Şakarim

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

Peki, o zaman Muhtar Avezov, Abay’ın babasını neden kötü biri olarak gösterme gereği duymuş olabilir? Çünkü soylu uruk başkanının anlatıldığı roman da, onun yazarı da riske girerdi. Sovyet yönetimi romanın yazıldığı tarih öncesinde tüm urukların soylu başkanlarını işçi halkın düşmanı olan “feodal zenginler” olarak ilan etmişti. Halkın çıkarını düşünen olumlu uruk kahramanını ideolojilerine bağlı çalışanlar okuyucuyla buluşturulamazdı. Gerçeğe uygun yazsa, o dönemde romanı yayınlatmazlardı.

1936’da Muhtar Avezov romanının ilk bölümünü kalabalığa okuduğunda Kunanbay orada adaletli ve akıllı bir başkan olarak tanıtılıyordu, fakat bu versiyon Kazak edebiyatçılarıyla parti ideologları tarafından şiddetli eleştiriye maruz kaldı. Halk düşmanı olan zenginleri övdüğü için Avezov’u yok etmeye hazırdılar. Böylece yazar kötü bir Kunanbay karakteri oluşturarak metni değiştirmeye mecbur oldu.

Kunanbay romanda, dört karısının olması da dâhil olmak üzere eserin olumlu kahramanlarının saygı duymadığı uzlaşılamaz bir sınıf düşmanı olarak karşımıza çıkmaktadır. Kunanbay’ın yaşlı annesi Zerre bile onun merhametten yoksun olduğunu söylüyor.

Avezov, romanın yazıldığı sırada yasaklı olması nedeniyle, Şakarim’in gerçek adını da kullanamazdı. “Abay Yolu” romanında son derece kötü nitelendirilen Şakarim’in adı Şubar olarak değiştirilmiştir. Maalesef öyle olması gerekiyordu. Kibirli, sinsi ve ikbalperest Şubar açgözlü, kurnaz ve “tilki kadar yalancı” diye söz ediyorlar ondan eserin diğer kahramanları. Romanda Şubar delicesine Abay’ı kıskanıyor. Oysa bu, Şakarim’in tarihî kişiliğiyle hiç uyuşmuyor.

Bu tür totaliter rejim yararına yapılmış tasvirler dolayısıyla “Abay Yolu” romanı gerçeklere dayanan kaynak sanılmamalıdır. Bu bir edebi eserdir, üstelik Kazak dilinin fevkalade üslubuyla yazılmış harika bir eserdir. Edebi eserdeyse, yukarıda da belirtildiği gibi ideolojiye dayanan olaylarla gerçekler özgürce yorumlanabilir.

Kunanbay büyük bir zekâya sahip olmakla birlikte göçebe halkın asırlara dayanan tecrübesi sonucunda birikmiş pratik bilgileri de çok iyi biliyordu. Aksi takdirde o geleneksel millî kabile düzeni hiyerarşisinde nüfuzlu bir lider olamazdı. Mükemmel bir hafızayla kusursuz bilgeliliğin yanı sıra ikna etme, öngörü ve güzel konuşma yeteneğine sahipti. Bununla ilgili A. Yanuşkeviç işin içine biraz mizah da katarak şunları yazıyor:

“Kunanbay bir konuşma makinesi, çalıştırıldığı sürece hep çalışan bir saattir. Uyanır uyanmaz konuşmaya başlıyor ve uyuyana kadar yorulmadan konuşuyor. Dakika başı ona tavsiye almak için Kırgızlar geliyor, o da tıpkı kâhin gibi konuşuyordu… Her üç kelimeye karşı şeriattan ibareler getiriyordu, hafızasıysa o kadar olağanüstüydü ki, hükümetin tüm kararlarıyla fermanlarını sanki kitaptan okuyormuşçasına söylüyordu.”

Acımasızlığa yakın sert yapısını Kunanbay, geleneksel düzene kasıt gördüğü durumlarda sergiliyordu. Eski kanunları ihlal edenlere karşı o, bir uruk başkanının olması gerektiği gibi, gaddardı. Bozkırda Rusya yönetimi tarafından yürürlüğe konulan yeni nizam kök salarken Kunanbay’dan zarar gören bozkır kodamanları şikâyetleriyle Rus idaresine koştular. Böylece Karkaralı bölgesinin Ağa Sultanı Kunanbay Oskenbayev’e karşı davalar açıldı. Soruşturmalar birkaç yıla uzasa da neticede hepsi beratla sonuçlandı.

Dedesinin meziyetlerini Şakarim:

“…Şeceresi”nde Kunanbay’a “Hacı” diyerek anlatmıştır. Kazaklar Mekke’de Hac görevini yerine getirenlere böyle diyorlar. “Kunanbay-Hacı halkın cahil olduğu dönemde dünyaya gelmiştir, diye yazıyor Şakarim. Harfleri çok iyi tanımasa da babası Oskenbay’a çeşitli yerlerden gelen mektupları gizlice alıyormuş. Aynısını yazmaya çalışarak okuyormuş. Türkçe kitapları okumayı bu şekilde öğrenmiş. Daha sonraları Nogay mollalarını işe alarak Kazak çocuklarının okuma yazma öğrenebileceği bir okul açmış. Gözümüzü dünyaya açan okul Eskitam adlı yerde bulunmaktadır. Namaz kılmayan insanlar Kunanbay Hacı’nın yanına gelince kılmaya başlıyorlarmış. Molla sigaranın haram olduğunu söyleyince Hacı, sigara içecekleri burun deliklerine zaç dökmekle tehdit etmiş. Daha önce hiç zekât vermeyen Kazaklara bu hayırlı ameli öğreten de odur. Bu adam tarafından Karkaralinsk’te inşa edilen cami hakikaten Allah’a şükrandır. Ağa Sultan yardımcılığı bile yapan Kunanbay-Hacı evrensel şöhretin peşinde değildi. O halkın saygınlığını kazanarak tehditle veya şefkatle Kazakları din yoluna getirmeyi ümit ediyordu.”

Şakarim’in verdiği bilgilere şu malumatlar eklenebilir. Kunanbay, Ağa Sultanın yardımcısı olmakla kalmayarak 1849’da Karkaralinsk bölgesinin Ağa Sultanı seçilerek bu görevini 1859’a kadar yürütmüştür. Yerel idarenin başkanı sayılan Ağa Sultan makam açısından Rusya’nın binbaşısına denkti. On yıllık hizmeti için Ağa Sultan soyluluk unvanı almıştır. Bundan dolayı Kazaklar başkanlarına, asilzadelere uygun bir şekilde hitap ediyorlardı: Kunanbay Mırza, yani Kunanbay bey.

Karkaralinsk’teki camiye gelince o Çarlık hükümeti temsilcileriyle yapılan karmaşık görüşmeler sonucunda 1851’de inşa edilmiştir. Memurlar o zaman Rus Kazaklarının yoğunlukta olduğu Karkaralinsk’te caminin inşa edilmesine hemen izin vermediler. İç savaş esnasında beyaz subaylar camiyi asker kışlasına çevirmek istemiş fakat rivayete göre sabaha karşı askerler yapıyı hızla terk etmişler, çünkü kendilerini huzursuz hissetmişler, üstelik gece vaktinde biri onların çizmelerini toplayıp caminin etrafına yarım daire şeklinde dizmiş. Sovyet döneminde parti ilçe komitesi caminin içinde kütüphanenin yer almasına dair ferman yayınlar, fakat bundan da bir şey çıkmadı. Kazakistan’ın egemenliği kazandığı 1991’de bir zamanlar Şakarim’in dedesi tarafından inşa edilen Karkaralinsk Camisi eski haline getirilmiştir.

Okulun dışında Kunanbay evinde yaşayan mollayla öğretmenin de geçimini sağlıyor, sürekli olarak çocukların eğitimiyle ilgileniyordu.

Arşivde onun bozkırlıları çiçek hastalığından aşılanmaya ikna ettiğine dair belgeler mevcuttur.

Son derece inançlı bir Müslüman olan Kunanbay evdekiler bir yana hemşerilerini de İslam’a yakınlaştırıyordu. O dinî bilgilerden ziyade tecrübesine dayanıyordu. Onun dinî düşünceleri hakkında herhangi bir malumat yok, ancak 1873’te Mekke’ye gidip Hac görevini yerine getirerek orada Kazak Hacıları için bir misafirhane satın aldığına dair bilgiler Tobıktı Uruğu mensupları tarafından kaydedilmiştir. Hemşerileri Kuran’la tespit edilmiş dinî, ahlaki, hukuki ve günlük yaşamla alakalı talimatlar anlamına gelen şeriat kurallarına uymak konusunda Kunanbay Hacı’nın tüm dediklerini itiraz etmeden yerine getiriyorlardı.

SÜKÛNET VE MUTLULUK İÇİNDE

Kunanbay’ın ailesi, bilgili insanlara eskiden beri saygı duyulan Kazak bozkırının en aydınlarındandı. Kunanbay’ın ilk eşi Kunke oldukça soylu bir aileden geliyordu. Onun babası Aganas kadı zeki ve adaletli biri olarak tanınıyordu. Bozkır anlayışlarına göre Kunanbay ile Kunke’nin evliliği feodal soyluların kurallarıyla öngörülmüş asilzadeler birliğiydi.

Kudayberdi, Kunanbay’la Kunke’nin diğer çocukları gibi üstün yetenekliydi. O, 1829’da doğdu, okuma yazmayı ve aile işini idare etmeyi çok kolay öğrendi. Mevsim değişimlerine göre gerçekleşen göç esnasında ataların bilgilerini canlandırarak göçleri yönetiyordu. Bu süreç kervanların yaylaya doğru yola çıktığı ilkbaharda başlıyor ve Ekim veya Kasım ayında karın çadırların üstünü örterek göçleri bir sonraki ilkbahara kadar saman kerpiçten veya kütükten yapılmış evlerinin durduğu kışlaklara gitmek zorunda bıraktığı sonbaharın son günlerine kadar devam ediyordu.

Kudayberdi, müzmin bir avcıydı ve avcılık ormanları, çukurları ve çayırlığı avla dolu Şıngıztav’da çok önemli bir uğraştı. Bu tutkusunun ona, her zaman mutluluk ve şansın eşlik ettiği söylenebilir. Babası artık yeterince büyüdüğünü karar verince Kudayberdi’yi evlendirmeye karar verdi. Basiretli uruk başkanının kafasında birkaç gelin adayı vardı. Neticede o adamlarından birini göndererek Aldabergen adlı zengin olmasa da dürüst ve o döneme göre çocuklarına iyi bir eğitim verebilen bir adamın kızını istetti. Aldebergen’in kızı Tölebike okuma yazma biliyordu ve çok genç yaşına rağmen çok marifetli bir ev hanımı sayılıyordu.

Böylece 1843’te Kunanbay, oğlu Kudayberdi için Tölebike’yi, yani Şakarim’in annesini istedi. Genç yaştan itibaren o Arapça ve Türkçe kitaplar okuyordu. El işi konusunda çok marifetli olan Tölebike nakış işliyor, kumaş ve halılara Kazak milli desenleri işliyor, kıyafet biçiyor ve dikiyor, hatta demirci körüğünü kullanarak bıçak hazırlıyordu.

Kudayberdi’yle evlendikten sonra Tölebike nakış, dikiş ve desen hazırlamanın dışında bütün uğraşlarını bırakmıştır. Daha az kitap okuyordu, ama bir İslam hukuku tefsiri olan “İbadet-i İslamiye” ve İslam yasasının anlatıldığı “Muhtasar-ul-Vikaya” adlı iki Arapça kitabı Tölebike tüm hayatı boyunca elinin altında tutmuştur. Demirciliği bırakmak zorundaydı, çünkü baba evinden giderken akrabalarının demircilikle uğraşmanın bir bayana yakışmadığı yönündeki uyarılarını hatırlıyordu. Buna rağmen Tölebike kocası Kudayberdi’nin bir arkadaşına demir desenler dövmeyi öğretmiştir. Daha sonra bu kişi, kendisine demirciliği Tölebike’nin öğrettiğini sıkça dile getirmiştir. Şiir yazma konusunda da çok yetenekli olan Tölebike’nin eserleri, sayı bakımından bozkırda çok olan irticalen şair ve şarkı söyleyen diğer yeteneklilerin eserleri gibi kayda geçirilmediğinden günümüze kadar ulaşamamıştır.

Göçebeler açık alanlarda yaşayan insanları muhakkak bir şekilde saran özel bir düşünce şeklinden dolayı her zaman şiir ve şarkılar söylemiştir. İşlenen deriyle atın ter kokusunun hissedildiği hiçbir ağır iş tıpkı deniz gibi sadece gökle sınırlandırılmış bozkır enginliğinde zapt edilemez bir biçimde oluşan romantik özgürlük ruhunu yok edemez.

Şakarim, yazın Kudayberdi’nin köyü Baykoşkar’daki yaylaya göç ettikten sonra dünyaya gelmiştir. Birkaç gün sonra mutlu baba oğlunun onuruna at keserek bir şenlik düzenlemiştir. Kutlamaya uruk başkanı olan bebeğin dedesi Kunanbay da gelmiştir. Çocuğa Şakarim ismini inançlı ailelerde olduğu gibi Kuran’dan bularak veren de odur. İlk başlarda Şahkerim şeklinde olan bu isim İslam’a saygının bir göstergesidir. Kuran’la birlikte de kullanılan Arapça kökenli “Kerim” kelimesi “cömert”, “eli açık” anlamına geliyor, fakat küçük yaştan itibaren ismini Kazakçalaştırarak çocuğa Şakarim dediklerinden, müstakbel şairin adı bu şekilde kalmış oldu.

 

O, baba evinin himayesinde belirli bir süreye kadar sıkıntılarla gölgelenmemiş sükûnet ve mutluluk içinde bir çocukluk dönemi geçirmiştir.

Kunanbay’ın geleneklere sadık oğlu Kudayberdi sülaleye has bir kurala uyarak çeşitli konularda bilgi ediniyor, böylece doğmakta olan aydınlanma geleneğine katkıda bulunmuş oluyordu. O belirli bir eğitim sisteminin olmamasına rağmen çocukların okuma yazma öğrenmesi için her şeyi yapıyordu. Kazak bozkırında eskiden sadece soylu aile çocukları okuma yazma öğrenebiliyorlardı. Han Jangir ve Çingiz Valihanov (Çokan Valihanov’un babası)’la Kunanbay Oskenbayev adlı sultanlar kendi evlatlarının yanı sıra halkın çocuklarının da okuyabileceği köy okulları açmadan önce bozkırda okul eğitimi yoktu.

Yine de XIX. asırda bu tür okulların sayısı yok denecek kadar azdı, bu yüzden okul eğitimi ancak Sovyet eğitim sisteminin yürürlüğe konmasından sonra milli norm haline gelmiştir.

Gayretli bir Müslüman olan sultan Kunanbay 1853’te Eskitam (eski ev) adlı yerde mollanın hem kendi çocuklarına, hem yakın köylerdeki genç kuşağa okuma yazma öğreteceği özel bir ev inşa etmiştir. Genellikle 20 öğrenci toplanıyordu. Öğretmen ve çocuklar yaylaya göç etme zamanı gelinceye kadar gündüzlerini ve gecelerini bu evde geçiriyorlardı.

Eğitim süreci iki temel derse dayanıyordu. Birincisi, Arapçanın öğretilmesi ve Arapça Kur`an’la diğer dinî kitaplarının okutulması. “Türk grameri” denilen ikinci dersteyse Arap alfabesiyle yazılan Kazak dilinde okuma yazma öğretiliyordu. Gerçi Türk kitaplarının sayısı azdı bu yüzden eğitimin tamamı dinî konulara ayrılıyordu.

Küçük Şakarim, ağabeylerine her zaman yetişemiyordu. Sıkça o tek başına oynamak için kalıyordu. Babasının onun için kâğıttan kestiği yabani kuzu, kurt, tilki, atmaca, kaz, ördek, elinde av kuşu olan avcı şekilleriyle oynuyordu. Desenleri kesen veya kumaşın üzerine diken annesini izleyerek o da desenler çiziyor ve kesiyordu. Annesinin yaptığını yapmaya çalışarak demirin üzerine vuruyordu, bazen boya karıştırıyor veya ağaç oyuyordu. Başka bir ifadeyle Şakarim küçük yaştan itibaren sanat öğreniyordu. Çocukluk yılları Şakarim’e büyük bir mutluluk hissi hediye etmiştir. Başka ailelerin çocuklarıyla oynadığı dönemlerde o tabii ki sınıf farklarının sebepleri üzerine düşünmüyordu.

Bir keresinde ben yetişkin çocukların büyük bir tutkuyla aşık attıklarını, koşu yarışı yaptıklarını ve ay ışığı altında “Beyaz kemik” oyununu oynadıklarını gördüm.” diye yazıyordu o daha sonraları “Gerçek Mutluluk Aynası”nda. Onların oyunları bizim kuyu kazmak, taşlardan saray inşa etmek gibi oyunlardan çok daha ilginçti. Kısa bir süre sonra ben onlara katıldım ve onların oyunlarını oynamaya başladım. Bu herhalde benim körü körüne sadece mutluluğu arzuladığım ilk andı. Erkek çocuklar arasında kavga dövüşsüz bir şeyin olması çok enderdir. Şu an utanıyorum, fakat anne babası fakir olan çocukları: “Her şeyi babama anlatırım.” sözleriyle korkuttuğum oluyordu. Babamla ağabeylerim kimdi? Zengin, nüfuzlu insanlardı ve tüm bölge hayatının yöneticileriydi. Onlardan kim çekinmez ki?

Bir keresinde ağabeyi Amir, Şakarim’e müzik eğitimi vermek istedi. Çadırın yanındaki çimlerin üzerine oturarak o kardeşine dombıra çalmayı öğretmeye başladı ve Şakarim bir şeyler öğrenene kadar bırakmadı. Dombıra çalmayı da, okuma yazma öğrenmeyi de, kâğıttan şekiller kesmeyi de küçük Şakarim çocuk oyun çeşitleri olarak algıladı. O her şeyde eğlence arıyordu, yeni eğlencelerin peşine düşüyor ve onlarda uzun süre devam eden zevk bulamayınca üzülüyordu. Okul hemen cazip bir uğraş haline gelmedi, fakat ders almak için mollaya gitmek zorunda olması onu yavaş yavaş disipline alıştırdı. Çocuk kendisini bile şaşırtacak şekilde gittikçe eğitime daha çok ilgi duyarak yeni bilgilere ulaşmak için çabalamaya başladı. Şakarim’in hayatına, onu zeki küçük yeğen olarak gören kendisinden 13 yaş büyük amcası Abay tam bu sırada girmişti.

Kunanbay’ın ikinci eşi Uljan’dan olan Abay 29 Temmuz9 1845’te Şıngıztav’daki Uruk köyünde, Kaskabulak adlı yerde dünyaya gelmiştir. İnançlı biri olan Kunanbay, oğluna İbrahim, adını vermiştir. Çocuk öğrenmeye meraklı olduğu kadar çok hareketliydi. O tehlikeli yerlere çıktığı her sefer büyük annesi Zere ona durmadan: “Abay bol! Abayla!” (dikkatli ol) diyordu. Böylece çocuğun adı “dikkatli”, “düşünceli” anlamına gelen Abay olarak kaldı. Abay, seçkin ve yetenekli insanlar olan annesi Uljan’la ninesi Zere’nin ilgisi ve sevgisiyle büyüdü. Kelime ve kitap dünyasıyla ilgili ilk düşünceleri onların yanında oluşmuş, Kazak diline, halk şarkılarına, destanlarına, efsanelerine sevgiyi onlar aşıladılar. Babası onu Semipalatinsk’teki Ahmet Rıza Molla medresesine verince de o doğuştan gelen yetenekleri sayesinde kısa bir sürede başarılı neticelere ulaştı, Arapçayı öğrendi. Onun zekâsı yeni izlenimler arzuluyordu, o bilgi peşinde koşmaktan hiç yorulmuyordu. Medresedeki ders programı ona yetersiz geliyordu. Farsça ve diğer Doğu dillerini öğrenerek Nevai, Nizami, Sadi, Firdevsi gibi büyük şairlerin eserlerini okumaya başlamıştı. Onun medrese kurallarını ihlal ederek, öğretmenlerinden gizli bir şekilde Semipalatinsk’teki Rus ruhani okuluna gidip Rusça öğrendiğine dair bir rivayet olsa da Abay, Rusçayı daha sonraları, yetişkin yaşlarda öğrenmiştir.

14 yaşından itibaren Abay babasının isteği üzerine toplumsal işlere katılmaya başladı. Kunanbay onu Tobıktı Uruğunun boylarına toprak, mülk ve çitlik sorunlarını çözmek için gönderiyordu. Uruk başkanının genç yardımcısı bu görevleri başarıyla yerine getiriyordu. Köylerin hangi topraklara göç etmesi gerektiğini, bu veya şu anlaşmazlıkta hemşerilerinden hangisinin haklı olduğunu yerinde belirliyordu. Köylüler onun kararlarına uyuyor, onu tüm haklara sahip bir kadı olarak kabul ediyorlardı. Gerçi Abay kendisine gösterilen saygının büyük bir kısmının Tobıktıların çok hürmet ettiği babası Kunanbay’a ait olduğunun bilincindeydi. Bu yüzden kendisini saf kan attan ziyade bir beygire benzetmeyi tercih ettiği gibi seçilmiş biri olarak da görmüyordu. Çok sevdiği “zekâsıyla övünen aşağı tabaka insanı, soyluluğuyla övünen çarlardan daha üstündür” sözünü Abay 1897’de meşhur felsefi düşüncelerine dâhil etmiştir. Toplumu tanıdıkça genç Abay’ın ailesine duyduğu hasret de artıyordu. O, göçebe toplumda temel yapı biriminin aile olduğunu ve halk birliğinin aile sağlamlığına bağlı olduğunu görüyordu. Aile üyeleri birbirine yardım etmeli, küçükleri eğitmeli ve onlara yol göstermeli. Bu gerçeği o içgüdüsel bir şekilde keşfettikten sonra tüm kalbiyle kabul etti ve uyguladı. Abay’ı çok bağlı olduğu ağabeyi Kudayberdi’nin çocukları çok seviyorlardı. O köye geldiğinde çocuklar onu bir an için bile bırakmıyorlardı. Yetenekli ve hassas Abay onlara doğulu şairlerin şiirlerini ezbere okuyan, okumuş olduğu hikâyeleri anlatan ilk kişidir. Daha sonraları “Bin Bir Gece” masallarını anlatmaya başladı. Çocuklar denizci Sinbat, Alaattin, Ali Baba ve kırk haramilerle ilgili hikâyeleri hayal ve sihir dünyasına dalmış bir vaziyette nefeslerini tutarak dinliyorlar, sonra da rüyalarında olağanüstü mucizelerle dolu belirsiz denizlerle bahçeleri görüyorlardı.

“Bin Bir Gece” masalları Şakarim’in baştan sona okuduğu ilk kitaptı. Masallardan bazılarını o evdekilere anlatmayı seviyordu. İranlı şairlerin eserlerini ezbere biliyordu, onun doğu şiirine olan sevgisi tüm hayatı boyunca devam etmiştir. Küçük yaştan itibaren Şakarim kendisiyle Kazak destan kahramanları arasında koparılamaz bir bağ hissediyordu. “Er Torgın”, “Alpamıs”, “Kobılandı”, “Kız Jibek” adlı Arap harflerle Kazak dilinde yazılmış destanlar onun ruhsal gelişmesine doğal olarak etki ediyordu. Kız Jibek destanını okuduğu her sefer küçük Şakarim Tölegen’in altı kuğuyla hüzünlü bir şekilde veda ettiği yere geldiğinde gözyaşlarına hâkim olamıyordu. Alpamıs destanında Jadıger’in acı dolu feryatlarıyla ilgili kısmı okuduğu her sefer endişeleniyordu. Duygusallık açıkça sergilenmese de en sert kahramana kadar tüm Kazaklara has özel bir haldir. Her Kazak iyilik yapmayı ve kâinatı idrak etmeyi arzulayan kalpten bir insan, duygusal bir kişilik, samimi bir ruhtur.

Şakarim’in tüm hayatı boyunca unutamadığı ve göklerin hediyesi olarak gördüğü çocukluk yılları, aile içindeki sıcak atmosfer sıkça aklına geliyordu.

“İlk kelimelerimi söyleyip ilk adımlarımı attığım hayatımın başlangıcında, diye yazıyordu o “Gerçek Mutluluk Aynasında.” beraber oynadığım ve öz kardeşlerim gibi içtenlikle sevdiğim akranlarıma bağlılığımı hissediyordum, onlarla oynarken ben yemek yemeyi, hızla akıp giden zamanı unutuyordum. Benim sükûnet dolu mutluluğum! Masum eğlenceler, arkadaş sevgisi, her eve döndüğümde hissettiğim anne baba şefkati! Tüm bunlar nereye kayboldu? Şu an onlar neredeler?”

ALTIN KARTALIN BAKIR PENÇESİ

Okuma ve çeşitli zanaatların yanı sıra Şakarim’in gençliğindeki temel uğraşlarından biri de avcılıktı. O avcılığa on bir yaşındayken, yani Abay’ın kendisine tüfekle ateş etmeyi öğretmesinden sonra başladı. O andan itibaren de babasına ait barutu fitille ateşlenen eski av tüfeğini hiç elinden bırakmadı. Şakarim tüfeğini düzenli olarak temizliyor, şehre giden akrabalarına sürekli olarak barutla av saçması sipariş ediyordu.

On dört yaşından itibaren Şakarim, özellikle kartalla avlanmak için koşu atı besliyordu. Avcı kuşları ehlileştirmeye tecrübeli avcıların yardımıyla başladı. O, kanat uçları arasındaki mesafe bir buçuk metre olan güzel bir kartal besleyip büyütmeyi başarmıştı. Avcılar onu henüz daha civcivken yuvadan alıp Şakarim’e getirmişlerdi. Delikanlı onu, büyüyüp insan talimatlarını uygulayacak hale gelinceye dek besledi. Daha sonra üç ay boyu kartala avlanmayı öğretti. Yazın ve ilkbaharda kaz, kışınsa tilkiyle tavşan avlıyordu.

Bir keresinde Şakarim kartalı genç dağ keçisini avlaması için salar. Bu bir hataydı, çünkü kartal, kendisini hiç zorlanmadan üzerinden atan hızlı hayvanı pençesinde tutamadı. Şakarim kartalın yanına gelerek onu koluna oturttu ve gözlerini kapatmak için başlık giydirdi. Kuşu inceledikten sonra onun uzun pençelerinden birinin kırıldığını gördü; büyük bir ihtimalle keçinin kalın derisine takılmıştır.

Bu durumda ne yapılabilir? Halk menkıbelerinden şu cümle geldi aklına: “Abılay-han demir pençeleriyle düşmana yapıştı.” “Gerçekten de kartala demir tırnak yapılsa, olmaz mı?” diye düşündü delikanlı.

Köye dönünce kuşu ahıra götürüp kendisi atölyeye gitti. Demirci körüğünün altına ateş yaktı ve demir bir levhayı çekiçle dövmeye başladı, fakat demir pençenin uygun olmayacağını hemen anladı ve bakır çubuğu eline alarak ince bir pençe yaptı. Düzelttikten sonra pençeyi kuşun ayağına yerleştirdi.

O günden itibaren Şakarim kartalına “Bakır Tırnak” adını verdi.

“Bakır Tırnak”ı duyan civar köylerin meraklı avcıları, Şakarim’i ziyaret etmeye başladı. Hayvan yetiştiricileri kuşu inceliyor, aslında bir masal kahramanı olan demir pençeli yırtıcı kuşu gerçeğe dönüştüren avcının ustalığına hayret ediyordu. Delikanlı: “Ne var ki bunda; altı üstü bakır tırnak. Daha zor şeyler yaptığım da olmuştu,” diyerek övgüleri pek de dikkate almıyordu.

On beş yaşına girdiğinde o boyu bosu bakımından tıpkı babası Kudayberdı’ydı. Sağlam vücut yapısı, düzgün giyim tarzı, dümdüz bir çizgiyle sımsıkı kapanan dudakları dayanıklılığının ve kendine hâkimiyetinin göstergesiydi, ama zekânın fışkırdığı gözleri öyle güçlü bir iç ışık saçıyordu ki, onun muhatapları tıpkı gerçek bir yetenek sahibinden her zaman beklenen ilhamı bekler gibi ona riyasız bir ilgiyle müracaat ediyordu. O, çocukken geçirmiş olduğu çiçek hastalığına rağmen mevzun ve güçlü bir yapıya sahipti. Doğadaki yaşam onun bedenini sağlamlaştırmıştı. Göçebelik koşullarında ve avcılıkta o, gerektiğinde, soğuğa da, yakıcı sıcağa da, şiddetli ayaza da sebatla dayanıyordu. Cesareti had safhadaydı; o, vurmayı ümit ettiği yaban domuzunun peşinden ormanın en sık yerlerine cesurca giriyordu.

Şakarim, fiziksel gücünü insanlara karşı kullanmayı kesinlikle reddediyordu. Gençler arasındaki hiçbir kavgaya katılmamayı prensip edinmişti. Eğer kavga kaçınılmazsa Şakarim, muhakkak arabulucu rolünü üstlenirdi. Sağlam bir karakter sahibi delikanlı, şiddete karşıydı ve bu durum çocukluktan itibaren kendilerine ait başta hayvanlar olmak üzere her türlü mal ve mülkü güç kullanarak korumak gerektiğini bilen gençlerde büyük şaşkınlık uyandırırdı. Şakarim akrabalarına arka çıkmaya daima hazırdı, ancak doğuştan gelen insanlığa has duyguya uygun olarak tartışmaların barış çerçevesinde çözülmesini arzulardı.

 

Yaşamının sonuna kadar bu prensibe ihanet etmedi. Halkı, tüm Kazakları yürekten severdi. İnsanların komşu oba sakinlerini düşman gibi görmelerini doğru bulmuyordu. Şiddet ona göre değildi. Küfre de karşıydı. Münasebetsiz ifadeler onunla bağdaşmıyordu.

On altı yaşında o “Şıngıstav’ın en iyi avcısı” unvanına sahipti. Şakarim ava çıkarken yanına kitap, defter ve kalem alırdı. Gündüz güneş çok yakmaya başladığı sıralarda gölge bir yere geçip kafasında beliren fikirleri kafiyeli mısralarda toplamaya çalışırdı. Bunu başardığında ise şiirlerini daha sonra Abay’a göstermek için yazıya geçiriyordu.

Bazen ona gerçek şiirde olması gereken fikir, duygu dokunaklı-lığı ve kelime sırasının ender uyumunu bulmuş gibi geliyordu. Öyle anlarda iç dünyasında bir yükseliş sezerek hayale koyulurdu. Gençliğinde o, gerçekten de fevkalade şiirler yazdığını ve meydana gelmiş satırların onun kendisinden daha uzun süre yaşayacağını hayal etmeye başlamıştı.

Ömrünün son döneminde nedense, gençliğinde avda geçirdiği günlerini eğlence için harcanmış zaman olarak nitelendirerek bundan dolayı hayıflanıyor:

 
Av; yüreğime mutluluktur,
Fakat ondan aklıma fayda var mıdır?
 

Bu soruya şair nasihat dolu şu sözleri ilave ediyor:

 
İlk başlarda öyle tatlı ki av tutkusu
Kim istemez avarelik, özgürlük doyasıya.
Ama kaptırmayın kendinizi hepten tutkuya,
En iyisi düşünmek çalışmanın faydası hakkında.
 

Hiç kimse hiçbir zaman onu avcılığa gönül verdiği için kınamamıştı. O, sadece kendisi gençlik hevesi için kendisini azarlamayı akıl edebilirdi. Doğada bir avcı olarak yaşarken onun temin ettiği her şey defalarca gözlem, alışkanlık, fikir, şiir ve anılara dönüşmüştür. Şakarim yaşlanana kadar avcılığa devam etti. Bu uğraş onu ve ailesini geçindiriyordu.

Peki, neden o zaman Şakarim ileri yaşlarda birden bu konuda müsamahasız olmaya başladı? Genel bir gözleme dayanarak, tabii ki, anıların sıkça vicdan azabına dönüştüğünü söylemek mümkündür. Örneğin, merhametsiz bir hafızaya sahip olan Lev Tolstoy anılarında hırs, disiplinsizlik ve aile servetini arttırma konusundaki bencilce düşüncelerinden dolayı pişmanlık duymuştur. Bu büyük yazar, Puşkin’in “Anı” adlı şiirini seviyordu:

 
Tiksintiyle okuyarak hayatımı
Ben titriyor ve lanet ediyorum,
Acıyla yakınıyor, acıyla gözyaşı döküyorum,
Ama üzüntülü mısraları silmiyorum.
 

Tolstoy: “Bu şiirin son dizesinde ben “üzüntülü mısraları” ifadesi yerine “utanç verici mısraları silmiyorum” ifadesini kullanırdım,” diye yazıyordu.

Şakarim’in de Tolstoy gibi samimi ve gerçek anlamda pişman olduğu şüphesizdir. Ancak insanın bazen kendisini herhangi bir konuda ayıplaması ne kadar zordur. Gençliğinde avlanmaya harcadığı zamanla ilgili pişmanlık Şakarim’de ancak olgun yaşta ve tüm zamanını sanata harcamaya başladığında ortaya çıkmıştır. Ona şiir yazmak için gündüzler ve geceler artık yetmiyordu. O zamanla yarışıyordu ve sanki pişmanlığını dile getirerek şiir yazmak için Ebediyet’ten süre koparabilecekmişçesine gençlik hevesi olan avcılığı bile karalamaya hazırdı, fakat gençliğinde avlanırken o, doğayla gerçek bir uyum içindeydi ve Şıngıstav’ın her yerini çok iyi biliyordu. Bozkır hakkında şiirler yazıyor, kartalını besliyor, bazen av, bazen de yeni izlenimler peşinde en uzak dere yataklarına kadar gidiyordu. Şakarim’in tutkusu ara sıra ava çıkan Abay’a da geçiyordu. 1874 yılının yaz mevsiminde Abay yanına tüfeğini almasını da tembih ederek Şakarim’i Akşokı’ya davet etmişti. Şakarim yola çıkmak için çok kısa sürede hazırlanmıştı.

Yaklaşık bir ay süren o unutulmaz av sezonu Şakarim için sadece Semipalatinsk şehrinden gelen Aleksey adlı yetenekli Rus avcısından aldığı avcılık ustalığıyla ilgili eğitimle sınırlı değildi. Bu, aynı zamanda Abay’ın emsalsiz şahsi dünyasını, onun iyilik ve kötülük, çalışmak ve avarelik, iç dünyası zenginliği ve yetersizliği, insan gücü ve onun faaliyetsizliği gibi yaşama has başlıca konularla ilgili düşüncelerini keşfetmek anlamına geliyordu.

Edebiyatı hayat estetiğinin başı sayan Abay, delikanlıyı doğu şiirini ne derece bildiği konusunda sınadı. Onun dikkatini Nevai’nin eserlerindeki eğitimle ilgili konulara çekerek meşhur şairin “Müminlerin Perişanlığı”nı yazmasından itibaren birkaç asrın geçmiş olmasına rağmen akraba Türk halklarının eğitim işlerinde hiçbir şeyin değişmediği üzerinde duruyordu. Abay’ı endişelendiren halkın bin yıllık uykusu Şakarim’i ilgisiz bırakması imkânsızdı.

– Abay ağabey, nahiye müdürü olmak zor mudur? Diye sordu Şakarim.

– Eğer kalbin taş gibi katıysa kolay, fakat kendini hep başkalarının yerine koyarsan zor.

– Neden bizde nahiye müdürü olmak isteyen çok?

– Aslında hep öyle değildi, dedi Abay. Eskiden halkın menfaatini savunamayan hiç kimse kadı, sultan veya han olamıyordu. Şimdiyse nahiye müdürleri, varlıklı insanların çıkarlarını gözeterek zengin olabileceklerini anladılar. Makam mücadelesi bundan dolayıdır. Bu, Kazakların gelenek ve göreneklerine aykırıdır, fakat bugün eski vasiyetlere kim bakıyor ki?

Abay, çadırın en üst yuvarlak noktası olan “şanırak”tan görünen mavi gökyüzü parçasına bakarak derinden iç çekti. O, bir zamanlar hür olan göçebelerin kaybolmakta olan iradesinin gelecekte yeniden kazanılıp kazanılmayacağı konusunda düşünüyordu.

Şakarim de yüz yıl sonra onları kimlerin, ne tür insanların değerlendireceklerini anlamaya çalışarak ilerisini görme çabası içerisindeydi. Göz önüne Abay’ın, belki de kendisinin de şiirlerini sesli okuyan güzel şahsiyetler geliyordu. O, özel bir güç hissiyle coşarak içinden kendine ait eseri okumaya başladı. Bu coşku gittikçe tüm varlığını sardı:

 
Durun yiğitler! Geldi düşünme saati
Bilgiler, gelenekler; her şeyi kapışalım abartısız.
Yeter dolaşmak işsiz tuhaf cehalet içinde,
Yoksa zaman acımasızca cezalandırır bizi.
 
 
Esirgeme, hediye et insana seve seve,
Zeki, makul fikri mevcut olan sende.
Bize, örnek olamaz birinin kurnazlık, şerefsizlik, hilesi.
Yeter ki put edinmeyelim kendimize.
 
 
İdarecilerin iradesi yok ki taklit edelim.
Onların tüm işi; çalmak ve korkudan titremek,
Kirli fikirlerini iyi bir şey gibi sunmak.
Yok, sonunda dehşet acı onlar için kaçınılmaz…
 

Bu mısralar daha sonra “Gençliğe” adlı büyük manzum nutkunun içine dâhil edilmiştir.

9Eski takvime göre.