Safiye sultan

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

O, Şeyh Şüca’nın dairesinde ve korsanların yanında yasak bir meyve, el değmemiş bir çiçek durumuna düşen Venedik dilberini helal bir meyve ve helal bir çiçeğe dönüştürebilmek için kendi odasına hemen kapamak ihtiyacındaydı. Bafo’nun bir çift yakut üzerinde beliren gülümsemesi o ihtiyacı coşturmuş, elini uzatması ise Şehzadede akıl fikir bırakmamıştı. Aç bir yürek ve aç bir ruh ile dairesine doğru koşuyor, iliklerine kadar gülümseyen Bafo’yu da kendine uydurup koşturuyordu.

Odadakiler uzun bir süre bu maskaralığın şaşkınlığını taşıdı, sonra birbirlerinin yüzüne baktı. Deli Cafer’le Kara Kadı, kısa bir bakışla birbirlerine fikirlerini söylemişti ve bu düşünceler aynıydı, Şehzadenin bir kadın delisi olduğunu gösteriyordu.

Fakat Şeyh Şüca’nın düşüncesi başkaydı. O da korsanlar gibi şaşkındı, şöyle böyle mürit edindiği Şehzadenin bir Frenk kızına çarçabuk tutkunluk göstermesine akıl erdirememişti. Lakin şimdi onları düşünmüyordu. Kendi budalalığını ölçerek üzülüyordu ve korsanların ağızlarını kapamak için çareler araştırıyordu.

Budalalık dedik. Çünkü Şeyh, Bafo’yu gördükten sonra yaptığı densizlikten dolayı pişman olmuştu. Kız onun da esaslı bir dayak yemesine rağmen sarsılmamış olan aklı üzerinde derin etkiler yapmıştı. Korsanları kızdırmayarak kızı Şehzadeden önce niçin görmediğine ve görür görmez de niçin gizli bir köşeye kapamadığına hayıflanıyordu. Fakat iş işten geçmişti, artık o bir içim suyu Şehzadenin dudağından geri çekmek mümkün değildi. O halde yapılacak şey korsanların her dolaştıkları yerde şu dayak hadisesini anlatmamalarını ve kendi haysiyetini yıkmamalarını sağlamaktan ibaret kalıyordu.

Şeyh Şüca işte bu düşünce ile henüz odadan ayrılmayan korsanlara yanaştı.

“Yiğitlerim,” dedi, “sikkeme ve cübbeme saygı göstermediniz, beni incittiniz. Lakin bir şeyh kin tutmaz, kimse için hınç taşımaz. Ben de işlediğiniz günahı unutacağım, sizi pirime havale edip cezalandırmayacağım.”

Deli Cafer, acı acı gülerek onun sözünü kesti:

“Bizi,” dedi, “pirine mi havale edeceksin? Ulan, pirin yerin dibine geçsin. Biz de seni Ulu Tanrı’ya havale ederiz.”

Ve kollarını kavuşturarak sert sert sordu:

“Pirini, pireni bırak da ne istediğini söyle. Çünkü dilinin altında bir bakla döndüğünü görüyoruz.”

Şeyh Şüca bu uyarı üzerine dileğini açığa vurdu, şurada burada adının hakaretle anılmamasını ve dayak yediğinin kimselere söylenilmemesini rica etti. Deli Cafer, dövülmekten değil de dövüldüğünün duyulmasından korkan bu eli nasırlı şeyhe bakıp bakıp başını sallıyordu, nihayet dayanamadı.

“Sen,” dedi, “budala mısın, nesin? Biz, işimizi gücümüzü bırakıp seni mi düşüneceğiz? Yoksa adam dövmek hüner midir ki onunla diyar diyar övünelim? Bununla beraber işin gülünç tarafı var. Bizim şu eşikten çıkar çıkmaz seni unutacağımıza şüphe yok. Fakat dayak yediğin sırada bizi çevreleyip seyre dalanların ağzını nasıl kapayacaksın?”

Şeyh Efendi, onları da susturmaya çalışacağını söylediğinden, iki yiğit denizci odadan ayrıldı, sofada dolaşan uşaklardan birini önlerine katarak dairelerine doğru yollandı. Sarayın bütün selamlık dairelerinde, ahırlarında, mutfaklarında, bahçelerinde, odunluklarında, çamaşırhanelerinde, muhafız koğuşlarında bulunanlar, Deli Cafer’le Kara Kadı’nın Şeyh Efendi hazretlerine dayak attığını, Şehzadeyle de senli benli görüştüğünü duymuştu. Onun için adım başında üç beş kişi kenara çekilerek boyun kırıyor ve ünlü korsanlara saygılarını hissettirmeye çalışıyordu.

Onların bu selamlaşmalarla ilgilendiği yoktu. Her boyun kıran gruba veya adama Aleykümselam, demekle yetinip yollarına devam ediyorlardı. Fakat boylu poslu, yakışıklı ve zarif giyimli bir delikanlının verdiği selam onları avlunun ortasında adeta mıhladı, ayaklarını yürümekten alıkoydu. İkisi de onu tanıdığından emin olmakla beraber umulmayan bir tesadüfün verdiği hayretle duruvermişti. Halbuki o güzel ve şık genç, kendilerini tanımamış gibi görünerek adım adım uzaklaşıyordu.

Bu vaziyete Kara Kadı, yanlış hatırlamaktan korktu ama hemen seslendi:

“Bire doğancı, koşma, dur!” Genç erkek başını çevirdi, geri dönmeye lüzum görmeden sordu:

“Beni mi çağırıyorsunuz?”

“Hele şükür anladın. Bari gel de bizim kim olduğumuzu da anla!”

O, sırmalı kostümünün içinde salına salına, fakat isteksiz bir biçimde döndü, denizcilerin yanına geldi.

“Ne istiyorsunuz ağalar,” dedi, “bana bir emriniz mi var?”

Kara Kadı, kaşlarını çatarak ona cevap verdi.

“Sen, Beşinoğlu Kaya Bey’in yanında değil miydin?”

“Evet!”

“Bir zamanlar adın da Artin’di. Sonra sünnet oldun, hak dinine girdin, Mehmet adını aldın. Bu da doğru değil mi?”

“Evet!”

“Eee, burada ne arıyorsun?”

“Kaya Bey beni doğancı yapıp yetiştirdikten sonra aziz Hünkara armağan etti. O da Şehzadenin av merakını düşünüp beni buraya yolladı. Şimdi şehzade hizmetindeyim. Adım da Kara Mehmet’tir.

“Memnun olduk. Lakin bizi henüz tanımadığını da görüp şaştık. Ben korsan Kara Kadı değil miyim, yoldaşım da yine korsan Deli Cafer değil miydi? Kaya Bey’in çiftliğine az mı gelirdik?”

Kara Mehmet, dalgınlığının affedilmesini rica etti, denizcilerin elini öptü.

“Vallahi,” dedi, “sizin buraya kadar geleceğinizi ummazdım. Hatta iki deniz kurdu bir Venedik kuzusunu yakalayıp Şehzadeye getirmiş, Şeyh Şüca’yı da ısırmış diye kulağıma demin bir laf çalmışken incelemedim, neme lazım, neme lazım diye düşünüp adınızı bile sormadım. Meğer koca sarayı ayağa kaldıran sizmişsiniz. Gerçekten memnun oldum.”

Belki bir el daha öpüp ayrılacaktı. Fakat Deli Cafer onun koluna girerek ayrılmasına imkan bırakmadı.

“Biz,” dedi, “şu karşıki odalarda misafiriz. Yarın erkenden yola çıkacağız. Ancak içimizde birkaç düğüm var. Onları çözmek zahmetine sen katlanacaksın. Bizimle gel, o düğümleri çöz!”

Kendilerini çok iyi bilen denizcileri kızdırmak Ermeni’den dönme doğancının elinden gelemezdi. O sebeple ‘Hay hay,’ demek zorunda kaldı ve kendileriyle birlikte yürüdü. Fakat korsanlar onu uzun süre tutmak niyetinde değildi. Bu yüzden odaya girer girmez sorguya giriştiler.

“Bize ilkin şu Şeyh Şüca’yı anlat. Kimin nesidir, hangi dergahın şeyhidir bu herif ?

Genç doğancı, hemen kapıyı kapadı, korsanların güç duyabilecekleri bir sesle cevap verdi:

“O şeyh filan değildir, bahçıvanlıktan gelmedir. Haremde Raziye adlı bir kahya kadın var. Şeyhin çalıştığı bahçeye hava almak için gittikçe onu görür, beğenirmiş. Şüca, hayırsever birinin sayesinde küçüklüğünde biraz mürekkep yalamış, anasından da akıllı doğmuş bir adamdır. Kahya kadının kendisine tatlı tatlı baktığını görünce meyve koparıp soğuk ayranlar hazırlayıp içirmeye başlar. Sonunda ikisi arasında bir dostluk belirir. Şüca, Çingenelerden öğrenerek bakla falı açar, kağıt üzerinde de fal bakarmış. Hele rüya tabirinde herkesi kafese koyarmış. Bir gün Şehzadenin gördüğü düşü Raziye Kadın’ın yardımıyla hoşça yorumladığından Şehzade Efendimize çatar. Şimdi burada dairesi, şehirde ayrıca konağı var. Şehzade bir dediğini iki etmez!”

“Peki, Şehzadenin yanına girip çıkanlar arasında hatırı sayılabilecek daha kimler var?”

“Kadı Üveys!”

“Ne kadısı bu?”

“Tire Kadısı’ydı. Bir gün Şehzadeyle ava giderken Yamanlar Dağı’nın eteğinde buna rastladık. Kerli ferli bir adamdı. O koca sarığıyla uzaktan çok heybetli görünüyordu. Meğer herif, göründüğü gibi kaba değilmiş, yol yordam bilenlerdenmiş. Çünkü Şehzade Efendimizi görür görmez atından sıçrayıp yere indi, cüppesinin göğsünü kavuşturdu, el pençe divan durdu ve Şehzade yaklaşınca, bağıra bağıra bir şeyler okumaya başladı. Baba tutmuş siyah köleler gibi sağına soluna sallanıyor, başını hiç durmadan eğip kaldırıyor, ellerini ayaklarını hokkabazca oynatıyordu. Şehzade, böyle maskaralıkları çok sever. Onun için atlarının başını çektiler, herifin yaptığı oyunu güle güle seyre daldılar. O, aşkla şevkle oyununa devam etti. Tadını kaçırmadan da bağırıp çağırmayı bıraktı, Şehzadenin üzengisine dudaklarını yapıştırdı, şapır şapır ve uzun uzun öptü, sonra geri çekildi.

“Kulun,” dedi, “Tire Kadısı Üveys’im. Aşo’yu Bekir ’e boşatmaktan, Hasan’ın bıraktığı malı mirasçılara bölüştürmekten, Mehmet’in alacağını Mahmut’a ödetmekten bunaldıkça kılkuyrukcağzımı önüme katarım, ava çıkarım. Çektiğim çile artık dolmuş olacak ki, şevketli, kudretli, yüce Şehzademe rastladım. Bundan böyle bana ne mahkeme ne muhakeme gerek. Senin ahırında seyislik edip rahata ereceğim.”

Şehzade kıs kıs gülüyordu. Kadı susunca sordu.

“Kılkuyruk yoldaşın nerede?”

Üveys av borusu kadar kuvvetli bir ıslıkla oraları inletti ve koşa koşa gelen bir tazıyı göstererek cevap verdi:

“Yoldaşım işte budur. Fakat işinin ehli bir hayvandır. Ne tavşana göz açtırır ne kekliğe. Hele ava çıkmadan önce iyi bakılmış olursa, turna sürüsüne bile süzülmek ister.”

Şehzade efendimiz, avcı kadıyı da köpeğini de beğenmiş ve hemen emir vermişlerdi.

“Efendi bundan böyle dairemizin halkındandır. Sarayda odası olacak ve bizden ayrılmayacaktır.”

O gün, bugün Kadı Üveys bizimledir. Bir hafta kadar oluyor, Şehzadenin kayırması üzerine yüce Padişahın fermanı geldi, kadı eskisi hoca, dairenin defterdarı oldu.

Ve sesini biraz daha kısarak ilave etti:

“Siz de biliyorsunuz ki, şehzade katında defterdar olanlar, devletin baş defterdarlığına kendilerini nişanlamış sayılır. Onun için Kadı Üveys biraz ağırlaştı. Fakat halvet aleminde kürkü ters giymekten, kafayı çekip dansa kalkmaktan geri kalmaz.

Kara Mehmet sustu, fazla gevezelik ettiğini düşünerek biraz da korktu. Bununla beraber yakasını kurtaramadı. Çünkü Deli Cafer yine sormuştu:

“Dışarıda ya da içeride daha kimlerin borusu ötüyor?”

“Ben gelmeden önce Şehzadenin hocası öldüğünden Hasan Canoğlu Hoca Saadettin’i İstanbul’dan hoca yaptılar. Şehzade ona çok saygı gösteriyor. Hoca da şaka bilmez, kimseden korkmayan bir yaman kişi. Ben anlamam ama anlayanlar onun bilgisini derin, kalemini hançer gibi keskin buluyor.”

 

“Başka?”

“Haremde de Raziye Hatun var. Kendisi kahya kadındır. Sarayın haremine de selamlığına da hükmü geçer. Şeyh Şüca, onun emriyle oturup kalktığı gibi Kadı Üveysler, hazinedarlar, imrahorlar ve herkes kendisini sayar. Daha doğrusu şerrinden korkar. Çünkü Şehzade hazretleri, onun her dileğini yerine getirir.”

Bu konuşma belki biraz daha sürecekti. Fakat oda kapısı ansızın açıldı, içeriye selamlar vererek bir harem ağası girdi, kendine özgü şivesiyle, “Şehzade efendimiz ferman, buyuruyorlar, yeni gelen halayın oyuncaklarını istiyorlar,” dedi.

Cüce Nasuh ve Cafer Ağalar da o odadaydı. Yanyana büzülüp uyuyorlardı. Kara Kadı’nın biraz yüksek sesle, “Yavrular, uyanın!” demesi üzerine yerlerinden sıçrayıp “Lebbeyk, lebbeyk,” diye korsanların karşısına dikildiler. Kara Kadı, şefkatli bir baba kederle içini çekti.

“Eh,” dedi, “kader yerini buluyor, ayrılmamız lazım. Şimdi Şehzadeden emir geldi. Hareme, Bafo’nun yanına gideceksiniz. Artık oradan ayrılmak yok. Bahtınız Bafo’nun bahtına, Şehzadenin de keyfine bağlı, gözünüzü dört açın, kendinizi sevdirin, şımarıklık yapmayın, etliye sütlüye karışmayın.”

Kara Mehmet, o sırada yavaşça sıvışmış, ağaların yanından uzaklaşmıştı. Deli Cafer onun, haremden gelen ağadan korktuğunu sezdi ve kaçışını farketmemiş gibi davrandı. Aynı zamanda cücelere verilen öğütleri de fazla buldu.

“Yeter kardeş,” dedi, “yeter. Nasuh da Cafer de akıllı kişiler. Başlarına konan devlet kuşunun elbette kıymetini bilirler, alıklık edip o kuşu kaçırmazlar. Sen hoş lafı koy da, kendileriyle helalleş.”

Cüceler de Kara Kadı da samimi bir üzüntü duyarak öpüştüler, koklaştılar. İhtiyar korsan yere çömelerek bunu mümkün kılmıştı. Fakat Deli Cafer onun gibi davranmadı. Minimini dostlarının ikisini birden kucağına aldı, yüzlerini gözlerini öptü ve kendi yüzünü de onlara öptürdü, sonra kendilerini yere bıraktı.

“Haydi,” dedi, “uğurlar olsun.”

Yalnız kalınca, kaşlarını çatıp birbirlerine küsmüş gibi birer köşeye çekilip somurtmuşlardı. Önlerine sofra kurulurken, yemek yenirken, hatta yataklar serilirken, bu çatık kaşlılık devam ediyordu. Ancak yatağa girecekleri sırada vaziyetleri değişti, başlar yanyana geldi ve Deli Cafer arkadaşına fısıldadı.

“Büyük bir iş yaptık. Tekkesiz şeyhlere, mahkemesiz kadılara sakalını kaptırmış bir şehzadeye kız armağan ettik. Üstelik cüceleri de elden çıkardık. Niçin, neden?”

Kara Kadı, derin derin ahladı, pufladı.

“Niçini nedeni var mı ya, Venedikli kıza tutulduk, aynaya bakınca da utandık. Onu unutmak, unutabilmek için çare aradık, kendisini bir daha açamayacağımız, içine bakamayacağımız bir mezara gömmeğe karar verdik. Şimdi o mezarın eşiğinde işlediğimiz suçun ağırlığını hissedip bunalıyoruz. Fakat dayanmamız gerek!”

“Ya cüceler?”

“Onlar, kendi dileğimizle saray denilen ışıklı mezara gömdüğümüz kızın yoluna feda ettiğimiz kurbanlar. Haydi, sus. Daha fazla konuşma!”

3. BÖLÜM
Çıra Gibi Tutuşan Gönül!

Harem halkı, güllere, zambaklara, karanfillere el sürmeyi bile aşağılık bir şey sayan, en güzel kızlara ayağını öptürdükten sonra yanağını zorla uzatan Şehzade hazretlerinin bir kadınla el ele ve güle güle geldiğini görünce hayretten parmaklarını ısırmaya koyulmuştu. Geceyarısından sonra olsa efendilerinin fazla içtiğine ve ne yaptığını bilmediğine hükmedip şu halini hoş göreceklerdi. Fakat daha gün batmadan onun böyle kütükleşmesini mantıklarına sığdıramadıklarından şaşkın tavuğa dönmüştü, bulundukları yerde kalıvermişlerdi.

Onların, o dizi dizi ve düzine düzine kızların, kadınların, harem ağalarının aklını altüst eden bu durum aynı zamanda zavallıları kıskançlık ateşine atmıştı. Şehzadenin güpegündüz bir kızla sarmaş dolaş oluşunu -çünkü bu zavallılar, bir erkeğin bir kadına el vermesini, sarılıp oynaşmaktan farksız görürdü- değil, bir kızın şehzade üzerinde hakimiyet kurmasını kıskanıyorlardı. Harem ağaları da bu kıskançlığa ortaktı. Zira şehzadenin bütün dünya kadınlarıyla sevişmesini sağlayan, hatta gerekli bulan bu zavallılar aynı adamın tek bir kadın tarafından harcanmasına dayanamazdı ve efendilerinin ancak kendi etkileri altında yaşamasını isterdi. Şimdi bir kadının Şehzadeyi kendine aşık ettiğini görüyor ve için için kuduruyorlardı.

Bunlar ilk hislerdi. Biraz sonra duygular büsbütün karışık hale geldi. Çünkü Şehzade tarafından sürüklendiği halde Şehzadeyi ardında sürüklüyormuş hissini uyandıran kızın güzelliği, bu sersemleşmiş, şaşılaşmış gözlere çarptı ve yürekler bir daha sızladı. Şimdi Şehzadenin küçülmesiyle ilgilenmiyor, bir kızın kendilerinden üstün tutulmasına içleniyorlardı. Eşine az rastlanır bir güzelliğin ışığı içinde derin ve acı dolu bir hayret dakikası geçiriyorlardı.

Göklerde uçtuğuna inanan Şehzade Murat bir an önce son menzile ulaşmak azminde ve hevesindeydi. Kamaşmış gözler, yanık yürekler arasından süzülüp geçiyor, Bafo’yu da beraber uçuruyordu. Başkalarına ihtiyacı olduğunu ancak kendi dairesi önünde hatırladı, sabırsızlığını hissettire hissettire duraladı, halayık ve köle gruplarına başını çevirip haykırdı.

“Kahya Hatun nerede! Çabuk yanıma gelsin!”

Ve dairesinin esrarlı boşluğuna dalar dalmaz Bafo’yu belinden yakalamak, doymaz bir iştahla sevip okşamak istedi. Şeyh Şüca’nın odasında içine düşen ihtiras kıvılcımı, kızın parmaklarından sızan ateşle beslene beslene üç beş dakika içinde yaman bir yangına dönüşmüş ve acıktığı yerde sofrayı kurdurmaya, susadığı yerde pınarları akıtmaya alışkın olan genç prensin iradesi bu yangında yanıp kül olduğundan işte bu hamleyi yapmıştı.

Tanrı’nın tek yarattığına inandığı kızın o eşsiz güzelliğinden orada, ayaküstü bir iki yudum almak istiyordu. O hazineyi iradesine mahkum, keyfine boyun eğmiş sanarak acele etmişti. Bir ve hatta yarım saniye içinde dudaklarının ilahi bir tad alacağına ve mutlu olacağına inanıyordu.

Fakat bu düşünceler yine bir saniye içinde eridi, tat hazinesinin bir meyve dolabına, bir mutfak kilerine benzemediği anlaşıldı. Çünkü Bafo, beline dolanmak istiyen ihtiras çemberinden bir dilim nur gibi sıyrılmış, uzaklaşmış ve üç adım ilerde durarak İtalyanca haykırmıştı:

“Uslu durunuz!”

Şehzade kırılmış bir kemer gibi iki yanında sarkıp duran kollarında bir sızı hissediyor, öfkeyle Venedik dilberini süzüyordu. Onun ne dediğini anlamamıştı. Fakat durumundan kendine kolayca boyun eğemeyeceğini anlıyordu.

Bu hal, ona aykırı gelen bir şeydi. Fatih’in, Yavuz’un, Kanuni Süleyman’ın torunu ve onlar gibi dünya padişahı olmaya aday bir şehzadeden dudağını, yanağını, hatta hayatını esirgeyecek bir kadın yeryüzünde, düşüncesine göre, bulunamazdı. Gerçi Bafo da güzellik bakımından eşsiz denilebilecek bir seviyedeydi. Lakin yine bir kadındı ve bu saraya zorla getirtildiği için de nihayet bir esirdi. Bu durumdaki bir dişinin, kendisine naz etmesi inanılamayacak cüretlerdendi.

Bununla beraber, öfkesi, soğukkanlılığını kaybettirecek kadar artmıyordu. O sebeple biraz adil düşünmek istedi. Henüz yol yorgunluğunu üzerinden atamamış, yeni bir aleme girmek üzere bulunduğu için de sersemleşmiş toy bir kıza böyle sofalarda uluorta saldırmanın manasız olduğunu hatırladı ve kızın o hamleden korktuğunu sanarak acıdı.

“Haydi,” dedi, “odaya gidelim. Korkma seni incitecek değilim.”

Kızın Türkçe bilmediğini unutuyor ve bu sözlerinin anlaşıldığını zannediyordu. Lakin Bafo, onun gözlerinde insaflı davranma eğilimini gördü ve elini uzattı. Fakat yine emir verdi.

“Rehberim olunuz, fakat çocukluk etmeyiniz.”

Bu emir karşısında hiçbir şey düşünemeyen Murat’ın aklının o pençeye takılması zor olmadı ve iki genç el yine birleşti, işte tam bu sırada kahya hatun Raziye de yetişmişti. Şehzadeyi etekleyerek, Bafo’yu da selamlayarak rehberliğe başlamıştı. Fettan bir mahluk olduğu bakışlarından, gülümseyişlerinden kolayca anlaşılan kahya hatun, bir yandan yan yan yürüyor, bir yandan da soruyordu.

“Efendimiz büyük odaya mı, çinili sofaya mı, hamamlı daireye mi gitmek istiyorlar?”

Şehzade Murat, elindeki misler gibi kokan eli hafifçe sıktı, hülya dolu gözlerini Bafo’nun muhteşem vücudu üzerinde dolaştırarak cevap verdi:

“Hamamlı daireye! Elbette sen hamamı yaktırmışsındır, değil mi?”

“Yaktırmaz olur muyum hiç? Her gün ilk işim efendime dua etmekse ikinci işim de hamamı yaktırmaktır. Güneş söner, efendimizin hamamı sönmez!”

Şehzade Murat’ın karakteristik zevklerinden biri de hamam eğlencesi idi. Padişah olduktan sonra Topkapı Sarayı’nda yaptırdığı zarif ve muhteşem dairenin yanı başında da hamam vardı. Manisa’da ise İstanbul gibi son derece geniş bir çevreye ve bol sayıda eğlence araçlarına sahip olmadığından, gününün, gecelerinin büyük bir kısmını saray hamamında geçirirdi.

Şimdi Bafo’ya da ilk sevgi gösterisi olmak üzere bir hamam sefası teklif edecekti. Kızın deminki sert durumunu unutmuştu. Alçak bir düşünce ile onu, tanıştıklarının birinci saati içinde, tellak durumuna düşürmek istiyordu. Asıl garip olan nokta bu çirkin teklifi, Venedikli güzelin övünerek sevinçle kabul edeceğine inanmasıydı. Dediğimiz gibi şehzadelik bu zavallı delikanlıda çok garip düşüncelerin doğmasına sebep olmuştu. Dahası her düşündüğünü mutlaka yapacağına ve yaptıracağına inanıyordu.

Hamamı, kafesli bir kapı ardında olduğu için yabancı gözlere kolay kolay görünmeyen gösterişli daireye girildiği vakit Bafo, elini Şehzadenin elinden çekerek bir sedire oturuvermiş ve tavandaki, duvarlardaki çinileri, resimleri seyretmeye başlamıştı. Murat Sultan onun böyle teklifsiz davranmasından, ömründe görmediği bir şey olduğu için, hoşlanıyordu. Yan gözle kızın durumunu süzüp gülümsüyor ve aynı zamanda Raziye Hatun’la konuşuyordu.

“Nasıl bu kız?”

“Efendimize layık bir güzel, güle güle eğlenin.”

“İyi ama Türkçe bilmiyor. Ona yıkanıp temizlenmesini, bizim adetimize göre taranmasını, kokular sürünmesini, giyinip kuşanmasını nasıl anlatacağız?”

Kahya kadın, çapkın bir tebessümle efendisine baktı ve cevap verdi:

“Buraya gelen kızların hangisi Türkçe bilir ki. Lakin biz Babil kulesinde kahyalık ediyormuşuz gibi hiç telaş etmeyiz. Almanca konuşana da Rusça söyleyene de başka dil geveleyene de üç, beş ay içinde Türkçe öğretiriz. Bu kızcağızı da onlar gibi terbiye ederiz, Efendimizin hizmetine veririz. Zaten zavallı, kaba büyütülmüş. Bakın huzurunuzda nasıl oturuyor?”

Şehzade kaşlarını hafifçe çattı.

“Yoook,” dedi, “bu kız halayıklar koğuşuna gitmeyecek, benim dairemde kalacak. Dil meselesini ben düşünür, hallederim. Kendisinin oturmasına, kalkmasına da kimse karışmayacak. Çünkü öyle sözleştik. Onun için sen dadılığa hazırlanma. Yalnız şu hamam işini hallet.”

Kendi elinden geçmeden, kendi hizmetinde geceler geçirmeden bir halayık parçasının ne kadar güzel olursa olsun şehzade dairesinde yer almasına Raziye Hatun bin yıl yaşasa akıl erdiremezdi. Çünkü ortada kanun vardı, uygulama vardı, gelenek vardı ve bunlar herhangi bir cariyenin gözdelik nimetine erebilmesini birçok kayda, şarta bağlı bulunduruyordu. Sonra şehzadelerin, padişahların kendi dairelerinde hiçbir kadın tek başına kalamazdı ve o daireye her gözde, her haseki nöbetle girip çıkabilirdi. Halbuki Şehzade Murat, ne idüğü belirsiz bir kızı terbiye ettirmeden yanına almak ve yanında alıkoymak istiyordu. Bu durumda öbür gözdelerin, hasekilerin hakları ve koğuşlarında huzura kabul edilmeyi, Şehzadenin bir kere de kendilerini okşamasını bekleyen kızların geleceği ne olacaktı?

Raziye Hatun bir anda bunları düşünmekle beraber fikirlerini söylemeye doğal olarak cesaret edemedi. Yalnız göz ucuyla Bafo’yu hain hain ısırdı, sonra efendisine döndü:

“Siz,” dedi, “dinlenin, işi cariyenize bırakın.”

Ve emir beklemeden Bafo’ya yaklaştı, sahteliği pek belli bir tebessümle onu okşadı, eliyle de “Benimle beraber gel,” anlamına gelen birtakım işaretler yapmaya koyuldu. Kız, bu basit işaretleri hemen anladığı halde acele ya da merak edip yerinden kımıldamadı, henüz ayakta duran Şehzadenin yüzüne baktı. Gözlerinde açıkça konuşan bir bakış vardı. O bir çift yeşil zümrüt dile gelmiş gibiydi. Murat, birçok şairin yazılarından daha güzel bu bakışların anlatmak istediğini kavradı, gülerek onayladı, Bafo da kaşları hafifçe çatık olarak ayağa kalktı, Raziye Hatun’un ardına düştü, odadan çıktı. Eşiği atlarken başını döndürüp prense bakmış ve onun hayran bakışlarla kendini uğurladığını görünce, eliyle selam işareti yaparak iltifat etmişti.

Kahya kadın, şu hamam faslı sırasında kendi kuvvetini, kendi önemini genç Venedikliye hissettirmeyi tasarladığından yüzünü ciddileştirmişti, ağır bir tavır almıştı. Hamama gelince yüzünü Bafo’ya çevirdi. “Beni takip et,” işaretini tekrarladı ve mermer döşeli girişte duraklayarak kendi aklınca anlatmaya koyuldu. “Ben senden büyüğüm, beni kızdırırsan, seni döverim,” demek istiyor ve kızın yavaşça kulaklarını çekiyordu. Sonra soyunulacak yere geçerek kızı sedire oturttu, işaretle tarif ederek soyunmasını teklif etti. Bafo, sessizdi ve dikkatle etrafını inceliyordu. İçeriden sızıp gelen sıcak hava onun tenine çabucak çiğ düşürmüştü. Altın tacının telleri dibinde damla damla inciler beliriyordu. Sessizliğine rağmen kafası çalışıyordu. Çünkü Raziye Hatun’un kendisini nasıl bir yere getirdiğini ve soyunmasını teklif etmekle nasıl bir amaç güttüğünü anlamıştı. Yalnız aldanmamak ve yapacağı işte hataya düşmemek istediğinden hissine hakim olmaya çalışıyordu.

 

Raziye, şehzade sarayında kahya kadın olmanın ve yüzlerce halayığa her dediğini yaptırmanın kendine verdiği gururla, adeta sabırsızlanıyor ve kızın hemen soyunmasını istiyordu. Onun kayıtsız ve sessiz durmakta inat ettiğini görünce kaşlarını çattı, işaretlerini tekrarladı ve emrini hızla yaptırmak için de Şehzadenin dahi oraya gelmek üzere olduğunu anlatmaya koyuldu. Eliyle bıyık işareti yapıyor ve o bıyık sahibinin, hamama geleceğini söylemeye çalışıp kızı harekete geçirmek istiyordu.

Bafo bu son işaretleri alınca kalktı, hamamın iç tarafını örten kapıyı açtı, kurnaları ve küçük mermer göbeği gördü. Sonra döndü, Raziye’nin yanına geldi, ondan iğrendiğini göstermek istiyormuş gibi bulantı işaretleri yaptı ve kadıncağızın bir kulağını yakalayarak hamamdan dışarı sürümeye başladı. Raziye, hiç ummadığı bu hücum karşısında şaşırdığından bağırmayı da beceremiyordu, ulumakla inlemek arasında bir sesle genç kızı takip ediyordu.

Hamamla Şehzade Murat’ın beklediği oda arasında on on beş adımlık bir koridor vardı. Bu kısa mesafeyi Bafo somurta somurta, Raziye de uluya uluya geçmişti. Kulağını genç parmaklardan kurtaramayan kahya kadın, Şehzadenin yanına varır varmaz bu işkenceden kurtulacağını, hatta zalim ve haddini bilmez kızın cezalandırılarak kendinin hoşnut edileceğini umduğundan Bafo’yu takipte acele ediyordu.

Lakin zavallının ümitleri boşa çıktı. Çünkü Bafo, yakaladığı kulağı Şehzadenin önünde de bırakmadı, Raziye Hatun’u salon kapısına kadar götürdü, orada zavallının beline bir tekme savurdu, sofanın ortasına kadar fırlattı.

Şehzade hayran hayran tüm bu olan biteni seyrediyordu. O anda umulmaz bir oyun seyretmenin verdiği hazla hoş bir şaşkınlık geçiriyordu. Ne dövülenin lehinde ne dövenin aleyhinde bir düşüncesi vardı. Fakat Raziye’yi sofaya fırlatıp attıktan sonra yanına gelip sert sözler söylemeye koyulan Bafo’ yla baş başa kalınca, şehzadeliğini, saray kanunlarını, harem düzenini hatırladı, büyük bir suç işlemiş güzel kıza sert kelimelerle öğüt vermek istedi.

Kendisinin İtalyanca, Bafo’nun da Türkçe bilmemesi değil ama nefis bir şarkının ahengiyle harıl harıl işleyen ağzın güzelliği, o ağza yakışan bir hoşlukla pırıldayan gözlerin çekimi, bu arzuyu gelip geçen bir düşünceden ibaret bırakmıştı. Artık Şehzade Murat, Raziye Hatun’un dayak yemesiyle harem düzenini, saray geleneklerine vurulmuş olan darbeyi düşünmüyordu, Bafo’nun gür ve güzel sesine ruhunu vererek ondaki saçların nuru, ondaki gözlerin zarafeti, ondaki dudakların tadı, ondaki gerdanın şiiri ve ondaki endamın sihri içinde kendinden geçiyordu.

Lakin bu seyir, güzel Venediklinin heyecanına karşı kayıtsız kalmayı mümkün kılamazdı. Çünkü o heyecanda da başka bir güzellik, başka bir cazibe vardı. Bu sebeple Şehzade, cesur ve pervasız halayığın ne istediğini, neden gazaba geldiğini anlamak istedi. Manalı manasız işaretler sıralamaya girişti. Bafo, bir müddet o işaretlere gelişigüzel karşılık verdi fakat bu şekilde anlaşamayacağını anlayınca, şehzadenin önünde çömeldi, iki eliyle cücelerinin boylarını çizdi, o hayali çizgileri devam ettirerek onları hatırlattı, içeriye getirilmelerini istedi.

Cüceler, haremağaları gibi saraylarda kadınlarla temas etmeleri uygun görülen mahluklardır. Şu şartla ki, hadım ağalarının harem dairesinde yatıp kalkmaya da izinleri vardır. Ancak cücelere bu izin verilmemiştir. Onlar, davet edildikçe hareme girer, hokkabazlık ve maskaralık yapar, kadınları padişahın ve şehzadelerin huzurunda güldürüp eğlendirir, sonra bahşişlerini alıp koğuşlarına döner. Yani Bafo’nun dileğini yerine getirmekte bir terslik yoktu. Şehzade Murat da böyle düşündü, dairesinin kapılarına henüz ne bir köle ne bir halayık getirtmediği için koridora kadar çıkmak zorunda kaldı, oradan el çırptı. Daire dışındaki sofalarda emir bekleyen dişili erkekli hizmetçilerden nöbeti olanların, bu işaret üzerine hemen koşacağını biliyordu. Fakat ilk el çırpmaya, koridorun bir köşesinden kahya hatunun iniltisi cevap verdiğinden, Şehzade onun yanına kadar yürüdü.

“Hala,” dedi, “ağlıyor musun? Ayıp be. Kalk, gözlerini sil, kapıma iki üç kızla, iki üç köle yolla. Bu macerayı da unut.”

Fettan kadın, efendisinin ayaklarına kapanarak gözyaşları döke döke yalvarmaya başladı.

“Sarayında yüzden fazla kız var. Hepsinin çiçeği burnunda… Beğendiğini hizmetine al. Dilersen ben yollara düşeyim, diyar diyar dolaşayım, sana istediğin gibi güzel kızlar bulayım. İstersen kendimi de senin keyfine, senin zevkine feda edeyim. Tek şu hain kızı kov, onurumu kurtar.”

Şehzade Murat, ayaklarını sertçe çekti.

“Alık,” dedi, “senin göğe çıkıp Zühre yıldızını yakalaman, bana getirmen mümkün mü ki ben kendi ayağıyla sarayıma gelen bu canlı yıldızdan vazgeçeyim. Sen, yediğin dayağı, attığın dayaklara say. Her kuşun etinin yenmeyeceğini öğrenip bundan böyle önüne gelene kamçı sallama.”

Kadın inledi.

“Ben ona el bile kaldırmadım.”

“Dilinle, gözünle bir halt etmişsindir. Her ne olmuşsa, artık unutman gerek. Sen, haydi kalk, dediğimi yap. Yoksa bir dayak da benden yersin.”

İşte cüce Cafer’le Nasuh, Şehzadenin bu emri üzerine selamlıktan alınıp içeri getirilmiş ve doğruca Bafo’nun huzuruna götürülmüştü. Murat da boylarına poslarına hayran kaldığı cücelere büyük bir ilgi gösteriyordu. Onların İtalyanca konuştuğunu öğrenince bu ilgi, minnete dönüştü ve Şehzade, Bafo’nun yanıbaşına oturarak cücelerin tercümanıyla konuşmaya başladı.

Konuşmaya başladı dedik. Fakat gerçeği tam olarak söylemiş olmadık. Çünkü Şehzade Murat, Bafo’yla konuşmuyordu, onun tarafından enikonu tersleniyordu. Hem azarlayan, hem aşağılayan böyle bir tavra Şehzadenin tahammül edip edemeyeceği de şüpheliydi. Gerçi o, her şımarık ruhun sahip olduğu aç gözlülükle, o dakikada yaman bir iştah taşıyordu. Zihni de iradesi de körleşmişti. Yalnız hayvani ihtiraslarıyla görüyor, düşünüyor ve hareket ediyordu. Buna rağmen, Bafo’nun kendine de aşağı yukarı bir Raziye Hatun gözüyle baktığını sezseydi, mutlaka coşacak, kuduracak ve birçok laubaliliğine aldırış etmediği kızı kıyasıya hırpalayacaktı.

Cüceler, işte bunu düşünerek ve sezinleyerek tercümede sadakatten tamamıyla ayrılmıştı. Bafo’nun sözlerini değiştirerek Şehzadeye anlatmak ve onun cevaplarını da Venedikli kızın arzusuna göre tatlılaştırarak İtalyancaya çevirmek yolunu tutmuştu. Mesela kız, cücelerin ayak öpmek, Şehzadeye dualar etmek, kavuk sallamaktan ibaret selamlamalarını bitirmesinden hemen sonra Cafer’i yakalamış, hırçın hırçın söylenmeye başlamıştı:

“Sor, bu adama, Beni yüreksiz, ruhsuz bir oyuncak mı sanıyor? Yoksa kendisi henüz yoldan gelmiş yanık yürekli bir kızcağıza nasıl muamele edileceğini bilmeyecek kadar kaba mıdır?”

Cafer de Nasuh da tepeden tırnağa titremiş, ancak saniyelik bir göz iletişimiyle tutulacak yolu da kararlaştırmıştı. Zeki minyatürler kendi durumlarının yukarıya tükürülse bıyık, aşağıya tükürülse sakal denilebilecek bir biçim aldığını anlayınca iki tarafı idare etmeyi seçmişti. İşte bu çaresizlik içinde Cafer, titiz Bafo’nun bu ağır sorusunu şu şekilde Türkçeye çevirdi.

“Kız, efendimizin dünyalar durdukça, yaşamasına dua ediyor, kendisine iltifat buyurduğunuzdan dolayı minnettar kaldığını, bahtiyar olduğunu söylüyor.”

Şehzade, derin derin Bafo’nun yüzüne baktı ve onu memnun etmek için Nasuh’a hitaben. “Sen de benim tercümanım ol!” dedikten sonra, şu cevabı verdi.

“Venediklilerin kavga eder gibi konuştuğunu bilmiyordum. Kendisinin de sizi azarladığını sanıyordum. Kırgın veya kızgın olmadığını öğrenmekten mutlu oldum. Nasıl, sarayımı beğenmiş mi? Gerçi daha bir yerini görmedi, yalnız hamam dairesine gidip geldi ama yine bir fikir edinmiştir. Sen bir sor.”

Olete lõpetanud tasuta lõigu lugemise. Kas soovite edasi lugeda?