede bulunduklarını sorunuz ki, talihiniz varsa kendilerini görebilesiniz.”

Kara Kadı, derin derin Bafo’nun yüzüne baktı ve ağır ağır cevap verdi:

“Cücelerim gemidedir, gemi de biliyorsunuz, Venedik Limanı’ndadır. İsteyen gelir, cücelerimi görür, kendileriyle konuşur.”

Bafo, içini çekti.

“Yarın,” dedi, “yorgunum. Öbür gün hazırlıklarımı tamamlamaya mecburum, daha öbür gün yolcuyum.”

Deli Cafer de Kara Kadı da heyecanla sordular.

“Ay yolculuk mu var? Nereye?”

“Korfu’ya. Babamın yanına gidiyoruz. İki gün sonra Venedik’ten ayrılacağız.”

Elçi Kubat Çavuş’un kaşlarını bir an için çatan heyecanlı tavırlarının anlamsızlığını, daha doğrusu yersizliğini anlamış olan deniz kurtları, soğukkanlılıklarını ele almıştı. Bafo’nun yolculuğunu sebep göstererek, onun ağzı laf yapan, cambaz, sihirbaz cüceleri görmekten korktuğu için Korfu’ya kadar kaçmaya hazırlandığını söyleyerek şakalaşıyorlardı. Kubat Çavuş bir müddet bu şakalaşmayı dinledi, sonra kendi de şaka yapıyormuş gibi görünerek sohbete başka bir yön verdi.

“Sevgili amcalarım,” diyordu, “küçük hanım bilinmez ve bulunmaz bir yere gitmiyor ki. Korfu, hepimizin bildiği bir yer. Otuz yıl önce, Venedikli dostlarımızla orada küçük bir güreş de yapmıştık, kazanan ve kaybeden belli olmadan ayrılmıştık. Siz, dilediğiniz zaman adaya gider, küçük hanıma cücelerinizi gösterebilirsiniz.”

Ve sonra kafataslarının içine, yüreklerin en gizli köşelerine bakar gibi görünen kudretli gözlerini Bafo’nun tatlı yüzüne dikti.

“Ben,” dedi, “Duçe cenaplarına rica edeyim, siz de babanızı balyozluğu kabul etmesi için kandırınız, Korfu’dan İstanbul’a gidiniz. Orada savaş filolarını koyun sürüsü gibi ıslık çala çala yürüten şu babayiğitlerin binlercesine, hikayelerini dinlerken ağzınızın sulandığı cücelerin daha mükemmellerine ve her şeyin en iyisine rastlayacaksınız. İstanbul, Türk olalı beri, Tanrı’nın beğendiği yerlerden biri olmuştur. Orada şimdi hava, biraz cennet kokusu taşır. Su, enikonu kevserleşir. Güneşse bütün İstanbulluları örten kızıl ipekten işlenmiş bir mantoyu andırır. Bu manto, büyülü olduğu için yazın serinlik, kışın sıcaklık hissettirir ve hiçbir mevsimde üşütmez, terletmez. Ya mehtap çıktığında? Sizi inandırmak için dinime yemin ederek söylüyorum, İstanbul’un her mehtabı hemen hemen sizin kadar güzeldir.”

Bafo “Ne güzel yalan söylüyorsunuz elçi bey!” diye kahkahayı koparırken, Kubat Çavuş etrafındakileri telaşa düşürecek derecede ciddileşti.

“Dinime,” dedi, “yemin ettiğimi söylediğime göre, sözüme inanmanız gerekir. Siz, buraların mehtapları kadar değil, İstanbul’un akıllar alan, yürekler hoplatan mehtapları kadar güzelsiniz. Öğüdümü kabul eder de İstanbul’a giderseniz her ay beş altı gün göğe asılan o nurdan aynada kendinizi görebilirsiniz.”

Bunlar, bu sözler Bafo’nun zihninde silinmez izler bırakıyor ve duygularını harekete geçiriyordu. Deli Cafer, Kara Kadı ve Kubat Çavuş efsunlu bir üçgen gibi zihninde hep birden yer almıştı ve o zihin, cazip olduğu kadar garip ve garip bulunduğu kadar da cazip olan bu üçgenin incitmeyen ağırlığı altında tatlı tatlı sallanıp duruyordu.

Türkleri, toy kalbinin bütün temizliğiyle artık güzel ve yüksek buluyordu. Türklüğe karşı eşsiz bir zümrüt, eşsiz bir inci için duyulan çekime benzer bir yakınlık hissediyordu.

Bu hızlı kapılışta, aralarına düştüğü üç Türk’ün vücutlarının güzelliğiyle terbiyelerinin mükemmelliği ve yaklaşımlarındaki gösterişsiz zarafetin etkisi büyüktü. Onu kısa sürede Türk’e aşık eden şeylerden biri de ziyafet salonunda toplanan hemşerileriyle o üç Türk arasındaki yaratılış farkıydı. Bafo, o güne kadar, bir Duçe başını bir Duçe Sarayı kadar muhteşem görüyordu. Bir senatör, bir özel danışman onun gözünde yarı ilahlaşmış şahsiyetlerdi. Fakat bu gece, o görüş, o inanış temelinden değişivermişti. Çünkü Sen Marko Meydanı’nda arşınla kumaş satan ve korsanlıktan gelme olduklarını söylemekten çekinmeyen Deli Cafer’le Kara Kadı’nın onlarla aynı hamurdan yaratıldığı anlaşılan Kubat Çavuş’un Venedik devlet adamlarını her bakımdan solda sıfır bıraktığını gözüyle, şuuruyla, kalbiyle görmüştü.

 

Türkler, Duçe’nin ağırlığına bakarak, Senatörlerin çalımını pabuçlarına çiğneterek, özel danışmanları uşağa çevirerek yürüyor ve onlarla konuşurken aslanların tavşanlara birkaç mırıltı ikram etmesini andıran bir ağız kullanıyordu.

İşte bu gözlem, genç kızın zihninde garip bir değişiklik, düşüncelerinde yaman bir yıkılışa o sebep olmuştu. Önceden korkunç olduklarını düşündüğü Türkler, şimdi ona başları yıldızların kucağına yaslanmış dağlar kadar yüce görünüyordu. Bu dağlarda çimenin, çiçeğin, rengin ve ıtırın en güzeli vardı ve onların eteğinde dolaşmak bile insana mutlu bir sarhoşluk veriyordu.

Bafo, Türk cazibesine kapılmanın benliğinde uyandırdığı kargaşa içinde gemileri karada yürüten kahramanlarla bin Venediklinin toptan beceremeyecekleri işleri bir karış boylarıyla başarıveren cüceleri de sık sık düşünmekten kendini alamıyordu. Henüz belirsiz, henüz renksiz ve silik olmakla beraber genç kızın içinde o kahramanların eliyle itilmek, yürütülmek, uçurulmak ve o cücelerin hünerleriyle hayretten hayrete düşürülmek için bir istek var gibiydi.

Bu duygulara sahip olan bir tek kendisi de değildi. Salonları dolduran renk renk kadınlar da aynı belirsiz çekimin, isteğin ve ihtiyacın hummasını yaşıyordu.

Bununla beraber Bafo, silkinip kendini toplamaktan geri kalmadı. Kubat Çavuş’a cevap verdi.

“İltifat ediyorsunuz, beni şımartıyorsunuz ekselans. Fakat anlıyorum ki, benim İstanbul’a gitmemi gerçekten istiyorsunuz. Bu arzunuz acaba benimle sık sık görüşme düşüncesinden mi doğuyor?”

Elçi litrelerle şarabın sersemletemediği gururlu başını şöyle bir kaldırdı. Sofranın etrafını saran kadınları birer birer gözden geçirdi.

“Türk ili dile alındığı zaman biz Türkler kendimizi unuturuz. Ben de memleketimin güzelliklerini saymak için çırpınırken kendimi düşünemezdim ve düşünmemiştim.”

“O halde ekselans?”

“Gerçek şudur. Biz Türkler, her şeyin en güzelini memleketimize uygun görürüz. Siz de kadın güzelliğinin en yüksek örneklerinden birisiniz. İstiyorum ki, yurdumuzun bir köşesi sizinle aydınlansın ve sizin ciğerlerinize bizim yurdun temiz havası girsin!”

Sonra anlamlı bakışlarla Deli Cafer’in, Kara Kadı’nın yüzüne baktı.

“Siz de,” dedi, “benim gibi düşünüyorsunuz, değil mi? Öyleyse, ulu Tanrı’nın şu güzel Bafo’yu Türk yurduna nasip etmesi için candan, yürekten dua edelim, sofradan da kalkalım!”

Kadınlardan, fazla sarhoş olanlar “Kıskandık ekselans. Bizi güzel bulmuyorsunuz, demek,” gibi sözlerle sarkıntılığa yeltenirken, Kubat Çavuş kalktı, Bafo’yu Deli Cafer’in koluna taktı, çakırkeyif madamlardan birini de Kara Kadı’ya yoldaş etti, kendisi Duçe’nin koluna girdi.

“Siz,” dedi, “yalnız dinlediniz, biz de boyuna konuştuk. Şimdi, vaziyetlerimiz değişecek. Dinleme nöbeti bize, konuşma sırası size gelecek!”

Duçe Jerom sevinç içindeydi. Çünkü Don Mikez’in Topkapı Sarayı’ndaki seyislerden farksız olduğunu öğrenmiş ve Korfu Valisi’nin İstanbul’a balyoz olarak gönderilmesi halinde birçok kazanç elde edileceğini de sezmişti. Bu büyük müjdeleri kendiliğinden vermiş olan elçi Kubat Çavuş’u memnun etmek için günlerce nutuklar sıralamaya razıydı. Halbuki ziyafet programı, kendisine böyle sıkılmasına imkan bırakmıyordu. Yemekten sonra müzik vardı. En şöhretli üstatlar, en kıymetli besteleri elçi bey şerefine söyleyecekti. Daha sonra komik ve trajik sahneler gösterilecekti. Arada dans edilecekti.

Duçe, bütün bunları elçi beye hatırlattı ve programın madde madde uygulanabilmesi için izin istedi. Kubat, kendi dolabını çevirmekle meşgul olduğundan bu ricaya ciddi bir ilgi göstermedi. Sadece hay hay deyip Kara Kadı ile gizli bir şeyler konuştu. İki Türk ana dilleriyle fakat dudak dudağa konuşuyordu. Kelimeleri yanı başlarındaki Deli Cafer’e bile duyurmaktan çekiniyorlardı. Garip olan nokta, Deli Cafer’in tek kelimesini duymadan aralarında konuştuklarını anlar gibi davranması ve ara sıra Kara Kadı’ya gözüyle, kaşıyla fikrini belli etmesiydi. Yetmişlik deniz kurdu, bunu yaparken, diz dize oturduğu güzel Bafo’ya bir şey sezdirmemeyi de başarıyor ve eski Türk düğünlerini anlatarak toy kızın zihnini kendi iradesi altında tutuyordu.

Program bu şekilde madde madde uygulandı. Elçi beyle hemşerilerini eğlendirmek için hiçbir zahmetten kaçılmamıştı. Bazı kadınların programa dahil olmayan numaraları ise gerçekten eğlenceliydi. Venedik hazinesinin altın kitabına adlarını yazdırma fırsatını kaçırmış olduklarını anlayan bu madamlar, şaraptan aldıkları ilham ve kuvvetle üç Türk’ten birinin özel hatıraları arasında yer almaya çalıştığı için programa bağlı oyunları geride bırakacak kadar etkileyici danslar yapıyordu. Akla ve hayale sığmaz sebepler icat ederek kendilerini elçinin, Deli Cafer’in ve Kara Kadı’nın kollarına atıyorlardı.

Onlar, ne bu kadınlara gönül düşürüyor ne de bu ilgiyle alay ediyorlardı. Sadece ağırbaşlı ve gururluydular. Düzinelerce kadın gözü, her çeşit sadakayı kabule hazır birer keşküle dönmüştü. Bu kadınların birçoğu, çeşit çeşit kelime oyunları yaparak aşk dilenciliğini açığa vurduğu halde elçi Kubat da denizci Türkler de temiz bir mermer kayıtsızlığı içinde kendi sohbetlerine devam ediyordu.

Saldırıya geçen kadınlar son hamlelerini dansa saklıyordu. Fakat Türkler, alafranga oyun bilmediklerini ileri sürerek dansa kalkmadıklarından o hamleler de ancak yüreklerde kaldı. Zaten vakit de ilerlemişti, tan yeri yavaş yavaş ağarmaya başlamıştı. Kubat Çavuş bu vaziyette, yaralı gönüllere merhem sürme inceliğini gösterdi, belindeki kuşağa takılı kutulardan ikincisini açtı, önündeki masaya birçok küçük şişe saçtı.

“Hanımlar,” dedi, “bu şişelerde memleketimin en güzel kokularından birer parça vardır, gelin, yağma edin!”

Ve çığlıklarla bölünen bir anda şişelerin yağma edilmesi üzerine iki elini göğsüne kavuşturarak şöyle bir açıklama yaptı:

“Gevşek davranıp yahut beceriksizlik edip koku alamayanlar benim konakladığım eve gelebilirler, diledikleri kadar koku alırlar. Şimdilik bize izin.”

Duçe, basit bir karşılama memuru gibi yan yan yürüyerek elçi beye yol gösterme kaygısına düştüğü sırada Kubat Çavuş, Deli Cafer’le Kara Kadı’ya ve Bafo’ya döndü.

“Buyurun öne geçin. Bize düşen ardınızdan gelmektir. Fakat sizi ve bizi saatlerdir nur içinde yaşatan küçük hanıma da yine görüşelim demeyi unutmayalım. Hepimizin yolu ayrı ama ulu Tanrı’nın ne yapacağı bilinmez. Ben İstanbul’a gideyim derken İngiliz adalarına düşerim, siz Fas yoluna dümen kırmışken Kıbrıs’a düşersiniz. Matmazel de Korfu’ya giderken İstanbul’a düşebilir.

Bafo gülümsedi.

“Böyle bir yanlışlığın,” dedi, “başıma gelmesini dilerim ekselans!”

“Umarım Tanrı bu içten dileğinizi duyar küçük hanım!”

Duçe’yle Kubat, iki deniz kurdunu büyük kanalın bir köşesinde bekleyen kayıklarına kadar geçirip oradan geri döndü. Elçi, ertesi gece için kendilerini yemeğe davet etmek istemişti. Deli Cafer, İtalyanca af diledi ve iyi rüzgar eserse yola çıkrnak istediklerini söyledi. Duçe, pek çabuk değil mi, diye söze karışmış ve onların hiç olmazsa on gün daha Venedik’te kalmalarını ricaya koyulmuştu. Türkler kısa bir cevap ile o uzun yalvarışı kesti, kayığa atlayıp açıkta demirli duran gemilerine doğru yollandı.