Sefiller I. Cilt

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

IX
Yeni Sorunlar

Hapishaneden ayrılacağı sırada, “Artık özgürsün!” dediklerinde Jean Valjean, işittiği bu sözlerin imkânsız olduğunu düşünerek duyduklarına inanamadı. Sonra içini aydınlatan bir ışığın, yaşayanların gerçek ışığının bir anlığına kendisini sardığını hissederek heyecanlandı. Ancak içindeki bu umut ışığının sönmesi pek uzun sürmedi. Jean Valjean’ın gözleri özgürlük fikriyle kamaşmıştı. Yeni bir hayatın kapılarının açılacağına inanıyordu. Ancak eline tutuşturulan sarı pasaportun ne tür bir özgürlük sağladığını çok çabuk öğrendi.

Büyük bir acıyla kuşatıldı. Zindanlarda kaldığı süre boyunca kazancının sadece yüz yetmiş bir frank olduğu hesaplanmıştı. Yani hayatında yeni hiçbir şey olmayacağını çok hızlı kavramış; ona lütfedilen bu özgürlüğün de yamalı bir özgürlük olduğunu kısa sürede anlamıştı. On dokuz yıl boyunca, pazar günleri ve bayramlarda mecburen dinlenmesi gerektiğinden gelirinden yaklaşık seksen frank kesilmiş; hak ettiğinden çok daha az bir ödeme yapılmıştı kendisine. Tüm hesaplamalar yapılıp vergiler düştükten sonra alacağının yüz dokuz frank, on beş santim olduğu tespit edilmişti. Nasıl bir hesaplama yapıldığını anlayamayan Jean Valjean bir kez daha haksızlığa uğratılmış, kelimenin tam anlamıyla soyulmuştu diyebiliriz.

Özgürlüğünün ertesi günü, yürüyerek Grasse’a geldiğinde portakal çiçeği parfümü üreten bir fabrikanın önünden geçerken balyaları boşaltan bazı işçiler gördü. Çalışmak istediğini söyledi. Sıkıntılı bir iş olmasına rağmen onu işe aldılar. Hemen çalışmaya koyuldu. Zekiydi, sağlam yapılıydı, hünerliydi, elinden gelenin en iyisini yapıyordu; ustası ondan gayet memnundu. Tam bu sırada oralardan geçen bir jandarma, onun dış görünüşünü beğenmediğinden evraklarını istedi. Ona sarı pasaportunu göstermek zorunda kaldı. Bunu yaptıktan sonra da Jean Valjean işini yapmaya devam etti. Kısa bir süre önce, orada çalışan işçilerden birine günlük yevmiyenin ne kadar olduğunu sormuş, otuz sent olduğunu öğrenmişti. Akşam olduğunda ertesi gün yeniden yola koyulması gerektiğinden parfüm fabrikasının sahibinden günlük hakkını ödemesini istedi. Fabrika sahibi ona tek kelime dahi etmeden sadece on beş sent ödedi. Bu duruma hemen itiraz etti.

“Sana bu kadar yeter.” dedi fabrika sahibi. Jean Valjean’ın hakkını bırakmaya niyeti yoktu, ısrarla hakkını istedi.

“Yeniden hapishaneye dönmek mi istersin?” diye karşılık verdi adam, öfkeli biçimde ona bakarak.

İşte, hayat ona yine adil davranmamıştı; yine soyulduğunu hissediyordu.

Belli etmedi ama çok öfkelendi. Toplum, devlet ve insanlar el birliği ederek onun hakkını yemeye kararlıydı belli ki. Onun sadece bir kez hırsızlık etmiş olmasına karşın, etrafındaki tüm insanlar onu defalarca soyuyordu.

Özgürlük, kurtuluş değildi. İnsan zindanlardan kurtulabilirdi ancak toplumun prangalarından kurtulması mümkün olamazdı.

Grasse’de başına işte bunlar gelmişti. Digne’ye geldiğinde de insanların onu nasıl karşıladıklarını gördük zaten.

X
Uyanan Adam

Katedralin saati gece yarısı saat ikiyi gösterdiğinde Jean Valjean uyandı.

Onu uyandıran şey ise yatağının çok rahat olmasıydı. En son rahat bir yatakta uyumasının üzerinden neredeyse yirmi yıl geçmişti ve üzerini değiştirmemiş olmasına rağmen gayet rahat ve huzurlu bir uyku çekebilmişti.

Dört saatten fazla uyumuş, bütün günün yorgunluğunu üzerinden atmıştı. Dinlenmeye saatler ayırmayı bırakalı çok uzun yıllar olmuştu.

Gözlerini açarak etrafını saran karanlığa baktı, sonra tekrar uyumak niyetiyle gözlerini yeniden kapattı.

Gün içerisinde birçok karmaşık duyguyu bir arada yaşayan ve zihni düşüncelerle dolu bir kişi, bir kez uyandı mı daha da uyuyamazdı. Uyku böylesi insanlar açısından, geldiğinden çok daha kolay kaçardı. İşte, Jean Valjean’a olan da buydu. Tekrar uykuya dalması mümkün olmayınca yeniden düşünmeye başladı.

Gecenin bu saatinde, yorgun adam; daldığı düşüncelerden bunalmaya başlamıştı. Zihninde tam anlamıyla karanlık bir kafa karışıklığı vardı. Bütün geçmişini gözünün önünden geçirdi. Bu zavallı adamın başına neler gelmiş, ne ağır felaketlerden çıkmıştı. İçinde bütün duyguları orantısız biçimde büyüyor, kendisini sanki bu çamurlu ve tehlikeli düşünce havuzunun içerisinde kaybolmuş gibi hissetmesine neden oluyordu. Aklına birçok düşünce geliyordu ancak onu bütün duygularından arındıran ve sürekli olarak diğer düşüncelerden uzaklaştırarak baskın çıkan tek bir düşünce, beynini bir kurt gibi kemiriyordu. Sizi merakta bırakmadan hemen bu düşünceyi aktaracağız: Madam Magloire’ın o gece masaya yerleştirmiş olduğu altı takım gümüş çatal ve kaşık…

Bu altı takım gümüş parçası onu resmen ele geçirmişti. Oradaydılar. Hemen birkaç adım ötesinde. Bulunduğu odaya ulaşmak için yan odadan geçtiği sırada, yaşlı hizmetçi kadının onları yatağın başucundaki küçük dolaba yerleştirdiğini görmüştü. Bu dolabı dikkatlice hafızasına kaydetmişti: Yemek odasından girerken hemen sağda. Çok sağlam ve değerli görünüyorlardı. Ve hepsi antika gümüş parçalardı. Satmaya kalksa en az iki yüz frank ederlerdi: On dokuz yıl boyunca biriktirdiğinin iki katı. Elbette devlet onu bu şekilde soymamış olsaydı, daha fazla kazanacağı da doğruydu.

Bir saat boyunca, yattığı yerde zihni ile vicdanı arasında büyük bir savaş verdi. Saat üçü vurduğunda gözlerini yeniden açtı, birden yattığı yerden doğrularak ve kolunu odanın köşesine doğru uzatarak, el yordamıyla sırt çantasını aldı. Sonra usulca bacaklarını yatağın kenarından sallandırıp neredeyse hiç farkında olmadan doğrulup oturdu.

Bir süre bu hâlde oturarak düşüncelere daldı. Herkesin derin bir uykuya dalmış olduğu o evde, karanlıkta bu şekilde düşünen birini gören kişi, onun kesinlikle iyi bir şeyler planlamadığını anlardı. Hızla eğildi, ayakkabılarını çıkardı ve yatağın yanındaki hasır sandalyenin üzerine usulca koydu; sonra yine uzunca bir süre hareketsiz hâlde oturarak düşünmeye devam etti.

Yukarıda belirttiğimiz o korkunç düşünceler beyninde durmadan dönüp duruyor, yapmakla yapmamak arasında bocalıyordu. Sonra nedenini bilmeden birdenbire aklına zindandaki başka bir mahkûm olan, pamuklu askılı pantolonu, ekose gömleğiyle Brevet geldi.

Bu şekilde düşüncelere dalmış hâlde bir yarım saat daha oturdu, şayet saatin sesini duymamış olsaydı belki de gün ağarana kadar bu hâlde oturup kalabilirdi. Saatin vuruşu ona “Hadi bakalım!” der gibi gelmişti.

Kalktı, bir an yine tereddüt ederek etrafı dinledi; evde tam bir sessizlik hâkimdi, sonra usulca dümdüz yürüdü ve pencereye doğru bir bakış attı. Rüzgârın sürüklemiş olduğu büyük bulutlar yok olmuş, dolunay tüm görkemiyle ortaya çıktığından gecenin karanlığını kırmıştı. Bu elbette ki onun işine de çok yarayacaktı çünkü kör karanlıkta hareket etmesi çok zordu. Bir insanın yolunu görmesini sağlamaya yetecek kadar ışık sağlayan dolunay, kimi zaman gelip geçen bulutlarla karanlığa gömülse de onun içeride rahatça hareket etmesini sağlamaya yetiyordu. Jean Valjean, pencerenin kenarına vardığında etrafı yeniden inceledi. Parmaklıklar yoktu, pencere doğrudan bahçeye açılıyordu ve sadece basit bir kancayla kapatılmıştı. Usulca pencereyi açtı ancak soğuk ve keskin bir hava aniden odaya dolunca hemen tekrar kapattı. Pencerenin arkasından dikkatlice bahçeyi inceledi. Tırmanması oldukça kolay, alçak, beyaz bir duvarla çevriliydi. Bahçenin uzak köşesinde, düzenli aralıklarla yerleştirilmiş ağaçların tepelerini algıladı; bu da duvarın bahçeyi ağaçlarla kaplı bir caddeden veya patikadan ayırdığını gösteriyordu.

Tüm bu incelemeleri yaptıktan sonra, kararlı adımlarla yatağına geri dönerek sırt çantasını açtı; içini karıştırarak bir şeyler çıkarıp yatağın üzerine koydu. Ayakkabılarını çantanın gözlerinden birine yerleştirdi, her şeyi yeniden toparlayarak çantasını omuzuna attı, şapkasını takarak siperliğini gözlerinin üzerine indirdi, sopasını alarak usulca onu pencerenin kenarına dayadı. Sonra yatağa geri dönerek oraya bırakmış olduğu nesneyi kararlılıkla eline aldı. Elindeki şey, bir ucu mızrak gibi sivriltilmiş kısa demir bir çubuğu andırıyordu. Gecenin o karanlığında, elinde tutmuş olduğu o demir parçasının ne için tasarlanmış olduğunu tahmin etmek pek de güç olmamalıydı.

Gündüz vakti olsa onun madencilerin kullandığı bir tür kazma olduğunu fark etmek mümkündü. O dönemlerde hükümlüler Toulon’u çevreleyen yüksek tepelerden taş çıkarmak için bu aletleri kullanırlardı. Bu alet genellikle masif demirden yapılır ve alt uç kısmında bir topuz ile sonlanır, bu sayede kayaları kırmaları kolaylaşırdı.

Demir parçasını sağ eline aldı; nefesini tutarak usulca, bildiğiniz üzere hemen yan taraftaki Piskopos’un yattığı bitişik odanın kapısına yöneldi. Bu kapıya vardığında onu aralık buldu; Piskopos, kapıyı kapatmamıştı.

XI
Neler Yaptı?

Jean Valjean etrafı dinledi. Tek bir ses dahi yoktu.

Kapıyı itti.

Parmaklarının ucunda yürüyerek hafifçe, içeri girmek isteyen bir kedinin sinsi ve huzursuz yumuşaklığıyla ilerledi.

İtmiş olduğu kapı usulca açıldı, kapı aralığını biraz daha genişletti; sessizce hareket ediyordu.

Kısa bir anlığına bekledi, sonra kapıyı tam olarak açtı.

Sessizce ilerlemeye devam etti. Kapı artık onun geçmesine müsaade edecek kadar açıktı. Ancak hemen kapının arkasında bulunan masa, rahat hareket etmesine engel olacak bir açıyla orada duruyordu.

Jean Valjean ne pahasına olursa olsun, açıklığı daha da genişletmesi gerektiğinin farkındaydı.

Hareket etmeye karar vererek kapıya bir öncekinden daha güçlü biçimde yüklendi. Ancak bu sefer kötü yağlanmış olan kapının menteşesinden, sessizliğin ortasında aniden boğuk ve uzun bir gıcırtı patladı. Jean Valjean bu gıcırtıdan ürktü. Menteşenin gıcırtısı, kıyamet günü üflenecek olan borunun keskin ve ürkütücü sesi gibi kulaklarında çınladı. Bu ses ona öylesine şiddetli gelmişti ki menteşenin canlandığını, birdenbire evdeki herkesi uyandıracak korkunç bir varlığa dönüşerek âdeta köpek gibi havladığını canlandırdı gözünde. Olduğu yerde titreyerek donup kaldı ve ayak parmaklarının ucundan, duruşunu değiştirerek topuklarının üzerine bastı. Şakaklarındaki atardamarların iki demir çekiç gibi attığını duyabiliyor ve nefesi, sanki göğsünden bir mağaradan çıkan rüzgârın kükremesiyle çıkıyormuş gibi geliyordu. O sinir bozucu menteşenin korkunç gürültüsünün, bir depremin şoku gibi tüm haneyi rahatsız etmemesi ona imkânsız görünüyordu; şimdi gıcırtıyı duymuş olan yaşlı adam ayağa fırlayacak, iki yaşlı kadın çığlıklar atarak aşağıya inecek, gürültüleri duyan etraftaki insanlar yardıma koşacak, en fazla on beş dakika içerisinde kasabada büyük bir kargaşa kopacak ve jandarma duruma el koyacaktı. Bir anda aklının başından gittiğini düşündü.

 

Olduğu yerde tıpkı bir tuzdan heykel gibi donup kalmıştı, hareket etmeye cesaret dahi edemiyordu. Aradan birkaç dakika geçti. Kapı artık ardına kadar açılmıştı. Sonunda yandaki odaya bakmaya cesaret edebildi. Yaşlı adam hiç kıpırdamamıştı. Usulca içeriyi dinledi. Evin içerisinde de tek bir hareket yoktu. Paslı menteşenin çıkardığı ses kimseyi uyandırmamıştı.

İlk tehlike anını sorunsuz atlatmıştı ancak içinde korkunç bir kargaşa hüküm sürmeye devam ediyordu. Buna rağmen geri adım atmadı. Kaybettiğini düşündüğü anlarda bile asla geri adım atmamıştı. Artık tek düşüncesi, bir an önce aklındaki eylemi bitirmekti. Bir adım daha atarak odadan içeri girdi.

Muhteşem bir sükûnete sahip olan odada, ay ışığının altında masanın üzerine saçılmış kâğıtlar, kapağı açık ve taburenin üzerine yığılmış ciltli kitaplar, giysilerle dolu bir koltuk, gölgeli köşeler ve beyazımsı noktalar açıkça seçilebiliyordu. Jean Valjean, mobilyalara çarpmamaya özen göstererek ihtiyatla ilerledi. Odanın diğer ucunda uyuyan Piskopos’un düzenli ve sakin nefesini duyabiliyordu.

Bir anda olduğu yerde durmak zorunda kaldı çünkü yatağın yanına düşündüğünden çok daha hızlı ulaşmıştı.

Doğa, kimi zaman sanki aklımızı başımıza toplamak istermiş gibi etkilerini ve güçlerini üzerimize yönlendirerek eylemlerimizi gerçekleştirmemize engel olmaya çalışırdı. İşte şimdi de böyle bir an yaşanıyordu, son yarım saat içerisinde gökyüzünü büyük bir bulut kütlesi kaplamıştı. Jean Valjean yatağın önünde durduğu anda, bu bulut kütlesi sanki kasıtlı biçimde aralanmış ve uzun pencereden içeriye düşen bir ışık hüzmesi Piskopos’un solgun yüzünü aydınlatmıştı. Yaşlı adam büyük bir huzur içerisinde uyuyordu. Alplerin soğuğundan dolayı, kollarını bileklerine kadar kaplayan kahverengi yünden bir giysi içinde, neredeyse tamamen giyinik hâlde yatağında yatıyordu. Yüzük şeklinde piskoposluk mührünü taşıyan sağ eli yorganın üzerinde duruyor; sakin yüzünü, rahat ve huşu dolu bir tebessüm süslüyordu. Bütün yüzü belli belirsiz bir tatmin, tevazu ve iç huzurla aydınlanıyordu. Bu bir tebessümden çok daha fazlası, ilahi bir ışıltıydı sanki. Görünmez bir ışığın tarif edilemez yansımasını alnının üzerinde taşıyordu. Adil olanın ruhu, uykuda sanki gizemli bir cenneti seyrediyor gibiydi. Ve o cennetin yansıması, Piskopos’un bütün bedenine çökmüştü. Orada yatan yaşlı adam, adil ve vicdanlı olmasından dolayı huşu içinde uyuyordu.

Ay ışığı hüzmesi, deyim yerindeyse bu içsel parlaklığın üzerine bindiği anda, uyuyan Piskopos büyük bir ihtişam içinde görünüyordu. Gökyüzündeki o ay, o uyuyan doğa, o titremeyen bahçe, o kadar sakin olan ev, o saat, an, sessizlik; bu adamın saygıdeğer huzuruna ağırbaşlı ve anlatılmaz bir nitelik katıyordu ve o beyaz saçlar, o kapalı gözler, her şeyin umut ve güvenden ibaret olduğu o yüz, o yaşlı adamın başı, sahip olduğu huzurlu bebek uykusu, etrafa bir nevi dingin ve görkemli hava veriyordu. Orada bu şekilde, huşu içerisinde uyuyan bu yaşlı adamda; kendisinin bile farkında olmadığı, gerçek anlamda ilahi bir etki vardı.

Jean Valjean ise ona nazaran sanki karanlık bir gölge gibiydi; elinde tuttuğu demir nesneyle, bu ilahi ışık saçan adamdan korkarak hareketsizce duruyordu. Bugüne kadar hiç böylesini görmemişti. Onu asıl korkutan bu güven duygusuydu. Karşısında insanüstü bir manzara vardı; o tam anlamıyla kötülüğün eşiğine gelmiş bir canavar, yaşlı adam ise vicdanına güvenerek huzurla uyuyan bir adalet timsali.

Öylesine yüce bir kişilikti ki bu karşısındaki yaşlı adam, evinde eski bir kürek mahkûmunu misafir ediyor olmasına rağmen gayet derin bir uykuya dalabiliyordu.

İçinden geçenleri bırakın kendisine, hiç kimseye anlatabilecek durumda değildi. Bu yatağın başında cesaret ve saflık ile zorbalık karşı karşıya kalmıştı. Adamın yüzünden bile hiçbir şeyi kesin olarak ayırt edebilmek mümkün değildi. Bir tür bitkin şaşkınlıktı yaşadığı. Sadece ona bakarak öylece kalakalmıştı. Peki ama gerçek düşünceleri nelerdi? Burada tam anlamıyla ilahi bir durum söz konusuydu. Kesin olan tek şey ise bu adamın varlığının onu fazlasıyla etkilediğiydi. Ne tür duygular yaşadığını bile adlandırabilecek durumda değildi.

Gözünü bir an olsun yaşlı adamdan ayıramıyordu. Tavrından ve ahvali ruhiyesinden çıkarılabilecek tek şey, garip bir kararsızlıktı. İki uçurumun arasında kalmıştı. İnsanın içinde kendini kaybettiği ve yine kurtardığı, bir nevi araftaki uçurum arasında tereddüt ettiği söylenebilirdi. O anda karşısında duran bu ilahi adamın, aynı anda hem kafasını ezmeye hem de elini öpmeye hazır görünüyordu.

Birkaç dakika sonra sol kolu yavaşça alnına doğru kalktı ve şapkasını çıkardı, sonra yine aynı düşünce ile kolu geri düştü. Jean Valjean bir kez daha düşünmeye başladı. Şapkası sol elinde, sopası sağ elinde, darmadağın saçları başının etrafına dağılmış, öylece düşüncelere daldı.

Piskopos, bu korkunç bakışın altında derin bir huzur içinde uyumaya devam ediyordu.

Ayın parıltısı, kollarını her ikisine de uzatıyormuş gibi görünen baca parçasının üzerindeki haçı; biri için kutsama, diğeri için af ile karışık bir şekilde görünür kıldı.

Jean Valjean o anda kendine gelerek şapkasını başına geçirdi, sonra Piskopos’a bakmadan yatağın yanından hızla geçerek dosdoğru onun başucundaki dolaba yürüdü. Sanki kilidi zorlamak zorunda kalacakmış gibi düşünerek elindeki nesneyi kaldırdı, anahtarın üzerinde olduğunu görerek kapağı açtı; karşısına çıkan ilk şey, gümüş eşya sepeti oldu. İçindekileri hızla kaptı, hiçbir önlem almaya gerek duymadan ve gürültü çıkıp çıkmayacağını umursamadan odayı uzun adımlarla arşınladı. Kapıya ulaşarak doğrudan kendi odasına yürüdü, sopasını ve tüm eşyalarını alarak açtığı pencerenin pervazından atlayıp bahçeye geçti. Bir kaplan gibi bahçe duvarını aşarak var gücüyle oradan kaçtı.

XII
Piskopos Çalışmaları

Ertesi sabah gün doğarken Monsenyör Bienvenu, bahçesinde geziniyordu. Madam Magloire tam bir şaşkınlık içerisinde ona doğru koştu.

“Monsenyör, Monsenyör!” diye bağırdı. “Saygıdeğer Piskopos, gümüş sepetin nerede olduğunu biliyor musunuz?” diye haykırdı.

“Evet.” diye yanıtladı Piskopos, sakince.

“Yüce İsa bizi kutsasın!” diye devam etti yakınmaya yaşlı kadın. “Onlara ne olduğunu bilmiyorum, yerinde yok.”

Piskopos, ayağının ucuyla çiçek tarhının içindeki sepeti işaret ederek Madam Magloire’a gösterdi.

“İşte burada.”

“Ama!..” dedi kadın şaşkınlıkla. “Bunun içinde hiçbir şey yok! Peki, gümüşlere ne oldu?”

“Ah!..” dedi Piskopos. “Sizi bu kadar endişelendiren gümüşlere ne olduğu mu olmalı? Ama ben onların nerede olduğunu bilmiyorum.”

“Tanrı’m, yüce Tanrı’m! Çalınmış! Dün gece burada kalan o adam, onları çalmış olmalı.”

Göz açıp kapayıncaya kadar Madam Magloire, yaşlı adamın yatak odasının arkasındaki girintiye koşup misafiri kontrol ederek yeniden Piskopos’un yanına dönmüştü. Bu sırada Piskopos eğilmiş; sepetin üzerine düşmüş olan, kırılan çiçeklerinden birkaçını iç çekerek inceliyordu. Madam Magloire’ın çığlığıyla ayağa kalktı.

“Monsenyör, adam yok! Gümüşleri de çalıp gitmiş!”

Bu haykırışın ardından gözleri köşedeki pul pul dökülmüş, ayak izlerinin olduğu bahçe duvarına takıldı. Duvarın kenar pervazı kırılmıştı.

“Bakın! İşte, oradan kaçıp gitmiş. Duvardan atlayıp kaçmış. Ah Tanrı’m, ne korkunç bir durum! Gümüşlerimizi çalmış!”

Piskopos bir an sessiz kaldı, sonra ciddi bir tavırla gözlerini kaldırarak Madam Magloire’a nazikçe şöyle dedi:

“Peki, her şeyi bir kenara bırakalım, o gümüş eşyalar gerçekten bizim miydi?”

Madam Magloire’ın resmen dili tutulmuştu. Başka bir sessizlik anı yaşandı, sonra Piskopos yine konuşmaya devam etti:

“Madam Magloire, uzun zamandır o gümüşleri kullanıyor olmamız haksızlıktı. Onlar zaten fakirlere aitti. O adam kimdi? O da zavallı, yoksul bir adamdı.”

“Yüce Tanrı’m!” diye haykırdı bir kez daha Madam Magloire. “Ben ne kendimi ne de kız kardeşinizi düşünüyorum. Bizim için fark etmez. Ama Monsenyör, siz onları seviyordunuz, şimdi nasıl yemek yiyeceksiniz?”

Piskopos büyük bir şaşkınlıkla ona baktı.

“Ah, hadi ama. Kalaylı çatal kaşık diye bir şey yok mu?”

Madam Magloire mutsuzca omuzlarını silkti.

“Kalay çok kötü kokar.”

“O zaman biz de demir çatal ve kaşıklar kullanırız.”

Madam Magloire imalı bir tavırla yüzünü buruşturdu.

“Demirin de kötü bir tadı vardır.”

“Pekâlâ.” dedi Piskopos. “Tahta olanları kullanırız biz de.”

Birkaç dakika sonra, Jean Valjean’ın önceki akşam oturduğu masada kahvaltı ediyordu. Monsenyör Bienvenu, kahvaltısını yaparken hiçbir şey söylemeyen kız kardeşine ve ağzının içinde sürekli homurdanmaya devam eden Madam Magloire’a bakarak neşeyle şunları söyledi: “Bir tas sütün içine bir parça ekmek batırmak için gerçekten de ister gümüş olsun isterse tahta, ne çatala ne de kaşığa ihtiyaç var.”

Bu duruma artık daha fazla dayanamayan Madam Magloire, nihayet kendisini tutamayarak patladı: “Gerçekten çok güzel bir fikirdi.” dedi kendi kendine homurdanarak. “Böyle bir adamı eve almak gerçekten iyi bir fikirdi! Bir de onu kendinize en yakın konuma yerleştirdiniz! Siz onu misafir ettiniz, peki o ne yaptı? Hırsızlıktan başka hiçbir şey! Ne şans ama! Ah, yüce Tanrı’m! Bunları düşünmek bile insanı ürpertiyor!”

Ağabey ve kız kardeş tam masadan kalkmak üzereyken kapı çaldı.

“Girin.” dedi Piskopos sakince.

Kapı açıldı ve üç jandarmanın yaka paça yakaladığı Jean Valjean içeri girdi.

Grubun komutanı gibi görünen başka bir jandarma kapının yanında duruyordu. En son içeri o girdi ve askerî bir selam vererek Piskopos’a doğru ilerledi.

“Monsenyör.” dedi.

Bu söz üzerine, morali bozuk ve bunalıma girmiş görünen Jean Valjean, şaşkın bir tavırla başını kaldırdı.

“Yüce Tanrı’m, sadece bir papaz değil Monsenyör’müş.” diye mırıldandı kendi kendine.

“Sus!” diye emretti jandarma. “O, Monsenyör Piskopos’tur.”

Bu arada, Monsenyör Bienvenu yaşının izin verdiği ölçüde hızlı davranmaya çalışarak Jean Valjean’a doğru ilerledi.

“Ah! İşte buradasınız!” diye haykırdı neşeyle Jean Valjean’a bakarak. “Sizi gördüğüme çok sevindim. Çünkü giderken almayı unuttuğunuz şeyler var burada, size gümüşlerle birlikte karşılığında iki yüz frank daha alabileceğiniz şamdanları da almanızı söylemiştim. Neden onları da yanınıza almadınız?”

Jean Valjean gözlerini kocaman açarak Saygıdeğer Piskopos’a hiçbir insan dilinin açıklayamayacağı bir ifadeyle baktı.

“Monsenyör.” dedi jandarma komutanı. “O zaman bu adamın bize söyledikleri doğru mu? Gece karanlığında kaçar gibi koşarak gittiğini görünce konuyu araştırmak için onu yakalamıştık. Bu gümüşleri bulduk…”

“Ve size…” diyerek araya girdi Piskopos gülümseyerek. “Geceyi birlikte geçirdiği yaşlı bir papazın onları verdiğini mi söyledi? Durumun nasıl göründüğünün farkındayım. Ve siz de onu alıp buraya getirdiniz öyle mi? Bu, büyük bir hata!”

“Bu durumda…” diye kekeledi komutan. “Gitmesine izin mi vermeliyiz?”

“Elbette.” diye yanıtladı Piskopos.

Böylece jandarmalar Jean Valjean’ı serbest bıraktı.

“Serbest bırakıldığım doğru mu?” dedi, neredeyse anlaşılmaz bir sesle ve sanki uykusunda konuşuyormuş gibi.

“Evet, serbestsin, anlamıyor musun?” dedi jandarmalardan biri öfkeyle.

“Dostum.” diye konuşmaya devam etti Piskopos. “Gitmeden önce, işte şamdanlarınız. Alın onları da.”

Şöminenin üzerindeki iki şamdanı aldı ve Jean Valjean’a uzattı. İki kadın hiçbir şey söylemeden, hiçbir tepki göstermeden, Piskopos’u mahcup edebilecek hiçbir bakışta dahi bulunmadan olup biteni seyrediyordu.

Jean Valjean’ın bütün bedeni titriyordu. İki şamdanı mekanik hareketlerle ve uyuşmuş hâlde aldı.

“Şimdi.” dedi Piskopos. “Huzur içinde gidebilirsiniz. Bu arada, gelirken buraya bahçeden girmenize de gerek yok. Sokak kapımız her daim misafirlerimize açıktır. O kapı ne gündüz ne de gece üzerindeki o mandal haricinde başka hiçbir şeyle kapatılmaz.”

Sonra jandarmaya dönerek: “Sizler gidebilirsiniz beyler.” dedi. Böylece jandarmalar evden ayrıldı. Jean Valjean düşmüş olduğu durumdan dolayı neredeyse bayılmak üzereydi. Piskopos ona doğru yaklaştı ve alçak sesle şöyle dedi:

 

“Bu parayı dürüst bir adam olmak için kullanacağınıza söz verdiğinizi asla unutmayın.”

Söz verdiğine dair hiçbir şey hatırlamayan Jean Valjean’ın dili tutulmuştu. Piskopos bunları söylerken kelimeleri özellikle vurgulamıştı. Ciddiyetle konuşmasına devam etti:

“Jean Valjean, kardeşim, artık siz kötülükten çok iyiliğe yakınsınız. Bundan böyle artık vicdanınızı satın almış bulunuyorum. Onu karanlık ve düşmüş olduğu cehennem çukurundan çıkarıp Tanrı’nın merhametine sunuyorum.”