Safiye sultan

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

Kürekte üç Türk denizcisi vardı, denize duyurmadan kayığı uçuruyorlardı. Onların pençelerinde kürekler, nazik bir kola dönmüştü, açılıp kapanırken okşadıkları sevgiliyi bir öpücük kadar bile incitmiyordu. Kara Kadı, büyük kanala serpilmiş gondolların arasından süzülüp çıktıktan sonra Deli Cafer’in omzuna bir yumruk indirdi.

“Kubat Çavuş’la,” dedi, “neler konuştuğumuzu biliyorsun, değil mi?”

“Duymadım ama anladım!”

“Verdiğimiz kararı beğendin mi?”

“Beğenmeğe beğendim, lakin ava kim sahip olacak?”

“Kubat’a kalırsa Hünkar. Bana kalırsa biz!”

Deli Cafer, bir süre düşündükten sonra sağ elini ağır ağır kaldırdı, arkadaşının omzuna koydu.

“Hayır,” dedi, “Kubat da yanlış düşünmüş, sen de. Allah nasip eder de avı yakalarsak Manisa’ya götürelim. Doğacak güneş, batmak üzere olan güneşten daha hayırlıdır. Batacak güneşin ışığındaki hastalık da cabası!”

2. BÖLÜM
Taht Yolu mu, Baht Yolu mu?

Galerya adı verilen savaş gemilerinden biri, denize düşmüş bir yüzgeç ve şişman bir güvercin gibi Adriyatik’ten cilveli bir yalpalayışla süzülüp güneye doğru iniyor. Deniz, sanki heyecanlı bir göğüs, kabarıp kabarıp duruyor, titiz ve hırçın değil. Şu Galerya’yı yavaş yavaş sallanan beşiğe benzetmemiş olsa sakin bile sanılacak. Bu zararsız oynaklık gemide bulunanlara da gülüp oynamak ihtiyacı aşılamış olmalı ki güverte düğün salonunu andırıyor. Gülen gülene, oynayan oynayana.

Bu neşenin müdürü kaptan gibi görünüyorsa da gönüllerin başka bir kaynağa bağlı ve fikirlerin başka bir mihraba takılı olduğu belli. Kaptan, tapınaklardaki resmi önder durumunda. Cemaatin onunla değil, yüceliği ve gücüne inandığı tanrıçayla ilgilendiği belli.

Orada, o savaş gemisi güvertesinde tanrıça Venedik’te tanıdığımız Bafo’dır. Tüccarlık ve siyaset bakımından kötü durumdaki cumhuriyetin en şöhretli kaptanlarından Venyeri Loredano’nun kumandası altındaki bu kıvrak gemi, Duçe’yle Senato‘nun önemli emirlerini Korfu’ya Kıbrıs’a ve Girit’e götürmek için yola çıkarılmıştır. Loredano, aynı zamanda, Sinyorita Agripin Bafo’yu babasına teslim etme görevini de üzerine almış. Fakat Cumhuriyet, kendisinden birçok siyasi hizmet beklediği Bafo’nun yolda bir aşk kazasına uğramasından yahut hastalanmasından korktuğu için yanına birbirini kıskanan ve birbirinin aleyhinde yıllardan beri dolap çeviren asil ailelere mensup iki de muhafız katmış. Bunlardan birinin adı Viktor Suranço, öbürününki Piyetro Kapitano’dur.

Her iki asilzade, dediğimiz gibi, birbirinin kanına susamış durumdadır. Gerçi görünüşte dostturlar, hatta kardeş sanılacak kadar samimidirler. Lakin siyaset yolunda biri öbürüne daima kuyu kazmak, pusu kurmak ister. Vatanla ilgili herhangi bir konuda -belki bir asırdan beri- Suranço ve Kapitano ailelerinin dil birliği, fikir birliği gösterdikleri görülmemiştir. Onlardan birinin ak dediğine öbürü mutlaka kara der. Yalnız bir noktada Suranço çocuklarıyla Kapitano ailesi üyelerinin birleştiği görülmüştür. O da Loredanolulara düşmanlık! Venedik Duçesi’yle özel danışmanları işte bu gerçeği göz önünde tutarak ve Bafo’yu herhangi bir kazadan korumayı amaçlayıp Korfu’ya gidecek savaş gemisine Loredano ailesinden bir kaptan seçmiş, onu kontrol için de yanına Surançolardan, Kapitanolardan birer asilzade tayin etmişti.

O devirde İtalya’nın ne yaman bir ahlaksızlık içinde bulunduğunu kavrayabilmek için meşhur Makyavel’in hikayemize rastlayan tarihten kırk yıl evvel öldüğünü ve onun siyasette yalancılığı, ikiyüzlülüğü, fitneciliği, arabozuculuğu tavsiye eden eserinin basılmasının ardından sadece otuz altı sene geçtiğini hatırlamak yeterlidir. Venedikliler başta olmak üzere bütün İtalyanlar o sırada Makyavel’e layık bir vatandaş olmaya çalışıyor ve İncil’i bir köşeye atıp bütün dikkatleriyle Makyavel’in Prens’ini okuyorlardı.

Bu ünlü ahlaksız adam, bilindiği üzere, gücü tek Tanrı olarak tanımış ve güçlenmek için her türlü kutsallığın inkar edilmesini uygun görmüştü. Onun mezhebinde aile bağlılığı, sözünde durma kaygısı, şeref ve haysiyet endişesi, vicdan düşüncesi yoktur. Siyasetin anlamı onun için başarılı olmaktan ibarettir ve bunu sağlamak için de her şeyin, yalancılıktan muhabbet tellallığına kadar her kepazeliğin yapılması yerindedir.

Fakat Makyavel, siyasette başarılı olma meselesini her şeyden ziyade ayrılıktan bekleyen bir diplomattır. Bundan dolayı öğrencilerine ve vatandaşlarına, “İlkin parçala, dağıt. Sonra ez, hakim ol,” demişti. Venedik Cumhuriyeti Makyavel’in adı sanı ortada yokken bu çeşit siyaseti takip etmekte ve bütün başarılarını da o siyasetteki becerisine borçluydu. Makyavel’in eserleri, birer ahlaksızlık incili gibi İtalya’nın her köşesine yayılınca dost devletlerin, komşu hükümetlerin idari ve toplumsal ahengini bin türlü entrikayla bozmak, o devletlerin halkını parti parti ayırarak boğaz boğaza getirmek için kullanılabilecek elleri bulmak daha kolaylaşmıştı. Venedik politikacıları bu kolaylıktan iç siyasette de yararlanmayı düşün- düklerinden Makyavelizm’in kendi aralarında da uygulamasına girişmişti. Mükemmel bir casus ağı kurarak ve asil aileleri birbirine düşman etmekten başlayarak öz yurtlarında yaman bir ayrılık, düşmanlık yaratmışlardı.

İşte asıl görevi güzel Bafo’yu Korfu’ya götürmekten ibaret bulunan şu savaş gemisinde birbirine düşman üç aileden birer kişinin bulunması da o düşmanlık siyaseti yüzündendi.

Fakat Duçe’yle Senato, Loredano’yu, Suranço’nun, onu Kapitano’nun ve Bafo’yu da her üçünün gözetimi altına koyarken tam bir Makyavelci gibi davrandığı için gemide kimsenin durumdan haberi yoktu. Ondan ötürü de gemidekilerin neşesi yerindeydi, asilzadeler ve gemi subayları, heyecanlı bir göğüs gibi kabarıp kabarıp inen mavi deniz üzerinde gülüyor, eğleniyordu.

Gemidekiler -garip bir tesadüf !– hep gençti. Kaptan Loredano henüz otuz yaşındaydı. Kıbrıs kumandanı Marko Antonio, Bragadino’ya Senato’nun gizli emirlerini bildirmeye memur olduğunu söyleyip duran Viktor Suranço Loredano’dan üç yaş küçüktü. Korfu’daki süvari kumandanı olarak atanmış Piyetro Kapitano ise her iki asilzadeden büyük olup otuz beş yaşlarında görünüyordu. Gemi subayları ortalama bir hesapla aynı yaşlarda bulunduğundan güvertedeki neşeyi garipsememek gerekirdi.

Lakin bir gerçeği de unutmamalı. Geminin kaptanı, topçubaşısı, silahçıların komutanı, dümencisi, hesap memuru, bunların yardımcıları, asaletmeap Viktor Suranço ve Piyetro Kapitano, aralarında Bafo bulunmasaydı yine böyle kahkahalar savurarak, çeşit çeşit oyunlar yaparak mı seyahatlerine devam edecekti? Kesinlikle hayır. Onları böyle harekete geçiren hep o yavrucağızın güzelliğinden yüreklere sızan, yayılan alevlerdi. Büyük ve küçük rütbe sahibi herkes ona yaranmak ve kendini beğendirmek istiyordu. Lakin kız, her yere ışığını saçarken hiçbir yerin kaygısını taşımayan güneş gibi onların hülyalarına karşı kayıtsızdı, oturduğu yerden gözlerini denize vererek derin derin düşünüyordu.

Bir dişi, otuz erkek! Bu bir kemik ve otuz köpek demekti. Fakat ortadaki nimetle o nimete midelerini açanlar arasında aklın hakim oluşu hırlama, boğaz boğaza gelme gibi durumların belirmesine engel oluyordu. Yani kemiğe herkes geviş getiriyor, fakat kimse pençe atamıyordu. İşte insanla hayvanı ayırt eden güçlerden biri de budur. İnsan, kalabalıkta veya kanunun baskısı altında ihtirasına hakim olur. Hayvan, böyle bir ihtiyatlılık gösteremez!

Bununla beraber kemiğe göz dikenler, yavaş yavaş ve derece derece şuurlarını da kaybetme durumuna gelmişti. Engin bir deniz, ılık bir hava, sınırsız bir gök, güzelliğin çekimini çoğaltmakta, kalbin direncini azaltmaktaydı. Tabiat denizin sesinde, göğün renginde, havanın ılıklığında hep aynı emri fısıldıyor, “Seviniz, sevişiniz,” diyor gibiydi. Kulağa değil, kalbe ve iradeye seslenen bu fısıltıyı duyup da heyecana gelmemek imkansızdı.

Lakin Bafo’nun kayıtsızlığı bütün bu heyecanları sersemletiyor, hedefsizleştiriyor, şuursuzlaştırıyordu. Bütün erkekler, o kayıtsızlığı yıkma gücünü nefsinde göremediğinden aptal aptal gülüp duruyordu. Ağlasalar, şüphe yok ki, daha iyi yapmış olacaklardı. Fakat birbirlerine gülünç olmamak için hep birden gülüyorlardı.

Bu durum, Bafo’nun kendini dinlemekten yorulmasına ve gözlerini sersemler kafilesine çevirerek her erkeği bir an bile olsa süzmesine kadar devam etti. Şimdi büyük, küçük bütün o avareler, keskin ışıktan örülme bir ağ içine düşmüş, üzerlerinden geçen bakışın ışığına sarılmıştı. Yeni bir sersemliğin sarhoşluğunu yaşıyorlardı.

Kaptan Loredano, en cesurları oldu ve yılışa yılışa Bafo’ya sokuldu.

“Otuz erkek,” dedi, “gözünüzü denizden çeviremedi. Çok dalgındınız, galiba Venedik’i düşünüyordunuz?”

Asil Suranço, Lerodano’yu kıskandı. Başka ağza girmek üzere bulunan kemiğe sokulmakta acele eden yaratıklar gibi hemen atıldı.

“Sinyoritanın,” dedi, “Korfu’yu düşündüğüne eminim. Çünkü gelecek geride değil, ileridedir. Gemi de bizi adım adım ileri götürüyor.”

Genç Kapitano da, bir şeyler söylemek ve hiç olmazsa hararetini hissettirmek istiyordu. Fakat Bafo, aptal kadınların yüreğinden başka yerde dalgalanma yaratamayacağını düşündüğü bu üç miskin heyecanı zarif bir dudak bükmeyle savuşturduktan sonra, yüzü denize çevrili, gerçek düşüncelerini onlara bildirdi.

“Ne düşündüğümü keşfedemediniz. Şu engin denize saatlerce kapanan bir hayal gücü, ne Venedik ne de Korfu üzerinde bu kadar uzun müddet oyalanabilir. Hele genç bir kızın şuurunu saatlerce esir eden konunun mutlaka deniz kadar engin olması gerekir. Venedik bu durumda bir parça köpük, Korfu da bir tutam su gibi kalır.”

Ve ortaya atacağı gerçeğin, o budalaları bir kat daha alıklaştırması için kelimelerin üstüne basa basa ekledi.

“Türkleri düşünüyordum!”

Kıza hayli sokulmuş üç asilzade gibi gerilerde kalan erkeklerin de yüzleri soldu, gözleri bulandı, enselerinden bir titreme geçti ve bütün başlar denize çevrildi. Her biri gözlerinin görme sınırı dışında Türk korsan gemilerinin dolaştığını kuruyor ve engin bir boşlukla uzanıp giden denize korka korka bakıyordu.

 

Ne ileride ne geride, ne sağda ne solda bir yelken, hatta bir gölge görünmesi öbürlerinden önce Loredano’yu cesaretlendirdi ve dillendirdi. Fakat asilzade kaptan, Bafo’nun Türkleri yücelten sözlerini, o ilk korku sırasında, unutuverdiğinden konuyu değiştirerek söze girişti:

“Sinyorita,” dedi, “bu nasıl söz? Karşınızda Loredanoların kanını taşıyan bir kaptan var. Hangi Türk korsanı, bir Cali Bey, olmak ister ve önüme çıkma alıklığını gösterir.”

Bafo, acır veya iğrenir gibi budala gencin yüzüne uzun uzun bakarken Kapitano, deminki suskunluğunun acısını merhemlemek istedi ve söze karıştı:

“Muhterem Loredano, dedesinin babası tarafından bir buçuk asır önce Gelibolu önlerinde kazanılan deniz zaferini hatırlatmak istiyor. İzin verirseniz ben de aynı yıllarda bir Kapitano’nun Osmanlıları Kesendire’den attığını, Kristo Polis Kalesi’ni onlardan aldığını size hatırlatmakla gurur duyacağım. Söylemeye gerek yoktur ki o Kapitano’nun asil kanı hiç bozulmadan bu kölenizin damarlarında dolaşıyor.”

Suranço, bir suçlu gibi kötü kötü düşünüyor ve öbür asilzadelerden cesur kan itibarıyla geri kalmaktan ürkerek işe yarar bir tarih hatırası bulmak için hafızasını yorup duruyordu.

Bafo da gözlerini ona dikmişti ve maskaralık yarışında bu sersemin nasıl davranacağını öğrenmek istiyordu. Suranço, işte bu alaycı bakış altında bir iki asır önceki Venedik tarihini hatırladı, dedelerinin o devirlerde neler yaptığı göz önüne getirebildi ve üç beş kere öksürdükten sonra budala mağrurlar kafilesine katılarak şu cevheri yumurtladı.

“Asil arkadaşlarıma son derece müteşekkirim. Çünkü dedelerini yüksek huzurunuzda anmakla beni de büyükbabam Civani Suranço’nun aziz hatıraları arasına sürüklediler, heyecanlandırdılar. Loredano da Kapitano da bilir ki, Gelibolu ve Kesendire zaferlerini kolaylaştıran büyükbabam olmuştur. Çünkü o, Venedik’ten kalkarak ve bin türlü güçlüğü yenerek Konya’ya kadar gitmiş, Karamanoğullarını, Osmanoğulları aleyhine ayaklandırmıştı.”

Bafo, yüzlerine tükürmek istediği bu şımarık gençlerin öyle davrandığı takdirde utanacağına kıvanç duyacağını sezdiğinden tükürüklerini ziyan etmedi. Lakin ölülerin kahramanlığını kendilerine mal etmeye çalışan budalalara edep ve anlayış dersi vermekten de kendini alamadı.

“Gelibolu nerede, Kesendire nerede, Konya nerede ve yüz elli yıl önce yurtlarına hizmet eden Loredanolar, Kapitanolar, Surançolar nerede? Cüret, zeka, haysiyet, bilgi ve namus, para gibi, ev gibi, ad gibi soydan soptan miras kalsaydı, dünyada hiçbir değişiklik olmazdı. Ne yazık ki, Gelibolu önünde bir deniz savaşı kazanan Loredano’nun torunları henüz bir zafer kazanmamış, hatta savaşın yüzünü görme imkanını bulamamıştır. Kesendire kahramanının torunları da aynı durumdadır. Şu halde bir tarih satırını bütün bir ömür ve bütün bir aile, zerre zerre yemekten vazgeçmeli, mümkünse, o satıra birkaç kelime eklemeli.”

Bir an durdu, sonra yüzünü buruşturarak içindeki bulantıyı kelimelerle heriflerin yüzüne kustu:

“Dedelerinizi tanıyorum, Türklerin de nasıl insanlar olduğunu öğrenmiş bulunuyorum. Fakat siz, kendilerini ünlü sanan sıradan insanlarsınız. Mümkün olsa da kendileriyle övündüğünüz dedelerinizle yüz yüze gelseniz, onların kanını taşıdığınızı güç ispat edebilirsiniz. Onun için tarihi rahatsız etmeyelim, susalım.”

Asil olmayanlar yüreklerinde bir haz duyarak için için gülümsediler. Asalet gururuyla bir gemi güvertesinde tarihi hatıraları şahlandırmaya çalışan budalalarsa, sille yemiş gibi kızardı, sustu. Bafo’yu gücendirmemek kendilerince zeka borcu ve hülya gereği olduğundan şu ağır hakarete tahammül ediyorlardı. Önlerine bakıp dilsizleşiyorlardı. Zaten konunun tartışmaya dayanacak hali de yoktu. Bafo, kendilerinden belki daha asil bir ailenin çocuğuydu. O, geçmiş günlerle övünmenin ahmaklık olduğunu söyledikten sonra kendilerine ancak susmak düşerdi.

Bafo, Türklerin ismini andığı zaman saygı göstermeyen ve bu edepsizlikle de yetinmeyerek Türklerin ufak çaplı askeri talihsizliklerini dile getiren budalalara güzel bir ders verdiğinden dolayı memnun halde, sırtını onlara ve yüzünü denize çevirerek gülümsüyordu.

Yarım saat evvelki velveleyle şimdiki sessizlik garip bir tezat oluşturuyordu. O geniş güvertede sinek uçsa vızıltısı herkesin kulağına çarpabilirdi. Çünkü bütün erkekler ve onların iradesini topuğuna bağlamış olan Bafo susuyordu.

Koca gemiye enikonu ıssızlık havası dolduran bu suskunluk belki yarım, belki bir saat sürdü. Tayfalardan birinin alı al, moru mor bir durumda ansızın ortaya çıkıp ve kaptan Loredano’nun önüne gelip “Sinyor, sağımızda bir gemi var,” diye haber etmesi ortalığı telaşa vermeseydi, daha da sürecekti.

Fakat o beş kelime, beş gülle gibi ortalığı altüst etmiş, herkes elini siper yapıp gözünün bütün gücüyle denizi gözlemeye girişmiş ve çenelere bir gevezelik musallat olmuştu. Konuşmayan yoktu, dinleyen görünmüyordu. Yarım saat sonra geminin Türk bayrağı taşıdığı anlaşılınca durum büsbütün değişti, kaptandan en basit askere kadar bütün erkekleri korkuyla karışık bir heyecan sardı.

Gerçi Türklerle Venedikliler o sırada dosttu. Hatta bir Türk elçisi -bildiğimiz gibi- Venedik’te cumhurbaşkanının misafiriydi, tantanalı ziyafetlerle ağırlanıp duruyordu ve şu hale göre de “Türk bayrağı taşıyan bir gemiye uzaktan korka korka bakmak anlamsızdı. Lakin bütün Akdeniz’de dolaşan gemiciler, Türk korsanlarının Osmanlı İmparatorluğu ile Venedik Cumhuriyeti arasındaki barışa otuz yıldan beri uymadığını ve nerede Venedik gemisi görürlerse, köpürmüş, kabarmış bir hınç denizi gibi amansızlaştıklarını biliyordu.

Bunun sebebi, Venediklilerin iki namussuz hareketiydi. Türk korsanları Topkapı Sarayı tarafından ilan olunan barış ve affa rağmen o sefil hamleleri unutmuyordu. Venedik bayrağını Akdeniz’de dolaştırmamak azmini besliyorlardı. Korsanların hakkı da vardı. Çünkü Venedikliler 1536’da İskenderiyeli Genç Mürabit diye anılan meşhur bir Türk denizcisini, sebepsiz ve haksız pusuya düşürerek ölümcül bir şekilde yaralamıştı, kumanda ettiği bütün filoyu da zapt etmişti. Olayın çirkinliği, elli altmış gemiyle genç Mürabit’in yedi sekiz kadırgalık küçük filosuna hücum eden namerdin Venedik amirallerinden biri olmasından ve bu baskın yapılırken de Osmanlılarla Venediklilerin barış halinde bulunmasından ileri geliyordu.

Genç Mürabit, bire karşı on gemiyle pusu kurarak saldıran düşmana boyun eğmedi, her Türk’ün yapacağı şekilde hareket ederek savaşı, yani ölümü kabul etti. İlkin Amiral bayrağı taşıyan kendi gemisi, sonra iki kadırgası yandı, bin beş yüz Türk, bu yangınlar sırasında kül oldu. Bizzat Mürabit sekiz, on yerinden yaralıydı, gemisi batarken denize atılmıştı, Venedik donanması kumandanı Proveditör Cirolamo bir zafer alayında boynuna zincir vurup sergilemek için olacak, yaralı aslanı sudan çıkarttırıp gemisine aldı. Fakat amacına erişip de onu Venedik sokaklarında gezdirtemedi. Zira Duçe ve senato, yurtlarının Türk çizmesi altında darmadağın olacağını düşünerek pusucu amirali görevden aldıkları gibi genç Mürabit’in de yaralarını iyileştirmiş, elini ayağını öpüp affını dilemiş ve iyileşince emrine mükemmel bir filo verip Afrika sahillerine göndermişti. Osmanlı hükümeti, Mürabit’e yapılan bu iyilikleri bir özür olarak kabul ettiğinden bu olay bir savaşa sebep olmadı. Fakat Türk korsanları Venedikli kanında nasıl bir yılan zehiri dolaştığını anlayıp intikam hırsına kapıldı, Sen Mark bayrağı altındaki gemileri uzun müddet düşman teknesi saydı.

Venedikliler ancak ihtiyatlı hareket etmek ve toplu bir durumda sefer yaptırmakla gemilerini Türk korsanlarının intikam ateşinden koruyabiliyordu. Arada sırada da denizin dili yok diyerek buldukları gemilere baskın yapıyorlardı. Mesela buğday yüklemek üzere limanlarına gelen tüccar teknelerini zapt etmekten ve bu eşkıyalık, İstanbul’a aksedince elçi üzerine elçi yollayıp özür dilemekten, tazminat ödemekten geri kalmıyorlardı. Fakat bir filo kumandanının Venedik’e gelmekte olan Türk elçisini denizde öldürmek, yok etmek kastıyla takibe cesaret etmesi Venediklilerin barış için içtikleri andın kıymetini, sözlerindeki değeri bir kez daha ortaya koyduğu gibi Türk korsanlarının hıncını da sekiz on kat arttırmıştı.

Bu elçi, Yunus Bey adlı bir Türk diplomatıydı. Bir Türk gemisinin Korfu sularında Venedik donanması tarafından zapt edilmiş olmasından dolayı, ihtarlarda ve tazminat talebinde bulunmak üzere Venedik’e gidiyordu. O, üç kadırgalık küçük bir filo ile yola çıkmıştı. Cumhuriyet’in çok sayıda gemiden oluşan bir donanması yine denizin dili yoktur düşüncesiyle bu küçük filoyu yok etmek hevesine kapıldı, açık denizde taarruza geçti.

Yunus Bey’i getiren filo, savaş için hazırlanmadığı ve dost bir devlet merkezine doğru yola çıkmanın verdiği emniyetle zayıf bir durumda bulunmadığından Cumhuriyet donanmasının hücumuna karşı koyamadı, kaçmaya çalıştı. Himara sahillerinde karaya oturdu. Oranın halkı Türklere saygı göstermedi, hayli sıkıntı verdi. Fakat daha sonra Yunus Bey’in rütbesini öğrenince, edepli davrandı.

Bu olay, Venedik aleyhine savaş açılmasını zorunlu kılacaktı. Lakin Venedik Duçesi, Senatosu İstanbul’un olanları haber almasından önce harekete geçti. Yunus Bey’in kadırgaları üzerine yürüyen kont Grade Niko’yu zindana attı, Korfu sularında bir Türk gemisi zapt eden filo kumandanı Proveditör Kontarini’yi de muhakeme altına aldı. İstanbul’a etraflı özür mektupları yolladı, rüşvetler sundu. Barışın bozulmasını önledi. Fakat Türk korsanları, silahsız elçilere bile hücum etmeyi kabul eden Venedik ahlaksızlığını affetmedi, öç alma siyasetini kuvvetlendirdi.

İşte Bafo’yu taşıyan gemideki asilzadeleri ve kaptanından dümen neferine kadar bütün o cesur denizcilerini renkten renge sokan, telaş içinde bırakan sebep buydu. Görünen geminin korsanlara ait olma ihtimaliydi. Eğer o ihtimal doğru çıkarsa, kesin savaşmak gerekecekti. Yani Türklerin Venedik gemisine saldırmaları yüzde yüz beklenebilirdi ve bu, felaket kelimesiyle de ifade olunamayacak kadar büyük bir talihsizlik olacaktı. Çünkü iki kere ikinin dört etmesi nasıl doğalsa, tek bir Türk gemisinin yine tek bir Venedik gemisini haklaması da o ayarda bir şeydi. Hatta maddi veya manevi bir sebeple, göze görünmeyen ve akla sığmayan bir şeyin zoruyla iki kere iki bazen beş yahut üç olabilir. Fakat bir Türk’ün bir yahut iki yahut üç Venedikliyi bir çırpıda yenmesi, tepelemesi, daima doğru çıkan ve bundan sonra da çıkacak olan bir gerçekti.

Korfu’ya doğru süzülen Galerya’daki asilzadeler, askerler, tayfalar, kürekçiler de işin böyle olacağını bildiklerinden sararıp soluyor, bayılıp ayılıyordu. Herkes sersemlediği için gemi de başıboş kalmıştı. Gelişigüzel yuvarlanıp gidiyordu gemi. Halbuki enginde görünen Türk gemisi, nereye doğru süzüleceğini belirlemişe benziyordu. Gittikçe büyüyen bir deniz ejderi halinde Venedik teknesinin üzerine doğru koşa koşa geliyordu.

Erkeklerin telaşına, anlamsız kekelemelerine gözünü ve kulağını kapamış görünen Bafo, deniz üstünde belirişi bir tehlike işareti olarak kabul edilen geminin gerçekten Türklere ait olduğunu anladıktan sonra yüzünü kaptan Loredano’ya çevirdi.

“Bu geliş,” dedi, “avcı gelişine benziyor. Savaşacak mısınız?”

Daha bir iki saat önce, tarihi hatıralardan gurur hissesi almak isteyen ve Türklere -tek bir Türk’ün bulunmadığı yerlerde- meydan okuyan Loredano’nun ilkin dudakları, sonra çenesi titredi, dişleri arasından şu miskin kelimeler döküldü:

“Kuvvetler arasındaki oranı bilmiyorum, şerefimizi tehlikeye düşürmekten korkuyorum.”

Bafo’nun gözleri Kapitano’nun yüzüne dikilince o, asilzade hemşerisinden daha akıllı davrandı. Korkaklığın ağırlığını güzel kızın varlığına yükledi.

“Savaşmak kolay. Fakat sizi elden kaçırma meselesi var.”

Suranço da bu ara mırıldandı, Kapitano’nun yumurtladığı cevhere cila verdi.

“Biz ölmeğe hazırız. Sizin yaşayacağınızdan emin olmak şartıyla.”

Bafo, İtalyanca sözlükte bulunan en ağır kelimeleri biraraya getirerek ve onları tükürükten bir zarfa koyarak sırayla şu üç asilzadenin yüzüne fırlatmak için hafızasını yoruyordu. Yüreği bulana bulana aşağılama cümleleri hazırlamaya çalışıyordu. Fakat top menziline girmiş olan Türk gemisinden uçup gelen ilk gülleyle Galerya’daki Venedik bayrağı uçup gidince elinde olmadan titredi, hakaret etmek istediği gençleri o suretle küçültmekten vazgeçti ve cesaretlendirmeye yeltendi.

“Haydi,” dedi, “ne duruyorsunuz? İşinizin başına geçsenize. Yoksa teslim mi olmak istiyorsunuz?”

İkinci, üçüncü ve dördüncü gülleler yelkenleri, direklerden bir kısmını yerle bir ederken Loredano, Bafo’nun önünde diz çöktü, yalvardı:

“Emri siz verin, topçuları siz kumanda edin. Ben size baka baka savaş işareti veremeyeceğim.”

Güzel kız gözlerini göğe kaldırarak Allah’tan bir şeyler dilemek isterken gemi mürettebatının grandi direğine beyaz bayrak çektiğini gördü, iliğine kadar titriyerek o işareti Loredano’ya gösterdi.

 

“Askeriniz sizi iyi tanımış. İşte bu tanımanın vesikası da çirkin çirkin sallanıyor!”

Ve yüzüne enikonu renk gelen, yüreğine neşe dolan Loredano’nun yakasını tutarak olanca kuvvetiyle sarstı.

“Şimdi, şimdi,” dedi, “yolumuzu kaybediyoruz, başka bir yola düşüyoruz. Bu yeni yolun adını olsun söyleyecek kadar cesaretin var mı?”

Zillet yolu, esaret yolu, hakaret yolu, felaket yolu gibi bir cevap alacağını umuyordu. Fakat Loredano küstah küstah sırıttı, şu sözleri söyledi:

“Baht yolu, Sinyorita, baht yolu! Biz faniler hep bahtımızın esiri değil miyiz? Burnumuzun dibinde sandığımız Korfu’ya giderken Türklerin saldırısına uğrayıp yolumuzu şaşırmamız da baht işidir. Gam yemeyin, dayanın!”

O sırada Türk gemisi kıvrak manevralar yapıp farklı genişlikte daireler çizerek Galerya’ya yanaşmak üzereydi. Bafo, kaderine boyun eğmişti, ancak kendisinin gençliğine, güzelliğine, zekasına ve bütün benliğine sahip olacak şahıs veya şahısları görme ihtiyacını duyarak nemli gözlerini, yenik ve korkak Galerya’ya rampa etmek için duran Türk teknesine çevirmişti. Birden o nemli gözler büyüdü, solgun dudaklar titredi ve güzel Bafo sevince de hayrete de yorulabilir bir sesle bağırdı:

“Deli Cafer Reis, Deli Cafer Reis!”

Doğru görüyor ve doğru söylüyordu. Dört gülleyle koca bir Galerya’yı teslim olmak zorunda bırakan Türk gemisinin güvertesinde Deli Cafer’in heybetli endamı yükseliyordu. Üç gün önce Venedik’te arşın arşın kumaş satan, Duçeler Sarayı’nda savaş hikayeleri, düğün masalları anlatan iri Türk, bu korsan gemisi güvertesinde, o kırmızı cepkeniyle, kırmızı fesiyle ve kuşağıyla, kızıl kana boyanmış bir savaş tanrısı gibi muhteşem görünüyordu.

Bafo, bu gözleminde yanılmamıştı. Çünkü Deli Cafer’le karşılaşmak, Adriyatik Denizi’nin ağzında meydana gelen şu olayın sırrına ermek demekti. Evet, Loredanolar, Kapitanolar, Surançolar ve bu savaş gemisi tesadüfün zoruyla değil, Duçeler Sarayı’nda üç Türk’ün baş başa vererek yaptıkları anlaşma üzerine işte Baht yoluna düşüyordu. Daha doğrusu Türkler, kendini yakalamak için Venedik Cumhuriyeti’nin bir gemisini ve bir sürü Venedikliyi esir ediyordu.

Bu durumda ne yapmak lazımdı? Bafo, baygınlık verecek kadar artmış bir heyecan içinde bu soruya cevap bulamıyordu. Esirdi ve esirlerin mutlak bir itaatten, mutlak bir boyun eğişten başka hakları olamadığını biliyordu. Lakin kendini esir eden kuvvetin daha dün yine kendi güzelliği önünde ne samimi hayranlıklar gösterdiğini düşününce, sade ve miskin bir esirden bambaşka bir şey olduğunu anlıyordu. Başını dik tutmak istiyordu. Bununla beraber Türklerle yan yana gelince, ağlamak mı, somurtmak mı, yoksa gülümsemek mi, mutlu görünmek mi gerekeceğini kestiremiyordu.

Böyle ince eleyip sık dokumaya vakit de müsait değildi. Korsan gemisi kancaları atarak Galerya’yı kendine bağlamıştı. Manga manga askerlerini yenilenlerin yanına göndermek üzereydi. Bundan ötürü Bafo, olayların gelişmesini beklemeye ve göreceği tavra göre hareket etmeye karar verdi.

Deniz savaşlarında, hele o devirde, kara savaşlarıyla karşılaştırılamayacak derecede hızlı davranılırdı. Çünkü deniz, kazanılmış bir zaferi yenilgiye çevirebilirdi her an. Savaşanlar, onun ansızın coşup trajediler yaratmasından korktuğu için iş başında pek çevik hareket ederdi. Türkler ise hızın, atılganlığın, çabuk iş görürlüğün birinci sınıf örneklerini oluşturan bir milletti. Denize bile emrivakiler yapma fırsatını kolay kolay vermezlerdi.

Bu sebeple Bafo çok beklemedi, bir bölük kadar Türk askerinin Galerya’ya sıçradığını gördü. Önlerinde Deli Cafer vardı, eli yatağanının kabzasında olduğu halde, teslim bayrağı çekildikten sonra sessizce sıralanmış gemi mürettebatının yüzüne bile bakmadan hızlı hızlı yürüyordu. Askerler ondan emir almaksızın görevlerini yapmaya başladıkları, Venedik dilaverlerini ikişer ikişer yakalayıp kendi gemilerine götürdükleri için Deli Cafer’in ardında sekiz on kişilik bir manga kalmıştı.

O, işte bu küçük takımın başında yürüdü, yürüdü, Bafo’ nun yanına geldi, çelikten bir dağ parçasının reverans yaptığını sandıracak kadar heybetli bir eda ile eğildi. “Küçük hanım,” dedi, “sizi esir edenlerin kendilerini size karşı esir saymakla iftihar ettiğini söylememe izin verir misiniz?”

Ve kızın konuşmasına meydan vermeden ilave etti.

“Belki korktunuz. Fakat yanınızda gemiciler vardı. Onların, düşmanca davranmak ve düşman gemisi batırmak isteyen Türklerin, bizim gibi davranmayacağını size söylemelerini umarak o üç dört gülleyi savurduk. Yanınıza da çabuk geldik, kendimizi tanıttık.”

Bafo kaşlarını çattı.

“Yanımıza,” dedi, “geldiniz. Lakin dost gibi değil.”

Ve elini uzatarak gemiden götürülen dilaverleri gösterdi.

“Arkadaşlarımdan ayrılıyorum. Bu dost işi midir?”

Deli Cafer, heyecan içinde on kat daha güzelleşmiş Venedik dilberini uzunca bir süre süzdü, kelimeler üzerinde dura dura sordu.

“Arkadaşlarınızın esir edilmemesini mi istiyorsunuz?”

“Tabii!”

“Venediklilerin Türk gemilerine alçakça baskın yaptığını, bile bile mi bunu istiyorsunuz?”

Kız, gözbebeklerinin içine kadar kızarmakla beraber tereddüt etmeden cevap verdi.

“Evet!”

“Bu geminin de serbest bırakılmasını arzu ediyor musunuz?”

“Tabii!”

“Ya kendiniz için ne düşünüyorsunuz?”

“Baht yolunda gözü kapalı yürümeyi!”

Deli Cafer, derin derin düşündü. Sonra bir elini Bafo’nun omzuna koydu.

“Biz,” dedi, “size baht yolu değil, taht yolu açıyoruz. Çünkü sizi yüce Padişahın büyük oğluna armağan götüreceğiz. Osmanlı tahtı ona kalacağı için siz de er ya da geç imparatoriçe olacaksınız. Ben şimdiden sizi o sıfatla selamlıyorum, emirlerinizi kabul ederek gemiyi de içindekileri de serbest bırakıyorum. Yalnız siz, lütfen bizim gemiye buyurun!”

Bafo, Osmanlı Sarayı’nda Bizanslı, Sırp, Rus prenseslerin ne muhteşem hayat sürdüğünü masal gibi dinlemiş ve yakın bir tarihte ölen Hürrem Sultan’ın yaptığı işler hakkında da epeyce bilgi elde etmişti. Kubat Çavuş’la Deli Cafer’i ve Kara Kadı’yı Venedik’te gördükten sonra Türklere büyük bir sevgi beslemeye başlamıştı. Fakat hiçbir zaman aklına imparatoriçe olmak gelmediği gibi Türklerin arasına düşmek de hayalinden geçmiş değildi. Bu sebeple, duygularında garip bir kargaşa vardı. Yurdundan, yuvasından, anasından ve babasından ayrılacağını düşündükçe, içine sızılar yayılıyor, gözleri dolu dolu oluyordu. Dünyanın en kuvvetli, en zeki, en nazik, en güzel milleti olan Türkler arasında o kuvveti, o zekayı, o nazikliği, o güzelliği bol bol hissederek ve onlardan kalbiyle, ruhuyla, hatta etiyle yararlanarak yaşayacağını düşününce, içine yayılmış sızılar geçiyor, yerine tatlı bir çarpıntı geliyor, gözleri de gülmeye başlıyordu. Deli Cafer’in sözleri, bu duygu kargaşalığını birden giderdi, genç kızı hayal ve heyecan alemlerine sürükledi. Bütün benliğine neşeli bir uysallık getirdi. Artık somurtamıyordu, tatlı bakışlarıyla heybetli Türk’ü kucaklayarak durumundan hoşnut ve mutlu görünüyordu.

Deli Cafer, toy kızın esirlik felaketini bir tür mutluluk kabul ettiğini farketmekte gecikmediğini görünce, yana çekildi.

“Buyurunuz,” dedi, “bizim gemiye geçelim. Orada esirleri siz azat edersiniz.”

İki üç dakika sonra, onu Kara Kadı karşılıyordu. Lakin genç ruhlu ihtiyar korsan bu karşılama sırasında yalnız değildi, Duçeler Sarayı’nda kıymetleri Kubat Çavuş tarafından ballandıra ballandıra anlatılan iki meşhur cüce de yanındaydı. Bafo, o canlı insan minyatürlerini görünce ne halde olduğunu unutarak, ellerini şımarık şımarık çırptı ve bağırmaya girişti:

“Aman ne güzel şeyler, ne zarif oyuncaklar!”

Cüceleri uzun uzun inceledikten, evire çevire seyrettikten sonra, Kara Kadı’yı selamladı.